Şampiy10
Magazin
Gündem

Kurutulmuş otlar gibi kurutulmuş anılar şehri

Erivan

İki gündür Erivan’dan Ağrı’yı görmeye çalışıyoruz... “Bir gösterse kendini.. Hakikaten çok etkileneceksiniz” diyor rehberimiz Armen ve Katar. Fakat yazık ki hava çok puslu, heybetli dağ kendini bir türlü göstermiyor. “Görünse şurada olacak” diye bir boşluğu gösteriyor Katar.

Her ev onu görmek istiyor. Her otel Ağrı yani Ararat’ı görüyor diye reklamını yapıyor. Her dükkânda, her işyerinde, her restoranda, her sanat galerisinde ve galiba her evde Ağrı’nın bir fotoğrafı, bir yağlı boya resmi, bir illüstrasyonu bulunuyor. Anlıyorum ki İstanbul için Boğaziçi ne demekse, Erivan için de Ağrı Dağı o demek. Erivan’ın boğazı Ararat... Bu şehir Ararat (Ağrı) Dağı için yaşıyor sanki. Tek tanrılı olmasalar, Allah’a inanmasalar, mutlaka Ararat’a taparlardı.

Dağ kendini öyle kolay kolay göstermiyormuş. Nice filmci, fotoğrafçı haftalarca beklemiş de eli boş dönmüş.

“Yok burada dağ mağ! Yalan söylüyorsunuz!” dedim sonunda, rehber kız gülmekten katılacaktı. Ha bire aynı boşluğa bakıp duruyoruz.

Akşama doğru, gün batarken en tepesini gösteriyor bize Ağrı/Ararat. Ahhh.. İşte o zaman anlıyorsun niye bu kadar seviyorlar bu dağı diye.. Bulutların üzerinde yüzüyor gibiydi... Cennet gibi...



Dünyayı kadınlar kurtaracak derim ya hep... Yine aynı şeyi düşünmeden edemiyorum.

Ermenistan’da sokaklarda dolaşırken tedirginlik hissediyordum. Zira bu ülke “soykırımla” yatıp kalkıyor. Aradan neredeyse 100 yıl geçti ama 1915’te uğradıkları büyük katliamın acısını dün olmuş gibi yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. Türkiye, dünyanın düz olduğunu iddia edercesine olanı biteni inkar ettikçe, trafik kazası muamelesi yaptıkça da kinleri artıyor.

Alnımda Türk olduğum yazmıyor elbette ancak yine de şehirde dolaşırken tedirginlik hissetmeden edemiyordum. Biri çıkıp da “ne işin var burada?” dese, onu demedi hadi ama sitemli bir bakış atsa ben ne der ne yapardım? “Ben bu aptal inkar politikasından utanç duyuyorum, imzamı da attım nitekim, gereksiz yerlerden gerekli lanetimi de yedim, ne Ermeniliğim, ne Rumluğum kaldı” desem ne olacak ki.. Bizim birbirimizi DE yiyip bitirdiğimize inanır mı ki?

Allah için kimsenin ne bir kem bakışını ne de sitemini aldım. Ama tedirginliğimi de üzerimden atamıyordum...

Ta ki buranın “kapalı pazarı”na gidene kadar. Taze sebze meyvenin satıldığı Sovyet usulü koca bir bina. Niyetim “aveluk” almaktı. Türkiye’ye gelince arkadaşlarıma yemek pişirmek istedim. Aveluk da bir çeşit ot. Kurutuyorlar sonra haşlayıp tekrar hayata döndürüyorlar. Soğanla kavrulunca çok güzel bir meze oluyor. Gittiğimiz her iki lokantada da çıkardılar, çok hoşuma gitti bu yasemin kokulu ot. Bu arada pazara gidince anladım ki Ermenistan’da HER ŞEY kurutuluyor. Reyhan, maydanoz, dereotu, tere, kişniş...

Pazarın en dibinde bir teyzeden yaptım alışverişimi.. Rehberimiz Armencan’ın yardımıyla teyzeden yemek tarifleri alıp dururken teyze nereden geldiğimi sordu. Eyvah kesilecek şimdi yemek tarifleri derken teyze yüzüme baktı, ellerimi tuttu ve “buraya daha sık gelin” dedi. “Buna bir çok açıdan ihtiyacımız var”.. Ve sonra torbama bir demet daha kurutulmuş ot attı. Parasız.



Teyze ne demek istedi? Tam olarak bilmiyorum.

Geçen gün Ece Temelkuran’ın kitabını yanlışlıkla “Ağrı’nın Ağırlığı” diye yazdım. Doğrusu “Ağrı’nın Derinliği” olacak.

Sonra neden bu hatayı yaptım diye düşündüm. Çünkü Türkiye, Ermenistan, 1915 denince hissettiğim tek duygu “ağırlık”.

Belli ki pazarcı teyze için de “ağırlık”. Kurutulmuş otlar gibi kurutulmuş anılarından da kurtulmak istiyor belki.

Başbakanımız 1938 Dersim olayları için “katliamdı” demiş dün. Devlet adına özür dilemiş canına kıyılan 13 bin 500 insan için.

Olabiliyormuş demek ki..

Dersim’i bombalayan pilotlardan biri de Sabiha Gökçen biliyorsunuz. Şimdi havaalanın isminin değişmesini talep ediyorlar.

İzmir’deki Talat Paşa Bulvarı’nın ismi ne zaman değişecek?

Yazının devamı...

Soğuk bir kış günü Erivan’da olmak

Bu yazıyı Ermenistan’dan yazıyorum. Soğuk bir kış günü yolum Atina’dan sonra Erivan’a düştü. Elimde Ece Temelkuran’ın “Ağrı’nın Ağırlığı”, bu yabancı ama aslında komşu diyarı tanıyorum..

İstanbul Kültür Üniversitesi, Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi’nin (GPoT)

“Türkiye - Ermenistan arasında diyalog kurma projesi” çerçevesine geldik buralara. Dört gazeteciyiz: Hürriyet’ten Serhan Yedig, Radikal’den Müge Akgün ve şimdi serbest gazeteci Erdal Güven.

Proje bir yıldır sürüyor. Dört ayağı var. Birincisi öğrencileri kapsayan bir aktivite. Karşılıklı altı öğrenci Türkiye ve Ermenistan’a geliyor ve 10 dakikalık mini belgeseller çekiyor. Nazar bocuğu, Erdil Yaşaroğlu, Ara Güler, Erivan’daki Anadolu şehirlerinin isimleri verilmiş sokaklar...

İkinci ayağı gazeteci değişimi. Karşılıklı olarak gazeteciler Türkiye ve Ermenistan’da ağırlanıyor. İmkanı olan bir ay kalıyor.

Üçüncü ayak otobüs turu. Yine Türkiye ve Ermenistan’dan 6’şar gazeteci bir otobüsün içinde İstanbul’dan başlayarak Anadolu’nun çeşitli şehirlerini geziyor. Anadolu bittikten sonra Gürcistan üzerinden (zira Ermenistanla sınırımız hala kapalı) Ermenistan’a gidiliyor ve oranın şehirleri geziliyor.

Dördüncü ayak ise TV programları. Karşılıklı ekipler gelip gidip programlar yapıyor.



Biz, anlamış olacağınız gibi gazeteci değişim programıyla geldik. Siyasetçilerin yapamadığını biz yapmaya çalışıyoruz. (“Komşularla Sıfır Problem” politikasını hatırlayan var mı? Nasıl da rafa kalktı..)

Gelirken utançla karışık tuhaf duygularla geldim. Ermenistan, binlerce yıllık komşumuz ama Erivan hakkında HİÇ ama HİÇ bir şey bilmiyorum! Ermenistan’ın fakirliği ve korkunç depremi dışında aklımda bir şey yok. Tabii Erivan deyince aklıma dökük bir şehir geliyor.

Dökük bir şehir beklerken muhteşem bir havaalanına indik. Dört yıl önce geliş açılmış, sadece on gün önce de gidiş bitmiş. Pırıl pırıl bir havaalanı. Yeni bir havalanına inmek ne kadar etkiliyormuş insanı...

İkinci şokum heryerde kumarhane görünce oldum. Şehrin girişi Las Vegas gibi. Sonradan öğrendik meğer yasa bunu emrediyormuş. Kumarhaneler şehir merkezinde olamazmış...

Üçüncü şokum Stefanel’den Baby Dior’a, Victoria’s Secret’dan Armani, Gucci’sine kadar her markanın dükkanını görmek oldu.

Ah küresel dünya... Dünyanın ekseni 12 santim kaymış, İtalyasından İspanyasına buraya akmış, biz birbirimize bir santim yaklaşamamışız...

Dördüncü şokum meğer güzel bir şehirmiş... Milim milim tasarlanmış..

Şimdilik bu kadar. Yarın devam ederiz..



Vanahaşna

İlk akşam yemeğimizı köyüm anlamına gelen “Mer Kuğı” restoranında alıyoruz. Karşımıza “Van üsülü haşlama” manasına gelen “Vanahaşna” yemeği çıkıyor.

Tabii kim nereden bilecek, Van bir zamanlar Ermeni şehriydi. Rumlar için İstanbul neyse Ermeniler için de Van oydu. Bir yemeğin adı nasıl Van usulü olmasın?

Malzemeler: Isıtılmış yoğurt, küçük küçük kıyılmış ve kavrulmuş sarımsak, çok ince kıyılmış et ve soğanla kavrulmuş mercimek ve kırpık kırpık edilmiş çıtır lavaş...

Hepsi, karabiber ve tuzla beraber masada karıştırılıyor ve servis ediliyor.

Vanlı dostlarıma selamlar...

Yazının devamı...

40 üstü kadın: Yataktaki Mercedes

Sabahın köründe (06:30) arkadaşım aradı. Demi Moore'un genç kocası Ashton Kutcher onu aldatmış. Ayrılıyorlarmış.

Sonra Ertuğrul Özkök'ün yazısını okudum. Nasıl bir tesadüfse ona da biri sabahın köründe vermiş haberi.

Sabahın köründe haber verilesi haberle ilgili Ertuğrul Bey "Genç sevgili tarafından aldatılmak daha mı acıdır?" diye sormuş haince olmadığını iddia ettiği bir merakla.

Aslında çok iyi bilir ki aldatılmanın acılı olmayanı yoktur. Kendinden genç, kendinden yaşlı ne farkeder..

İlk kez 19 yaşımdayken aldatılmıştım ve gençliğime rağmen (ki genç olmanın nasıl bir artı değer olduğunu hiç bir zaman anlamamışımdır) atlatmam pek kolay olmamıştı. (Benim için gençliğin hakikaten bir manası yok. 42 yaşındayım diye değil. 20 yaşındayken de çok sıkıcı bulurdum "gençlik" hadisesini. Sığlık, boşluk, kofluk, çokça cahillik ve onun getirdiği mütemadi zırvalamalar.. Başka bir şey değildir yani gençlik. Bunu güzel bir surat yapıyor diye yüceltecek değilim..)

Aldığım ders: Aldatılıp aldatılmadığını asla öğrenmeye kalkma. Hele detaylarını hiç!

49 yaşında olduğunu (yine Ertuğrul Özkök'ün haince olmadığını iddia ettiği malumatfuruşluğu sayesinde öğrendiğimiz) Demi Moore'un başına bu diyelim on yıl önce gelseydi, kadınlar alemi olarak hakikaten üzülürdük.

Demek ki olmuyormuş derdik. Genç adam yaşlı kadın ikilisi patates olmaya mahkum derdik. Bak eşşek herifler ille de genç karı istiyor derdik. Ah işte erkekler dünyası derdik. Kadın yaşlanınca beş para etmiyor... Demi Moore da olsa..

Derdik.

Şimdi demiyoruz. En azından ben demiyorum.

Zira artık devir değişti. Daha geçen aya kadar Türkiye'nin herrrrr karışında Hülya Avşar'lı Pepsi reklamı vardı. Kendisini hiç hazzetmesem de, 48 yaşında, genç işi addedilen bir ürünün reklam kraliçesi olarak her otobüs durağında, her boş duvarda, her dergi saysaında onu görmek (en azından bu açıdan) hoşuma gidiyordu.

"Bu yaşta bu güzellik" diye övgüler bile düzmüyoruz artık.

Düzmeyelim de zaten.

Kendine bakan kazanır! Nokta.

Yap düzenli sporunu, dikkat et yediğine içtiğine, büyütme şu lanet totonu, arada da git iyi bir estetikçiye... Dünya senin.

Hakikaten senin.

Konvansiyonel feministler bu lafıma çok olarak kızacaklar biliyorum ama iddiam şu:

Plastik cerrahi, kadınları erkeklerle eşitlediği için son derece FEMİNİST bir araçtır. Niyet bu değil belki ama sonuç budur. 50 yaşında bir kadın 50 yaşında bir erkekle rekabet edebiliyor artık.



Kendinden beş yaş büyük bir kadınla beraber olan bir arkadaşımın 40 üstü kadınlara dair yorumu aynen şöyle:

"Bugünün 40 yaş üstü kadınları süper bir paket. Kendilerine bakıyorlar, vücutları ve yüzleri mükemmel. Üstelik geçmişte bol bol yaptıkları için ve muhtemelen kendileri de bıktığı için dırdırları da yok. Her gece dışarı çıkalım derdi yok, "ben ne olacağım, ne iş yapacağım, ay müdürümü hiç sevmiyorum, iş arkadaşlarımdan nefret ediyorum ama istifa da edemiyorum" şeklinde kariyer dertleri yok, çevreleri geniş, yemek yapmasını biliyorlar, giyinmesini biliyorlar, anneleriyle meselelerini halletmişler, hayat tavsiyesi verebiliyorlar, sorun çözmeyi biliyorlar ve en önemlisi...

Yatakta Mercedes gibiler!...

Boşuna fazla gaza basmadan, sabit hızla, istikametine güvenle gider ve zamanında varır. Oysa ufak arabalarda gaz gider gelir, motor zorlanır, yerine ulaşamazsın, tekrar etmek zorunda kalırsın, ikide bir bir tarafları bozulur, tamir etmek zorunda kalırsın.. Mercedes ise bildiğiniz gibi bozulmaz, yarı yolda bırakmaz, akmaz, kokmaz, bulaşmaz."

Yazının devamı...

17 Kasım’da Atina’da olmak

Nasıl 1 Mayıs’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda olmak lazımsa, 17 Kasım’da da Atina Sintagma Meydanı’nda olmak lazım...

Zira bizim için “kanlı 1 Mayıs” ne demekse, Yunan halkı için de “kanlı 17 Kasım” o anlama geliyor.

Ne olmuş 17 Kasım’da bakalım.

Yunanistan, Papadopulos darbesiyle askeri yönetim altına girmiştir. Cunta rejimi 6. yılını doldurmak üzeredir. Halk ama bilhassa gençler şiddetle karşıdır askeri rejime. 14 Kasım 1973’te Atina Politeknik Üniversitesi öğrencileri boykota başlar. Okulda müthiş bir anti cunta, anti Amerikan, anti emperyalist bir kampanya başlatırlar. Laboratuvarlardan aşırdıkları malzemelerle bir radyo bile kurarlar. Radyodan hiç durmadan Atinalılara ve askerlere seslenirler. Askeri rejimin hemen sonlandırılması talebinde bulunurlar. Gösterileri üç gün üç gece sürer. Öğrenciler, Yunanistan’ın askeri rejime tepkisinin sembolü olur. Yüz binlerce Yunan, öğrencilere destek olmak için üniversitenin önüne gelir. Askeri yönetim paniklemeye başlar. 17 Kasım sabahı, özerk statüde olduğu için polis giremeyen kampüse tankları yollar. Öğrenciler, etraflarını saran askerlere “kardeşine silah mı doğrultacaksın?” diyerek emre itaatsizlik çağrısında bulunurlar.

İşte her Yunanın ezbere bildiği o an gelmiştir. Sabah saat üçte, Atina’nın elektrikleri kesilir ve bir tank, okulun demir kapısını kırarak içeri girer. Korkunç bir kargaşa başlar. İnsanların bazısı tank altında kalır, bazısı askerin silahıyla vurulur, bazısı çıkan kargaşada ezilir, bazıları da çapraz ateş içinde kalır.

Toplamda 24 kişi hayatını kaybeder. Yüzlerce insan da yaralanır. Resmi kayıtlara göre ölenlerin hiçbiri üniversite öğrencisi değildir, öğrencileri desteklemeye gelen halktan kişilerdir.

17 Kasım günü, ancak bir yıl sonra, cunta devrildikten sonra yargılanabiliyor. O günden beri de anti faşizmin (ve sosyalizmin) simge günü oluyor ve her yıl büyük yürüyüşlerle anılıyor. Geleneksel olduğu üzere Atina Politeknik Üniversitesi’nden başlayan yürüyüş Amerikan Büyükelçiliği’nde sona eriyor. Neden? Çünkü 17 Kasım katliamının müsebbiplerinden birinin de ABD olduğu düşünülüyor.



Atinalılar, her yere olduğu gibi gösterilerine de geç geldiler. Öğleden sonra 3’te başlaması gereken yürüyüş ancak 5’te başladı. “Ohooo” diyorum Yunan arkadaşıma , “bizde sabah saat onda yürüyüş başlar, 11’de Taksim’e varılır, 12’de sopamızı, tazyikli suyumuzu ve biber gazımızı yeriz, yarım gibi de kesin olarak dağılırız. Hastanede değilsek öğleden sonramızı da başka bir programla değerlendiririz” dedim, gülüyor. “Çalışkan Türk esnafı gibisiniz yani” diyor.

Bıraksalar Atina esnafı da çalışacak ama esnaf, bir yıldır o kadar bıkmış ki gösterilerden ve sonrasında çıkan çatışma, kırma dökme ve yakmalardan, yürüyüş başlamadan iki saat önce kepenklerini indiriyor. Bazı dükkanlar hiç açılmıyor bile. Sintagma Meydanı ve etrafındaki caddelerde tek bir açık dükkan, otel, metro istasyonu ve hatta umumi tuvalet kalmıyor. Şehrin kalbi göstericilere, polislere ve gösterilerin en sevilen fertleri olan sokak köpeklerine kalıyor. Kahveyi, sandviçi geçtim, bir yudum su bile bulmak mümkün değil...

Hava açık ama soğuk. Atina’nın ne kadar uzun saçlı, sakallı ihtiyar delikanlısı, o günlerde öğrenci olan idealist ablası varsa hepsi gelmiş gibi. Gerisi renkli saçlı, rastalı genç öğrenciler... Sloganlara bakıyorum, en yaygın olanı: “Ekmek, Eğitim, Özgürlük”..

Yahu diyorum içimden, ekmeği anladım, ekonomik durumunuz hakikaten kötü ama daha ne özgürlüğü istiyorsunuz? Başkentin ortasındaki meydanı 60 günden fazla işgal ettiniz, kimse ses etmedi. Her yürüyüşte ortalığı yangın yerine çevirdiniz yine kimse yürüyemezsin demedi. İçeride onlarca yazarınız, gazeteciniz, belediye başkanınız yatmıyor. 30 yıldır süren ve gerçekleri saklanan bir iç savaşınız yok. Başbakanınız her Allah’ın günü esip gürlemiyor, telefonlarınız dinlenmiyor, gece yarısı kimin alınıp götürüleceği belli değil diye bir durum yok. Daha ne özgürlüğü?

Sintagma Meydanı’na bakan Athens Plaza Oteli’nde çalışan İstanbullu Yorgo Dolapcis (Dolapçı yani) ile otelin inmiş kepenkleri önünde Türkçe sohbet ediyoruz. “Allahını seversen fotoğraf çekerken dikkatli ol. Sonra kızıp bizim mermerleri kırıyorlar. Yazık günah değil mi? Bu yıl on beş kere yaptırdık” diyor.

Bakıyorum otellerin bütün mermer merdivenleri gıcır gıcır. Anarşistler sayesinde bir tek mermerci esnafı para kazanmış...

Korkulan olmuyor, 2011’in 17 Kasım’ı olaysız, kırma, dökme ve yakma olmadan geçiyor... Ülkede anarşistler bile yorgun...

Yazının devamı...

Ünlüler! Poponuzu kaldırın ve Van’a gidin!

Şu an Van’da değilim ama ruhum hâlâ orada...

Çadırkentteki çadırımda çoktan başka bir gönüllü yatıyor şu an ama ben rüyalarımı hâlâ o çadırdan görüyorum..

Van’dan ayrıldığımdan beri uzaktan “yorumculuğun”, uzaktan “ahkam kesiciliğin” ne kadar aptal, ne kadar boş bir şey olduğunu daha iyi anladım...

Twitter’da gördüğüm bazı yorumlara (“Bayramda Kızılay lokum dağıtmış. Ne gerek vardı? Boşa para..”) hiç ama hiç dayanamayacağımı anladım.

Lokumun battaniye kadar hora geçtiğini uzaktan kimse anlayamıyor zira. İnsanı en kahreden şey unutulmak.

Bayramda Kenan İmirzalıoğlu geldi benim de bulunduğum çadırkente.. Nasıl mutlu oldu o insancıklar anlatamam.. O çocuklar etrafında pır döndü. Kenan’a dokunabilen bir çocuk “bir daha asla elimi yıkamayacağım” diye şaka yapıyordu mutlulukla.

Sonra Hakan Şükür gelmiş. Dizi oyuncularından Onur Buldu, Bülent Parlak, Şahin Irmak, şarkıcı Keremcem gelmiş.

Daha kim bilir kimler gitti. Ben, Erciş - Van arasında bir minibüste tesadüfen Best Model Of The World yarışmasına dünya ikincisi olan İbrahim Gayberi ile karşılaştım. İstanbul’dan sessizce gelmiş, kurbanını Erciş’te kesmiş, dağıtmış, dönüyordu. Ne Vanlı, ne de Ercişli. “Bir yerde kurban kesecektim, buranın ihtiyacı var diye buraya geldim” dedi. O günden sonra arkadaş olduk.

Demek istediğim şu: Ajda Pekkan dün “Van’a gitmeyi düşünüyoruz da ama falan da filan da” demiş bir yerlerin açılışını mı tanıtımını mı ne yaparken. DÜŞÜNME GİT dedim kendi kendime.

Evet siz kağıttan kaplan ünlüler! Düşünmeyin! Nerede kalacağım diye de düşünmeyin. Van’da sağlam oteller de var. Yeni açılan Rescate’de kalın mesela. (Resepsiyonun yanında tabela asmış: “Binamız deprem yönetmeliğine göre inşa edilmiştir”)

Öyle uzaktan “çok üzüldük” demekle olmuyor.

Deprem orada devam ediyor.

Ne olur Hülya Avşar bir öğün yemek dağıtsa?

Ne olur Ajda Pekkan kahvaltılarını verse?

Şimdi Antalya’daki turistik tesislere otobüslerle depremzede taşınıyor. Neden her bir otobüse bir ünlü binmiyor?

Ne olur Acun Ilıcalı depremzedelerle beş altı saat yolculuk yapsa?

Mehmet Ali Erbil otelde onları karşılasa?

BKM oyuncuları onlara özel skeçlerle bir gece karşılarına çıksa?

Şov dünyası bende daha iyi bilir ne yapılması gerektiğini.

Şimdiye kadar bu ülkenin ekmeğini bol bol yediniz.

O insanlar sayesinde de kazandınız.

Düşünmeyin! Gidin o insanların yanına.

Yazının devamı...

Kızılay nedir ne değildir?

Van’da enkaz altında kalan Cem ve Sebahattin abimizi kaybettik... Başta Doğan Haber Ajansı olmak üzere hepimizin başı sağolsun..



Hürriyet yazarı İsmet Berkan, dünkü “Çuvaldızı kendimize batırmayalım mı?” başlıklı yazısında çatlakların o kadar bariz olduğu binalarda niye kalıyorsunuz ki demiş.

Haklı.

Haklı ama şu an Van’da çatlağı, patlağı olmayan hemen hemen tek bir otel yok. Benim Van’daki ilk gece kaldığım otelin duvarlarında da çatlaklar vardı ve o çatlaklar gözümüzün önünde yavaş yavaş sıvanıyordu. Çatlakların sıva çatlağı mı beton çatlağı mı olduğunu nereden bilecektim? Elime çekiç ve keser alıp dökse miydim sıvaları?

Hadi gelin bir başka çuvaldızı daha kendimize batıralım. Başta kendim olmak üzere Kızılay’ı eleştirmeyen kalmadı. Geç kalıyor, yetersiz kalıyor, yardımları dağıtamıyor, çadırları fena, personeli az vs vs..

Öyle mi?

Pekala, o zaman yüz puanlık uzman sorumuza gelelim:

Kızılay’a en son ne zaman bir bağışta bulundunuz?

Ne zaman bir damlacık olsun kan verdiniz?

Hiç gönüllü olmak aklınıza geldi mi?

Sanılıyor ki Kızılay devletten geliri olan bir devlet kuruluşu.

Hayır! Kızılay, senin benim bağışlarımızla ayakta duran bir dernek aslında.

- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de taraf olduğu 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ile hukuki statüsü garanti altında bulunan,

- Tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi,

- Adı ve amblemi savaş ve krizlerde koruma sağlayan,

- Hizmetlerini “Temel İlkeleri ve Davranış Kuralları” çerçevesinde yürüten,

- Bakanlar Kurulunca onaylanan tüzüğüne göre yapılanan ve yönetilen,

- Kamu otoritelerine insancıl hizmetlerinde yardımcı,

- Özerk organizasyon yapısına sahip olan, devletten hiçbir ad altında maddi destek almayan Uluslararası İnsani Yardım Kuruluşu.

(Meraklısına biraz daha bilgi verelim: 11 Haziran 1868’de savaş alanında yaralanan ve hastalanan askerlere hiçbir ayrım gözetmeksizin yardım etmek maksadıyla kuruluyor. İlk adı “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti”. Sonraki adı “Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti” oluyor. 1935’de Atatürk’ün talimatıyla ismi Kızılay oluyor.)



Beş gün boyunca Kızılaycıların arasındaydım. Gecelerini gündüzlerine katıp insanüstü bir çabayla çalıştıklarına şahit oldum. Gündüz depremzedeye hizmet ediyorlar, gece de harıl harıl rapor yazıyorlar. Çoğu zaman depremzededen daha kötü koşullarda yaşıyorlar. Omuzlarında ağır bir vicdan yükü taşıyorlar. Devlet görevlisi sanıldıkları için depremzedeler öfkelerini çoğu zaman onlardan çıkarıyor. Yardımların eksik gelmesini onların kabahati sanıyor, demediklerini bırakmıyor, zaman zaman tehdit ettikleri bile oluyor.

Demek istediğim şu: “Kızılay yine sınıfta kaldı” manşetleri atmak çok seviliyor (bu sayede hükümete de çakılmış oluyor) ama “haydi pamuk eller Kızılay’a demek kimsenin aklına gelmiyor.

Sofrada mercimek çorbası üstüne taskebabı yerken “Kızılay da rezil canım” demesi çok kolay ama bir çadır daha alınsın diye çıkarıp elli, yüz veya bin lira vermesi çok zor değil mi? Çadırı geçtim bir battaniye parası bile vermişliğiniz var mı?

Bu ülke insanının en sevmediği şey bağış yapmak. Biliyorum çünkü bir eğitim vakfına bağış toplamaya çalışmış bir insanım. “Birrrrr numaralı sorunumuz eğitim! Eğitim şart! Eğitim olmadan hede olur, hödö olur!” diye bas bas bağıranların kendilerinden sadece ve sadece 50 lira isteyince, nasıl da “ay üzerimde para yok” “ben sana sonra veririm” “ama şekerim böyle kapı kapı dolaşıp para toplayıp olmaz ki..” diye kıvır kıvır kıvırdıklarını iyi bilirim. Bir kızcağızı okutmaya çalışırken de aynı şeyler başıma geldi. Kızılay desem herhalde bir dövmedikleri kalır.

Sosyetede Kızılay’a bağışta bulunmak demode oysa derneğin ismi “Rotary” olunca pek havalı değil mi? Rotary’yi küçümsemiyorum, muhakkak onlar da iyi işler yapıyorlardır ama Kızılay’ımız esas bağış yerimiz olmamalı mı?

Van depremi için Kızılay’a sadece 40 milyon beş yüz bin lira bağışlanmış. Kişi başına 1 lira bile değil. Yani kişi başına bir battaniye bile bağışlamış değiliz. Bana sorarsanız çok ayıp. İçtiğiniz sigaranın bir haftalık parasını bağışlasaydınız daha çok toplanırdı.

“Paraların nereye gittiğini bilmiyoruz” diyeceksiniz şimdi eminim. Eh madem o kadar kıymetli paranız (olsun da elbette, kolay kazanılmıyor) o zaman emeğinizi koyun ortaya. Gönüllü olun. Kizilay.org.tr’den gerekli formlara ulaşabilirsiniz.

Ah ulan! Atatürk keşke bileydi de “Redmoon” koyaydı Kızılay yerine. Belki o zaman moda olurdu Kızılay bağışçısı olmak.

Bu arada bütün operatörlerden 2868’e boş bir SMS mesajı atarak 5 lira bağışta bulunabilirsiniz hemen. Bir şantiye tipi keçe battaniyenin dörtte biri (evet sadece dörtte biri) sizden olsun.

Yazının devamı...

Van misafirperverliği sayesinde hayattayım

Yaşamak hakikaten tesadüflere bağlı...

Şu an hayatta oluşum Vanlı Yüksel ailesinin misafirperverliği sayesindedir. Bildiğiniz gibi geçen cumadan beri Van’dayım. Bayramı Kızılay gönüllüsü olarak Erciş’teki çadır kentte geçirdim.

Günlerdir hem elimden geleni yapıyordum, hem de gazeteye yazıyordum.

Perşembe günü uçağım sabah erken saatlerde olduğu için geceyi Van merkezde geçireyim dedim.

Erciş’ten Van’a gelirken, yolda da düşünüyordum. Kızılaycı arkadaşlarımın olduğu Yakut Otel’de mi kalsam, gazeteci arkadaşlarımın olduğu Bayram Otel’de mi..

Bu sefer de Bayram’da kalayım demiştim en son...

Sonra Vanlı arkadaşım Tolga aradı. “Ne yapacaksın oteli? Gel bizde kal. Zaten biz de amcamların evindeyiz. Tek katlı müstakil bir ev. Daha güvenlidir.. Sekiz kişiyiz, seninle dokuz oluruz ne olacak...” dedi.

“Olur” dedim. “Olur..”

Açıkçası derdim güvenlik değildi. Hiç aklıma bile gelmezdi yeniden bir deprem olacağı ve binaların çökeceği. Derdim yarenlikti. Otelde tek başıma ne yapacaktım? Bir aile yanında olmak iyi gelecekti günler süren çadır hayatından sonra.. Meğer kaderimi tayin edecekmiş bu davet... Meğer beni enkaz altında kalmaktan kurtaracakmış.

Meğer hayat tesadüfleri severmiş...

Kendime sevinirken haber geldi. Beni Van misafirperverliği kurtarmıştı ama meslektaşlarım enkaz altındaydı...

Günlerdir Anadolu Ajansı’ndan olsun, Doğan Haber Ajansı’ndan olsun, Cihan Haber Ajansı’ndan olsun muhabir arkadaşlarımla aynı çadır içinde yan yana haberlerimizi yazıyorduk. Birbirimize çay getiriyor, gelişmeleri paylaşıyorduk. Bazı geceler, artçılardan sonra araçlara biniyor, var mı bir şey diye etrafı kolaçan ediyorduk. Onların yanında ben gazetecilik falan yapmıyordum. Ve tam da ajans muhabiri olmanın ne kadar meşakkatli bir iş olduğuna dair bir yazı kaleme almayı düşünüyordum.

Ölmüş annem üzerine yemin ederim ki başlığım da “Medyanın bütün yükü onların üzerinde” olacaktı.

Meğer medyanın değil taşların, molozların yükünü de taşıyacaklarmış. Deprem haberleri yaparken deprem altında kaldılar.

Bu yazıyı yazdığım sırada Cem ve Sebahattin Ağbi’nin telefonundan sinyaller geldi.

Ne manaya gelir bu sinyaller bilemeyiz ama umarız hayat manasına geliyordur.





Buradan bakınca anlaşılmıyor hiçbir şey.

Van çok fena durumda.

Son depremden sonra çatlağı patlağı olmayan bina neredeyse yok.

Muhtemelen şehrin yarısının yıkılması gerkecek.

İnsanlar araçlarına binmiş terk ediyorlar şehri.

Felaket filmlerindeki şehirden kaçış sahneleri vardır ya.. İşte onun gerçeği şu an Van’da yaşanıyor. İkinci depremden hemen sonra binlerce araç yollara çıktı. Sabahleyin bir o kadar daha.. Her yerde 65 plaka göreceksiniz bundan sonra.

Vanlı dostlarım soruyor:

“Neden afet bölgesi ilan edilmiyor Van?” diye.

Neden ilan edilmiyor gerçekten?

Yazının devamı...

Sadece fay hattı kırılmadı bağnazlık hattı da kırıldı



Türkiye Van’daki depremzedeye yağdırmayı sürdürüyor. Kendiyle, geçmişiyle halklarıyla barışmak istiyor. Türkiye ile Van arasında hem yardım hem de bir barış köprüsü kuruluyor

Bu yazıyı elimde eldivenler, ayağıma da üç çorap üst üste yazıyorum. Yanımda getirdiğim çoraplar yetmeyince bana üzerinde “asker çorabı” yazan 42-44 numara bir çorap verdiler. Topuğu bileğime geldi, güldüm acı acı. “Cumhurbaşkanım, çorap istiyorum!” haberini yapar mısın... Buyur çorap!

Erciş Yenişehir Çadır Kenti’ne karanlık basmak üzere. Hava ayaza döndü. Şu an 0 derece. Gece için -9 diyor hava tahmin raporu.

Bakanların, milletvekillerinin biri geliyor biri gidiyor. Herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyor. AKP Van Milletvekili Gülşen Orhan’la köylere gittik bugün. Depremin olduğu günden bu yana köyleri tek tek, hane hane dolaşan Gülşen Hanım da başka türlü bir depremzede olmuş. Gece karanlıkta bir tandır kuyusuna basıp bileğini üç yerinden çatlatmış. Şimdi ayağı sarılı, koltuk değneği ile dolaşıyor, eksikleri saptayıp, gerekli yerleri arıyor.
Köylerin durumu feci. Alaköy, Mollakasım, Güveçli, Dağönü.. Sağlam neredeyse bina kalmamış. Minareler, evler, ağıllar.. Yerle bir. İstanbul Belediyeleri (Fatih ve Üsküdar) köylerin bazılarına sahip çıkıp yemek çadırları kurmuş, yemeklerini sağlıyor.

Köylerde iki odalı, tuvaletli konteyner evler kurulmuş. Ama bazı köylerde (Güveçli) henüz elektrik düzeni kurulamadığı için elektrikli ısıtıcıları çalıştıramıyorlar. Yağmur kar yağana kadar açıkta yaktıkları ateşlerinin başında oturuyorlar..

Hangisi daha beter bilemedim. Çadırkentlerde alt alta üst üste yaşamak mı köylerde bir başına ama en azından gürültü patırtıdan uzak yaşamak mı..


Herkes aynı fikirde: “Türkiye’nin yarısı buraya yağdı”.
Daha önce deprem bölgelerinde çalışmış gazeteci arkadaşlarımla ve sağlık ekipleriyle konuşuyorum, hepsi şunu söylüyor:

Hiçbir deprem bölgesine bu kadar yardım, bu kadar gönüllü gelmemişti.

Türkiye, Van ve Erciş’e kilitlendi.

Türkiye, Van ve Erciş için seferber oldu..

Türkiye, Van ve Erciş’e yağdırdı, yağdırmaya da devam ediyor...

(Daha cümlemi bitirmemiştim ki bir çift yanıma yaklaşıp “yardım getirmiştik, kime verelim?” dedi.. Arabalarıyla (kim bilir nereden) bebek maması, et, süt, battaniye getirmişler.)

Beş gündür düşünüp duruyorum.

Türkiye Van ve Erciş’e neden bu kadar sahip çıktı? Neydi bunun altına yatan duyarlılık? “Müge Anlı zihniyeti” neden geçerli olmadı?

Ben bunu Türkiye’nin “barışa ve birliğe susamışlığı” şeklinde yorumladım.

Türkiye, savaştan, Türk Kürt ayrı gayrılığından bıktığını göstermek istedi.

Türk Kürt kardeşliğinin altını bir kere değil, iki kere değil, üç kere çizmek istedi.

Derdinin Kürtler değil, terör olduğunu tüm samimiyetiyle anlatmak istedi.

Bunun kıymetini bilmek lazım.

Bunu çok doğru okumak lazım.

Bunu basit bir yardımlaşma diye görmemek lazım.
Türkiye, YENİ bir Türkiye kurmak istiyor.

Ve galiba deprem sayesinde (her şerde bir hayır vardır) YENİ Türkiye kuruldu.

Türkiye, her şeyin farkında. Yıllarca yürütülen faşist devlet politikalarını biliyor, kendi kuyumuzu kendimizin kazdığının farkında ve kendiyle, geçmişiyle, halklarıyla barışmak istiyor.

Kürt halkı da bunun farkında. Erkekleri değilse bile kadınları çok farkında.

Sadece fay hattı kırılmadı, bağnazlık hattı da kırıldı.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kazanan, belki de ilk defaya mahsus, kardeşlik ve barış oldu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.