Şampiy10
Magazin
Gündem

Balık ağından halı

Dün Hürriyet Gazetesi’nde Vahap Munyar’ın köşesinde kanalizasyon çamurundan (dışkının kibarcası) yakıt üretildiğini ve Kocaeli’ndeki Nuh Çimento’nun da bu yakıtı kullandığını, bu yakıtı kullanabilmek için 25 milyon dolarlık yatırım yaptığını okudum.

Müthiş bir şey değil mi? İnsanlık kendi döküntüsünü bile yakıt niyetine kullanıyor artık. Şöyle de yorumlayabiliriz:

Kocaelililerin yedikleri içtikleri gidiyor bir gökdelenin özü oluyor! Senin milyon dolara aldığın Zartiyum Rezindence’deki dairen esasen Kocaelililerin şeyiyle üretilmiş oluyor bir yerde.

Türkiye’nin geldiği yere bakın! “Bizim köy çok ilkel, hala tezek yakıyorlar”dan “Türkiye çevrecilikte çığır açıyor, dışkıdan yakıt üretiyor”a..

Bu köşede sürdürülebilir endüstriden, yenilenebilir enerji kaynaklarından defalarca söz ettim. Madem Vahap Munyar çimentocudan girdi o zaman ben bir halıcıdan çıkayım.

Her gün bir firmanın çevreci bir girişimini okuyorum. Fakat karo halının mucidi ve üreticisi InterfaceFlor markası galiba en ilginci yapmış. Kullanılmış balık ağı ve atık halılardan yeniden iplik ve bu ipliklerden de yeniden halı üretmiş. Biosfera I adını verdikleri halılarının yüzde otuzu balık ağı ve atık malzemeden.

Bu fantastik gelişmeler çok hoşuma gidiyor. Norveçli, Karadenizli, Hintli balıkçıların ağları en şık ofislerde!

Bir gün gelecek yeni hiç bir hammadde kullanılmayacak.

Ortada var olanlar başka bir şeye dönüşecek. Bir firma için en gurur verici şey bu olacak: Atık malzemeden ama aynı zamanda geri de dönüşebilir ürünlerin üretimini yapmak.

Beni tek kaygılandıran şu: İnsanlığın bu her duruma çare bulabilmesi veya bulabilecekmiş gibi görünmesi aynı zamanda müthiş bir sorumsuzluk da getiriyor. Nasılsa bir çaresi bulunur diyerek kimse üzerine düşen sorumluluğu almıyor.

İnsanlar, hükümetler, büyük firmalar...



Erhan’ın kitabı

Kazdağları’nda, herkesin Tuncel Kurtiz’in yeri diye bildiği çok sevdiğim bir küçük otel vardır. Zeytinbağı. Derin ve karışık bir mazisi vardır bende. Neyse o detaylara girmeyelim.

Zeytinbağı’nın Zeytinbağı yapan en mühim unsur Erhan’ın (Ramiz Dayı’nın kayınbiraderi) yemekleri. Çoğu kendi icadı çok müthiş yemekler yapıyor.

Şimdi, yoğun ısrarlara dayanamayıp yemek kitabını çıkardı.

Yayınevi’nin de adı çok hoş: Ruhun Gıdası Kitaplar. O nefis ve acayip yemekleri artık ben de yapabileceğim... Veya en azından yapabileceğimi umut ediyorum.

Ben derim ki hazır sonbahar geldi, en güzel havalar, sizin yerinizde olsam şöyle bir Kazdağları’na uzanıp Zeytinbağı’nda kalırdım. Hatta haftasonluk yemek kurslarından birine de katılırdım. Veya yemeklerin keyfini çıkarıp Erhan Şeker’in kitabını alıp geri gelirdim. (www.zeytinbagi.com)

Yazının devamı...

Erkekler taşkınlık yapmaya devam edin!

Her bütçeden, her kültürden, her tipten, her yaşam tarzından kadın bir aradaydık o gece... Kadın kısmı fasulyeden sayılıyormuş da bu kadını aşağılamaymış iddialarına aldırmadan büyük bir neşe, coşku ve mutlulukla... Tamam! Adam gibi tezahüratlar yapamadık, marşlar söyleyemedik ama canımız sağ olsun... Oradaydık işte! Erkekler cezalarını çeksin, kadınlar neşelerini bulsun... Lütfen taşkınlık yapıp ceza almaya devam edin olur mu!

Hayatımın en pahalı koltuğuna oturdum

Koç Holding’ten Gökhan Akça’nın davetlisi olarak Gökhan Bey’in yapımında katkısı olan “1907” locasından izledim maçı. Kimin koltuğundaydım bilmiyorum (zira ceza zengin fakir ayırt etmiyor) fakat öğrendim ki yıllığı 5 bin 500 Euro imiş ve üç yıllık ödeniyormuş. Yani bu toto 16.500 Euro’luk koltuğa oturdu ya artık ölsem gam yemem...

Hem maç hem “Öyle bir geçer zaman ki”

Stattaki en absürt manzaralardan biri hem maç hem dizi seyreden teyze idi. Bilmeyenlere not: Fenerbahçe Stadı “1907” tribününde her koltuğun önünde ekran var. Ve o ekranda bittabi maç yayını var. Ve kimse de o ekranlarda kanal değiştirme düğmesi olduğunu bilmez. (1907 derneği kurucu üyeleri bile!) Zira kimsenin aklına ekranı kurcalayıp başka bir kanala geçmek gelmez. Ta ki bizim meşhur kızlar gecesine kadar. Gördük ama gözlerimize inanamadık. Teyzemiz dizisini bulmuş hem maçı hem Ali Kaptan’ın fenalıklarını izliyor! Yaşa bee..

Acilen kadına uygun slogan üretilmeli!

Kızlar gecesinin bariz başarısızlığı tezahürat idi. Mesele sadece seslerin tiz olması değil, ne diyeceğimizi bilemedik. Maç acemisiyiz, amigo yok, senkron talimi ha keza. O kadar kötüydük ki sonunda bütün kurallara aykırı bir şekilde tezahürat anonsu yapıldı: “Maraton sarı, Migros lacivert, yeni açık Fener, sol şampiyon”... Bir şeyler denmeye çalışılıyor ama anlaşılmıyor. Sonra anons daha yavaş ve net bir şekilde tekrar edildi: “Maraton tribünü sarı, Migros tribünü lacivert, yeni açık Fener, geri kalan de şampiyon diyecek hanımlar!” “Haaaa... E böyle desenize...” Denmek isteneni anladık fakat bu sefer de kimse hangi tribünde oturduğunu bilmediği için “Sarlacşamfen” diye abuk subuk bir şey çıktı ortaya. Anons iteklemesine rağmen başaramadık yani. Yanımdaki teyzenin yorumu: “Evladım hangi kadın erkekten talimat alır?” Özün sözü: Acilen kadın seyirciye özel sloganlar üretilmeli (“İbne hakem” demeyiz mesela haberiniz olsun!) sabırlı ve gayretkeş amigolar olmalı ve kadın sesine uygun oktavda marşlar güftelenmeli ve bunlar maç öncesi küçük kağıtlarda yazılı olarak verilmeli. Dahası ıslık dersleri istiyoruz!

*
“Gerizekalı”, “terbiyesiz”, “öküz”. Duyduğum en şiddetli küfürler bunlardı.
3Kameramanlar seyirci arasından hep güzel kız ararlardı baktım bu sefer tersini yapıyorlar, yakışıklı erkek arıyorlar..
*Stat koca bir ana okuluna döndü.. Sağımdan solumdan derken bir velet de bacak aramdan geçti iyi mi! Sadece ben gözyaşları içinde üç kaybolmuş çocuk gördüm kimbilir daha kaç tane vardı..
*Topuklu giyen az, daha çok spor ayakkabı tercih edilmiş.
*Manisaspor’un turuncu ayakkabılı futbolcusu dikkatimizi çekiyor. Hmmm. Demek ki kadınlar izlerken futbolcuların saça başa pabuca dikkat etmesi gerekiyor.
*Yanımdaki diyalog: “Anne karşı takımı alkışladın”
Cevap: “Bilerek alkışladım oğlum. Bayanların ne kadar barışsever olduklarını göstermek istedim.” “Anne öff yaa..”
*En güzel pankart: “Ofsaytı da biliriz, 50 bin olmayı da...” Çok güzel ama de’leri da’ları ayırmayı bilmiyorsun n’aber... Fakat ofsaytı bilmediğimiz sayılmayan son golle anlaşıldı. Oyuncular sahayı terk ettiller bazıları hâlâ gol sevinci yaşıyordu.
*Manisasporlular sakatlanmaktan oynayamıyor ama hanımları katiyen ikna edemiyorlar.
3En çılgın tezahüratı yanımdaki türbanlı kız yapıyor.
*Gol pozisyonunda ses 120 desibele ulaşıyordu.
*Top tribüne kaçtı, kadınlar topu kapmak için birbirine girdi.
* Polisler çok eğlendi. Kadınlar “goooool” diye çığlık atarken gülmekten kırıldılar.
3Yanımdaki diyalog: “N’oldu?” “İlk yarı bitti.” “Aa daha yeni havaya girmiştik ya... Ne çabuk?”
*Büfedeki köfte ekmekler anında bitti. “Biz kadınların geleceğini hiç sanmıyorduk. Tedariksiz yakalandık” dedi büfeciler. Bu arada Altınbaşak, kepekli ekmeğe sandviç ve salata da istiyoruz...
*Kumanyalar genelde şöyle idi: Alüminyum folyoya sarılı ıspanaklı börek, ekmek arası beyaz peynir, ekmek arası zeytinyağlı biber dolma, bisküvi.

Bu stad böyle pabuç görmedi!

Şunlara bakar mısınız! Hey yavrum hey.. Görünce gözlerime inanamadım. En az 15 pontluk nefis kırmızı bir çift pabuç! Meğer İrem Kefeli imiş pabuçların sahibesi, Bisse markasının yaratıcısı (ve sonlandırıcısı) İbrahim Kefeli’nin sempatik kızı. İrem Hanım’ın ilk gelişi değilmiş ama bu maça bilhassa gelmiş, pabuçlarını değiştirme gereği duymamış. Ne güzel! Şıklık sadece İrem Hanım’la sınırlı değildi. Saçlarını fönletip gelenler, röflesini tazeletmiş olanlar, sarı lacivert türban takanlar... Ahhh... Tam bir cümbüştü! Hiçbir stat bu kadar modaya uygun olmamıştır bugüne kadar...

Kına gecesine alınmayan erkekler!

En büyük şaşkınlığım tuvalete gidince oldu. Tuvalette işimi görürken birden düzenli tezahüratlar duymaya başladım. Allah Allah bu nesi derken çaktım köfteyi! Meğer dışarıdan destek vermeye gelmiş cezalı erkeklerin sesleri geliyormuş tuvalet penceresinden. Fenerbahçe sevgisi bu, boru değil! İçeri alınmamış olabilirler ama tuvalet penceresinden bile olsa seslerini içeri sokmak istiyorlardı. Sonra Sevim Gözay çok komik bir benzetme yaptı: Kına gecesinde dışarıdan oynayan kızları dikizleyen erkekler gibiler... Heh...

71 yaşında kombine bileti var!

Nesrin Teyze’yi uzaktan kestim ve yanına gittim. Bana ilk defa geliyorum demesini beklerken meğer hasta Fenerli’ymiş, kombine bileti varmış. Boynunda pembe düdüğüyle her maça geliyormuş. Bu sefer kızını ve komşuları da getirmiş, onlara rehberlik ediyormuş. “Kadınlar beni şaşırttı. Hiç fena değiller” diyor.

Hasta Fenerli ama ilk defa geliyor

Hatice’yi sarı lacivert türbanıyla nefis tezahürat yaparken görüyorum. Onu da maç müdavimi sanırken ilk defa geldiğini öğreniyorum. “Erkeklerle bir arada olmamak için mi gelmiyorsun?” dedim. Hayır, bilet fiyatları çok geliyormuş, bedava olunca fırsatı kaçırmamış. Bir kere Milli maç için stada gelmiş, “Erkeklerle izlemek daha keyifli” diyor.

Kibarlıktan öleceğiz galiba

Arka sıramda bir kız şahane ıslık çalıyordu. Gayri ihtiyari kim bu cevval diye arkama dönüp baktım “Kusura bakmayın, biraz kafanızı şişireceğim” dedi! Yerim ben bu kadın kibarlığını! Öttür güzelim sen, helal olsun dedim. Gerçi pişman olmadım değil öyle bir abarttı ki kafam bir tiftik torbasına döndü. Sonra dolaşmaya çıktım. Bir kadıncağız “Ay çok affedersiniz... Rica etsem acaba şuradaki boş yere otursanız? Göremiyorum da...” demesin mi? Aman Allah’ım maçtayız ve havada “rica etsem”, “kusura bakmayın”, “lütfen” gibi laflar dolaşıyor!?

Yazının devamı...

Tam olarak kim adamdan sayılmadı? Kadınlar mı, erkekler mi?

Ben de oradaydım! Fenerbahçe Manisa maçından söz ediyorum. Koç Holding Resmi İşler ve Medya İlişkileri Koordinatörü Gökhan Akça’nın forsuyla önce “1907” tribününden izledim, sonra öbür tribünlere geçtim.

İnkâr edemem; manzara çok ama çok şekerdi. Diğer yazarların da yazdığı gibi stat “çiçek açmış” gibiydi.

Dünyayı kadınlar kurtaracak derim hep, yine aynısını söyleyebilirim.

Komik detayları Vatan Cumartesi ekinde yazacağım fakat hadiseye şu açıdan bakmadan edemiyorum.

Bu cezadan yola çıkarak..

* Tam olarak erkekler mi yoksa kadınlar mı insandan sayılmadı?

* “Seyircisizlikle “kadın” aynı manaya geliyorsa, “bu kadınları aşağılayan bir uygulamadır, fasulyeden seyirci yerine konulmuşlardır, evlerinden çıkıp gelecekleri de zaten umulmuyordu vs vs” demek de mümkün..

* Fakat öte yandan erkeklere de “siz hayvansınız, yeterince hayvanlık yaptınız, azıcık da İNSANLAR izlesin maçları” denmiş olmuyor mu açık açık? Gerçi “hayvan” yerine konulmaktan gocunacak bir erkek de var mıdır bilmiyorum.. En sevdikleri iltifat “hayvanım benim” olan bir cinsten söz ediyoruz.. Detaya girmeyeceğim, çoluk çocuk da okuyor ama sırıtmalarınızı görür gibiyim.

* Son tahlilde erkekler hayvanlık suçlamasından gocunmazlar ama kadınlar adam yerine konulmamaktan gocunur. (Gerçi bazen bundan da emin değilim.) “Hayvan”lık edenler adam yerine konuluyorsa o vakit ileriki “cezalı” maçlarda kadınların da hayvanlık etmeye başlamaları kuvvetle muhtemeldir.

* Bir de şunu anladım. Erkeklere yaranmak hakikaten mümkün değil. Sesimiz çok tizmiş de çok gürültü yapıyormuşuz da futbolcuların eli ayağı birbirine dolanmış da... Napalım yani.. Antrenmansızız. Siz yapın bir kaç kere daha hayvanlığınızı, bakın nasıl sesimizi kullanmayı öğrenmeye başlıyor, kendi amigolarımızı, kendi sloganlarımızı üretiyor olacağız.

* Acaba stadın bir bölümü her maçta kadınlara ayrılsa, Ultra Dişi Aslan, Çarşıye, Baaayan Fener gibi gruplar oluşsa, orası başka bir alem, cümbüş olsa.. Çok mu anti laik bir fikir atmış olurum? Kadın kadına çok güzel eğleniliyor yav.. (Dövmeyin tamam)



Maçtan notlar

* Şimdiye kadar gittiğim en absürt maçtı.

* Düşündüm düşündüm başka hangi koşullarda 40 bin kadını bir arada görebilirdik? Fenerbahçe’deki kalabalığa toplanmış en büyük “dişi” topluluğu diyebilir miyiz?

* Para sesi, su sesi, kadın sesi diyenleri bir kez daha düşünmeye çağırıyorum. Gol anında gürültü 120 desibele ulaşmıştır diye tahmin ediyorum.

* Tez zamanda ıslık çalabilen kız timleri oluşturmalıyız. Var mı bunun bir yerlerde eğitimi, kursu? (Bir kez daha: Eğitim şart.) Olmadı ıslık sesi çıkaran alet üretilsin de sahaya nasıl sokacağız? O zaman biri Iphone applikasyonunu yapsın.

* Kadın izleyicilere uygun jargonda slogan ve uygun oktavda marş yazacak yaratıcı ve besteci arkadaşlar derhal bana başvursun. Kimse bana o yakışıklı adama (Özgür Yankaya imiş) “İbne hakem” dedirtemez. O hakikaten neydi öyle? Vay vay vay...

* Statlardaki büfeler! Diyet kola, kepek ekmeğine sandviç, Altınbaşak ve hatta peynirli Akdeniz salatayı mönünüze ekleyin. Ne o öyle beyaz ekmeğe köfte? Tamam Fener’e canımız feda ama “zayıf” canımız feda. Destek vereceğiz derken kilo almaya niyetimiz yok yani reca ederim.

Yazının devamı...

Simotas Apartmanı ve Refika’nın Mutfağı

Tanıdığım dakikadan itibaren sevdim onu. Zaten aksini söyleyene de rastlamadım şimdiye kadar. İlk yayınevinde karşılaştık birbirimizle. O bir masada ben bir masada kitaplarımızı yayına hazırlamakla meşguldük. Ben asık suratlı ve sessiz, o ise neşeli ve gürültü idi.

Birbirimizin tam tersiydik yani. O bana “hadi gül biraz” diyordu ben ise ona “müziğin sesini kısar mısın?” diyordum.

Sonra o nefis kitabı çıktı: “Refika’nın Mutfağı: Yeni İstanbul stili”. Yemek kitabı adı altında çıktı. Ama ben daha güzel bir isim taktım: Yemek masalları. Refika’nın malzemeyle kurduğu aşk ilişkisinin harikulade romanı. Evet bir aşk romanı ama âşık olunan şey bir kişi değil domatesler, rokalar, naneler, mercimekler, baharatlar, fasulyeler... Malzemeye âşık olunca ortaya çıkan yemekler de ister istemez malzemeyi ezip geçmeyen, doğal tadını mümkün olduğunca bırakan hafif, sağlıklı ve lezzetli yemekler oluyor. Kitapçılarda bulabilirsiniz (Boyut Yayınevi)

Aylardır çağırıp duruyordu beni. “Atölye yaptım, çok güzel oldu” diyordu. Geçen Cuma Kuzguncuk’taki atölyesine gittik. Ahh! Ufacık bir dükkanda veya orta halli dairede bir yer beklerken karşıma koca bir dünya çıktı! Meğer yıllardır metruk duran “Simotas Apartmanı”nı hayata döndürmüş Refika! Kuzguncuk’un Doğan Apartmanı’nı yani!

Bu binanın 30 yıldır ışıkları yanmıyordu. 1923’te Arditi ailesi tarafından yaptırılmış. Adını Rum mimarından alıyor. Musevi Arditi ailesi yıllarca yaşamış bu apartmanda. Diğer daireleri de kiraya veriyorlarmış. Önce Varlık vergisi sonra 6-7 Eylül olayları derken 60’lara doğru aile Türkiye’den göç etmiş. Sonra apartman elden ele dolaşmış. Tüpçüsünden, tokacısına, terlikçisinden abajurcusuna kadar türlü türlü imalatçı yerleşmiş. 70’lerde bir işadamı almış ama akabinde hemen batınca hiç ellemeden satmış. Sonra bir sinemacı almış, otele döndürmek istemiş, sıkı bir tadilattan geçirmiş ama otel olarak açamadan o da batmış. Bina bankaya kalmış. 2004’de Refika’nın ailesi almış. Öyle boş boş dururken sonunda Refika el atmış. İki kamyon çöp, sıkı bir temizlik, boya badana, tamir, tadilat derken (kendi bile pirelenmiş) apartman yeniden can bulmuş.
Refika’nın yemek atölyesi bir taraftan boğazı gören bir taraftan Kuzguncuk’un yeşilli betonlu tepelerini gören teras katta. Kendine olamaz güzellikte bir yer yaratmış. Pahalı, şık şıkırdım, marka malzemelerle değil! Yemek stili ne ise mutfağının tarzı da öyle olmuş. Kullandığı renkler, taşlar, tezgahlar, tencereler bu toprakların yıllardır bildiği, kullandığı malzemeler. O mutfak sanki yüz yıldır o apartmanın tepesinde. O kadar doğal, rahat, içten. Terasta saksılar içinde maydanozundan, biberiyesine, acı biberinden rokasına envai çeşit bitki. Kendi malzemesini kendi yetiştiriyor. Zaman zaman yemek kursları veriyor. Şimdi orada çok güzel televizyon programları da yapacak. Merakla bekliyoruz.

Fakat beni etkileyen tek şey bu değil. Güzel olan şu: Refika sadece kendine yer yapmamış. Apartmanı elden geçirip orasını burasını düzeltirken başkalarına da bir “nefes” yaratmış. Oda oda kiralamış ama öyle rastgele bir kiralama değil: Bir felsefesi var.

Felsefesi şu: İşi gücü müşterisi yerinde girişimciler değil de, yeni başlamış, parası ve yaşı (40 yaş üstündekilere yer yok!) henüz olmayan, yaratıcı, genç insanlar gelsin. Burada bir imece olsun. Herkes birbirinden bir şeyler alsın.
Hakikaten de öyle olmuş. Bir odaya iki grafik tasarımcısı genç kız yerleşmiş, bir odaya bir dans atölyesini kurmuş, bir başka odaya bir mimar yerleşmiş, bir odada bir avukat, üst katta bir heykeltraş.. Odaların hepsinin kapıları açık. Herkes herkesle selamlaşıyor, konuşuyor, fikir alışverişinde bulunuyor. Parası olan kirasını veriyor, olmayan emeğini.

Refika’nın çok mu parası var? Yok aslında. Ne var ne yok tadilata gitmiş. Ama gönlü zengin ve istiyor ki herkes hem kendi işini yapabilsin hem de türlü türlü fikir çıksın. Bereket olsun.

Ben işte böyle insanları çok seviyorum. Onun için yazdım. Herkesin sadece kendi gemisini yürütmeye çalıştığı bu günlerde bu tarz bir girişim bana merhem gibi geldi ne yalan söyleyeyim. Başkalarına da fikir olsun istedim. Yoksa yaşım 40’ı geçti, apartmana yerleşmem mümkün değil. Yani bir menfaatim yoktur. (www.refikaninmutfagi.com Yemek tarifleri de var!)

Yazının devamı...

Sonradan Gurme’den lezzet turu

İçkisiz lokanta, lokantadan sayılır mı yoksa TAM tersi esas lezzet içkisiz lokantalarda mı vardır?

İçki içtiğim bir şey. Fakat itiraf da etmem gerekir ki içki, hele de kırmızı şarap ise, yediğim yemeğin lezzetini örtüyor, hatta bir iki kadehten sonra dümdüz ediyor. (İçkiyi yemeği yedikten sonra içmek en uygunu aslında bana göre) Bazı çok meşhur meyhanelerin yemeklerinin uyduruk olması boşuna değil. Gelen içmeye geliyor, yemek bahane, önüne ne koysan yiyecek zaten. Elbette genelleme yapılmaz, söylediğim bir kaide değil, yemekleri çok lezzetli bir dolu meyhane de var.

Bu kadar lafı Zaman Gazetesi yazarı Salih Zengin’in “İstanbul’un En Güzel Alkolsüz Lokantaları” kitabına girizgâh niyetine yaptım.

Salih, dünya tatlısı bir meslektaşım. Dünyayla, âlemle ama en çok kendisiyle dalga geçmeyi seven matrak bir insan. Kendisine taktığı isim de zaten bunu fazlasıyla belli ediyor: “Sonradan Gurme” (İlk duyduğumda aralıksız 5 dakika gülmüştüm)

Salih, 5 yıldır Zaman Gazetesi’nde “Sonradan Gurme” ismini verdiği köşesinde yemek yazıları yazıyor. Bir yıldır da Samanyolu TV’de yine aynı isimle program yapıyor. Geçen ay da kitabını çıkardı.

Dünden beri elimden düşmedi kitap. İstanbul’un bir ucundan öbür ucuna kadar 85 lokantayı tanıtmış Salih “the sonradan gurme”.

Acayip hoşuma gitti! Tasarımı, fotoğrafları, otoparkından oyun alanına kadar verdiği bilgiler hepsi çok şahane olmuş. Ama en güzeli şu: Yenibosna’da minicik bir künefeci de var Kuleli’de halli bir balık lokantası da. Sokak arası pidecisi de var börekçisi de. Hiç üşenmemiş her yere gitmiş Salih. Havalı, salaş, esnaf, pahalı, ucuz, mode, demode ayrımı da yapmamış. Sadece damak tadının peşinde gitmiş.

Fakat bakıyorum bakıyorum alkolsüz lokantalar da benim olağan menzilimin hep dışındaymış iyi mi! Sırf iyi bir kaburga yemek için Maltepe’ye kadar gidilir mi?

İki gün önce de ablamla ve marangozum Oktay Usta ile kahvaltı ederken (bkz: 7 ay süren inşaattan sonra bin kere kavga edip marangozu, boyacısı, tesisatçısı ile kanka olma durumu) “Lezzet için kaç kilometre yapabilirsin? Ne kadar iddialısın?” konusunu konuşmuştuk.

Oktay Usta da 100 küsur kiloya ulaşmış bir başka lezzet avcısı. (Az daha çift kanatlı kapımı “ben buradan geçemem” deyip yapmıyordu, neyse ki 15 kilo verdikten sonra razı oldu). Oktay Usta ile birbirimize “rekor”larımızı saydık, ikimiz de ciğer tava için Edirne’ye kadar gitmişiz mesela. Künefe yemek için Antakya’ya giden bir arkadaşım da var.

Edirne’ye Antakya’ya gidiliyorsa Maltepe’ye, Çekmeköy’e, Büyükçekmece’ye niye gidilmesin?

Kitabı şiddetle tavsiye ederim. Ağırlıklı olarak yöresel mutfakların İstanbul temsilicileri dolayısıyla kitabı okurken mini bir Türkiye turu da yapıyor insan. Konya’dan Trabzon’a, Urfa’dan Siirt’e, Bursa’dan Van’a...

(İstanbul’un En Güzel Alkolsüz Lokantaları, Hayy Kitap)



Kitaptan öğrenip tez zamanda gideceğim yerler:

- Sabırtaşı Restoran, Galata: İstiklal Caddesi üzerinde nefis içli köfte ve Maraş yemekleri yapan bir yer. Meğer bizim yıllarca içli köftesini yediğimiz dünyanın en kibar, en temiz, en şık sokak satıcısı Ali Amca’nın oğlunun yeriymiş! Gidilmez mi bea! İstiklal cad. no 122 Kat 5 Beyğolu

- Tabak Köfte, Yenibosna: Cemal Hepkeskin’in kendi icadı köftesi. Fotoğrafa bakarken bile ağzım sulandı. Zafer mah. Cumhuriyet cad. no 17 Selçukhatun camii karşısı, Yenibosna

- Van Kahvaltı Sofrası, Samatya: Bilenler bilir, dünyanın en manyak kahvaltısı Van’da yapılır. Kavurma hayatta yemem, kavurmalı yumurtanın hastasıyım. İşte burası günün her saati Van’dan gelen malzemelerle Van kahvaltısı çıkarıyormuş. Kasap İlyas mah. Kennedy cad. No 7 Sahil Yolu Samatya

- Pilavcı, Üsküdar: Adı pilavcı ama başka şeyler de var. Mesela “maklube”. Nedir bilmiyorum ama Salih öyle bir anlatmış ki vapura binip gitmeyenin kaşığı kırılsın. Mimar Sinan mah. Uncular cad. 22-A Üsküdar

- Nalia Karadeniz mutfağı, Güneşli: Karalahana sarması ve muhlama.. Beni bunlarla bırakın ve gidin. Yalçın Koreş cad. no 2/3 Güneşli veya Prof: Ali Nihat Tarhan cad. 103 Bostancı

Yazının devamı...

Dünyanın en kazançlı kurşunu

750 bin TL alacakmış...

Yılbaşında televizyona çıkıp şarkı söylesin (ve türlü şaklabanlıklar ve türlü kadın düşmanlıkları ve türlü densizlikler yapsın) diye...

Tam iki yıldır mahkememiz sürüyor.

Yazımda ettiğim hakaretten dolayı itibarını zedelemişim ve kendisini “maddi kazanç kaybına” uğratmışım diye.

Savcı da buna “doğrudur” dedi ya...

Davayı açtırdı ya.

Onun yüzünden sabahın körlerinde kalkıp hâkim karşısına çıkıp duruyorum.

Büyük maddi kayıplara uğradı ya...

Avukatı benim 2000 liramı almak için her şeyi yapıyor..

Ve başardı da!

Hâkim “evet şarkıcı bey maddi kayba uğramıştır, tazmin edilsin” dedi!

Onlar gerçi 20 bin istediler, hâkim insaf etti, 2000 lira yazdı.

Benim 2000 liramla hastane borçlarını kapar, evinin kirasını öder, evine tuz, ekmek götürür. Artan parayla pazar günleri Menekşe Plajı’na pikniğe bile götürür çoluğunu çocuğunu..

Mangalda duman dumana tavuk kanadı pişirirler, Mine Kırıkkanat’ın en sevdiği aile tipini oluştururlar...

Bir aileyi çöküşten kurtardım ne mutlu bana!

Ölsem gam yemem artık...

Bu ülke bana çok şey borçlu, milli şarkıcılarını kurtardım haberleri yok!



Bugün gazetelerde söz konusu şahsın yılbaşında bir gece için 750 bin TL alacağını okuyunca hâkim beyin içi acaba cız etmiş midir?

Beni ve böyle bir karar aldığını hatırlıyor mudur?

Hatırlıyorsa ne düşünüyordur?

“Ben neeetim yav” diyor mudur?

750 bin TL, bir hâkimin kaç maaşı ediyor hesaplamış mıdır?

Kaç yıl çalışması gerekiyor falan...

750 bin TL yan yana nasıl bir manzaradır?

Masanın üzerinde kaç deste...

O destelerden kaç kule olur?

O para kulelerinden kaç kuleli kaç malikâne yaptırılır?

O malikâneye kaç kombi alınır?

O parayla kaç kilometre perde yaptırılabilir?

Kaç Zeynep okutulur?

Kaç yurt binası yaptırılır?

Kaç hayat kurtarılır?

Diye düşünmüş müdür benim gibi pek sevgili hâkimim?

Ne marifetli kuşunmuş!

Altınla kaplatıp boynuna assa yeri...

Bonusu: 750 bin TL..

Bir de benim 2000 liram...

Oh..

Hesapladım, benim sittin sene ödeyeceğim banka kredisi vs bütün borcum için şarkıcının 36 dakika şakıması yetiyor.

Bir kurşun ve 36 dakika.



Zeynep okuyacak!

Uşak Üniversitesi Coğrafya Öğretmenliği’ni kazanıp da beş kuruş paraları olmadı için okumayan Zeynepçik’ten söz etmiştim geçen gün.

Hem mentorlük yapmak isteyen hem de maddi katkı sağlayan Zuhal Sinanoğlu, Selma Öksüz Yurtsever, Berna Tekneoğlu, Feryal Küçükusta, Aysem Erginoglu Michaelsen, Ece Güneş, Erol Arat, Pınar Walter, Esin Sağlamcı, Hakan Özkara, Cemil Atınç, Aylin Kahyaoğlu ve “biz de sahip çıkmasını biliriz” diyen Nesin Vakfına...

Çok teşekkür ederim.

Sayenizde Zeynep okuyacak. En azından yola başlayabildi. Az evvel konuştuk, mutluluktan uçuyordu haberleri alınca.

Yazının devamı...

Kanepe altındaki kedi

Hiçbir yere kıpırdayamıyorum.

On beş gün boyunca çekirge gibi adadan adaya hopladım şimdi ev hapsindeyim.

Niye? Çünkü vergi memurlarını bekliyorum gözlerim sımsıkı açık..

Eskiden adı “adi” olan şimdi “şahıs” denilen şirketçiğim ben taşınınca o da taşınmış oldu (“homofis” olayı) gelip adres değişikliği tespiti yapacaklarmış.

Devlet vatandaşın beyanına inanır mı hiç? İnanmaz. Hakikaten taşındın mı? Taşındığını iddia ettiğin yere mi taşındın? O taşındığını iddia ettiğin yerde iddia ettiğin bina, dükkan var mıdır?

Gelip bakacak. Benim işim dükkanla ofisle değil desen de bakacak. Yahu tıkır tıkır vergimi veriyorum işte daha ne desen de bakacak...

İyi inanmasın, gelsin baksın da bayram öncesi ve sonrası günlerce beni evde niye bekletir? Ve niye evde olmadığım o TEK günde gelir? Haber vermek denilen şey devlet için henüz icat olmamış bir kavram mıdır? En basit şey bile “baskın” modunda mı olmak zorundadır?

Hoş vergicileri beklemesem bulaşık makinecilerini, onları beklemesem kombicileri, kombicileri beklemesem kulpçuları, kulpçular gelmese ferforjecileri beklemek zorundayım zaten.

“Bu ülke koca bir durak. Gelmeyen otobüsün beklendiği bir durak..”

Durağımda kös kös bekliyorum.

Taşınmak tuhaf bir şey. Hele yarım bir eve taşınmak daha da tuhaf. Yerleşemiyor olmamın yegane nedeni henüz dolapların vs kurulamamış olması değil (taşımacılar dolapların hayati parçalarını kaybetmişler, bu yüzden yüklükleri kuramıyorum iyi mi?) aynı zamanda feci yabancılık çekmem.

Başka eve taşınmış kedi gibiyim. Sokaktan gelen seslerden evin çıtırtılarına kadar her şey yerimden zıplatıyor beni. Girdim bir kanepenin altına çıkamıyorum. Onu oradan alıp buraya koyamıyorum.

Yedi aydır bu evle uğraşıyorum niye yabancılık çekiyorum ki?

Sonra düşünmeye başladım. Evi ev yapan nelerdir?

- Aradığının nerede olduğunu bilmek ve gidip oradan alabilmek. Anneler buna düzen intizam derler. (Ben henüz tek bir parça eşyamı bir saatten az bir sürede bulabilmiş değilim. Çoğunu da bulmadım diye yenisini aldım)

- Evin küçükse sana küçük gelmemeye, büyükse de büyük gelmemeye başlamalı. Vücudunu ve ruhunu mekana göre yayacak veya çektireceksin. (Vöh.. Ev o kadar küçük ki resmen kilo vermem lazım..)

- Karanlıkta bir yere çarpmadan yürüyebileceksin. (Ha ha haaa.. Dün merdivenden yuvarlandım iyi mi! Karanlıkta falan değil, güpegündüz..)

- Kokunun eve yerleşmiş olacak, kapıyı açar açmaz seni o karşılamalı. (Beni henüz boya, vernik, tiner, çimento, mermer tozu kokusu karşılıyor.. Bir de eve girip duran sersem sarmanın attırık kokusu. Onu da fena dövecem.. Gir ama bari sıçma be eşşolobeşkulak!)

- Bir de anladım ki galiba en mühim eşya perde. İnşaat veya taşınma havasından kurtaran ne koltuk, ne kanape: Perde. Ve hayatım boyunca perde seçmek benim için kabus olmuştur. Daima da yanlış perde, stor vs almışımdır. O yanlış aldığım perde, stor vs daima benim için utanç vesilesi olmuştur. Şöyle söyleyeyim: Perde, zevksizliğimin doruk noktasına ulaştığı alandır. (Evet zevkli değilimdir) Dünyanın parasını yine korkunç bir şeye vereceğim diye ödüm kopuyor. Rüyama ak saçlı Perde Dede girse ve bana bir kaç model gösterse ahhh ne kadar iyi olurdu... Var mı şöyle bildiğiniz iyi bir perde web sitesi? Ama lazım olan hiç bir şeyin iyi bir web sitesi yoktur di mi..

Yazının devamı...

Bir kızı okutamamanın ıstırabı

Günlerdir kıvranıyorum...

Daha önce benim yanımda çalışmış olan Fatma’nın kızı Zeynep için burs bulmaya çalışıyorum...

Bu Zeynepçik, annesinin el âlemin evini temizleyerek kazandığı üç beş kuruş ile, gecekondularda yetişmiş bir kızcağız.

Küçümencikti annesi bana gelirken. Akıllı akıllı bakardı.

Sonra Fatma’ların başına, bütün fakirlerin başına geldigi gibi türlü felaketler geldi. O öldü, bu sakat kaldı derken İstanbul’u bırakıp memleketleri Erzurum’a hasta bakmaya gittiler.

O gündür bugündür haber almıyordum.

Bayramda aradı Fatma beni.

Bir kaç yıl olmuş, geri dönmüşler. O küçük akıllı Zeynep okumaya devam etmiş. Liseyi bitirmiş. Bitirdiği yetmiyormuş gibi bir de üniversiteyi kazanmış! Uşak Üniversitesi Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği.

Bu onlar için o kadar beklenmedik bir başarı ki tek bir hazırlıkları yok.

Hoş, beklendik bir başarı olsaydı da ne yaparlardı bilmiyorum. Ne kenara para koyacak durumdalar ne de burstu vakıftı bir yerlere başvuracak yol yordam biliyorlar. Yok oğlu yok yani. Son bıraktığımda sıfır noktasındaydılar şimdi olmuşlar eksi.

Babası “ben okutamam” demiş. Kız ise öğretmen olup kırmak istiyor bu makus talih zincirini.

Fatmacık, o dünyanın en utangaç Anadolu kadını, yüzünü kararta kararta son çare beni arıyor.

“Gidin kayıt olun bir çare bulacağım” dedim.



Herkesi aradım. Ben zaten veriyorum, onlar da üç beş kuruş versinler de şu kız harcını yatırsın, yurt çıkana kadar başını bir yere soksun.

Zira bu memlekette her şeyi başardık ama yurdu olan üniversite yapmayı başaramadık.

Bundan 22 yıl evvel Marmara Üniversitesi’ni kazanmış ve taşradan gururla kayıt olmaya gelmiş Mutlu “bu okulun yurdu yok” cevabını aldığında nasıl bombok olduysa işte Zeynepcik de “yurt var ama yer yok” cevabını alınca öyle olmuş. Yirmi iki yıldır değişen bir şey yok yani. Bravo bize! Elli altı kişi çıkmaya karar verirse belki bir gün Zeynepcigin bir yatağı olacak devlet yurdunda!

Bu ülke ekmek yapar gibi inşaat yapan bir ülke. Hatta ekmek yapmayı unuttuk ama gökdelen dikmekte üstümüze yok Yer gök

korkunç TOKİ bloklarıyla kaplandı. Ama 2011 yılında hala adam gibi ogrenci yurdu yapmayı basaramadık. Hapisaneden bir tık öte binalarda ve koşullarda genc barındırıyoruz. Ve hatta barındıramıyoruz.



Para yerine çok güzel akıllar aldım. Onu ara, bunu ara, valiliğe basvur, şu vakfa gitsin, şu derneğe başvursun, sen araya gir belediye versin...

Kimsenin iyi niyetinden şüphe etmiyorum. Herkes işinden gücünden en az bir yarım saatini ayırıyor, o onu arıyor bu buna haber salıyor, “tamam oldu bu iş” diye bana haber veriyor.

Fakat ne oluyor? O ona delege bu buna delege, vali müdüre, müdür yardımcıya, yardımcı kaleme, kalem odacıya derken...

Hayır. Kıza bir burs, bir barınak, hey guzel allahim bir kap yemek ayarlayamadim...

Türkiye’de işini birine devretmeye gör. Sen huzurla işin hallolduğunu sanır, bir iyilik daha yapmış olmanın huzuruyla başını yastığa koyarsın ama hadise daha ikinci durakta patlamıştır aslında.

Hele de ortada derdini anlatmaktan aciz, utanmaktan beş kat olmuş insanlar varsa...

Nasıl para istediklerim bana akıl verdi, yardım ve burs istediklerimiz de Zeyneplere akıl vermiş. Devlet yurdu yoksa ozel yurt var. Ne guzel. 3000 liracık! Ekmek yoksa pasta vardı di mi!

Becerebildigim tek şey şu oldu Uşak Üniversitesinde okuyan muhtemelen yine fukara dört kızcağız yurt çıkana kadar Zeynep’e sahip çıktılar ve yanlarında bir ücret vermeden kalmalarına izin verdiler.



Günlerdir yediğim her lokma boğazımda takılıyor. Harcadığım her kuruş beni rahatsız ediyor. İnsanların bir gecede yemek ve konaklama için binlerce lira verdiklerini duydukça fena oluyorum. Baktığım her etiketten sonra “Fatma’nın kızı bu parayla iki ay/bir yıl/dört sene gecinirdi” demekten kendimi alamıyorum. Bu dengesizlikten müthiş rahatsız oluyorum. Utanıyorum. Hem de çok.



Sonra da saftirik saftirik soruyoruz. “bu tarikatlar nereden çıktı?” diye. Devlet bu ise bu kıza da yine onlar sahip çıkacak. Eminim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.