Genelkurmay bakanlığa bağlandığında
.
Ne zaman olur bilmiyorum ama kısa ile orta vade arasında gerçekleşecek; Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı‘na bağlanacak. Görünen o...
Askerlerin kahir ekseriyeti ‘yanlış’ buluyor bu adımı. “Genelkurmay’ın bakanlığa bağlanması, kışlaya siyasetin girmesi anlamına gelir” diyor çoğu.
Öyle midir, değil midir, yaşayarak göreceğiz.
Bugünkü konumuz başka...
Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığında, eğer askerin içinden bazıları - münferiden de olsa - yine arada sırada;
- her yere kontrolsüz şekilde mayın döşerse,
- silahını bırakıp cepheden kaçarsa,
- düşman diye kendi askerini vurursa,
- erinin eline pimi çekilmiş el bombasını verirse,
- emir - komuta zincirinde zafiyet oluşursa,
- maksadını aşarak bazı durumlardan vazife çıkarmaya kalkışırsa,
- kendi içindeki konuşmalarının kaydedilip internet sitelerine servis edilmesinin önüne geçemezse...
ve bu liste daha birçok başlıkla uzayıp giderse,
o zaman kimden hesap sorulacak?
O güne kadar olduğu gibi yine (duruma göre) tim, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, kolordu ya da ordu komutanından mı, yoksa bakanlığın sivil bürokratlarından mı?
Ve tabii...
Bu gibi durumlarda atılan manşetlerin hedefi, yine askeri personel mi olacak, yoksa askerin bağlı bulunduğu, yani nihai sorumluluk makamındaki Milli Savunma Bakanı ve dolayısıyla hükümet mi?
Merak ettiğim nokta budur.
Ha eğer, “Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığında bu tür hatalar, yanlışlar, yamukluklar hiç olmayacak” diyorsanız, o başka tabii...
Bir sıkıntım var
Bizim sektörde, köşe yazarlarının bir bölümü habercilik yapar, bir kısmı yorumculuk. Bazılarımız da ikisini bir arada... Haber artı yorum. (Olması gereken de budur bence.)
Bir de, sırf diğer meslektaşlar ya da farklı sektörlerin tanınmışlarıyla girdikleri (daha doğrusu yarattıkları) tartışmalarla ayakta durabilenler var malum.
Bu kesim, hem Türkiye hem de dünyada, edebiyat, sanat ve medya alemlerinde hep mevcuttur. Fakat bizde son yıllarda, ‘evrim‘ geçirdi.
Okuyanın / izleyenin faydalandığı, içinde zeka pırıltısı, öğreticilik, espri bulunan, fikir bazında tartışmaların kendince bir rengi, bir kokusu, bir lezzeti vardır. Daha doğrusu vardı...
Bugünkü ‘Lut Gölü seviyesi‘nde değildi yazarların, sanatçıların, gazetecilerin itişmeleri, atışmaları.
Bizim güncel ‘geçer akçe’ler (!); fikir üretmezler, okuyana / izleyene bir ufuk açtıkları vaki değildir. 200 kelimeden fazlasıyla konuşmaz, 300 sözcükten fazlasıyla yazmazlar. Sağlıklı bir analize imza atmalarının haber niteliği vardır; senede ancak bir - iki kez rastlanır bu duruma.
Bu tür ‘büyük Türk düşünürleri (!)‘ sürekli birilerini karalar, sürekli bağırarak konuşur / yazar, sürekli birilerini tahrik eder, sürekli birilerini ringe çekmeye çalışırlar.
‘Ucuz‘ olduğundan, ‘müşteri‘si de boldur bu tarzın. İlgi çeker. Okunur, izlenir. Ama bir süre için. Ömrü pek uzun değildir. Son kullanma tarihi yakındır.
Evrensel ‘haber‘cilik kaidelerinden ‘bihaber‘ olduklarından, ne ‘teyid‘ gibi bir kaygıları vardır bu arkadaşların, ne ‘cevap hakkına saygı‘ gibi bir düsturları.
‘Haberci‘ değil, ‘konjonktürel misyoner‘dirler genelde.
Çok cesurdurlar. Ama ‘cahil cesareti‘dir çoğununki.
Bu ‘familya‘, başkaları üzerinden ve tabii polemiklerden beslenir.
Bir başka canlının sırtından yaşayanlara ne denir biliyorsunuz.
Popülasyonu biz haber ve yorumculardan fazla değildir aslında ama bu türün çıkardığı gürültü hepimizin sesini bastırır.
Son dönemde ‘twitter destekli operasyonlar’ ile daha da popüler bizim bu cins meslektaş(!)lar.
Benim sıkıntım ise bu ‘tür‘ün varlığından öte, söz konusu ‘klan‘ın üyelerini adlı adınca yazıp, yerden yere vuramamak.
Çünkü bunu yapmak için önce onların ringine ‘inmek’ gerekiyor. Ve tabii onlarla aynı dili konuşmak.
Asıl sıkıntım bu işte.
Bu sıkıntıyı aşamayıp, işte böyle ‘ortaya‘ yazınca, mesajı ‘adrese teslim‘ gönderemeyince de bir işe yaramıyor. Hiçbiri üstüne alınmıyor çünkü.