Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklarımızı Rumlara satmak için mi Kıbrıs’ı kurtardık?

Peş peşe iki haber:

1- Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun hesabında 2 milyon lira var...

2- Güney Kıbrıs eski Maliye ve Ekonomi Bakanı Mihalis Sarris Kuzey Kıbrıs’ta reşit olmayan iki erkekle seks pazarlığı yaparken yakalandı...



Yıllar evvel de sormuştum: Biz bu Kuzey Kıbrıs’a bir batakhane yaratmak için mi çıktık?

Dünyanın tüm orospuları Kuzey Kıbrıs’ta. Dünyanın bütün kumarhaneleri Kuzey Kıbrıs’ta.

Türkiye’de yasak, Güney Kıbrıs’ta yasak ama Kakatece’de her şey gibi o da serbest.

20 euro’ya çocuk satılıyor! Evet bildiğin erkek çocukları, bir takım sapıklara 20 euro’ya (üstelik sadece!) satılıyor.

Detayları da vereyim: Kıbrıslı Rum bakanın yakalandığı yer, Türkiye’den gelip Kıbrıs’a yerleşenlerin mahallesi.

Demek ki o kadar meşhur ki bizim “satılık” çocuklar, o kadar uzun zamandır yapılıyor ki bu, hizmette o kadar sınır yok ki, Rum bakan eskisi, ağzının salyaları aka aka, her şeyi göze alıp kuzeye çıkabiliyor.

Organ mafyası Kuzey Kıbrıs’ta!

Uyuşturucu kaçakçılığı Kuzey Kıbrıs’ta!

İnsan kaçakçılığı Kuzey Kıbrıs’ta!

Her-şey-serbest tüp bebek merkezleri (bittabi iki katı fiyatına) Kuzey Kıbrıs’ta.

Kanun kaçaklarına satılık vatandaşlık Kuzey Kıbrıs’ta! Bastır 300 bin doları, kap Kıbrıslı bir kızı, işlem tamam. Tertemiz bir sicille aç kumarhaneni, başla haracını toplamaya.

Yer gök inşaat, beton, doğa katliamı...



Soruyorum:

Biz 498’i Türkiyeli, 340’ı Kıbrıslı olmak üzere toplam 838 şehidi ve binlerce yaralıyı, çocuklarımız fuhuş pazarında 20 euro’ya Rumlara satılsın diye mi verdik?

40 bin askerimizi dünyanın bütün kadınları rahat rahat uçkur düşkünlerine kiralansın diye mi oraya çıkarttık?

Koca bir gemimizi, yanlışlıkla da olsa, insanların varları yokları ellerinden alınıp sınırlardan kaçırılsın diye mi batırdık?

Bütün dünyayı millet paralarını döke saça kumara harcasın diye mi karşımıza aldık?

Siyasetçiler ve siyasetçi aileleri deli gibi zengin olsun diye mi kendimize “işgalci” dedirttik? Bunlar için mi Türkiye vatandaşlarının vergileri oraya aktı?

Bunlar için mi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına “çektir git” dendi?

Bunlar için mi?

Yazıklar olsun o zaman..

Yazının devamı...

Yanlıştan doğruyu çıkartamamak

Dünkü yazımda basın içindeki “şiddet sever ve uygular” erkek köşeci ve yayın yönetmenlerinden söz ettim.

Bana sorup durdular kimi kastediyorsun diye.

Hepsi ortada aslında.

Hepsi bangır bangır haber oldu, hepsinin rezaletleri çıktı ortaya. Birinin karısına attığı yumrukları ise sadece ben biliyorum.

İsimlerini vermem gerekir miydi?

Aslında gerekirdi belki de.

Hepsi misler gibi hayatlarına devam ediyor zira. Yanlarında kâr kaldı. On onbeş yıl sonra rezil etmek pek keyifli olabilirdi.

Ama çok iyi biliyorum ki mertçe “evet yaptım, kahretsin, pişmanım” diyeceklerine bana türlü türlü iftiralar atacaklar.

Eren Keskin’e tecavüz etmek isteyen Kardak Prensi bir de “kadına şiddet” konusunda pirimiz kesildi iyi mi!?

Sırtı bıçaklı kadını yarım sayfa büyüterek “büyük hizmet” ettiğini düşünüyor.

Allah için (bkz: kedi kedi olalı bir fare tutmak) hizmet de etti.

Sabah akşam bunu konuşuyoruz.

Ama konuştuğumuz, konuşmamız gereken değil.

“Bu kadınlara ne olacak?” yerine fotoğraf basılmalı mıydı basılmamalı mıydı, şiddet yasasına “medya sansürü” girsin mi girmesin mi, Facebook’ta tanımadığı kadına mesaj atan adam da şiddet yasasına dahil edilecek mi edilmeyecek mi..

Teallaam.. Kadınlar sinek gibi ölüyor, konuştuklarımıza bak!

Başkalarının ölümünden ancak bu kadar alçakça nemalanmak mümkün olurdu!

“Derdimiz bu değil hanımlar beyler bu kadınları nasıl kurtaracağız?” demek yerine herkes birbirine çamur atmakla meşgul.

Kimse bir öneriyle gelmiyor.

Kimse şiddet yasasını okumuyor.

Kimse şiddet yasasının tek başına bir işe yaramayacağını söylemiyor.

Kimse sığınma evleri, daha doğrusu sığınma sistemi üzerinde bildiklerini yazmıyor.

Ayşe Arman’ın dayak yemiş kadın kılığına girip sığınma evine girmesini ve anılarını yazmasını mı bekliyoruz?

Herhalde öyle...

Yazının devamı...

Karısını döven erkekler mi yazacak Rahşan?

Habetürk yazarı Rahşan Gülşan dünkü yazısında sormuş: “Erkek yazarlar askere mi gitti? Kadına şiddet konusunda neden sadece üç erkek yazar (Cüneyt Özdemir, Ahmet Hakan ve Kanat Atkaya) yazdı? Gerisi nerede?”

Gerisi yok çünkü bazıları o şiddeti bizzat uygulamakla meşgul da ondan!

Kim yazacak?

Karısının dişlerini döken köşe yazarı bey mi?

Yoksa karısının üzerine dışkısını atan yazar efendi mi?

Dört çocuğunun annesi 25 yıllık karısını dövüp bıçaklayan sosyal güvenlik uzmanı mı?

Veya müessesedeki bütün kadın çalışanları taciz eden genel yayın yönetmeni mi?

Olmadı karısını durmadan boynuzlayan büyük yazar mı?

İnsan Hakları Derneği avukat Eren Keskin’e şöyle sıkı bir şekilde tecavüz etmek isteyen genel yönetmeni mi?

Veya Rojin’i dağa kaldırıp onu seks kölesi yapmak isteyen yazar bey mi?

Bunlar mı yazacak Rahşan?

Dahası yazdı diye alkışladıklarının da geçmişi o kadar temiz olmayabilir.

Demek istediğim:

Karısını dövenler içimizde!

Her gün ahkâmlar kesiyorlar, televizyonlara çıkıyorlar, gazeteler yönetiyorlar.

İki gün önceki yazımda sormuştum: Karısının ağzını burnunu kırdığını bildiğiniz bir erkekle ilişkinizi kesebiliyor musunuz?

Hayır kesemiyoruz. Kesmediğimiz gibi koştura koştura yanında çalışıyoruz, davetlere çağırıyoruz, imza günlerine gidiyoruz, yeri geliyor yazılarını alkışlıyoruz.

Bu da böyle bir dram.



Benim asıl derdim kadına şiddet yasası bu “erkek meclis”den nasıl geçecek?

Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Fatma Şahin, Kadına Şiddet Yasa’sının meclisten geçmesi için yoğun çaba harcıyor. Bugün meclisteki tüm kadın vekillerle görüşecekmiş, sabah NTV’de söyledi.

Çocuklara tecavüz edenlere testosteron düşüren tedavi uygulaması (bir çeşit hadım) teklif edilmişti hatırlarsanız, kale bile alınmadı. Bir gün kendilerine de yapılır sandılar herhalde. Kadın milletvekilleriyle değil aksine erkek milletvekilleriyle görüşmeli Fatma Şahin. Bu soruna erkekçe değil insanca yaklaşan vekillerle.

Başbakan ister insanlığa dem vursun ister dini referans versin ama bu yasayı desteklediğini mertçe çıkıp söylemeli.

Bize erkek yazarlar değil erkek milletvekilleri lazım.

Ama tabii onlar ne kadar günahsız acaba?

Yazının devamı...

Sırtımızdaki bıçağın acısı devam etsin

Herhalde bu konuda en iyi yazıyı Gülşen Rahşan yazdı:
“Dün sırtımızda bıçakla gezdik.

Sürmanşetteki fotoğrafı görünce nefes alamadım. Gazeteyi katlayarak fotoğrafı görmemiş gibi yaptım. Ama ellerin titrediği için buna muvaffak olamadım. Fotoğrafa bakmaya çalıştım. Onu da tam beceremedim. Gözlerim sadece sırta saplanmış bıçağın dev görüntüsünü iletebildi beynime.

Giyinirken sırtımdaki bıçağın ağırlığını hissedebiliyorum. Daha fazla acıtmasın diye kımıldamamaya çalışıyorum.

Fotoğrafa her bakışımda Şefika Hanım’ın vücudundaki
yaraların aynısından açılıyordu. Hep kaçtım böyle fotoğraflara bakmaktan. Hepimiz kaçtık. Etrafımda hiç bu kadar büyük şiddet yaşamadım. Çok büyük çoğunluğumuz yaşamadı. Bu nedenle “kocası tarafından 12 yerinden bıçaklanan kadın hastanede hayatını kaybetti” cümlesinin hepimiz için artık ne kadar sıradanlaştığını iyi kötü biliyorum. O kadının fotoğrafı o kadar yüksek sesle ve susmadan konuşuyor ki beynimin içinde kendi sesimi duyamıyorum..”



Ben fotoğrafın yayınlanmasına kızamayanlardanım. Çok ama çok etkilendim. Midem bulandı, gözüm karardı.

Daha önce de dövülüp otobüs durağında ölüme terk edilen bir kadının fotoğrafı aynı etkiyi bırakmıştı. Yine midem altüst olmuştu. Günlerce rüyalarıma girdi. O zavallı hali içimi dağladı.

Yanlış şeyi konuşuyoruz beyler hanımlar. Fotoğrafın büyük yayınlanması birçok sakıncasına rağmen çok doğrudur. O bıçak Rahşan’ın dediği gibi bizim sırtımıza saplanmış bir bıçaktır. Kadınlarını ruh hastası kocalarından koruyamayan Türk milletinin, Türk halkının, Türk devletinin, Türk polisinin, Türk yasalarının, Türk hakim ve savcılarının, Türk sosyal kurumlarının sırtına saplanmıştır.

Bütün gün o bıçakla gezdik. Gezmeye de devam edelim.

Vietnam savaşı bir fotoğrafla bitti.



Bıçaktaki parmak izleri

Soruyorum!

* Hanginiz apartmanındaki bir aile kavgasına müdahale etti şimdiye kadar?
* Hanginiz sokakta şiddet gören bir kadına yardım etti şimdiye kadar?
* Hanginiz şiddet gören bir akrabasına arka çıktı, evine aldı şimdiye kadar?
* Hanginiz boşanmak isteyen ama beceremeyen bir kadına destek verdi?
* Hanginiz karısına şiddet gösteren bir erkeği karşısına alıp “ne yapıyorsun yahu?” dedi şimdiye kadar?
* Hanginiz karısına şiddet gösteren bir erkeği bu nedenle “dışladı” şimdiye kadar? Elini ayağını çekip, davetlerini reddedip ilişkisini kesti? Şarkıcıysa konserlerine gitmekten vazgeçti, yazarsa kitaplarını veya köşesini okumayı reddetti?
* Hanginiz mahallenize en yakın sığınma evinin yerini öğrendi?
* Hanginiz bir sığınma evini ziyaret etti şimdiye kadar? Bir ihtiyaçları var mı sordu?
* Hanginiz Mor Çatı’ya üç kuruş bağış yaptı?
* Hanginiz kadınları güçlendirme ve destekleme diye vakıfların varlığından haberdar?
* Hanginiz “ben acaba bu vakıflara nasıl katkıda bulunabilirim” diye sordu?

Fotoğrafı yayınlayana kızmak, ahkam kesmek en kolayı. Bu sorulara “evet” demediğiniz sürece o bıçağı siz saplamış sayılırsınız. Parmak izleriniz gün gibi ortada. Devlet başa evet ama kuzgun leşe değil, elimizi hep beraber taşın altına koymamız gerekiyor.

Yazının devamı...

Tasmayla keçi gezdiren kadın

Geçen haftamı dün de anlattığım memleketin en güzel yerinde (Golden Key Bördübed) beslenme uzmanı Hale Sofia Schatz’ın rehberliğinde “arınarak” geçirdim.

Yaptığımız ilk bakışta öyle ahım şahım görünmüyordu. Ama sonra insan anlıyor ki insanın böyle bir şeye yılda en az iki kere ihtiyacı var.

Hale Sofia Schatz ilginç bir kadın. Gözünüzün önüne, televizyonlara çıkma meraklısı, para kazanma hırslısı, gösterişli, şıkır şıkır, sürekli “bakın ben ne kadar sağlıklıyım, mutluyum” mesajı veren o parlak (ve fakat sahte) gülümsemelerden saçan bir kadın gelmesin. Aksine, her gün tasmayla gezdirdiği sevgili Nijerya keçilerinden, elleriyle yetiştirdiği sebzelerinden, otlarından uzak kaldığı için sanki hafif müşteki, çok konuşmayı sevmeyen, saçını boyamayan, yardımsever ama sınırlarını da koruyan, ufacık tefecik (ve incecik) 60’larında bir kadın. Bir Mehmet Öz değil yani. 68 kuşağından, gençliği belli ki türlü protestolarda geçmiş, devrimci, kuşkucu, inatçı, başka türlü bir Amerikalı.

Sistem Yayıncılık’tan Türkçe’de de yayınlanmış kitabının adı: “Buda Size Yemeğe Gelse”. Kitapta sorduğu soru şu:

Kimi besliyorsunuz? Annesiyle bir türlü barışamayan çocuğu mu, bir türlü ergenlik çağını atlatamayan küçük Ayşe’yi Fatma’yı mı veya yırtıcı eşine karşı savunmada olan güçsüz mağdur kadını mı? Bir insan neden o kadar çikolata yer?

Neden dondurma manyağıdır? Yediklerimizin esasen ruhumuzu beslediğine inanıyor. Yemekle ilgili alışkanlıklarımız da ruhumuzun durumuna bağlı.

İnsanın, kendine iyi gelen ve gelmeyen yiyecekleri bilmesi gerekiyor. Bunun için pahalı pahalı York, intolerans şu bu testleri de yaptırmak mümkün elbette ama bir de kendini dinlemek var! Bir ay boyunca bazı şeyleri yemeyince veya içmeyince ne oluyormuş bakmak da mümkün.

Bunu saptamanın yolları kitapta uzun uzun anlatılıyor. Sadece şunu diyeceğim: Hale Sofia Schatz’ın şaşmaz tespitine göre insanın kendini tabak tabak yemekten veya kase kase içmekten alıkoyamadığı yiyecekler ona iyi gelen yiyecekler oluyormuş. Yani size ne en kötü geliyorsa ona karşı zaafınız var demek.

Size Hale Sofia Schatz’ın birkaç önerisini sıralayacağım. Yapabilirseniz ne ala.

* Proteini hazmetmek için midemiz asidik sıvılar salgılıyor. Tahılları hazmetmek içinse bazik. İkisini bir arada yediğiniz zaman asit ve baz birleşip nötralize oluyor. Gençken ve az yersen çok büyük sorun yok. Ama yaş ilerleyince, porsiyonlar büyükse bir de üstüne stres varsa sorun var. Yapılması gereken protein (et, süt, yumurta) yiyorsanız yanında tahıl (ekmek, makarna, börek vs) yememek. İkisin yanında yiyebileceğiniz yeşillik ve sebze.

* En ölümcül kombinasyon: Protein ve şeker. Yani peynir ve reçel, hamburger ve kola, badem ve meyve. Son ikili beni çok üzdü, zira yeşil elma, peynir ve ceviz üçlüsünün hastasıyımdır, maalesef aynı anda yememek gerekiyormuş bunları. Birer saat arayla.

* Baklagiller ne kadar büyükse o kadar çok karbonhidrat içeriyor. Yani fava baklasında en çok, maş fasulyesinde en az karbonhidrat var.

* Sadece mevsiminde yetişen meyve ve sebzelerden yiyin. Karpuz boşuna yazın yetişmiyor, portakal boşuna kışın çıkmıyor. Doğa bize mevsimine göre yiyecekleri vücuda iyi gelecek şekilde veriyor. Tabiata kulak verin.

* Yemekleri kendin yaparsan daha az yersin. Yemeklerin malzemelerini kendin yetiştirirsen daha da az yersin.

* Metabolizman yavaşsa daha çok protein tüket, karbonhidrat değil.

Daha detaylı dünya kadar bilgiyi İngilizceniz varsa heartofnourishment.com adresinden bulabilirsiniz. Bir başka arınma programına katılmak istiyorsanız kendisine mail atıp listeye dahil olabilirsiniz .

Yazının devamı...

Arınmanın tam zamanı

Geçen çarşambadan beri yokum. Galiba sevgilimden başkası fark etmedi. En azından umudum o yönde.

Peki ne yapıyordum bu süre içinde? Arınıyordum. Hem de dünyanın en güzel yerinde: Bördübed’de.

Açıkçası arınma, detoks, temizlenme, paklanma programlarına pek o kadar hararetle yaklaşan biri değildim. Bilhassa bu paso armut sapının suyu, üzüm çekirdeğinin nektarı, zıkkım kökünün şurubu diye sadece sıvı tüketilerek yapılan detoks programlarına hiç eyvallahım ve itimadım yoktur.

Dediler ki “yok bu öyle değil. Hale Sofia Schatz başka..”

Bitmek bilmeyen (ama artık okurlarıma yansıtmaktan feci surette utandığım) inşaat işinden de o kadar yorulmuş ve yılmıştım ki ikiletmeden gittim Gökova Bördübed’deki Golden Key Oteline.

Golden Key Bördübed, yıllardır benim Küçük Oteller Kitabı’nda yer alan Türkiye’nin, hatta daha da ileri gideyim Ortadoğu ve Balkanların açık ara en güzel oteli. Orman içinde bir derenin kenarında hani ancak rüyalarda görülebilecek kadar büyülü bir yer. Tekne ile beş dakika içinde plaja varıyorsun. Deniz billur gibi. Fakat daha mühimi: hiç bir insan yapısının olmadığı müthiş bir dağ ve deniz manzarası.

Bu bile başlı başına bir arınma sayılabilir ama biz daha ötesine gittik.

Hale Sofia Schatz, İstanbul’da doğmuş Türk kökenli bir Amerikalı beslenme uzmanı. Çocukluğu, mevsiminde çıkan taze sebzelerden yapılan taze yemeklerle geçmiş. Sonra Amerika’ya taşınmışlar. Yediklerimizin sadece sağlığımızı değil kişiliğimizi de etkilediğini fark etmiş. Çeşitli oruçlarla kendi üzerinde bir sürü deney yapmış. Ve sonuçta belli bir yeme felsefesine ulaşmış: “Bedenle birlikte ruhu da beslemek”. Kitabı Türkçe de yayınlamdı: Buda Size Yemeğe Gelse. (Sistem Yayıncılık)



Arınma tabii başka bir konu. Uyguladığımız program yedi günlük bir program. Ben aç, aç değilse de yoksun kalacağımızı sanıyordum ama ayıptır söylemesi tıka basa yedik ve bir saniye bile açlık çekmedik, lezzetten de geri kalmadık.

Daha ilk gün vücutta değişimler başladı. Gruptaki arkadaşların hemen hepsinde kabızlık sorunu vardı, çoğu rahatladı. Benim yorgunluk sorunum vardı, sabah 7’de neşeyle uyanmaya başladım. Saçlarım ipek gibi oldu. Ama en mucizevÓ gelişme, aylardır antibiyotiklere mücadele ettiğim ama geçiremediğim bir enfeksiyonumun ikinci gün kesilmesiydi! Bağışıklık sistemim güçlenmiş ve bedeni tamir etmişti. Bir de üç kilo verdim. Ve bunların hepsi yiyerek oldu, aç kalarak değil.

Maddeler halinde ne yaptık ne yapmadık sayayım en iyisi.



Katiyen yemediklerimiz, içmediklerimiz

- Siyah çay, kahve, kola gibi kafein ve tein içeren içecekler.

- Alkollü içecekler

- Sigara

- Keçi yoğurdu dışında her türlü süt ürünü.

- Balık hariç her türlü et

- Kepekli veya tam tahıllı ekmek DAHİL her türlü unlu ürünü.

- Her türden şeker ve şekerli ürün

Her öğünde yediklerimiz

- Katı meyve sıkacağında yeşil elma, roka, tere, salatlık, kuzu kulağı gibi yeşilliklerden elde edilmiş su. (yemekten on dakika önce)

- Sabahları menemen veya omlet, öğlenleri sebze yemeği, akşamları ızgara veya buğulama balık

- Bol bol mevsim otları, havuç

- Bir karbonhidrat olması bakımında haşlanmış patates.

Ara öğünlerde

- Ihlamur, papatya veya adaçayı

- Meyve

- Ceviz ve suda bekletilmiş (veya hava soğuksa kavrulmuş) badem.

Ve ayrıca sabahları yoga, akşamları yürüyüş.

Bu kadar mı demeyin. İnekler gibi her öğün demet demet ot yedim. Balıktan veya zeytinyağlılardan istediğim kadar yedim. Yıllardır bednam diye patates yemiyordum, çok özlemişim, en az iki yemek kaşığı yedim. Yani sofradan tatlı bir doygunlukla kalktım ve acıkmadım.

Detaylara yarın devam ederiz ama en azından üç gün uygulamanızı öneririm. Mevsim değişikliği gibi geçiş dönemlerinde mutlaka yapmak gerekiyormuş.

Yazının devamı...

Şehit annesi mi veya cumartesi annesi mi olmak istersiniz?

Hangisi daha beter?

Hangisi daha az korkunç?

Hangisi daha katlanılamaz?



12 Eylül darbesinden altı gün sonra, 18 Eylül 1980’de Bingöl’deki evi polisler ve Albay Durmuş Çoşkun Kıvrak komutasındaki askerler tarafından basılan ve annesine “ifadesini alıp bırakacağız” denilerek Bingöl Askeri Tugay Komutanlığı’na götürülen Hüseyin Morsümbül’den bir daha haber alınamadı.

Hüseyin Morsümbül gözaltına alındıktan bir gün sonra kendisinden ses çıkmaması üzerine, annesi askeri karakola gitti. Burada görevli olan bir asker, “Hüseyin burada” diyerek annesinin getirdiği yiyecekleri aldı.

Aynı gün kardeşi Cengiz, Hüseyin’e meyve götürdü. Bir asker çenesine sert bir yumruk atarak bu kez “Hüseyin firar etti” cevabını verdi.

Bir sonraki gece Hüseyin’in babası Hanefi Morsümbül, evine gelen timler tarafından gözleri bağlanarak götürüldü. Elektrik verildi, tuvalet borusuna asıldı. 24 saat bekletildikten sonra boş bir arazide gözleri açılarak bırakıldı. Askıdayken, polislerden birinin Hüseyin’i kastederek “O, buradan kaçtı” diğerinin de “Yok ya öldürüldü” dediğini duydu. Askerler, Hüseyin’i kaçmış gibi göstererek onun yerini göstermesi için baba Morsümbül’e işkence yapmışlardı.

Beş, altı gün sonra anne Fatma ve baba Hanefi Morsümbül askeri savcılığa giderek ifade verdi. Olup bitenleri savcıya anlattılar. Sorumlular hakkında şikayetçi olduğunu söylediler.

Olaydan dört yıl geçtikten sonra evlerine telefon eden bir kişi, “Hüseyin’in işkencede öldürüldüğünü ve battaniyeye sarılarak karakoldan çıkarıldığını, Murat nehrine atıldığını” söyledi. Hüseyin’den bir daha haber alınamadı.

Ailesi 31 yıldır Hüseyin’i arıyor. Ancak hiçbir sonuç alamıyor. Morsümbül ailesinin avukatı Eren Keskin, Hüseyin’in akıbetini İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’na soruyor, İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü “Hüseyin Morsümbül Bakanlar Kurulunun 10.09.2003 ve 2003/6174 Sayılı kararı ile askerlik yapmadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılmıştır” yanıtını veriyor.

Hüseyin’in annesi Fatma Morsümbül kanserle mücadele ediyor.



Siirt’in Pervari İlçesi Belenoluk Köyü Jandarma Karakolu’na düzenlenen saldırıda şehit olan 6 askerden er Önder Turgay İzmirli. Saldırıda ilk şehit olan Turgay’ın, saldırıdan kısa süre önce düğünü olan yakınlarını aramış, nöbete gideceğini söyleyerek onlara mutluluk dilemiş.

Önder Turgay, çok sevdiği kuzeni Gökhan Turgay ile aynı zamanda askere gitmiş. Kırkağaç ve Isparta’daki acemi birliklerinde komando eğitimlerini tamamladıktan sonra Mardin’de buluşarak gezip eğlenmişler, sonrasında birlikte Siirt’e gidip birbirine çok yakın iki ayrı karakola teslim olmuşlar.

Düğünün ilerleyen saatlerinde, Önder Turgay’ın görev yaptığı karakola saldırı düzenlendiği haberi gelmiş. Cep telefonundan ve karakolun sabit hattından aramalara rağmen haber alamayan baba Abdülkadir Turgay’a acı haber, gece yarısı askeri yetkililerce verilmiş.



Hüseyin ve Önder’den aynı yaşlarda “bir daha haber alınamamış”. Birinden 31 yıl önce, birinden ise dört beş gün önce. İlkinin cenazesi bile yok. Hatta resmi olarak ölü bile sayılmıyor.

Şehit anneleri ve Cumartesi anneleri aynı kirli savaşın, aynı kirli yönetimlerin acılı ürünleridir.

Birleşmelerinin çoktan zamanı gelmedi mi?

Yazının devamı...

Diziyi geçtim iş hayatında neden başrollerde türbanlı yok?

Üç dört gündür bir tartışma var köşeciler arasında. Dizilerde neden başörtülü kahramanlar yokmuşmuş..

Tartışmayı çıkartan Tuna Kiremitçi. Cevap veren Esra Elönü: “Reytingimiz yok abi”. Topa giren Ertuğrul Özkök, “öpüşen bir türbanlıya hazır mısınız?” akabinde pası alan Ahmet Hakan. “Renkli hayatlar ilgi çeker azizim. Kapalılar sıkıcı”



Dizilerde niye yok öyle mi..

Dizilerde başrolü geçtim iş hayatında neden başrollerde türbanlı yok soralım mı önce?

Tuna Kiremitçi başörtülü kız kahraman niye yok diye soracağına neden bankalarda, borsalarda, holdinglerde, gazetelerde, pizzacılarda, hamburgercilerde, AVM’lerde, zincir marketlerde başörtülü kadınlar yok diye sormuyor?

En son hangi işlemini bir başörtülü bankacı yaptı? En son hangi pizzasını bir türbanlı servis etti? En son hangi mağazada müdüre hanım kapalı bir hanımdı?

Hadi resmi kurumlar izin vermiyor resmi olmayan kurumlara ne oluyor? İslamcıların bazıları bile bu kızları çalıştırmıyor haberiniz var mı?

Bu ülkede (the Türkiye) kadınların yüzde 68’i kapalı.

Kimi türbanlı, kimi yemenili, kimi Vakko eşarplı, kimi çarşaflı ama yüzde 68’i örtünüyor.

Yani on kadından 7’si.

İsteyerek, istemeyerek.. ne haltsa..

Ama çalışan kadınların kaçta kaçı kapalı?

Hakiki bir fırsat eşitliğinden söz ediyor olsaydık okulların, işyerlerinin ezici çoğunluğunun kapalı olması gerekirdi.

Fakat kapalı kadınların çalışabildiği yerler sadece İslamcı sermaye dediğimiz bir takım şirketler ve AKP’li belediyeler.

Onun dışında kapalı kadınları ben sadece küçük esnaf dükkanlarında görüyorum sadece. Tuhafiyeci, oyuncakçı, kırtasiyeci, zincir olmayan markette kasiyer, terzi, belki emlakçi, ara sıra eczacı..

Kapalı kadını eskisi kadar değilse de hala öcü. Resmi kurumlarda müsaade yok, kendilerini modern, çağdaş, laik addeden özel şirketlerde müsaade yok. Yani sanki çok aktiflermiş de artık dizilerde bile oynasınlar diyoruz da çalışma imkânları da sanılan kadar artmış değil.

“Sen ne diyorsun, İslamcı sermayede kum gibi kaynıyorlar” diyenlere o zaman şu soruyu sorayım: İslamcı sermaye dediğimiz bankalarda, finans kuruluşlarında, okullarda, market zincirlerinde vs kaç adet kapalı kadın müdür var?

Çok az.

Katılım bankalarının toplamda 700’e yakın şubeleri var benim bildiğim Bank Asya’da bir, Kuveyt Türk’de bir kapalı kadın müdür var. Bir de üst düzey pozisyonunda Bank Asya’da genel müdür danışmanlığı yapan Zeynep Topaloğlu’nu biliyorum.

İslami camia bile başörtüsü sorunun aşmış değil. Kapalı kadın çalıştıran İslami sermaye bile vitrinine (mesela bankalarında müşteri ile direkt temas noktalarında) kapalı kadın çalışan koymaz.

Hadi bu önemli değil deyin ama her şeyden önce az maaşa talim etmek zorundalar.

Dahası yükselme şanları yoktur. Ne olarak işe girmişlerse o pozisyonda kalırlar. Erkek muadillerine pozitif ayrımcılık yapılır. İşten çıkarmalarda ise kapalı kadınlara “pozitif ayrımcılık” yapılır.

Dizilerde başrolü geçtim iş hayatında neden başrollerde türbanlı yok?



Kapalı kadınların sadece İslami camianın kurumlarında çalışabilmesi de bana çok ama çok korkunç geliyor.

Ne münasebet yahu! Memlekette on kadından 7’si kapalı ama onları sadece belli kurumlarda görebiliyoruz.

Hürriyet Gazetesi kadın eleman istihdamıyla övünür ama ben çalışırken de yoktu halen kapalı bir muhabirin fotoğrafını göremiyorum gazete sayfalarında. Ne Hürriyet’te ne de diğer gazetelerde ön planda beş altı köşe yazarında başka kapalı kadın çalışan görmüyorum.

“Biz kocaman bir aileyiz” reklamında bile zahmet edip bir türbanlı koymamıştı.

Diziden önce hakiki hayata bak azizim önce...

Bana Başbakan’ın, Cumhurbaşkan’ın veya sermaye sahiplerinin kızlarından söz etmeyin. Ben halktan bahsediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.