Mevzideki kameralar
.
Vatan Haber
“Her şeyi yayınlamak herhalde şart değil. Bu terör örgütüne hizmet ediyor arkadaşlar, onların propagandasını yapıyor.”
Başbakan Erdoğan,
13 şehidin verildiği çatışma sonrası, Diyarbakır Silvan Dolapdere yakınlarındaki mevzinin görüntülerinin yayınlanmasına bu sözlerle tepki gösterdi.
“Bu benim terör konusundaki serzenişim, biz hâlâ medyadan beklediğimiz desteği bulamadık” diyen Erdoğan haklı.
Haklı çünkü; yarısı yenmiş somun ekmek, daha açılmamış konserve, şehitlerden birinin cep telefonu, kömüre dönmüş hücum yeleği, yeleğin cebinden çıkan Mehmetçik’in yavuklusunun kenarları yanmış fotoğrafı...
Bütün bunları gördük biz, o kanlı pusudan geriye kalan.
Başbakan siteminde, tepkisinde haklı.
Haklı da; asıl soru şu değil mi: Haberciler o noktaya nasıl ulaştı? Nasıl girdiler o mevziye?
Bizim zamanımızda böyle değildi.
Çatışma bölgesine, ancak askeri yetkililer izin verdiğinde ve onların nezaretinde gidebilirdik. Hatta Ankara’dan, ‘basın turu’ düzenlenirdi.
Bakın bu sefer nasıl oldu...
Çatışmanın ertesi günü, bir Cumhuriyet Savcısı gitti olay yerine. Askeri yetkililerle birlikte incelemesini tamamladı. Üzerinde kriminal inceleme yapılacak malzemeler çuvallara doldurulup yüklendi katırlara, dağdan indirildi. Akşam saatlerinde Silvan’a getirildi çuvallar.
Savcı ve bölgedeki rütbeli personelin dağda
inceleme yaptığı o gün ve gece, köyden mevzi yönüne gidiş yasaktı.
Ertesi sabah, aralarında İHD ve Mazlum Der’in de bulunduğu sivil toplum örgütlerinin temsilcileri geldi Dolapdere‘ye. Köylülerle konuştular ve ardından 10-15 kişilik bir grup çatışmanın yaşandığı noktaya yöneldi.
Asker, jandarma; kimse kalmamıştı dağ yolunda. “Nereye gidiyorsunuz?” diyecek tek bir yetkili yoktu.
İki televizyon muhabiri ve kameramanları da katıldı gruba ve - tabiri caiz ise - ellerini kollarını sallayarak ulaştılar hala dumanların tüttüğü tepeye.
13 askerin şehit düşmesinin üzerinden sadece 36 saat geçmişti ve o kanlı mevzide, 13 hayattan geriye kalanlar ekranda, karşımızdaydı.
Haber patlayınca, diğer gazeteciler de akın etti aynı noktaya. Sonra... Gün boyu televizyon ekranlarını, (ertesi gün de gazete sayfalarını) doldurdu, şehitlerin kan izlerini taşıyan yanmış yiyecekler, üniforma parçaları, mermiler, kapsüller, fotoğraflar...
Tüyleri diken diken oldu izleyenlerin. Yürekler daha da bir burkuldu, içimiz karardı kömür karası görüntülerle.
Haberci refleksiyle görevini yaptı meslektaşlarımız. Onlara sözüm yok. Ama ilk kez oluyordu böylesi. Basın, ilk kez sorgusuz sualsiz, kontrolsüz, denetimsiz giriyordu istediği yere.
Sonra...
Sonra, tekrar geldi jandarma köye.
Dağ yolunu tekrar kesti. Bölgeye girişi tekrar yasakladı. Askerler, silah arkadaşlarından geriye kalanları topladı mevziden. Çuvallara dolduruldu, katır sırtında köye indirildi son kanlı anılar.
Ve haberciler, “13 şehidin verildiği mevzide, çatışmadan geriye kalan bütün malzemeler toplandı, bölge temizlendi” haberini geçti Dolapdere’den.
Ve biz o haberi de izledik...
Çiçek gibi tayin!
Albay Dursun Çiçek 16 aydır tutuklu. İstanbul Hasdal’da.
Eşi bankacı. Ziraat Bankası’nda şube müdürü. Ankara’da.
Gülşen Çiçek, kızları (aynı zamanda Dursun Çiçek’in avukatı İrem Çiçek ile birlikte) ziyaretler, duruşmalar için İstanbul ile Ankara arasında mekik dokuyor bir yıl dört aydır.
Diğer subaylar gibi, tutuklanınca, Albay Çiçek’in maaşı da yarıya düştü. İstanbul ve Silivri seyahat masrafları, Çiçek ailesini ekonomik sıkıntıya soktu. Gülşen Çiçek, İstanbul’a tayinini istedi.
Ziraat Bankası da “Tamam” dedi.
Gülşen Çiçek’in tayini Hanak Şubesi’ne çıktı.
Hanak, Ardahan’ın şirin bir ilçesi ! Gürcistan sınırında.
Hasdal Askeri Cezaevi İstanbul’un Kağıthane İlçesi’nde. Ve Kağıthane ile Hanak arasındaki mesafe, (Google’a göre) bin 433 kilometre.
Daha uzak hangi şube olabilirdi diye baktım. Tiflis, Erbil ya da Bağdat şubeleri var Ziraat’ın.
İşin esprisi bir yana...
Albay Çiçek suçludur, değildir ayrı... Ama ortada insani bir durum var. Eşi yargılanan bir insan, “Mağdur oluyorum” diyor. Başına gelen de bu.
Gülşen Çiçek şimdi, Ekim ayında, emekli olacakmış. Ekonomik olarak büyük kayba uğrayacağından, emekliliği istemiyormuş ama mecburen olacakmış.
Ziraat Bankası yetkililerine sordum. Özetle, “Bizde yazılı olmayan bir kural vardır, bir teamül... 30 yılını dolduran personeli emekliliğe zorlamak için bu tür tayinler yapılır. Buradaki amaç, arkadan gelen genç personelin önünü açmaktır” dediler.
Yani yapılanın, Gülşen Çiçek’e özel bir uygulama olmadığını, personelin eşinin Dursun Çiçek olmasının ise konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığını söylediler.
Bilemiyorum... Öyle dediler...