Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayram sabahı müthiş bir artçı depremle uyandım



05:04 Nefis bir artçı depremle uyandım. Ancak yüreğim ilk defaya mahsus kalkmadı. Zira çadırda kalıyorum ve üstüme düşse düşse branda ve bir direk düşer fikri cidden çok rahatlatıcı. Çadır arkadaşım Nuray Hanım’la biraz bakışıp “artçı loto” oynadık. Kim daha doğru tahmin ettiyse öbürü ona kahvaltıda çay getirecek. (Nuray Hanım kazandı.)

05:05 Hazır uyanılmış, bari tuvalete gidiyorum. Zaten gece boyunca üç kere kalktım. Zira sobamızın gazı bitti, gece yarısı değiştirmek mümkün olmadı, bir hayli üşüdüm. En fena safha uyku tulumundan çıkmak. Her seferinde kumaşı fermuara takılıyor, onu sökene kadar akla karayı seçiyorum. Sonra giyin, sonra yastık haline getirdiğin montunun düğümünü çöz, sonra botlarını giy, sonra çadırkentin öteki ucundaki tuvalete koş, bu arada çadır iplerinden birine takılıp kapaklan, sonra elin kolun bereli geri dön, soyun, yatağa gir, uyku tulumunun kumaşı yine fermuara takılsın... Bir saat sonra gene aynı fasıl...


Merhabalaştığımız Cumhurbaşkanı, “İçim parçalandı” diyerek durumu özetledi.

05:31 Hilal-i Ahmer Çadır Camii’nin hoparlöründen sabah ezanı okunuyor.. İçimi tuhaf bir duygu kaplıyor. Çadırımdan çıkıp Van Gölü’ne doğru bakıyorum. Nuh’un gemisi aylardan sonra nihayet karaya vurmuş da ilk ezan okunuyor gibi hissediyorum... Çadırkentimiz uyanmaya başladı.

05:40-06:19 Çadır Camii’de bayram için özel Kuran okunuyor... Depremzedeler bayram namazı için toplanmaya başladı...

06:19 Bayram Namazı kılınıyor. Ardından verilen hutbeyi bütün çadırkent dinliyor.

06:30 Kahvaltıya gidiyorum. Aaa! Bayram sürprizi! Bugün peynir, zeytin dışında Nutcity diye bir çakma Nutella da var soframızda. Mutlu oluyoruz.


Ve Sonra Bir Gün...

Erciş’te toz yığınına dönüşen binaların enkazında bir kitaba rastlıyorum: Elif Karakaş Kask’ın “Ve Sonra Bir Gün” isimli kitabı. Kim bilir kim okuyordu. Bir genç kız mı? Bir yeni evli mi? Kitabın ismini tamamladım: Ve Sonra Bir Gün.. deprem olur... toz ve küle karışırız.. esamemizi bile bulamazlar... Ve Sonra Bir Gün.. Kimse bizi hatırlamaz...


Çadırda kadına şiddet

09:10 Depremzede bir kadın yana yakıla yanımıza geliyor. Kocası bayram dememiş, sabah dememiş, Cumhurbaşkanı gelecek dememiş karısını dövmüş. Sağlık ekipleri müdahale etmeye çalışıyor ama esas sorun başka. Psikologumuz Meriç Hanım kadını sakinleştiriyor.

10:00 Cumhurbaşkanını karşılama hazırlıkları son sürat devam ediyor. Tepemizde helikopterler uçuyor. İstanbul Kartal Belediyesi’nin kurduğu yemekhane çadırında dev kazanlarda kavurmalar pişiyor. Koku, çocukluğuma, anneannemin evinde götürüyor beni... Bir TIR dolusu yaylı yatak geliyor. 10 dakikada dağıtılıyor.

10:30 Palyaçolar, yüz boyamacıları çocukları eğlendiriyor. Televizyoncular her köşede bayram anonsları çekiyor. TRT Şeş muhabiri en ilgiyle izlenen muhabir oluyor. Adamcağız anonsunu bitirene kadar akla karayı seçiyor.

10:31 Yaylı yatak alamayan bir amca sinirlenip sünger yatağını getirip ortaya bırakıyor.

12:00 Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül geliyor, Çadırkent’i ziyaret ediyor, yemekhaneye girip depremzedelerle bayram kavurması yiyor. Bu arada dışarıdaki depremzedelere kavurma pilav dağıtılıyor. Bugüne özel, yemek dağıtıcıları bone ve ağız maskesi takıyor. Aynı anda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu geliyor. Daha doğrusu gelmiş. Cumhurbaşkanı yanında bir hayli sönük kaldığı için fark edilmesi zor oluyor.

13:00 Siyasetçiler kampı terk ediyor. Halk çadırlarına dönüyor. Bayram bitiyor.

14:00 Karla karışık yağmur yağmaya başlıyor.

14:01 Kampa bir TIR yanaşıyor. İçinde oyuncak olduğu dedikodusu bir salise içinde bütün kampa yayılıyor. Bu arada karla karışık yağmur deli gibi bastırıyor.

14:02 Oyuncak kamyonu önünde yağmura rağmen 150 kişi toplanıyor. Yav yok bir şey dağılın denmesi bir şeyi değiştirmiyor.

14:05 Kuyruktakiler sinirlenmeye başlıyor. Huzursuzluk çıkıyor. Fakat yağmur o kadar bastırıyor ki izleyemiyorum.

14:10 Basın, organizasyon çadırında toplanıp deli gibi haber geçiyor.

14:20 İçinde oyuncak olduğu sanılan TIR’dan çıkan her neyse 20 dakika içinde dağıtılıyor.

15:00 Güneş açıyor. Gençler top oynamaya başlıyor. Çadır ahalisi birbirine bayram ziyareti yapıyor.

16:45 Hava kararıyor.

17:00 Yemek dağıtılıyor.

18:00 Kamp çay içmek için Çaykur kamyonu önünde toplanıyor. Bir artçı daha yaşanıyor.

19:00 Çocuk giysileri dağıtılıyor.

19:30 Olmayan çocuk giysileri olan bedenleriyle değiştiriliyor.

Çadırlar arası komşuluk

20:00 Çadırlar arası giysiler değiş tokuş yapılıyor.

20:30 Beşiktaş kazakları bere ve atkıları dağıtılıyor.

20:40 Elektrikli soba dağıtılıyor.

20:50 Tüpgazlı soba dağıtılıyor.

21:00 Tüp dağıtılıyor.

21:00 Ev oturması moduna geçiliyor. Depremzede depremzedeye, personel personele gidiyor. Konya 112 servisi çadırında çay içtikten sonra hemen yandaki Kale Kafeye gidiliyor. Gönüllü gelmiş bir sağlık görevlisi neyini çıkarıp üflüyor.

23:00 Uyku moduna geçiliyor.

24:00 Sessizlik. Şıkır şıkır bir ay, Van Gölü üzerinde parlıyor. Çadırlardan horultular gelmeye başlıyor. Mutlu üşüyor, boyuna tuvaleti geliyor.

İnanın kamp havasında değil!

İlk bakışta sevimli gelebilir ama inanın -2 derecede hadise yaz kamplarına hiç benzemiyor. Hele ki gece yarısı sobanın gazı biterse durum bir hayli müşkül oluyor. En fenası da sürekli sıkıştıran tuvalet ihtiyacı. Uyku tulumundan çık, pantolonunu, botunu, montunu giy, koşarak kampın öbür ucuna git ve geri gel. Bir saat sonra yine aynı fasıl.. Üstelik yan çadırdan gelen horultular da cabası.

ÇADIRKENT’TE BİR BAYRAM GÜNÜ NASIL GEÇER?

ayramda gönüllü çalışmak üzere Van’a çadır kentlere geldim. Üç gündür hem Van merkezdeki Mevlana çadır kentinde, hem de Erciş’teki çadır kentte kaldım.. Yatak taşıdım, çocuklarla ilgilendim, psikodestek ekibine yardım ettim ve arada da haberler yaptım.

Nasıl orada hayat dediklerinde ne sayacağımı bilemiyorum.

Çadırkentler organize olmuş sayılır. Her çadır veya konteyner evde elektrik, yatak, ısıtıcı, battaniye var. Kimisi evinden sağlam kalmış radyosunu, televizyonunu da getirmiş.

Türkiye’nin her yerinden yardımlar ve gönüllüler gelmiş durumda. Kızılay hem personel hem malzeme bakımından bütün g3cünü buraya akıtmış. Kızılay’ın bilhassa Mevlana evleri dedikleri evleri son derece pratik. Daha çok olsa daha iyi.

Özetle Türkiye’nin yarısı buraya akmış, akmaya da devam ediyor.

Size bir çadır kentte bir bayram günü nasıl geçer özetleyeyim.

Yazının devamı...

Çadırkent’te bayram tatili

Bugün bayram...

Ama kime bayram?

Sana bana..

Van’da Erciş’te çadırlarla yaşayanlara değil.

Dedim, bana da olmasın.

Bugüne kadar yaptığımız kadar yapmışız bayram ziyareti, gezisi, tatili... Çok da meraklısı değilim.

Eh sağ olsunlar, eşim dostum akrabam da gönül koymaz, onları da sonra görürüm dedim.

Bayramı dedim, Kızılay Gönüllüsü olarak çadırkentlerden birinde geçireyim.

“Medya turisti” gibi değil ama.



Bayağı bayağı bir çadırkent sakini olayım dedim.

Onlarla yatayım kalkayım, onlarla yemek yiyeyim, onlarla sohbet edeyim, çöp toplayayım, top oynayayım, yatak taşıyayım.

Elimden ne gelirse yapayım dedim.

Van için madem tek yürektik..

“Müge Anlı zihniyeti” oradaysa “Mutlu Tönbekici zihniyeti” de burada...



Pazartesi Kızılay’a telefon ettim. Dedim böyle böyle.

“Tabii” dediler, “buyurun gelin.”

Gazeteye uçak biletimi de aldırdım, heyecanla gidiş günümü bekliyorum

Cuma sabahı hayatımın en tuhaf, en şaşkın sabahlarından biri oldu.

Sabah kalktım ve bir daha kim bilir ne zaman banyo yapabilirim diyerek duşa girdim. Bildiğiniz günlük rutin.

Elim saç kremime gidince birden irkildim. “Sen” dedim kendime, “her şeyini kaybetmiş insanların yanına gidiyorsun. Saçının daha yumuşak, daha parlak, daha düz olması ne kadar manalı?”

Elim saç kremimde kala kaldı. Hayır hiç bir manası yoktu.

Çıktım duştan ve etrafıma bakınmaya başladım. Diş beyazlatıcım, saç nemlendirici serumum, topuk kremim, yok efendim kırışık önleyici bilmem ne yosunlu yüz kremim, pudralı koltuk altı deodorantım, tırnak sertleştiricim, kaş kalemim, göz farım ve şimdi daha sayamayacağım bir yığın ıvır zıvırım gözüme sızım sızım batmaya başladı.

Allahım dedim! Yeri geldiğinde bulmak için evin altını üstüne getirdiğin bu “şeyler” evin alt üst olunca ne kadar da zırva, lüzumsuz, boş, manasız!

Ne çok eşyamız var! Ne çok takırımız tukurumuz var! Ne kadar “boş” şeylerle “dolu”yuz!

Ayağım altındaki bu dökme çiniler için ne kadar uğraştım! Yok duvarım su yeşili değil de yağmur ormanı yeşili olsun diye İbrahim Usta’ya ne kadar dil döktüm!

Yok merdivenler yanlış açıyla dönüyormuş diye Celal Usta’nın kafasının etini ne kadar yedim!

Gözümün önüne hepsinin moloz yığını olduğu geldi.

Asla tırnaklarımı sertleştirmeyen tırnak sertleştiricimle deseninin ismi “üç nokta” olan dökme çinilerim toz olmuş karışmış, aralarında “ıslak kum” isminde boyayla boyanmış duvar parçalarım...

Bir 7 nokta ikiye bakar her şey...

Kendime en miniciğinden bir çanta hazırlamaya karar verdim.

Zaten başka çarem de yoktu. Zira yardımcım Gülçin, tam da bugünler için lazım olan iki sırt çantamı da alıp götürmüş ve geri getirmeye de zahmet etmemişti.

İstesem de istemesem de pembe iğrenç bir promosyon plaj çantasına kalmıştım.

Lens yok, ruj yok, nemlendirici yok. Bir kat pijama, bir yedek iç çamaşırı, bir yedek tişört. Gerisi üzerimde ne varsa. Blucin, boğazlı bluz, hırka, yağmurluk, on ikinci zafer yılını dolduran emektar botlarım, aynı zamanda hem şapka hem atkı olabilen yün borum ve üst üste giyilmiş iki çorap...

Gülçin sayesinde yedeklerimden de olacağımı nereden bilebilirdim...



Bu yazıyı Van Erciş yolu üzerinde yazıyorum. Bu gece kamptaki ilk gecem olacak. İçinde bulunduğum minibüs sanırsam normal zamanda bir okul minibüsü. Her tarafı çizgi film civcivi Tweety ile kaplı. Tweety yastıkları, Tweety sırt çantaları, Tweety çıkartmaları, Tweety desenli koltuk kılıfları, Tweety şeklinde bir koltuk. Baktım şoförün (Veysel’miş adı) anahtarlığı bile bir adet Tweety. Çadırkente Tweety’nin minik kanatlarıyla gidiyorum yani. Veysel’e Tweety’li bir şey gönderme sözüyle minibüsten iniyor ve “Erciş Yenişehir Kızılay Çadırkent Resort Spa Residence”ime yerleşiyorum.

Yarın: Çadırkent’te “hayat bayram olsa...”

Yazının devamı...

N.eresinden Ç.eksen elinde kalıyor davası

8 yıldır devam eden N.Ç. davası (13 yaşındaki kıza aralarında askerlerin, okul müdürlerinin, muhtarların, korucuların da bulunduğu 30 küsur erkeğin tecavüz etmesi) yargıtaydan da “mesele fuhuştur, sanıklar da tecavüzcü değil, müşteridir” sonucuyla geri döndü.

Kız kendi rızasıyla “beraber” olmuş adamlarla, tek sevimsiz- mesele kızın yaşının küçük olması..

Vicdan davası oldu sana fuhuş davası.

N.Ç. olayı ve davası sadece bir genç kızın davası ve dramı değil.

Tüm Türkiye’nin ve aslında dünyanın davası ve dramı.

Ayrıntıları okudukça kanım donuyor.

N.Ç. bakire olduğu için ve hâkimlerimize göre “rızasıyla” beraber olduğu “müşteri”leri kızcağızla ters ilişki kuruyormuş.

Ah ne kadar düşünceliler öyle değil mi?

Bir gün evlenirse/evlenebilirse/böyle bir şey mümkün olabilirse kocası durumu çakmasın diye.

Ama bu yüzden DÖRT ameliyat geçirdiğini de biliyor mu acaba o çok düşünceli satıcıları ve pek düşünceli ve yine hâkime göre iffetli, saygıdeğer ve devlet memuru ve askeri ve korucusu ve muhtarı müşterileri?

Zira kızcağız oturamaz hale gelmiş.

Aklınız alıyor mu?

Dört kez ameliyat olması gerekecek kadar hırpalanmış.

Ne hırpalanması?! Düpedüz sakatlanmış.

Ve bu vahşete mi “rıza” gösteriyormuş kızcağız? Buna mı “olur” diyormuş?

Bu muymuş isteyerek karşı koymadığı “şey”?

Hâkimlerimize göre öyle imiş.

Durumun ahlaki kötülüğünün farkındaymış ve istese karşı koyabilirmiş.

Oturamaz hale gelmiş ama daha ileri gidip neredeyse- işini zevkle yapıyordu diyecekler.



Fakat yargıya istediğimiz kadar söylenelim.

Ama mesele yasanın ve yargının bakış açısı değil.

Mesele erkeklerin kadına bakış açılarında.

N.Ç. davasında vicdanlı insanları en çok şaşırtan koca koca adamların el kadar kıza “tecavüzcü”, “müşteri” (veya nasıl görürseniz) diye gitmiş olmaları.

Ama unutmayın ki Defne Joy için bile “su testisi su yolunda kırılır” diyen pek saygıdeğer bir yazarımız var. (The Hıncal Uluç) Bir gece dışarı çıktı diye kocasını aldattığını ve bebeğini unuttuğuna hemen, anında, hiç bir şüpheye yer bırakmadan hükmeden yazarımız, kızın, astım krizi geçirip ölmesini neredeyse “ilahi adalet” diye ilanladı. Yani “suçluydu” ve “ölmesinde üzülecek bir yan yoktu” ona göre.

Buradaki bakış açısı da tastamam böyle.

13 yaşındaki kız madem “orospu” olmuş, eh bize de merhamet etmek değil, nasiplenmek düşer.

Biz mi dedik “düş”?

Demedik.

Biz mi dedik fahişe ol?

Demedik.

Öyleyse:

Atlayalım arkadaşlar!

Yani 13 yaşında bir bebe ile ruhu ve bedeni sakatlanmış mı sakatlanmamış mı hiç umursamadan bu işi yapabilmek için ancak böyle bir vicdan aklama sistemi çalışıyor olmalı. Erkeklerin çamaşır suyu.

“Su testisi su yolunda kırılır...”

“Zaten o yolun yolcusu...”

“Ha 13 yaşında ha 23, ne farkeder...”



Türkiye N.Ç. kaynıyor.

Dünya N.Ç. kaynıyor. (bkz: Tayland)

Omuz silkip küçücük kızların üzerine abanan erkekler bir tüy hafifliğinde hayatlarına devam ediyor.

Yazının devamı...

Hangi cumhuriyeti kutlamak istiyorsunuz?

“Asıl böyle günde cumhuriyet kutlanır” diye buyurmuş Tuna Kiremitçi. Asıl milletçe zorluk yaşadığımız külrengi günlerde (bkz: edebiyatçının köşelemesi başka olur) kutlanacakmış çünkü cumhuriyet böyle günlerde kurulmuş.

Cumhuriyet böyle günlerde kurulmuş olabilir.

Evet ama..

Böyle günler yaşayalım diye kurulmadı.

2011 yılında, başkaları aynı şiddette depremleri bir çizik bile almadan atlatırken koca koca yalnız ve çirkin, şehircilikten ve estetikten nasibini almamış şehirlerimiz yerle bir olsun diye kurulmadı.

O koca, yalnız, çirkin ve çürük şehirlerimiz yerle bir olunca enkaz kaldırma rezaleti, çadır kurma dağıtım skandalı, yurtdışından yardım kabul etmeme (bkz: kendi potansiyelini görmek istemek) (bkz: gururundan dış yardımı kabul edememek) zırvalıkları olsun diye kurulmadı.

Şehirleri seller, depremler, heyelanlar alsın götürsün diye kurulmadı o cumhuriyet.

Şehirler kaçak göçek binalardan oluşsun diye kurulmadı o cumhuriyet.

Kaçak göçek binalara belediyeler göz yumsun, o kaçak göçek binalarda yaşayan zavallı insanlar oy deposu görülsün, seçim zamanı kömürler, bulgurla, çamaşır makineleriyle insanlar tavlansın diye kurulmadı.

Muasır medeniyetler seviyesine çıkalım diye kuruldu.

Bazı yanlış ideolojilerine rağmen sağlam şehirlerde, sağlam okullu, sağlam sağlam hastaneli, sağlam eğitimli, sağlam kişilikli bireyler olalım diye kuruldu.

Tüm bu ahval ve şerait ve manzarayı umumiye karşısında acaba hangi cumhuriyeti kutlamayı öneriyorsun Tuna the edebiyat kardeş?

Sence sağlam şehirler kuramamış bir cumhuriyetin nesi kutlanacak haldedir?

Bana kalırsa pek doğru oldu kutlamaların iptali.

Benim yüzüm tutmazdı “Atam izindeyiz” demeye.

Sizlerin maşallah bu duyarsızlıkla her şeye yüzünüz tutuyor.

Yazının devamı...

Sayın Beşir Atalay üç gün sokakta kaldı mı hiç?

Geçen gün sormuştum:

Dış yardım neden hemen kabul edilmedi de insanlar üç dört gün aç açıkta bekletildikten sonra kabul edildi diye..

Başbakan yardımcısı Beşir Atalay şöyle cevap vermiş:

“Öncelikle kendi potansiyelimizi görmek amacıyla yabancı arama kurtarma yardım ekipleri bekletildi.”

Daha tuhaf bir cevap olamazdı. Donunun delik olduğunu görmek için pantolon indirmeye benzemiş bu.

Dahası ne kadar da uzun bir potansiyel belirleme çalışmasıymış bu böyle! Üç gün!

Beşir Bey acaba hiç Van soğuğunda yaralı vaziyette üç gün sokakta yattı mı? Van’ı geçtim, soğuğu geçtim, yaralıyı da geçtim, üç gün sokakta kaldı mı?

7.2 şiddetinde bir depremin Türkiye’nin her noktasında çok hasar vereceği belli. Zira Japonya değiliz, olacak da değiliz.

Eldeki potansiyel de belli. X kadar çadır, Y kadar yatak, Z kadar battaniye.

7.2 eşittir şu kadar binanın çökmesi veya kullanılmaz hale gelmesi bu da eşittir şu kadar insanın açıkta kalması bu da eşittir şu kadar çadır, yatak, battaniye, soba, jeneratör...

Çıkar ihtiyaçtan eldeki malzemeyi. Al sana potansiyel!

Ama ne anladık?

Bir) 7.2 veya 6.7 veya 8.1, herhangi bir şiddetteki depremin Türk inşaatçılık sektörünün yaygın ahlaksızlığı doğrultusunda yaratacağı zararın hesabı yapılmamış.

İki) Elimizde ne malzeme var hesabını katiyen bilmiyoruz.

Allahtan Azerbaycan (140 kişilik arama kurtarma ekibi, bin 250 çadır, 700 yatak, 40 jeneratör, 5 bin battaniye, 40 mutfak malzemesi en canı gönülden ve cömertçe yardım yapan ülke) ve İran kendiliğinden hareket edip gelmiş.

Bu arada şunu da öğrendik: Deprem vergisi adı altında 12 yıldır bizden alınan paralar başka işler için harcanmış ve bu da çok normalmiş.

O zaman neden deprem vergisi dedin ki? Zaten dünyanın en kuzu ülkesi Türkiye. Vergiye itiraz eden mi var? Elimize aldığımız her şeyin yarısı kadarını vergi diye veriyoruz. Bu ay cep telefonuyla 55 liralık konuşmuşum, üstüne 29 lira vergi eklemişler mesela. Çüüüüş di mi? Ama öyle. Kuzu kuzu ödüyoruz. Helali hoş olsun, keşke depremzedeler bu sayede aç açıkta kalmasaydı ama gördük ki kaldı.

Ah Türkiye ah...

Yazının devamı...

Deprem “barışmak” için bir fırsat olabilir mi?

Üç gün önce atv ve Kanal D ortak bir “Van’a yardım” programı yaptılar, diğer kanallar da bu programı yayınladı.

Sonuç: Bir gecede 62 milyon lira toplandı.

Ben programı izlemedim, programla ilgili yorumları Sabah Gazetesi yazarı Yüksel Aytuğ’dan okudum.

Yüksel’in yazısını okurken gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı.

Utanç verici “Müge Anlı zihniyeti”ne rağmen (bkz: “oh olsun”, “ilahi adalet” “polise taş atarken iyiydi, şimdi ne hakla yardım istiyorsun?”) insanlar az çok demeden vermişler.

Gerçi 65 milyonluk ülkede kişi başına 1 lira bana sorarsanız az.

On milyon kişi onar lira bile vermiş olsaydı 100 milyon demek.

Toplanan para daha çok olabilirdi, olmalıydı, olmalı.

Yine de çok şükür dedim. Türkiye beni hayal kırıklığına uğratmadı.

Fakat esas hayalim şu:

Hatırlarsanız bundan 12 yıl önce Türkiye ve Yunanistan’ı deprem “barıştırmıştı”. Arka arkaya deprem yaşamıştık ve iki ülke birbirimine canı gönülden yardım etmişti. O günden sonra Türkiye Yunanistan düşman kardeşler olmaktan çıktı. Şimdi fırsatını bulan karşı kıyıya gidiyor. Biz oralara tatile, onlar buralara çalışmaya geliyor.

Bunu söylemek çok üzücü, farkındayım, hatta muhtemelen tepki de toplayacağım ama bu deprem batının doğuyla, haydi daha açık olalım Türkün Kürtle “barışması” için vesile olabilir mi?

Diyeceksiniz ki insanlar Allah’ın soğuğunda aç açıkta kalmışken, “Müge Anlı zihniyeti” (bkz: “oh olsun”, “ilahi adalet” “polise taş atarken iyiydi, şimdi ne hakla yardım istiyorsun?”) kol gezerken ve daha fenası PKK karakol baskınlarına devam ederken (Osmaniye’de daha dün üç polis saldırıda hayatını kaybetti) biliyorum çok zor ama..

Yine de bu büyük felaket acaba büyük barışa döner mi?

O kadar istiyorum ki bunu...

İşte bunun için daha çok yardım etmemiz gerek.

Beş lira, on lira ne yapabiliyorsanız yapın.

Hiç bir şey yapamıyorsanız cep telefonunuzu elinize alıp VAN-ERCIS yazıp 2868’e yollayın. 5 liranız Kızılay’a gitsin.

Yazının devamı...

Bir gün düşersen ben de seni kaldıracağım

Van’a, hiç tanımadığı insanlara yollanan yardım paketine o da bir montunu eklemiş...

Montun cebine de şu notu koymuş:

“Geçmiş olsun kardeşim. Ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi-manevi ne sıkıntın olursa bana şu

şu numaralı telefondan ulaşabilirsin,

hiç çekinme.”

Üç gün sonra telefonuna şu mesaj gelmiş:

“Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.”



Diyeceğim şudur:

Siz de yardım paketleriniz içine böyle güzel notlar koyun.

Bundan sonra “Müge Anlı zihniyeti” (bkz: “oh olsun”, “ilahi adalet”, “polise taş atarken iyiydi, şimdi yardım isteme bakalım”cılık) olarak anacağım o utanç verici zihniyeti ancak böyle alt edebiliriz.

Bu ülke bu kadar düşmedi çok şükür.

Türk’ün çok dostu var da kim görüyor?

“Van’da ve Erciş’te kati suretle bir organizasyon eksikliği yok. Devletimiz duruma hakim”.

Bunu söyleyen Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar.

Peki, Van ve Erciş’te neden insanlar sokaklarda, yağmurun karın altında yatıyor?

“Van ve Erciş’te afetten etkilenen 600 bin afetzede bulunmaktadır. Afetzedeler gerek artçı depremlerin devam etmesi gerek evlerine giremeyecek durumda olmalarından dolayı çadıra ihtiyaç duymaktadır. Bölgedeki tüm çadır ihtiyaçlarının giderilmesi için 120.000 adet çadır kapasitesine ihtiyaç vardır.” Bunu söyleyen kim? Yine Kızılay başkanı.

Kaç çadır gitmiş bölgeye? 20.000!

Başbakan Erdoğan “İlk 24 saat bir başarısızlık oldu bunu kabul ediyoruz. Dünyanın her yerinde benzer durumlarda bu yaşanabilir” diyor.

Haklı. Doğal afetlerde hele böyle büyük depremlerde ihtiyaçlar çok büyüktür bir anda tüm ihtiyaçların karşılaması zordur. Bu yüzden diğer ülkelerden yardımlar gelir.

Benim hâlâ anlayamadığım şey ise neden Türkiye, depremin olduğu Pazar günü, ülkelerden gelen yardım etme taleplerini reddettiğidir.

Yunanistan, Almanya hatta son dönemde büyük sorunlar yaşamış olduğumuz İsrail dahi yardım edebileceklerini belirtmişler.

Biz ne demişiz?

“Şu anda ihtiyacımız yok.”

Depremden üç gün sonra Türkiye 31 ülkeden çadır ve prefabrik konut desteği istedi!

Yani 3 gün boyunca yüzlerce binlerce insanı yolda, sokakta, soğukta uyuttuk ve üç gün sonra anladık ki çadır eksiği varmış, konut eksiği varmış, tıbbi müdahale eksiği varmış, gıda eksiği varmış... Şu veya bu sebepten insanlara çadır ulaştırılamamış.

Yok ya!

Daha ilk günden “şu kadar çadır, şu kadar prefabrik ev” gönderin deseydik ne olurdu?

Vatana ihanet mi etmiş olurduk?

Hadi “ilk günden ne kadar çadıra ihtiyaç var bilemezdik” mazeretini kabul edelim. En azından 10 bin çadır talep etseydik ne olurdu. Günah mı?

T.C.’nin “karizması” mı çizilirdi?

Çizilirdi tabii. Bütün mesele de bu zaten.

Ortadoğu ve Balkanlar’ın en etkin, en kuvvetli, en sözü geçer, yeri geldi mi en horoz ülkesi olmaya çalışırken...

“Ay çok pardon, bizim çadırımız yokmuş” demek, bir de üstüne vatandaşımızı İsrail ve Yunan çadırlarında uyutmak çok zorumuza gitti.

Zira cin olmadan cin çarpmaya kalktık da ondan.

İdare edebildiğimiz kadar idare edelim dedik ama yemedi.

Güneydoğu’da kamyonlar yağmalanıyormuş. Çok normal. Sizin de İstanbul’da oturduğunuz eviniz yıkılsa, 4 gün çoluğunuzu çocuğunuzu sokakta uyutsanız, çadır battaniye verilmese, önünüzden geçen çadır yüklü kamyonu yağmalar mıydınız yağmalamaz mıydınız görürdüm.

Yağmalayacak hale getirmeseydik..

Yazının devamı...

Yeni adliye sarayından sevgiler!

Adını anmak istemediğim, hani şu kafasından vurulan, iki gün önce taburcu olup ayda 7 bin 500 lira mı euro mu ne kira ödediği Zartinyum Tivin Taaavırsa yerleşen (ve adresini tarif ederken zorluk çekip çekmeyeceği merakla beklenen... Zira Urfa’da Oxford mu vardı da okusun zavallı milyarder..) bir türkücümüz sayesinde İstanbul’un bütün mahkemelerini öğrendim. (bkz: duran bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi)

Kendisi beni “basın yoluyla hakaret edip küçük düşürmek suretiyle MADDİ KAYBA uğratmaktan” mahkemeye verdi biliyorsunuz. (Veya bilmiyorsunuz, kimsenin umuru değil zaten..) Hem tazminat (20 bin liracık!) hem ceza (hapis) davası açtı.

Yeni bir albüm çıkarsın diye peşin peşin 750 bin telecik alan şahsı, benim kıytırık yazılarımla “maddi kayba” uğratabilme ihtimalim savcının da komiğine gitti herhalde ki ondan yırttım. Fakat ceza davasını kaybettim. İki ay mı 20 gün mü ne (şimdi tam bilmiyorum, sayılarla aram iyi değildir) hapis cezası aldım.

Aldım valla!

Ama yazık ki hapis cezam para cezasına çevrildi. O para cezası da beş yıl boyunca uslu durmam karşılığında (ehlileştirme pazarlığı!) “hükmün açıklanmasının ertelenmesine” çevrildi.

Cümleye deva edersem Türkçeyi katletmekten ceza alabileceğim için kesiyorum.

Özetle bir şey olmayacak.

Ne kestin koç, ne yedin hiç.

Ben dört kere mi ne mahkemeye çıktım.

Ne yalan söyleyeyim ben başından beri “cezam neyse paşalar gibi çekeyim” taraftarıydım. Zira kadın döven arkadaşa tek kuruş kaptırmak niyetinde değilim.

Gerçi sonra öğrendim bu ceza davalarında, para cezasına çevrilen hapis cezalarının parası (bir Türkçe katliamı daha) zaten devlete kalıyormuş.

Ona da kalmasın! Madem bana bu cezayı reva gördün ey devlet, delikanlı gibi gireyim içeriye, bari şanım yürüsün!

Her neyse.. Olmadı. Bir başka bahara inşallah.



Son davam Çağlayan Adalet Sarayı’nda idi.

İlk defa mutlulukla gittim bir davama. Zira binayı feci surette merak ediyordum.

Yalan yok: Bina şahane olmuş!

Adliye değil AVM sanki! Değiştir beyaz flüoresanları halojenle, koy bir köşeye Mavi Jeans, bir Koton... tamamdır.

İlk defa bir devlet binasına girince hayranlıktan nefesim kesildi!

Bu yurtdışında başıma gelmişti ve ne yalan söyleyeyim bir gün memleket sınırları içinde de olacağına ihtimal vermiyordum.

Zira bizde okul binaları olsun, adliye binaları olsun, hükümet konakları olsun daha açıldığı gün (Sovyetler Birliği stil) eskidir. Daha ilk gün kırıktır döküktür, gridir, karanlıktır, tozdur, iç sıkıntısıdır.

Burası öyle değil! Güvenlikten geçince müthiş bir açıklık, yükseklik, ferahlık ve aydınlık karşılıyor insanı. Vay be dedim. Vay be...

Elinde adalet terazisi, gözleri kapalı adalet tanrıçası “Temida”nın ikişer ikişer heykelini mi istersiniz, yürüyen simsiyah merdivenler mi istersiniz, Trump Taavırs manzaralı, internetli, dönerli, pizzalı kafeteryalar mı istersiniz, geniş geniş koridorlar mı istersiniz, 8 katı sekiz saniyede çıkan hızlı asansörler mi isterseniz, bol keseden her tarafı granitle sıvamalar mı dersiniz..

Ortadoğu ve Balkanların en afili mahkemesine sahibiz arkadaşlar, değerini bilin!

Hani “yüzün mahkeme duvarı gibi” deriz ya, veya derdik ya, burayı gören bir daha bunu diyemez.

Benim davaya bakan hâkim bey bile nasıl güler yüzlü, nasıl sempatik...

Allahım dedim, binalar insanları nasıl değiştiriyor!

Herkes bana birden sevimli, cana yakın ve düpedüz iyi göründü iyi mi!

Ha aynı zamanda Ortadoğu ve Balkanlar’ın “en yol bulunmaz” adliyesi o da ayrı bir mesele. Kendi başına imkânı yok mahkeme salonunu bulamaz insan.

Ama en hoşuma giden, fotoğrafta da gördüğünüz gibi bazı geleneklerin değişmemesi. Adliyen en ultra modern binan olmuş, şıklıktan geberiliyormuş, ne önemi var! Dilekçeci emektar daktilosuyla yine binanın önünde..

Az ötede simitçi de duruyordu. “Adres sormak bir simit” diye bir not da iliştirmiş önüne.

İkisine de gülümsedim..

Bazı şeyler değişmesin Türkiye’de. Böyle kalsın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.