Şampiy10
Magazin
Gündem

Cennetten cehenneme: Gerze Termik Santrali-2

Dün hatırlarsanız Sinop’un en güzel, en bereketli yeri Gerze Yaykıl’da kurulacak olan termik santralle ilgili yazmıştım. Halk haklı olarak termik santral istemiyor. Bu uğurda bir aydır nöbet tutuyor, dayak diyor, biber gazı soluyor ama mevziini terk etmiyor

Termik santral demek kömür demek. Kömür demek ithalat demek. İthalat demek bağımlı olmak demek. O kömürlerin gemilerle gelmesi yakıt yakmak demek. Termik santral denizden alınan suyla sistemi soğutmak demek. O ısınmış suyu denize dökmek demek. Özetle: Her şekilde hem havayı hem denizi ısıtmak demek.

Peki ne elde ediyoruz bir termik santralle?

Kendi sitelerinde (www.gerzeenerjisantrali.com) Gerze Enerji Santrali’nin yılda 1200 MW (megavat) elektrik üreteceği yazıyor. Bu Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 4’ne tekabül ediyormuş. Bendeki sayıya göre yüzde 2,66’sına tekabül ediyor ama hadi onları dedikleri olsun.

Gelin Türkiye ve Almanya karşılaştırması yapalım.

- Türkiye’nin elektrik enerjisi kurulu gücü toplam 45 000 MW. Almanya’nın 275 000 MW.

- Almanya 2011 yılı itibarıyla toplam enerjisinin yüzde 3,5’ini (9600 MW) güneşten elde ediyor.

- Rüzgardan ise 20.000 MW enerji üretiyor. Bu da ülkenin toplam enerji ihtiyacının yüzde 7,5’ine tekabül ediyor. (Türkiye’de rüzgar enerjisi toplam kurulu güç 1430 MW. 20 bin MW’lık rakam ancak 2023 yılında hedefleniyormuş. Kaynak: Türkiye Rüzgar enerjisi Birliği TÜREB) Türkiye’deki rüzgâr enerjisi kaynakları teorik olarak Türkiye’nin ihtiyacının tamamını karşılayabilecek düzeyde. Türkiye’nin rüzgardan elde edebileceği elektrik potansiyeli teknik olarak 83.000 MW. Bu rakam, Türkiye’nin şu anda kurulu gücünün iki katına eşit.

- Almanya bioyakıttan yılda 15.400 MW elektrik elde ediyor.

- Bugün Almanya’da rüzgar, güneş, biyogaz gibi yenilenebilir (yani yenilenme ihtimali veya imkânı olan; kömür petrol gibi tükenmeyen) kaynaklardan elde edilen enerji, toplam üretilen enerjinin yüzde 20’sini oluşturuyor. Hedef 2020 yılında yüzde 35, 2050 yılında ise yüzde 80’ini yenilenebilir kaynaklardan elde etmek.

- İstihdam konusuna gelirsek. Almanya’da yenilenebilir kaynaklardan enerji elde etme sektöründe şu an 370 000 kişi çalışıyor. 2009’dan 2010’a kadar istihdam yüzde 8 artmış.

- Almanya 2050 yılına kadar hem enerjisinin ezici çoğunluğunu yenilenebilir kaynaklardan elde etmeyi hem de enerji tüketimini YARI YARIYA indirmeyi hedeflemekte. Bakın tekrar ediyorum: YARI YARIYA. Endüstrisini az enerji harcayan alet edevat üretmeye zorluyor, evlerinin ve fabrikalarının buna göre tasarlanmasını şart koşuyor. (Kaynak: Alman Enerji ve Su Endüstrileri Birliği BDEW)

- Türkiye ise 2030’a kadar nükleer ve fosil yakıtla çalışan elektrik santrallerini 3’e katlamayı planlıyor. Hidroelektrik dışında yenilenebilir kaynaklardan elde ettiği enerji, toplam üretilen enerjinin sadece yüzde 2’sine tekabül ediyor. Türkiye’nin sera gazı emisyonunu (salınımı) azaltma konusunda niyeti olmadığı gibi tersine bunu 3’e katlamayı düşünüyor. Türkiye’nin tek hedefi her yıl yüzde on civarında artan enerji tüketimine yetişmek. Her ne pahasına olursa olsun.

Yazının devamı...

Cennetten cehenneme: Gerze Termik Santrali

Gerze Yaykıl’lılar TAM bir aydır nöbetteler. Topraklarına Anadolu Grubu’nun kurmak istediği termik santralin yapılmasını istemiyorlar. Çadırlar kurdular, iş makinelerini engelliyorlar, basının dikkatini çekmeye çalışıyorlar. İki gün önce jandarma ve polis tazyikli su ve copla müdahale etti, 25 kişi yaralandı.

İnsanlar niye termik santral istemiyor gelin bir bakalım.

Önce kömürle ilgili bilgiler:

Termik santraller insan kaynaklı karbon salımlarının (emisyon) en büyük kaynağı.

Karbondioksit salımlarının üçte biri kömür kullanımından kaynaklanıyor. Dünya, elektriğinin yüzde 40’ını kömür üretiyor ve her yıl yüzlerce yeni kömürlü termik santral planı endüstriye giriş yapıyor. (Kaynak: International Energy Agency. www.iea.org)

İklim değişikliğinin yanı sıra kömür çevreye, insan sağlığına ve dünya toplumlarına de onarılamaz zararlar veriyor. Kömür endüstrisi yarattığı bu zararın bedelini ödemiyor, onun yerine bunu dünyanın kendisi ödüyor.

İklim değişikliğinin kuraklık, seller ve ciddi yaşam kayıplarını da içine alan felaket niteliğindeki etkilerini engellemek için küresel sıcaklık artışını 1,5 - 2 derecenin altında (endüstri öncesi seviyeler ile karşılaştırıldığında) tutmamız gerekiyor. Bunu başarabilmek için, küresel sera gazı salımlarının artışını en geç 2015’te durdurup, bu tarihten sonra sıfıra doğru düşürmemiz gerekiyor.

Bugün Türkiye’de 50 yeni kömürlü termik santral projesi var. Eğer planlanan 50 yeni kömürlü termik santralin yapımı ve işletilmesine izin verilirse, bugünkü karbondioksit salımı sadece termik santraller nedeniyle yüzde 50 oranında artacak. Bu, daha çok iklim değişikliği yaratmanın yanı sıra önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin karbon salımları yüzünden ağır ekonomik cezalar ödemesine de neden olabilir. (Kaynak: Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu)

Termik santraller, asit yağmurlarına neden oluyor ve bu yağmurlar da halk sağlığını tehdit edici kirleticilerin havaya ve suya karışmasına neden oluyor. Cıva kirliliğinde en büyük pay termik santrallerden kaynaklanıyor. (Kaynak: US Environmental Protection Agency)

Anadolu Grubu’nun Gerze’ye yapmayı planladığı santralin kömürü Rusya ve Güney Afrika’dan gelecek. Bölgeye 2853 metre boyunda iskele yapılacak. Sinop ile Kızılırmak burnu arasındaki iki koyda kendini 121 saatte temizleyen bir akıntı var. Bu iskeleyi yaptıkları zaman akıntı kesilecek ve denizin kendini temizlemesi engellenecek. Sinop’un hiçbir yerinden denize girme imkanı olmayacak. Akıntı kesilince deniz ekosistemi etkilenecek.

Türkiye’de 600 bin ton balık tutuluyor. Bunun 450 bin tonu bu sözü edilen bölgede tutuluyor. Türkiye’nin en verimli ovalarından Bafra Ovası’yla termik santralin kurulacağı yer arası sadece 59 kilometre. Dahası termik santralin kurulacağı ve bu nedenle istimlak edilecek olan topraklar da son derece verimli topraklar.

Ekin ve balık yok edilince ne yiyeceğiz biz hiç düşünen var mı?

Yerim kalmadı, yarın Türkiye Almanya karşılaştırmasıyla devam edeceğiz.

Yazının devamı...

Memleketimden ölüm manzaraları

Ne yazacağımı bilemiyorum. Tunceli’de futbol oynamaya çalışan polis memuru ve onu izleyen eşinin uzun namlulu silahlarla öldürülmesi hadisesinden alamıyorum aklımı..

Bundan altı yedi yıl önce Çukurca’ya gitmiştik. Çukurca Hakkari’nin sınır bölgesindeki ilçesi. Adının aksine çukurda değil, tepede. Yemyeşil bir yer. Bağlık bahçelik. Yolumuzu biraz yanlışlıkla ama daha çok sersemlik derecesinde meraktan oraya düşürmüştük. İlçeye gelişimiz büyük bir hayret, şaşkınlık ve biraz da sevince neden olmuştu. Yolda durdurup kim olduğumuzu öğrenen polis memurları bizi Emniyet Müdürlüğü’ne davet ettiler hemen. Hayır maksat sorgulamak değil çay içip sohbet etmekti sadece. Öyle unutulmuş bir yerdeydik.

Emniyet Müdürü çok sevimli, çok neşeli bir insandı. Sohbetimiz hoşuna gidince “Kaymakam Bey’e de haber verebilir miyim” dedi, “o da görsün sizi.”

İyi dedik. Tam olarak ne olduğunu da anlamıyoruz. Sonra memleketin en kibar, en hoş kaymakamı çıktı karşımıza. Biz makamına gidene kadar çayları demletmiş, arka bahçede bir masa hazırlatmıştı.

Sohbet uzadı, o akşam orada kaymakamlık lojmanında kaldık. Bizi ağırlamak istemişlerdi, kıramadık. Kocaman bir sofra kuruldu o akşam. Emniyet müdürünün ailesi de geldi. Çok içten bir akşamdı. Çok hoş bir sohbet döndü.

Kalacağım odaya girince hafif bir şok geçirdim. Bir silah vardı. Kullanmaya hazır. Camların önü duvarla örülüydü. Yatak odası değil sığınaktı sanki.

Nedir bu dercesine bakınca öğrendim. Defalarca baskına uğramışlar. Duvarlarda kurşun izleri vardı. “Hayat burada böyle” demişti kaymakam bey.

Yanı başımda bir silahla ilk defa yatıyordum. Uzun uzun baktım silaha. Sonra düşündüm: Bu gece o gece olabilir ve ben yarın bu yataktan kalkamayabilirim.

Bu gece değilse bir başka gece, bir hafta sonra değilse bir ay sonra.. İnsanlar her gece yataklarına bir daha kalkamayacağını bile bile giriyorlardı.

Ben bir gece onlarsa her gece, her akşam bunu yaşıyorlardı. Çolukları çocukları olan bildiğimiz iyi aile babalarıydılar. Hafta sonları piknik yapmak isteyen, oğlanı kızı nerede okutalım, tatilde memlekete mi gidelim kampa mı diyen bildiğimiz saf insanlar. Suçları? Hiç. Sadece meslekleri ve orada olmaları.

Tunceli’deki saldırının detaylarını okuyorum internetten. Alt tarafı da üst tarafı da futbol oynamak istemişler. Bildiğin çoluğu çocuğu eşi dostu olan aile babaları. Karısı da izlemek istemiş kocasını. Günahı? Hiç. Hiç oğlu hiç. Kocasının çalımlarını izlemek isterken ölmek.. Böyle mi olmak zorunda memleketimin ölüm manzaraları?

Hepimiz önü duvarla örülü camların arkasındayız. Ve galiba kalmaya devam edeceğiz.

Yazının devamı...

İhtimallerin hamulesi

Ördeklere bakıyorum uzun uzun ve büyük bir zevkle Bir denize giriyorlar, bir sahile çıkıyorlar, bir insanların arasına karışıyorlar, bir bağrışıyorlar... Sonra tekrar denize giriyorlar, tekrar çıkıyorlar, tekrar bağrışıyorlar... En öndeki ne yaparsa diğerleri de aynısını yapıyor. Beş altı tane ördek birbirinden hiç ayrılmıyor.

Çok güzel olduklarını düşünüyorum. En az yarım saatimi ördekleri izlemeye veriyorum ve bundan zevk alıyorum. Tuzlu suda da yaşadıklarını bilmezdim ördeklerin. İnternete bakayım dedim neymiş bu ördeklerin yaşam ortamları, sonra hatırladım.. Ne interneti?!.. Elektrik bile yok şu an bulunduğum turkuvaz renkli küçük koyda. Ne elektrik, ne telefon ne internet.. Aşırı muhaberattan hastalanmış dünyada “habersiz” bir köşe. Herkes ördekler kadar mutlu.

Gazetelerin gelmediği ve herkesin herkesi iki gün içinde tanıdığı bu adada modern bir “Mediterano” filmi içinde gibiyim. İnsanlar dünya ile bağlarını koparmak için buradalar sanki. Bu sefer unutulan askerler olarak değil gönüllü “aussteiger”ler olarak. (Aussteigen Almanca bir kelime. Otobüsten, trenden, araban inmek manasına geliyor.

Aussteiger fiil hali. Hızla akan hayat treninden inip daha yavaş, daha iddiasız daha asude bir hayat yaşamaya başlayanlara deniyor. Yıllardır güzel bir Türkçe karşılığını arıyorum ama henüz bulamadım...)

Yaşlı bir İtalyan “austeiger” gay çift tam önümden geçmekte şu an. Süslü olan, azalmış saçlarını sarıya boyamış.

Kaşlarını da görünmez olana dek almış. Hâlâ mağrur ve belli ki hâlâ damarına basmaya gelmez vaziyette. El ele önümden geçiyorlar. Tenleri güneşten yanmış, neredeyse kavrulmuş.

Oflayıp pofluyor biri ama biliyorum mutlular.

Aklıma “ne hoşgörüsü? Tahammül ediyorum sadece” diyen Hayrettin Karaman geliyor. Yerimde olsaydı, önünden el ele bir gay çift geçse ne yapardı acaba?

Tahammül kelimesinin kökeni Arapça “haml” kelimesi. Taşımak demek. Hamal (taşımayı meslek haline getirmiş kişi), hamile (çocuk taşıyan kadın), hamili (taşıyan) hamle (yüklenme, atılma, hücum) ihtimal ve muhtemel (tahammül etme, taşıma, olasılık olarak görme, mümkün görme) hamule (taşınan yük) hep aynı “haml” kökünden. Tahammül ise köken itibarıyla yükü taşıma, üstlenme, dayanma manasına geliyor.

Bir şeye inanmak bir yük müdür diye düşünüyorum.

İnançlarımız yükler mi bırakıyor üzerimizde? Veya inançlarımız nedeniyle yüklerin altına mı giriyoruz?

Aklıma Robert De Niro’un “Mission” filminde sırtındaki yüklerle kan ve ter içinde dağlara tırmanması geliyor.

Geçmişteki günahlarının bir sembolü ve vebali olarak yükünü sırtından hiç indirmiyor olması... Kendini yüküyle cezalandırması...

Sonra tıkır tıkır diye bir ses geliyor kulağıma. Yalnız bir gezgin tekerlekli valiziyle önümden geçiyor. Turistin yükü de bu diyorum. Tekerlekli valiz içine sıkıştırılan tişörtler, şortlar, şampuanlar... Yüklerimiz, pılımız, pırtımız...

Sonra bir şekilde haber geliyor. Türkiye Gazze’deki Filistinlilerin hakları için İsrail’e meydan okumuş.

Mazlumun hakkı için yük altına giriyor. Elini taşın altına koyuyor. Bize neye mal olacak bu “hamle” endişeyle merak ediyorum Ege’nin ortasında unutulmuş gibi görünen sessiz sakin mini mini adada...

Haber almak da bir “yük” diyorum. Haberin yükü de endişe.

Hayrettin Karaman haklı. Hayatımız bir “tahammül”.

İşimiz “hamallık”, zira hep bir şeylerin “hamiliyiz”. “İhtimal”lerin “hamule”si altında eziliyoruz.

Yazının devamı...

Gazete gelmeyen ada: Lipsi

Bildiğiniz gibi ben, kendim ve şahsım (tek kişilik dev kadro) geçen haftadan beri Yunan Ada’ları turu yapmaktayım.

On İki Adalar denilen Dodekanisa adalarını dolaşıyorum.

Bodrum Turgutreis’ten Kos’a (İstanköy) geçtim, oradan Kalminos (Kelemez/Kilimli), sonra Leros (İleryoz) adasına zıplayıp son olarak da (nihayet gelmeyi başaran beyfendiyle) Lipsi (İlipsi) adasına geçtim.

Adalar giderek küçülüyor, medeniyet giderek azalıyor, dolayısıyla da giderek güzelleşiyor.

Lipsi, bizim Didim açıklarında, kayıtlı nüfusu 700 kişi olan ve Yunan’ın bile bilmediği ufacık bir ada. Bir Atinalıya Lipsi hakkında ne biliyorsun diye sorun en fazla Yunanistan’ı kana boğan anarşist terör örgütü “17 Kasım”ın lideri Aleksandros Yotopulos’un yakalandığı yer diyecektir.

Yıllarca aranıp bulunamazken tutup Fransız karısıyla Lipsi’de tatil yaparken enselenmiş.

Enselenmek için hakikaten ideal bir yer. Yarım günde turistleri, geri kalan yarım günde de ada halkını tanıyorsun. İki günde belediye minibüsünün şoförüyle selamlaşır hale geldik. Yirmi yıldır aranan bir terör örgütü lideri isen tanınmak için iki saat yetmiştir.

Kıyısı insanı yanıltıyor. Es kaza sadece kordonunda dolaşılsa suni ve dandik bir turistik köy sanılabilir.

Halbuki hakiki Lipsi köyü kıyı şeridinin hemen arkasında başlıyormuş. Dar sokakları, sevimli meydancığı, tek çalışanlı postanesi, sinekli bakkalı, yine tek çalışanlı bankası (üstelik On İki Adalar Bankası gibi kimsenin bilmediği bir bankanın şubesi) güzellik salonu, çiçekçisi, hediyelik eşyacısı, taş fırını, süper marketiyle tam teşekküllü bir köymüş meğer. Söylememe gerek yok hepsi öğlen kapalı. Siesta kanunları tavizsiz uygulanıyor burada.

Siesta vakti sinekler bile uyuyor çünkü.

Kafenin birinde Fransızca bir uyarı yazısı okuyunca (“Lütfen bilgi için rahatsız etmeyiniz”) şaşırdım önce.

Sonra bakkalda kıra döke Yunanca konuşmaya çalışan bir İtalyan kadına rastladım. Meğer adayı yıllar önce, burada üç ev ve bir lokantadan başka bir şey yokken İtalyanlar keşfetmiş. Sonra da Fransızlar gelmiş. O kadar moda olmuş ki bir bölümü ev almış, oturmaya başlamış. Satılık ev ve arazilerin altında Fransız telefon numaraları yazıyor.

Neden sahili turistik tavernalara bırakmışlar diye düşünürken akşam çıkan rüzgar her şeyi açıkladı: Çünkü içerideki meydan rüzgar almıyor, dar sokaklar seni gündüz güneşten akşam rüzgardan koruyor. Dış tarafta denizi göreceğiz diye turistler tir tir titreyerek yemeklerini yerken iç tarafta ada halkı rüzgârdan azade, keyifli keyifli uzosunu ve reçinasını içiyor.

Nasıl bu kadar rahatlar diye düşünürken cevabını aldım: Adaya yıllardır gazete gelmiyormuş.

Leros’un Maçakızı: Mylos

Biz Türkler hakikaten enteresan insanlarız. Dünya üzerinde sürü halinde dolaşmayı daha çok seven bir halk var mı şiddetle merak etmekteyim.

Simi Adası’nda nasıl bir “Manos” manyaklığı varsa Leros adasında da bir “Mylos” manyaklığı var.

Daha gündüzden telefon konuşmalarından bir şeyler dönüyor anladım. Mylos’ta yemek falan deniyor. Sonra garsonla konuşunca bütün Türklerin teknelerinden inip inip Mylos’a gittiğini öğrendik. Neymiş bakalım dedik biz de.

Hakikaten hoş bir yer. Denize doğru uzanan bir çıkıntının üzerinde. Hemen önünde de (nedendir bilinmez denizin ortasında) bir değirmen var. Mylos da zaten değirmen demek.

Daha yolda durumun vahametini anladık. Düğüne gider gibi Türk grupları akın akın o tarafa gitmekte. Sonra içeriye girdik aman Allahım! Manzarayı umumiye şu: 25 masanın 18’si Türk! Erkeklerin HEPSİ hafif kırışmış keten gömlek giymiş, o gömlekler göbek örtsün ve rahat bir hava versin diye pantolon üzerine bırakılmış, omuzlara Reha Muhtar usulü birer triko atılmış, kadınlar zayıf ve muhakkak surette sarı saçlı, havada bolca sigara dumanı, özgüven, stres, “ooo Ahmet bey”ler ve su ekmek çatal bıçak isteyen işaret parmakları asılı... Rezerve edilmiş on sekiz kişilik dev bir masa da görünce hah dedim gelmişiz! Leros’ta değiliz de Türkbükü’nde Maçakızı’ndayız sanki!

Niye sizinkilerin hepsi burada diye saf saf soruyor Rum arkadaşım. Çünkü diyorum Beyaz Türkler her yerde illa bir “görme ve görülme yeri” yaratmak zorundalar. İtiş kakış orada oturulacak, birilerine görünülecek ve bayram tatilini Leros’ta geçirdiklerini gösterecekler, kanıtlayacaklar. Ve sonra da şikayet edecekler: “Mylos bozulmuş, geçen geldiğimizde daha iyidi” diyecekler.

“Heh.. Tıpkı Yunanlılar gibi” dedi. Gülerek çıkıp sessiz sakin bir yere gittik.

Yazının devamı...

Ucuz Yunan kalamarına elveda

Adadan adaya hoplaya zıplaya yolculuğuma devam ediyorum.

Her ne kadar Eskişehir dolaylarından “Yeter artık ada muhabbeti” uyarısı geldiyse de signomi yani üzgünüm ama bir kaç gün daha devam edecek böyle.

On iki adaların en sevimlilerinden Leros Adası’ndayım. Üç beş köyden oluşan mini mini bir yer.

Fakat Yunanistan’da mıyım Türkiye’de miyim kafam komple karışmış durumda. Aya Marina İskelesi’nden itibaren “Ayşeee”ler, “Ebruuu”lar, “Memeeet”ler “anne dondurma alabilir miyim”ler “ayol neredesiniz?”ler duymaktayım. Valizimi boş bir masanın kenarına bırakıp tuvalete gideyim dedim, döndüğümde valizim kaldırımın kenarına atılmış, masam dev bir Türk ailesi tarafından hunharca işgal edilmiş, zavallı yalnızlığım yeniden ve yeniden acımasızca yüzüme vurulmuş haldeydi. Tiropita’mı (peynirli böreğimi) elime alıp rehber kitabın (Lonely Planet) “çok sessiz ve sakin, kimsecikler olmaz” dediği Pandeli koyuna yürüdüm. (Aman siz yürümeyin. On dakika dediler ama arada sıkı bir yokuş varmış. Öğlen sıcağında bir valizle çekilir gibi değil)

Pandeli’de an itibariyle durum şu: Ortalık bir mesire yeri gibi ve etrafımda tek bir Yunan yok. Kaldığım otel tümüyle Türk misafirlerle dolu. Açıkta en az 20 adet Türk yatı demirli. Telefonlar cır cır ötmekte, “Bodrum’da değil Leros’tayız Ahmetçiğim” “ay evet çok güzel burası” “Yok akşam gelemeyiz” “E tamam o zaman Patmos’ta buluşalım” “Milos’ta yiyeceğiz yemeği, siz de gelin” “evet burası daha ucuz” cümleleri havada uçuşmakta.. Az önce yan odamda kalan Benin Hanım’la çakmak alışverişi yaptık. Yan odamda kalan ailenin veletleri Kıvırcıkcanla Çıtkırıldumsu iki de bir benim balkonumdan geçiş yapmakta, mecburen giyinik dolanıyorum. Neyse ki altımızdaki tavernadan Tarkan veya Serdar Ortaç nameleri gelmiyor.

Eleteros Tipos’un durumla ilgili manşeti şu: Bayram Sebebiyle Barış Çıkarması: TÜRKLER ALLAHIN İZNİYLE ADALARIMIZDA!

Ancak kötü haber hemen yanındaki sayfada. Mesele şu: Bugün itibarıyla Yunan lokantalarında KDV oranı yüzde 13’ten yüzde 23’e çıkıyor. Esnaf kocaman bir ilan vermiş: “Sayın Maliye Bakanı. Bu oran turizmi baltalayacaktır, altından kalkamayız, o farkı müşteriden almayacağız, vermeyeceğiz de”
Bakanın cevabı merakla bekleniyor.



Ses bombası değil dinamitmiş!

Mühim bir bilgi yanlışını düzelteyim öncelikle. Hani geçen gün Kalimnos Adası’nda düğün eğlencesi olarak ses bombası patlatıyorlar demiştim ya..

Hayır yanlış demişim! Ses bombası falan değil adamlar düpedüz DİNAMİT patlatıyorlarmış! Yahu nasıl olur dedim, dinamit dediğin ortalığı yıkan bir şey..

Meğer Kalimnos’a ait bir meziyetmiş bu: Dinamiti havada patlatmak!

Kaldığım otelin sahibinin oğlu da meğer dinamitçilerdenmiş:
“Adada en az 300 dinamitçi var. Dağın tepesine çıkıp aşağıya atıyoruz. Havada patlayacak şekilde yapıyoruz düzeneği” diye anlattı. “Yahu dedim havai fişek diye bir şey icat oldu, haberiniz var mı?”

“Ha ha haaa... O çocuk işi! Biz süngerciyiz. Tehlikeyi severiz. Esas sen Paskalya zamanı gör! En 300 400 tane dinamit patlatırız bir gecede..”

Paskalya zamanı her ada türlü manyaklıklar yapıyor gerçekten. Sakız adasında da aynı köyün iki kilisesi birbirine ev yapımı ROKET atıyor mesela! Ama bir iki tane değil, yüz binlerce! Geçen sene 120 bin roket atılmış karşılıklı. YouTube’da izledim savaştan hiçbir farkı yok! Her sene birkaç göz, parmak de gidiyormuş bu arada.. Paskalya bittikten hemen sonra öteki senenin paskalyasının roketlerini yapmaya başlıyorlarmış. Her ev en az on tane yapıyormuş. Cunta zamanında yasaklamaya kalmışlar adada isyan çıkmış.

Biri dinamit, biri roket patlatır.. Hey güzel Allahım.. Ada halkları tuhaf oluyor demiştim size. (Bu arada otelcinin oğluna o dinamitleri nereden bulduklarını sordum, müstehzi müstehzi güldü sadece.. Artık bilmiyorum ne demek istedi..)

Yazının devamı...

Bayramınız kutlu olsun!

Böyle bir başlık var diye “ah nerede o eski bayramlar, yastık altındaki kırmızı pabuçlarım” şeklinde iç bayıcı bir yazı yazmayacağım. Açıkçası güzel olduğu iddia edilen bayramları ben hiç görmedim. Bayram demek aile demek. Ailen yoksa zorlama ve hüzünlü bir durum. Umarım sizin için öyle değildir.

Fakat itiraf edeyim bayram hediyem çok komik oldu. Pazar günü Yunan Elefteros Tipos gazetesinde röportajım yayınlandı. “Yunan Adalarını Türkler bastı” konulu haberde, (başlık elbette böyle değildi, gayet pozitif idi...) benim değerli görüşlerime de yer verdiler. Yunan Adalarını Türk basınında (galiba) en çok yazan şahıs olarak nam salmış durumdayım. Üstelik birinci sayfadan anonsu bile vardı!

Frappe içerkenki fotomu da neredeyse yarım sayfa basmışlar. (Frappe: Yunan milli içeceği. Bu kadar sefil bir şeyi nasıl bu kadar benimsemiş olabilirler derken ben de alıştım iyi mi!)

Amanin ne havalı bir şeymiş! İki gündür gazete elimde her gittiğim lokantada, otelde gösteriyorum sanki ilk defa basında çıkmışım, her gün 6. sayfada kırmızılı bir fotom çıkmıyormuş gibi. (Gerçi o fotoya benzer tarafım kalmadı ayrı..) Zaten ikram meraklısı lokantacılar hepten abartıp hariçten mezeler, tatlılar, likörler getirip duruyorlar. Seyahat yazarı olup obez olmamanın yolları diye ayrı bir kitap da çıkaracağım bir gün.

Kos Adası, (peki tamam herkesi mutlu edeyim) İstanköy Adası, bir gün daha fazla kalamayacağım kadar kalabalık ve sıcak idi. Memleketin herhalde en kötü pansiyonunda kalmayı başardığım gibi pişebilecek en kötü yemek de önüme geldi. Kediler çok memnun kaldı.

Kos’un bir kuzeyindeki Kalimnos/Kelemez veya Kilimli Adası, kalabalık, gürültülü ve turist tuzağı Kos’tan sonra terapi gibi geldi. Adanın yamaçlarındaki Panorama Otel’ine yerleşip kendime geldim. Yediğim her şey güzel ve yarı fiyatınaydı.

Kalimnos, balıkçıların ve süngercilerin adası. Kalimnos’lu süngerciler o kadar meşhur imiş ki sadece Ege Denizinde değil dünyanın bütün sünger alanlarına dalıyorlarmış. Adada irili ufaklı sünger satan bir sürü dükkan var. Hatta sünger müzesi bile var.

Her yerin illa bir zırva adeti olacak ya buradaki tam sopalık! Gece uyumaya çalışırken bir saat arayla iki büyük patlama oldu. Her ikisinde de yataktan fırladım. Dedim, Türkiye-Yunanistan birbirine girdi, bizimkiler adayı bombalıyor. İnsanların ağlaşarak evlerinden çıkmalarını bekliyorum, hiç kimsenin umuru değil.

Sabah otelci Themelis’e (bizdeki Temel yani. Manası da aynı. Zaten sonra sözlüğe baktım temel kelimesini meğer Yunancadan almışız.. Karadenizli Temel’lere gel de anlat şimdi bunu..) sordum, “a yok” dedi “düğün eğlencesi!”. Kalimnos’da düğünlerde ses bombası atılırmış!

E Allah tepenizden baksın e mi! Eğlenceye bak!
Yoksa dedim, bu Kalimnos’lular Karadeniz’den falan mı geldiler mübadele zamanında? Hani Themelis gibi bir isim de duyunca... Aklıma gelmedi değil.



Yalnız seyahat etmenin güzellikleri

Bir güzelliği falan yok aslında. Bir dizi yanlış anlaşılma sonucu olabilecek en olmayacak yerde sap gibi kaldım. E ne oluyor, o zaman yalnız seyahat etmeyi güzelleştirecek bir şeyler bulmaya çalışıyorsun.

* Hiçbir yeri sevmek ve oraya katlanmak zorunda değilsin. Amanin çok rezilmiş burası deyip hop ertesi gün başka bir vapura binip gazlayabiliyorsun. Hatta vapurdan inmeyip öteki adaya devam edebiliyorsun. No dırdır.

* Sohbet çok hızlı başlıyor, herkesin masasına anında iş olabiliyorsun. Çoğu zaman para verdirtmiyorlar.

* Çok şahane kitap okunuyor. Taşınırken kafama düşen James Canon’un “Dullar Kasabasından Masallar” kitabını (Abis Yayınevi, çeviren Okan Özler onun da alnından öpmek istiyorum) öylesine çantama atmıştım. Ekilince çıkarıp okumaya başladım. Şahane bir kitapmış. Otobüslerde etrafıma bakmak yerine kitabı okuyup durakları kaçırıyor, planladığım köyler, plajlar dışında yerlere gidiyorum. Hatta “yemişim tavernasını, gece hayatını, odamda hikâyenin devamını okuyayım” dediğim ve de öyle yaptığım akşamlar oldu.

Yazının devamı...

Kos merkez yeter

Bindiğim otobüste arkamda bir Türk turist grubu vardı. Kendilerinden başka kimse yokmuş gibi pek şen pek neşeliydiler. Öndeki arkadakine sesleniyor, arkadaki öndekine cevap veriyor..

Derken biri şöyle dedi: “Meydandaki Defterdar camiini Pargalı yaptırmış”

“Hmmm” diyor yanındaki “tevekkeli değil İstanköy’ü mutlaka almalıyız Padişahım diye tutturuyor...”

Gülüyorum. Sanki diziden söz etmiyor da Topkapı Sarayı Divanından yapılan canlı yayını izliyormuş gibi konuşuyor.

Olayın geçtiği yer: Kos. Veya bizdeki resmi adıyla İstanköy Adası. Plaj yerine adanın biraz yükseklerindeki “Zia” köyüne giden belediye otobüsü içindeyiz. Vay be diyorum bir dizi nelere kadir! Pargalı oldu asker arkadaşımız.

Gerçi Defterdar Camii ile ilgili böyle bir bilgiye nereden vakıf olduklarını anlamadım. Benim göremediğim bir kitabeyi okumuş olmalılar.

Kos/İstanköy merkezi son derece eğlenceli bir yer. Diğer adalardan farkı dükkanların, meydanların kordon dışında da olması. Yani içerlere de yayılmış durumda. Çok kalabalık olmasına rağmen insana “insan” basmıyor. Her bir meydan da cıvıl cıvıl. Osmanlıdan kalan camiler de iyi kötü restore edilmiş, kimisi ibadete bile açık.

Buna karşın adanın merkez dışında kalan yerleri için aynı sempatik yorumu yapamayacağım. 12 kilometrelik bir plajı var ama o kadar yolu insandan geçilmeyen bir denize girmek için yapmak akıllıca gelmedi bana.

Zia köyü de hayal kırıklığı yarattı. Biri Şirince’ye benziyor dedi ama uzaktan yakından ilgisi yok. Bodrum site tipi pek de yakışıklı olmayan evleriyle laletayn bir köy. Akşamları gün batımında yemek yemeğe gitmek lazım. O zaman manzara hakikaten şahane.

Dedikleri gibi, Kos merkez yeter, Kalimnoz adasına zıplamak lazım..



Mökene Adası

Adaların Türkçe ismini mi Yunanca ismini mi kullanalım bir türlü karar veremedik farkındaysanız. Bir Sakız ve Midilli adalarında Türkçe isme sadık, geri kalanları fena halde sallıyoruz. Adaların Türkçe isimlerini herhalde bir Dışişleri bakanlığındakilerle Valilikler biliyorlardır.

Bazıları çok kızıyor bu işe. Türkçe isimlerini kullanalım diyorlar.

Samos’un Sisam olduğunu biliyorsunuzdur da Simi’nin Türkçe isminin “Sömbeki”, Meis’in “Kızılhisar”, Kalmnos’un “Kelemez” veeeee (en süperi) Mikonos’un Türkçesinin MÖKENE olduğunu mesela biliyor muydunuz?

Hi ho hayt!

Şimdi bazıları Yunanca isimleri kullanıyoruz diye çok kızıyor ama Allah aşkına “Mökene” ismiyle hava atmak mümkün mü yavu? ™öyle bir diyalog kulağınızın önüne gelebiliyor mu?

“Bayramda Mökene’deydik şekerim.”

“Aaa! Ne güzel! Köyünüze mi gittiniz? İç Anadolu dolaylarında bir yer midir?

“İç Anadolu mu?”

“Pardon Doğu mu demem lazımdı? Memleket ora mı? Ay ne güzel yayla, inekler, taze süt falan..”

“Ne memleketi ne köyü ne ineği salak! Ege’nin en havalı, en pahalı, en meşhur adası! Bütün sosyete orada. Herkes partiler veriyor, balayına gidiyor, para saçmaktan haller oluyor. Ayşe Arman ve kocası evlilik yıldönümlerini her yıl orada kutluyor. Paradays biiç, gey partileri, Mamacas, hede hödö vidi bidi cik cik...”

Yok mümkün değil. Mökene ismiyle havalı bir yere gittiğine kimseyi ikna edemezsin. Geçmiş olsun. Silah zoruyla bile “Mökene” dedirtemezsin kimseye.

Ama o kadar da umutsuz değil durum. Mökene’ye dönmedik belki ama üç bin yıllık Mikonos’u on yılda Mikanos yapmayı başardık.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.