Şampiy10
Magazin
Gündem

4000 yıllık mühür: Sünnet

Bugün basınımız muhtemelen şike davasıyla yatıp kalkacaktır.

Tek bir satırıyla bile ilgilenmiyorum.

Bugün yaşlı yazarlar gibi yapacağım ve tarihten yeni öğrendiğim birkaç şey aktaracağım.

Neden kurban keseriz ve neden sünnet oluruz?



Kurban ve sünnetin aynı anda insanlığa emredildiğini bilir miydiniz?

Açıkçası ben bilmezdim. Ne tuhaftır ki kurban ve sünnet Müslümanların hayatlarının neredeyse en önemli iki unsuru (var mı aramızda sünnetsiz olan?) ama ne kadar gerilere dayandığını ve aslında aralarında hayati bir bağ olduğunu önceki akşam “Hepsi Hikaye”de (bkz: www.hepsihikaye.com) “Dinler Tarihi Atölyesi”nde öğrendim.

Önce Urfa’ya gidelim. Urfa’da Balıklı Göl etrafında dolaşan herkes Hazreti İbrahim’in mucizevi hikayesini dinlemiştir (araya girmeye kalktığın anda ezberi dağılan ve yeniden başa saran) çocuklardan..

Pekala. Şimdi binlerce yıl öncesine gidelim. Ortada Musevilik dahil hiçbir tek tanrılı din yoktur. Ortadoğu’da yaşayan bir kavim vardır. Habirular. (Arapçası İbranÓ. Ama ) Hayvancılık yaparlar. Sümerlerden, Babillilerden, Akatlardan bir çok kültürel öğe alıp kendi kültürlerini harmanlamış bir kavim. Çok tanrılı bir dine mensupturlar. Sonra üçe düşürürler tanrılarını. Sonra da “sadece Allah vardır” derler.

Tevrat’a göre şöyle olmuş: Mesleği kilden put yapmak olan bir Avram vardır. Avram, mesleğini kayınpederi Jethro’dan öğrenmiştir. Bir gün Avram “bunların hepsi boş, tek bir ilah vardır, o da Allah’tır” der ve put imalatını terk eder. İsmini de Abraham (İbrahim) yapar. İbrahim, ailesini alır, işini ve o zamanlar gelişmiş bir şehir olan Ur’u (şimdiki Irak’ta) terk ederek bir seyahate çıkar. Babil, Harran (Urfa), Kadeş, Şam, Kudüs derken Mısır’a kadar gider. Bir çok şey başına gelmiştir, işte Urfalı çocukların bir nefeste anlattıkları ateşe atılma, sonra ateşin göle, odunların da balığa dönüşme hikâyesi bunlardan biridir.

Yola çıkarken karısı Sara kısırdır. Fakat duaları kabul edilmiş ve bir oğulları olmuştur. Allah, İbrahim’in samimiyetini ölçmek için bu oğlu İshak’ı kurban etmesini ister. Moriad dağında, İbrahim tam oğlunu kurban edecekken gökten bir melek iner ve ona oğlunu kurban etmemesini, yerine bir koç kurban etmesini söyler. İşte Tevrat’ta bu “İbrahim’in Akti” diye geçer. Allah İbrahim’in inancının samimi olduğuna kanaat getirmiştir ve onu İsrailoğullarının şefi yapmıştır, milletlerini de seçilmiş millet yapmıştır, Hazreti İbrahim’in yolculuk yaptığı toprakları da İsrailoğullarına vaat edilmiş (arz-ı mevut) topraklar ilan etmiştir.

Buraya kadar tamam, peki ya sünnet?

İşte bu “aktin” mühürlenmesi gerekiyordur. Nerede? İnsan vücudu üzerinde. Ve Allah, Hazreti İbrahim’e hemen orada sünnet olmasını emreder. İbrahim önce kendini, sonra oğlunu sonra da uşaklarını sünnet eder. İnsanoğlu kendini mühürleyerek akti imzalamıştır.

İşte 4000 yıldır üzerimizde taşıdığımız Allah ve insan arasındaki aktin mührü aslında sünnet.

Kuran’da bu hikaye biraz farklı anlatılıyor. Kuran yorumcuları İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun İshak değil de (adı geçmese de) İsmail olduğunu söylüyor. Halbuki Tevrat’a göre İsmail, İbrahim’in ikinci karısı Hacer’den olma oğlunun adı. Sara, kısır iken, İbrahim’e izin vermiştir, İbrahim cariyesi Hacer ile evlenmiştir ve dünyaya İsmail gelmiştir. Fakat sonra Sara ile Hacer geçinemez, İbrahim nafakasını verip Hacer ile İsmail’i gönderir. Hacer ve oğlu çöllerde acılarından ölmek üzereyken melekler onlara yol ve su gösterir, dahası İsmail için de “çok savaşçı bir ırkın başı olacaktır” derler. İşte İsmail’in de Arapların büyük atası olduğuna inanılıyor.

Şu işe bakın ki her ikisi de İbrahim’den gelen ve her ikisi de “akit”in mührünü taşıyan bu iki kardeşin soyu halen ve halen birbiriyle savaşıyor...

Bu arada Kuran’da sünnet olmakla bir ilgili hiçbir şey yazmadığını biliyor muydunuz?

Yazının devamı...

Kimdir Şeyha Moza?

“Şeyha”yı ismi sanmayın sakın. Şeyh’in karısı veya “dişi şeyh” manasına geliyor. İsmi Moza bint Nasser Al Missned. Yani Nasır Al Missned kızı Moza.

Moza Hanım 1959 doğumlu. Yani 52 yaşında. Babası, şimdiki Emir’in babasının muhalifi imiş. Mısır ve Kuveyt’te uzun zaman sürgünde yaşamışlar. Kızlarının düğünü için gelmişler.

Moza, Katar üniversitesinde sosyoloji eğitimi alırken tanışıyor o zaman veliaht emir olan kocasıyla ve hemen 18 yaşındayken ikinci karısı olarak evleniyor. (Sosyoloji diplomasını 9 sene sonra alıyor)

Diğer Arap ülkelerindeki Emir, Kral eşlerinden farklı olarak oldukça aktif bir kadın. 1995’den beri Katar Eğitim, Bilim ve Toplumsal Kalkınma Vakfı’nın, 2008’den beri gençlere istihdam yaratmayı amaçlayan Silatech vakfının, Arap Demokrasi Vakfının, Aile Konseyinin başkanı, Eğitim Konseyinin başkan yardımcısı ve UNESCO’nn Temel ve Yüksek Eğitim Özel Elçisi. Dahası El Cezire’nin çocuk kanalının da arkasında. Bütün bunlar göstermeliktir diyorsanız o zaman son darbeyi vurayım: Forbes Dergisinin dünyanın en kuvvetli 100 kadını listesi içinde 74. sırada yer alıyor

Geçen senelerde Emine Erdoğan’ın düzenlediği Gazze’ye Özgürlük toplantısı sırasında yakından gördüm. Bir hayli uzun boylu ve çok gösterişli bir kadın. Plastik cerrahların eline bol miktarda kendini teslim etmiş görünüyor. İnsan anında ona odaklanıyor ve başka bir şey görmez oluyor.

Kocasıyla beraber geldiği İstanbul’da giydiği lacivert kıyafetinin modelinde sanırım en az elli ayrı renkte ve kumaşta kıyafeti var. Zira fotoğraflara baktığımda sık sık aynı modeli görüyorum. Tesettürü tartışmalı bu kıyafet kimin tasarımıymış diye baktım ama bulamadım. Hoş ve etkileyici bir model.

Onun dışında çok şık bir kadife pantalon ceket takım içinde, Rus revü güzelivari korkunç bir kürk içinde, yine çok şık ve zarif Channel tarzı dapdarcık pembe bir elbise içinde, bembeyaz gelinvari bir kıyafet kıyafeti içinde de görüyoruz. Zarafet ile rüküşlük arasına gidip geliyor diyelim. Çoğu zaman parıl parıl renklerde. Fakat hepsini aynı kumaştan bir bone tamamlıyor.

Bonesi ilginç aslında. Bildiğimiz tesettür kurallarına göre takmıyor. Saçlar görünüyor, boyun açıkta, çoğu zaman dekolte açıkta. Dekoltesi açıkta değilse bile göğüslerinin tüm şekli ortada. Bonesi ise daima aynı stilde.

Kendi geliştirdiği bir model olduğu muhakkak. Benazir Butto’nun şöyle bir üzerine atıverdiği şalı nasıl onun stili olmuşsa, bone de Moza’nın stili olmuş. Düşününce pratik ve şık. Daha ötesi edilgenliği değil, etkenliği simgeliyor. Hani Bodrum’larda sık gördüğümüz tülbentini yukarı toplamış iş başındaki Hamide Ana’lar. Yeni bir tesettür modeli olarak dikkate almaya değer diye düşünüyorum. Belki bir iki müdahaleyle.



Muhafazakâr bir grupla seyahatin farkları

- Dindar olmayan bir grup molalarını sigara, tuvalet vs ihtiyacı geldikçe verir, muhafazakâr grup ise namaz vaktine göre.

- Dindar olmayan bir grup, kendisinden “çorba parası” isteyen trafik polisine sinir olur, beş dakika giderek çöken ahlak sisteminden dem vurup kafa şişirir, muhafazakâr grup ise bunun da değerini bilir, “yol sadakamızı verdik, Allah ondan razı olsun” der, geçer.

- Dindar olmayan grupta eşler, aralarında gerilim varsa yansıtmaktan çekinmez, bu gerilim yansımasından yola çıkarak kaç yıldır evli olduklarını bile hesaplayabilirsiniz. Muhafazakâr grupta ise eşler birbirlerine “Ekrem Bey”, “Sacide Hanım” diye seslendikleri için kim kimin karısı kocasıydı diye karıştırmak bile mümkün.

- Muhafazakâr bir grupta asla konuşulamayacaklar ve yapılmayacaklar: Kürek çeken zencinin kaslarının ne kadar seksi olduğu, su aygırlarının cinsel hayatının zenginliği, pantolon balığı şeklinde cıvık espriler, suya adam atmak gibi eşek şakaları, “ahhh buz gibi bir bira ne güzel gider” teklifi...

- Dindar olmayan bir grupta yemekler daima beraber yenir, asla ayrı gayrı olmaz, muhafazakâr grupta ise erkekler ve kadınlar ayrı masalarda yiyebilir.

Yazının devamı...

Akıl ve ruh boğucu bir günün hikâyesi

İki gün önce Ahmet Hakan, “Akıl Karıştırıcı Bir Günün Hikâyesi” diyerek gün raporu sunmuş. Pek eğlenceliydi: “Sabah röportaj verdim, öğleden sonra Merkezefendi Camii’ne gittim, Erbakan’ın mezarını ziyaret ettim, oradan köfte yedim, sonra Atiye sokağa geldim, CNN Türk’e röportaj verdim, kitap okudum, Erol Evgin’i izledim...”

Benim gün raporum ise şu:

- 09:00 Telefon faturam on yıl önce boşandığım kocamın soyadıyla geliyor. 6 ay önce nakil ve bilgi güncellemesi için Türk Telekom Gayrettepe şubesine gittim, işlemlerimi yaptım. Ve lakin faturalarım yanlış soyadla gelmeye devam ediyor. TEKRAR Türk Telekom’a gittim. (Gayrettepe. Sonuç: belli değil)

- 11:00 İmza beyannamemi arkadaşlar kaybettiği için notere TEKRAR gidip yenisini çıkardım. (Çağlayan. Sonuç: başarılı)

- 13:00 İki kez değiştirdiğim musluk YİNE bozulduğu için TEKRAR merkez mağazasına gittim. (Çağlayan. Sonuç: Başarılı)

- 15:00 Önceki evimdeki doğalgaz aboneliğimi iptal ettirmiştim ama depozitosunu o an (nedendir bilinmez) geri vermedikleri almaya TEKRAR İGDAŞ’a gittim. (Okmeydanı. Sonuç: Başarısız.)

- 16:00 Üç ay önce Nüfus Müdürlüğüne gitmiş yeni adresimi kaydettirmiştim. Ancak imza beyannamemi çıkartırken fark ettim ki adresim yanlış kaydedilmiş. TEKRAR nüfus müdürlüğüne gittim. (Çırağan. Sonuç: Belli değil)

- 17:00 Banyom ikidir elden geçtiği halde duş hala su sızdırdığı için İbrahim Usta’yı TEKRAR çağırdım. (Sonuç: Başarısız)

- 19:00 IKEA’dan aldığım bir lambanın meğer lazım olan bir başka aparatını almadığım ve kimse de bana bunu demediği için TEKRAR mağazaya gittim. (Ümraniye. Sonuç: Başarısız, o aparattan kalmamış)



Devam etmeyeceğim ama gördüğünüz gibi tüm maddelerin ortak tarafı TEKRAR ediliyor olmaları.

Benimkine de “Akıl ve Ruh Boğucu bir günün hikâyesi” diyelim isterseniz.

Türkiye’de yaşamak BU demek. Bir ömür “düzeltme” ile geçiyor. Olayın vuku bulduğu mahalleleri bilhassa yazdım ki çektiğim çilenin boyutları anlaşılsın diye. Her biri İstanbul’un başka bir yerinde. Gitmesi gelmesi, park yeri bulması, beklemesi saatlerimi alıyor.

Birinci sefer yapmaktan yemin ederim gocunmuyorum. Nefret ediyorum ama yapacaksın mecbur. Fakat sonuç alamayıp yeniden ve yeniden aynı şeyleri yapmak zorunda olmak beni hakikaten çileden çıkartıyor.

Daha evvel de yazmıştım, yeniden yazacağım: “Groundhog Day” filminde yaşıyormuş gibi hissediyorum. (Türkçeye “Bugün Aslında Dündü” diye çevrildi)

Adam (Bill Murray) hava durumu sunucusudur ve her yıl taşrada bir kasabada “Groundhog” dedikleri bir dağsıçanı için yapılan zırva bir şenliği çekmek için gider. Groundhog oraya özgü bir kemirgendir ve yuvasından sağa doğru çıkarsa kış sert geçecektir, sola doğru çıkarsa yumuşak geçecektir (veya buna benzer bir şey) diye bir inanç var. Adam her yıl bu şenliği çekmekten bıkmıştır, bıkkınlığını da belli etmekten çekinmez.

Fakat oraya gidince çok acayip bir şey olur. Yayından sonra kar yağar, yollar tıkanır ve ekip kasabada kalmak zorunda kalır. Ve ondan sonra adamımız her sabah aynı güne uyanmaya başlar ama ondan başka kimse bunun farkında değildir. Herkes için yeni bir gündür.

Adamımız önce eğlenir fakat bu durum günlerce tekrar edince sonsuz bir döngüyle lanetlendiğini anlar...

Hah işte ben de aynen o hava durumu sunucusu gibi lanetlendiğimi düşünüyorum.

Her sabah aynı güne uyanıyorum. Telekoma dün gitmiş olmam hiç önemli değil bugün de gideceğimdir. Musluğu dün tamir ettirmiş olmam hiç önemli değil bugün de tamir ettireceğimdir. Adresimi dün kaydettirmiş olmam hiç önemli değil, bugün de kaydettireceğimdir.

Bunlar Ahmet Hakanların falan hiç mi başına gelmez de rahat rahat kitap okurlar, dostlarla buluşup camii ve mezarlık ziyaret edip köfte yerler falan şiddetle merak ediyorum.

Bir ben miyim her sabah aynı güne uyanan? Şu basın dünyasına bir ben miyim lanetli kardeşim? Onlar zihinlerini açsınlar, ufuklarını genişletsinler, bense durmadan aynı daireleri, aynı mağazaları ziyaret edeyim, aynı otoparkçıyla otopark parası pazarlığı yapayım, trafikte sinir krizi geçireyim..

Olacak iş değil!... Kıskandığım tek şey varsa budur: Aynı işi yeniden ve yeniden yapmak zorunda olmayan, işleri tıkır tıkır yürüyen insanlar. Yetti gari..

Yazının devamı...

Salata aşk gibidir, hırpalanmaya gelmez

“Salata kadınları”ndan olmasam da (bkz: sadece salatayla beslenen dişicanlar) salata yapmayı çok seviyorum.

Nereden çıktı bu salata meselesi derseniz... Son bir ayda, ruhum geride kala kala, o kadar çok dolaştım ki (Van, Atina, Ermenistan, Uganda), bünyeye o kadar yabancı gıda girdi ki hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmem gerekiyor. Bu nedenle yaz sonunda katıldığım Hale Sofia Schatz’ın arınma programına girdim yine. Vücut taze yeşillik istiyor. Adeta inliyor. Meşhur salatalarıma döndüm.

Maydanozları, naneleri, dereotlarını, marulları ayıklayıp yıkarken şunu düşündüm: Salata “aşk” gibi bir şey aslında. Elindeki malzemeyle nefis bir ziyafet de çekebilirsin.. Ya da her şeyi piç edebilirsin.



- Salata aşk gibidir, iyi malzeme lazım!

Bir kere her şey malzeme ile başlar. Alt tarafı ot dersin ama öyle değil. İyi bir maydanoz (onun da çeşitleri var, İtalyanı, düzü, kıvırcığı, Afroditi..) iyi bir marul (ki onun da çeşitleri var: kıvırcığı, uzunu, çini) iyi bir dereotunu bulmak için tüm pazarı dolaşmak gerek. Her tarlanın nasıl suyu ayrıysa, marulu da ayrıdır. Öyle her malzemeden iyi bir salata çıkmasını bekleme. Nasıl ki ruh hastalarından, sözünden durmayanlardan, içi geçmişlerden sevgili, hele hele koca hiç olmuyorsa katur kutur maydanozlardan, pörsümüş marullardan, kararmış nanelerden de salata olmaz..

- Salata aşk gibidir bekletmeye gelmez!

Elinde en iyi malzeme olsun kaç yazar! Salata tahmin ettiğinden narindir. Bir günün, iki günün ne önemi var diyemezsin! Ne buzdolabında ne masada bekletmeye gelmez. Gelmen gereken günde gelmen gerektiği gibi yemen gereken dakikada da yemen gerek salatayı! Nasıl buzdolabında iki gün beklemiş malzemeyle salata olmaz, olsa olsa “ot çöpü” olursa, “bu gün gelmesem olur mu”, “yarın yapsak olur mu”, “lütfen bana 15 gün müsaade et” dediğin zaman da olan aşk değil “ilişki çöpü” olur.

- Salata aşk gibidir, çeşnisi bol olacak!

Öyle bir marul, iki domatesle karşıma çıkmayın sakın! Salata dediğin bir yeşillik şölenidir. Maydanozu, dereotu, nanesi, teresi, turbu, hem kıvırcığı hem uzunu olmak üzere iki çeşit marulu ve tabii ki taze soğanıyla bütün tarla önümde olacak. İş ve arkadaş dedikodusu dışında bir şey anlatmayan adam (veya kadın) işte marul ve domates ikilisi gibidir. İneklere veriniz.

- Salata aşk gibidir, doğramaya gelmez!

Salatayı bıçakla hazırlayanı bıçakla kovalarım! Bıçak değmeyecek marula olsun maydanoza olsun, dereotuna olsun. Hepsi nazik nazik elle koparılacak. Bıçak salatanın kavgasıdır. Marula bıçak değdi mi acı suyunu bırakır. Nereden kopmak istiyorsa oradan kopsun, bıçak zoruyla değil. Nasıl salata malzemesine bıçak değmezse aşka da sorgu girmez. “O kimdi?” “Neredeydin?” “Cebin niye kapalıydı?” “Niye onunla buluştun?” “Eski aşkını unutamadın di mi?” “Aklına bile gelmedim di mi?” diyerek o aşkı bıçaklayıp lime lime etmeyeceksin. Marul gibi insan da acı suyunu bırakıverir.

- Salata aşk gibidir, her şey sosa bakar

Nasıl ilgi alakasız aşk olmazsa salata da sossuz olmaz. Zeytinyağı limon salatanın nesiyse ilgi alaka da aşkın osudur. Koymazsan salata salata olmaz. Ama çok da koymayacaksın. O canım marul yapraklarını yağda yüzdürmeyeceksin. Hatta bir fısfıs ile vereceksin yağı da limonu da. Yoksa salata “söner”. Sönmüş salatayı inekler bile yemez. Hele hele o mayonezli, ketçaplı ağır (ve bana sorarsanız korkunç) soslar pahalı hediye gibidir. Yaprakların üzerine mümkün olduğunca hafif şeyler dökeceksin. Ağır sos minnet borcu gibidir. Yaprak sos altında, aşk minnet altında ezilmeyecek.

- Salata aşk gibidir, ekşiyi dikkatli kullanacaksın

Salatadaki soğan, sirke, hardal, nar ekşisi aşktaki kıskançlık, küslük gibidir. Azı salatayı uçurabilir. Ama abartılırsa ve büyük parçalar halinde olursa ağızda (ve ruhta) bıraktığı koku da tat da fena olur. Mideyi ekşitir, bünyeyi kasar, bıktırır. Tehlikeli malzemelerdir, dikkatli olmak ger

- Salata aşk gibidir, fazla karıştırmaya gelmez

Öyle elinde iki kaşık ha babam malzemeyi döndürmeye kalkarsan salatayı öldürmüş olursun. Malzemeyi daha başında bir ondan bu bundan karışık doğrayacaksın ki sonradan karıştırmak zorunda kalma. Hırpalanmış salata kurcalanmış aşk gibidir. Söner.

Yazının devamı...

Balayına Uganda’ya gidin!

Şaka yapıyorum sanıyorsunuz di mi? Ama yapmıyorum.

Bugün pazar, millet bol bol “tatlı hayat” tavsiyelerinde bulunacaktır bense “acı hayat” öneriyorum.

İddiam şu: Balayını Uganda’da geçirip sağlam kalan çiftler ömürlerinin sonuna kadar birbirlerine aşkla bağlı kalırlar.

Öyle bir ülke ki hem dünyanın en muhteşem güzelliklerine sahip hem de en büyük zorluklarına.

Nil’de rafting yaptık mesela. Gördüğüm anda aşık oldum ben bu nehre. Atladım yüzdüm. Sıcacık bir su. İçinde her şey var.. Timsahından alüvyonuna.. Bütün dünya Nil’de akıyor sanki. Oradan ayrılmak istemedim.

Sonra safariye çıktık. (Safari kelimesinin “sefer”den geldiğini biliyor muydunuz?) Allahım! Dünyanın en güzel hayvanları yanı başımda! Zürafalar, telli turnalar, filler, aslanlar.. Hele o suaygırları yok mu, her biri Botero tablosundan fırlamış gibi.. Bayıldım bayıldım.. (Küçük bir sahne:. Bu tombul hayvanlar, normalde gündüzleri suyun içinde miskin miskin yatıyorlar. Fakat bizim tekne yakınlarındayken, aşka geldiler ve bir anda hepsi ayaklanıp sahilde koşmaya başladılar. Böyle bildiğin sahilde aşk koşusu.. Allahım o 4 tonluk, her tarafları yuvarlak hayvanların koşması nasıl tatlı, nasıl şeker bir sahneydi anlatamam..

Bu arada hayvanlar aleminin padişahı da suaygırı ha! Bir erkeğe en az on dişi! Haremdeki nüfus 40’a kadar çıkabiliyormuş iyi mi! Başka erekek dadandı mı hareme ölümüne kavga ediyorlar. Sağ kalan hareme konuyor!)

Ama işte hayat da bir o kadar zor bu ülkede. Elektrik var yok, su var yok, yolla şehir içinde berbat, insanlar fakir, toplu ulaşım tam bir kabus..

Hadi balayına daha konforlu bir yere gidin ama en azından evlenmeden önce bir “test drive” için Uganda’ya gidin derim. İlişkiniz bozulmazsa dünyanın en sıkı çifti olursunuz. Çocuklarınıza anlatacak ilginç bir şeyiniz olur hem. Sıkıcı anne baba kadar sıkıcı ne olabilir dünyada...

İyi pazarlar...



Kısa kısa Uganda

- Ugandalılar çok uzun değillerse de o kadar inceler ki ister istemez uzun da görünüyorlar. Bu da onları Amerika köle olarak götürülmekten korumuş. İri yarı Sudan ve Nijeryalılar tercih edilmiş.

- Hal böyle olunca Uganda’da makbul olan “şişmanlık”! İki sebepten dolayı: 1) Zengin gösteriyor 2) Afrika Kıtası’da yaygın olan AIDS burada da yaygın ve en önemli belirtisi bildiğiniz gibi zayıflık. O nedenle şişmanlık “AIDS değilim” manasına geldiği için makbul.

- Kadınlar bebelerini bellerinde taşıyor. Her bel oyuğunda bir bebe. Vücutları bez içinde başları dışarıda mışıl mışıl uyuyorlar.

- Elektrik ve su problemli. Elektrik bir varsa, üç yok. Ne zaman olup ne zaman olmayacağı da belli değil. Otellerde jenaratör var pek tabii ama sokaklar ve evler mum ışığına mahkum. Su da aynı şekilde. Elektrikler kesilince o da kesiliyır. Şehirlerde şebeke var, taşrada kuyudan gidip çekiyorlar. Su cidden çok kıymetli bir şey. (Bu kadar yağmur yağan bir yerde susuzluk inanılacak gibi değil)

- Kola (elbette ki) gelmiş ama diyet kola gelmemiş. Pek kimsenin de ihtiyacı yok diyet kola içmeye zaten. Garson kız muhtemelen ilk defa benden duydu “layt kola” diye bir şey.

- Toprağı kıpkırmızı. Hayatımda gördüğüm en kırmızı toprak. Yeşillikler, kırmızının üzerinde daha çarpıcı görünüyor. Tek dezavantajı giysi ve ayakkabılarda çok nefis ve maalesef kalıcı lekeler bırakıyor. (bkz: Uganda hatırası)

- O kırmızı topraktan kendi tuğlalarını kendileri yapıyorlar. Yani bir Ugandalı, evini yapmadan önce tuğlasını yapıyor. Evinin önünde çamurunu yapıyor, kalıplara döküyor, açık havada biraz kurutuyor, sonra fırınlıyor. Sonra çatısı için saz topluyor, gidip bir kapı alıyor, zaten pencere diye bir dert yok, al sana ev. Tuğla yapacak kadar gelişmemiş kabileler ise dallardan basit bir kulübe iskeleti yapıp toprakla sıvıyor. Her yağmurda o evler eriyor, yeniden yapılıyor.

- İnsanları gibi evcil hayvanları da kavruk. Keçiler orta boy köpek kadar, ineklerin boynuzları inanılmaz büyük ama kendileri irice bir dana kadar. Tavuklar fena değil.

- Buna karşın yaban hayatı aşırı gelişmiş. Kaktüsler çınar ağacı kadar, filler en küçüğü 6 ton, su aygırları 3 ton, zürafalar 5 buçuk metre, pitonlar 7 buçuk metre. İnsan dışında her şey çılgınca gelişmiş.

- Çekirgeleri toplayıp kanatlarını yolup soğanlı domatesli biberli bir tencere yemeği yapıyorlar. (Hayır yemedim..)

- Kanatlı bir karınca var onu da canlı canlı çerez niyetine yiyorlar. (Hayır onu da yemedim)

- Son iki madde içinizi kaldırmış olabilir o nedenle olumlu bir notla bitiriyorum: Ugandalılar, devrik diktatörleri İdi Amin’in yaydığı ünün aksine son derece barışçıl insanlar. Bırak yamyamlığı kavga bile etmiyorlar. En sinirli halleri bizim sohbet ederkenki “coşkulu” halimize benziyor. İki araba çarpışıyor, “sorry” deniyor ve mesele halloluyor.

Yazının devamı...

Uganda’daki Türkiye

Dört beş gündür Uganda’dayım. Gülen Hareketi okullarını yakından görmek için. Ekip arkadaşlarım çeneye dalıp uçağı kaçırdıkları için tek başınayım. Böyle olunca da “kıymetli bir emanet” şeklinde, neredeyse baş üstünde gezdiriliyorum. Bu da aslında daha iyi oldu. Bu sayede buradaki Türk okullarında çalışan öğretmenlerin, müdürlerin ailelerini tanıdım, evlerine girebildim, gazeteci soğukluğunda değil de Erzurum’dan/Manisa’dan gelmiş bir akraba samimiyetinde gerçekleşti bütün “temas”lar.

Uganda’da 160 Türk yaşıyor, bunların ezici çoğunluğu Türk okullarının personeli ve aileleri. 1995’den beri buradalar. Türk elçiliği daha bir buçuk yıl önce açılmış. Şunu anladım ki Gülenciler sadece okul yönetmiyor. Her yıl, Türk veya Ugandalı bin işadamını, bürokratı, öğrenciyi, öğretmeni buralara getiriyor veya Türkiye’ye götürüyor. İş yapılsın, yatırımı Türkler yapsın, bir şekilde Türkiye’ye bir faydaları olsun diye. Elçilik açılana kadar gayrı resmi temsilci gibi çalışmışlar. Şimdi de elçilikle beraber birçok girişim ve projeyi yürütüyorlar.

Doğrusunu isterseniz hiç öyle bir elleri yağda bir elleri balda değil. Bir adanmışlık istiyor buralarda olmak. Bildiğiniz çile çekiyorlar. Elektrik bir var iki yok, su bir akıyor üç akmıyor, lojmanlar “idare eder”in bir tık altında, memleket uzak, geçen seneye kadar direkt uçuş bile yok, ama şimdi de biletler pahalı, yollar hakikaten felaket, sokaklar çamur deryası, evet doğa çok güzel ama şehirler ciddi anlamda dökük, ortam hijyenik olmaktan fersah fersah uzakta... Ve onlar hiç gocunmadan, büyük bir diğerkamlıkla burada yaşıyorlar, bebelerini burada doğuruyor, burada okutuyor, buradaki hastanelere gidiyor ve şikâyet de etmemeye çalışıyorlar. Sakin, sabırlı, bir daha memlekete dönüp dönmeyeceklerini hiç bilmeden (ve de galiba umut da etmeden), hayatlarını devam ettiriyorlar. Burada dolmalar, pideler, kadayıflar yaparak mini bir Türkiye yaşatıyorlar. (bkz: Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan iyi geceler Türkiye!)

Şunu demek istiyorum: Bu insanları, bu kadar zorluğa rağmen buralarda kalmaya, Türkiye (ve tabii ki Müslümanlık) adına bir şeyler yapmaya ve milyonlara insanı da destek vermeye ikna eden şeyin ne olduğunu anlamak gerek. Bir iki ideolojik sloganla açıklanacak bir şey değil. Ben de anlamaya çalışıyorum.



Uganda hakkında kısa kısa

- Hamsisi olmayan bir Karadeniz: Benzetmeyi bir Türk yapmış. (Muhtemelen Trabzonlu. Ama Karadeniz’den artısı, güzelim yaylalara dikilmiş sekiz katlı iğrenç apartmanları yok) Gözünüzün önüne kurak savanlar gelmesin. Aksine yemyeşil bir ülke Uganda. Her yerden bir ağaç, bir çalı, bir ot fışkırıyor. Yer gök meyve. Ananas, papaya, mango, batılının “tutku meyvesi” dediği passion fruit...

- Fakat meyveler içinde en acayibi Jack Fruit! Ağaçta yetişen kocaman bir meyve. En küçüğü 3 kilo. Olgunları 15 kiloya kadar çıkıyormuş. Yani ağaçta karpuz gibi bir şey! (Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında mı vardı bu “ağaçta karpuz niye yok?” sorunsalı?) Fakat koca meyvenin (Jack Fruit’den söz ediyorum) sadece çekirdeğinin etrafındaki zarı yeniyor. Geri kalanı yapış yapış iğrenç bir yığın. Ama yenen kısmı çok lezzetli.

- 35 ayrı dil konuşuluyor. Neredeyse her kabilenin kendine ait bir dili var. O nedenle resmi dil (ülkenin daha önce İngiliz sömürgesi olmasının da etkisiyle) İngilizce. Ülke, birbiriyle anlaşmak için İngilizce konuşuyor. Ama Uganda İngilizcesine alışmak biraz zaman istiyor.

- Hiç kimse sigara içmiyor! Ülke, tütün ürettiği ve bir sigara fabrikasına sahip olduğu halde sigara alışkanlığı sıfıra yakın. İnanılması güç ama sigara alışkanlığı bu topraklara girmemiş. Nasıl olmuş da olmuş kimse anlamıyor. (Ben bile bu sayede dört gündür içmiyorum)

- Yaz yok, kış yok. Hep ilkbahar! Rüya gibi ama gerçek. Yağmurun çok yağdığı, yağmurun az yağdığı mevsim var sadece. Sıcaklık neredeyse hiç değişmiyor. Gündüzleri 20-28, geceleri 18-24. Yani yıl boyunca ne sobaya ne klimaya ihtiyaç var. Ekvatora çok yakın olduğu için yılın her günü 12 saat gece, 12 saat gündüz. Yıl boyunca güneşin doğma ve batma vakitleri sadece 25 dakika değişiyor.

Yazının devamı...

Uganda’da Ege Zeybeği, Karadeniz horonu

Size bu yazıyı Nil nehri kenarından yazıyorum... Tam da Victoria Gölü’nden çıkıp bir pınarla birleşip başladığı noktada. Muazzam bir kütle su, içinden geçeceği ülkeleri besleye besleye, kuzeye doğru ağır ağır ilerlemekte. Önce Kyoga Gölüne dökülecek. Kyoga’dan çıkıp sonra Albert Gölüne dökülecek. Ondan sonra da bir daha göllere karışmadan Mısır’a devam edecek. Tam bu noktadan attığın bir cisim üç ay sonra Akdeniz’e ulaşıyormuş. Böyle muazzam bir nehir Nil...



Uganda’dayım... Neredeyse son dakika gelen bir davetle kendimi Doğu Afrika’nın bu fakirler fakiri ama yemyeşil ülkesinde buldum... Ekip arkadaşlarım Erkam Aytav, Aydın Engin ve Yavuz Oğhan olacaktı... Ama THY’nin lounge’unda lafa dalıp uçağı kaçırdıkları için Entebbe havaalanına tek başıma indim. (Bu da başıma ilk defa geliyor...)

Kara Afrika’ya ilk defa ayak basıyorum. 300 bin insanın canını alan ve ülkenin adını haksız yere “yamyamlar ülkesi”ne çıkaran kanlı diktatörleri İdi Amin dışında, hakkında hiç bir şey bilmediğim bu ülkedeyim...

Beni Uganda’ya davet eden “Gülen Hareketi”. Uganda’da açtıkları iki Türk Okulu var. Durumu zor bir öğrenciye (hatırlayın Fatma’nın kızı) burs ve kalacak yer ayarlamaya çalışırken Gülencilerle de bir iletişimim olmuştu. Oradan tanışıklığımızla davet edildim.

Gülen Hareketi’nin okullarıyla tanışmam yeni değil. 1998 yılında Ahmet Utlu’nun ekibindeyken ben, Orta Asya’da belgesel çekerken, o zaman da cemaatin okullarında kalmıştık. Üç ay süren yolculuğumuzun hemen hemen yarısında okullarda misafir edilmiştik, “teşekkür” dışında bir karşılık almamışlardı.

Türk Işık Akademisi ismini verdikleri liseleri, Uganda’nın başkent Kampala’nın az biraz dışında, Victoria Gölü’nin kenarında, huzurlu bir köşede. Öğrencilerin yüzde 70’i Hıristiyan, yüzde 30’u Müslüman. Zaten ülkenin genel Hıristiyan Müslüman dağılımı da aynen böyle. Müfredat Uganda eğitim sisteminin müfredatı. Türkçe dersleri yabancı dil olarak veriliyor. Sıra din dersine gelince Hıristiyanlar kendi hocalarından, Müslümanlar kendi hocalarından derslerini alıyor. İslamlaştırma çabası, Müslümanlığı empoze etmek gibi bir eğilim, çaba hatta niyet bile yok. Bunun altını çize çize söylüyorlar.

“Niçin buradasınız?” diye soruyorum eşi ve iki küçük çocuğuyla buraya yerleşmiş olan Uganda Okulları Genel Koordinatörü Ejder Kılıç beye... “Allahın rızasını kazanmak için...” diyor. “İnsanlığa hizmet etmek için... Dünyaya iyi, ahlaklı insanlar kazandırmak için.”

“Gizli acenda?” diyorum, yorgun yorgun gülümsüyor..

Gülen Hareketi okulları din, ırk, sınıf, mezhep ayrımı yapmıyor. Öğrencilerin yüzde 70’i ücretli okuyor, yüzde otuzu tam veya yarı burslu. “Maksat iyi insan yetiştirmek. Tek esasımız bu. Ahlaklı, namuslu ülkesine ve dünyaya faydalı işler yapabilecek insanlar yetiştirmek dışında bir acendamız hakikaten yok. Bunu yaparken Türk kültürünü tanıtmak ve Türkçeyi dünya dili yapmak istiyoruz. Öyle olmasa katolik, protestan, şaafi, vahabi, Anglikan her mezhepten öğrenciye niye kucak açalım ki. Zaten amaç İslamı yaymak olsa Ugandasından Brezilyasına, Rusyasına okul açtırmazlar..”

Okulda öğrenciler bana mini bir gösteri yapıyor. Dört öğrenci Rize horonu, dört öğrenci de Ege Zeybeği oynuyor. Gülüyorum. Kapkara siyah delikanlıların üzerinde horon ve zeybek kostümleri görmek tuhaf bir hisse kaptırıyor insanı.

Yazının devamı...

Fakirlik sanatın düşmanı değilmiş

Ermenistan’da beni en çok ne etkiledi derseniz..

Sanat oldu derim.

Evet fakir bir ülke, evet etrafları “düşman”la çevrili, evet ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar biraz ama sanat tüm gücüyle devam ediyor.

Daha önceki yıllarda Contemporary Art İstanbul’da da dikkatimi çekmişti. Beni en çok çarpan işler Gürcistan ve Ermenistan’dan gelen işlerdi. Contemporary Art İstanbul’da gördüğüm Daron Mouradian tekrar Erivan’da kaşıma çıkınca çok mutlu oldum. (daronmouradian.com)

Fakat Hürriyet’ten arkadaşımız Serhan Sedig sayesinde Sergey Parajanov ile tanıştım. Kendisiyle değil tabii, zira hayatta değil ama hayatta olsaydı ne yapar eder kendisini bulurdum herhalde.

Sergey Parajanov esasen bir film yönetmeni. Hayatı tam bir dram. İlk karısı müslüman bir Tatar. Evlendikten bir hafta sonra kızın ailesi sen nasıl bir Hıristiyan’la evlenirsin diye kızcağızı tren altına atmak suretiyle öldürüyorlar. Sonrası buna benzer devam ediyor. Çok yaratıcı olmasına rağmen Sovyetler Birliği sırasında şu ya da bu nedenle çok az film çekmesine müsaade ediyorlar. Fransa Cannes’de “Bana tek yön bilet lazım” esprisini yaptığı için hapse atıyorlar. Tam ON yıl! Bu cümle yüzünden tam on yıl hapiste yatıyor!

Bu adamcağız aynı zamanda bir sanatçı. Beş parasız ve imkânsızlıklar içinde de olduğu için işlerini çer çöpten yapıyor. Kırılmış vazolar, porselen tabaklar, bebekler, bulaşık teli, şişe tıpası, midye kabuğu, saç tokası, süt şişesinin alüminyum kapağı.. Fakat nasıl canlı, nasıl kıpır kıpır işler! Aradan 30-40 yıl geçmiş ama hâlâ çağdaş, yaratıcı, zeki... Dedim işte bu adam olduğu için Mouradian’lar da çıkıyor..

Parajanov hapisten çıktıktan sonra devlet ona bir hem müze hem ev olarak kullanabileceği bir bina veriyor. Yazık ki binaya ne yerleşebiliyor ne de kendi işlerinin müze olduğunu görebiliyor zira hapiste başlayan akciğer kanseri onu kısa sürede yiyip bitiriyor. Geriye onsuz bir müze kalıyor. Yolunuz Erivan’a düşerse ve sanata merkalıysanız Parajanov müzesine mutlaka gidin.

Uçağa binmeden önce de Cafesjiyan Sanat Merkezi’nde bir konsere gittik. 16 yaşında bir çocuk kanun çalıyordu! Aman Allah’ım nasıl başarılı! Kanuna piyano eşlik ediyor. Nasıl güzel bir caz klasik müzik konseri izledik anlatamam!

Dedim ki kendi kendime Armani’ler, Gucci’ler gelince bir yer gelişmiş olmuyor. Bunlar olunca oluyor. Fakirliğin bu yönlerini bozmamasına çok mutlu oldum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.