Şampiy10
Magazin
Gündem

Ülkemde yaşamak, sanatımı ülkemde yapmak istiyorum

Fazıl Say’ın sosyal medya hesabından yaptığı açıklamanın başlığı bu.

Say’ın açıklaması şöyle:

“Öncelikle, yazacaklarım tamamen şahsi konular değildir. Önümüzdeki aylarda tepeden tırnağa görüşmeler gerçekleştireceğim. Önümdeki engelleri, önyargıları, yanlış algıları yok etmek istiyorum.

Memleketimi çok seven bir insanım ve sanatımı tüm dünyada olduğu gibi kendi ülkemde de icra etmek istiyorum.

Benim konserlerimin sadece birkaçı belediyelerle, Önce bu sayının artmasını, bu ilişkinin doğmasını, halkla buluşmalarımızda belediyelerin desteğinin artmasına çalışacağım. Bu sayı artmalıdır. Bu önyargı kırılmalıdır.

Fazıl Say da bir Türk vatandaşıdır.

Benimle bir konser için çalışan bir belediye suç mu işlemiş olur? Lütfen bu yanlışlardan dönelim.

Sonra üniversitelerde tekrar konserler vereyim istiyorum. Yıllardır davet edilmiyorum. Gençlerle buluşamıyorum. Bu kapıların da ardına kadar açılması için gayret edeceğim. Şansımı tekrar ve tekrar deneyeceğim.

Önümde zor bir süreç var ve bakın, neredeyse tüm kapılar kapalı. Devletin kurumlarını zaten geçtim, yıllardır yasaklı gibi bir durumdayım, hem yorumcu hem de besteci olarak.

Dünyanın en önde gelen kurumlarıyla yılda 100 kere çalışıyorum, ülkemde bu olamıyor. Acı bu…Bu durum kime ne kazandırdı ki?

En üstten en alt kademelere yayılmış ‘Fazıl Say defolsun gitsin’ algısına karşı mücadele vereceğim çünkü ‘Fazıl Say defolsun’ zihniyetinin kimseye bir faydası yoktur. 81 milyon insanın bir tanesine bile faydası yoktur. Bu sadece utanç yaratır. Tüm dünyada tepki görür ve hep de tepki gördü. Her seferinde.

Bakın; bir sanatçının, hiçbir suçu yokken kovulma aşamasına gelmesi, işlerinin engellenmesi de bu ülkedeki sanat camiasının kötü etkilenmesine sebebiyet verir, diğer tüm satansal faaliyetlerin amacını da anlamsızlaştırır. Bu yanlıştır. Bu hatalardan dönelim istiyorum.

Tekrar diyalog ve uzlaşı elimi uzatıyorum. Memleketimde sanatımı pürüzsüz icra etmek istiyorum. Burada herkesten de destek bekliyorum.

Sonuna kadar Atatürkçüyüm. Gurur duyuyorum bununla. Düşünceler, duruşlar, kültürler farklı olabilir ama dost olunmayacak diye bir şey yoktur.

Gelin bu hatalardan dönelim. Yazımı paylaşalım.

İçtenlikle.

Fazıl Say.”

***

Şimdi gelin, açık konuşalım…

Fazıl Say bu ülkenin bir değeridir.

Hatta, bir adım ileri gideyim, Türkiye’de ikinci bir Fazıl Say yok.

Farklı alanlarda ‘dünya markası’ olmuş, uluslararası üne sahip kıymetlerimiz var elbette ama kabul edelim ki; Say, bunlar içinde ‘1 numara’. Klasik müzikte, dünyanın en önemli piyano virtüözleri arasında.

Diyelim ki, piyano size hitap etmiyor, klasik müzikten de hoşlanmıyorsunuz. Say’ın sanat performansı sizi ilgilendirmiyor olabilir ama bu durum dünyanın kabul ettiği gerçeği değiştirmez.

Şöyle izah edeyim…

Futbolla ilgilenmiyor, sporun bu dalını sevmiyor olabilirsiniz. Cristiano Ronaldo’nun performansı, attığı goller de sizi ilgilendirmiyor olabilir ama bu, Ronaldo’nun kendi alanında dünyanın en iyilerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez.

***

Sanatçı Fazıl Say’ın ülke meselelerine, gündemdeki konulara bakışını tasvip etmemek de ayrı bir konu.

Bir sanatçının yaşam tarzı, ideolojisi, görüşleri sizinkilerden farklı olabilir.

O sanatçının başkalarını eleştirme hakkı olduğu gibi; sizin - bizim de onu eleştirme hakkımız her zaman vardır.

Yalnız unutmamamız gereken; ‘sanatçıların bizlerden farklı insanlar olduğu’dur.

Sanatın hangi dalında olursa olsun, ‘dünya markası’na dönüşmüş ‘özel’ insanlar, genelden, yani sizden - bizden farklıdırlar. Bu durum tarih boyunca böyle olmuştur. Dünya döndüğü müddetçe de ‘harika çocuk’lar büyüdüklerinde, sahip oldukları ‘süper ego’ ile yaşayacak, o şekilde sanat üretip icra edecekler.

Biz beğensek de beğenmesek de, sevsek de sevmesek de gerçek bu.

***

Fazıl Say’a dönecek olursak…

Dünyanın hemen hemen bütün gelişmiş ülkelerinden gelen vatandaşlık tekliflerini reddedip “Ülkemde yaşamak, sanatımı ülkemde yapmak istiyorum” diyor.

Hem annesi hem babası çok ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmakta olan bir evlat, ülkesinden kopmamak için uğraş veriyor.

“Diyalog ve uzlaşı elimi uzatıyorum” diyor Fazıl Say.

O el havada kalmamalı.

Yazının devamı...

Genelkurmay, Savunma Bakanlığı’na bağlanacak

“AB müktesebatına göre Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama süreci ve gerekliliği var. Bir çift başlılığın olması doğru bir şey değil. Bunu artık bir yoluna koymamız lazım. Sivil- asker gibi bir yaklaşım kalmamıştır, aşılmıştır. Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanmasının da hiçbir manisi yoktur”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan-KKTC seyahati sırasında gazetecilerin sorularını yanıtladı. İşte Başkan’ın çok önemli mesajları…

DAYANIŞMACI OLACAK: (Kabinede en dikkat çeken isimlerden biri Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar. Genelkurmay Başkanı iken Savunma Bakanı olarak görevlendirilmesinde ne etkili oldu? Genelkurmay Başkanının yetkilerinde bir değişiklik olacak mı?) 2014 yılı sonunda Avrupa Birliği müktesebatına göre Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama süreci ve gerekliliği vardı. O günden bugüne, biz Avrupa Birliği müktesebatında bir şeylere, tatsızlığa fırsat vermeyelim, diye bu işi pek kurcalamadık. Ama yeni yönetim sistemi içinde bu konuyu arkadaşlarımızla değerlendireceğiz. Bir çift başlılığın olması doğru bir şey değil. Bunu artık bir yoluna koymamız lazım. Bunu kararlılıkla aşacağımızı tahmin ediyorum. Gerek Hulusi Akar Paşa’nın gerek ise Yaşar Güler Paşa’nın ve Ümit Dündar Paşa’nın birbirleri ile olan gönül bağları ve birliktelikleri “şüpheci nazar” ile bakma gibi bir durumu ortadan kaldırmıştır. Sivil- asker gibi bir yaklaşım kalmamıştır, aşılmıştır. Milli Savunma Bakanı ile Türk Silahlı Kuvvetleri’mizin arasındaki ilişkiler çok daha dayanışmacı olacaktır. İnanıyorum ki karar alma sürecinde de bir sekteye fırsat vermeyecektir.

HİÇBİR MANİ YOK: (Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanabilir mi?) Bağlanabilir, hiçbir manisi yok. Dikkat ederseniz, Hulusi Akar Paşa’yı bakan olarak açıkladık. Aynı anda da Genelkurmay Başkanı’nı, Kara Kuvvetleri Komutanı’nı ve Genelkurmay İkinci Başkanı’nı atadık. Çünkü Silahlı Kuvvetler boşluk kabul etmez. Aslında devlet yönetiminde hiçbir yer boşluk kabul etmez. Nitekim ben aşağıda bakanlarımızı açıklamaya giderken, vekaleten olmaz dedik ve atamaları hemen yapalım diyerek, işi bitirdik.

Yazının devamı...

Başkan Yardımcısı’nın ağzından yeni sistemin kodları

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yeni sistemin ilk kabinesini dün gece açıkladı.

Erdoğan Türkiye’yi, 16 bakan ve bir Cumhurbaşkanı Yardımcısıyla birlikte yönetecek.

Yeni sistemin başmimarı

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tek yardımcıyla çalışmayı tercih etti. Bu makama da, eski Başbakanlık Müsteşarı Fuat Oktay’ı getirdi. Oktay’ın yeni dönemde bu göreve getirilmesinin şüphesiz en önemli yanı, devlet yapısını bugünlere hazırlayan kadronun başında yer almış olması.

Tabiri caizse, yeni sistemin başmimarı Fuat Oktay.

200 yıllık yapısal sorunlara cevap

Oktay ile kısa bir süre önce, Çankaya Köşkü’ndeki makamında uzunca sohbet etme imkânı bulmuştum.

Yeni sistemin kurulmasıyla ilgili çok yoğun bir mesainin içindeydi.

‘Yeni sistemin başmimarı’ tanımını, mütevazı bir şekilde reddedip “Bu konudaki çalışmayı çok sayıda arkadaşımızla birlikte yürütüyoruz. Çok insan emek veriyor. Bu bir ekip çalışması. Benim tek başıma yaptığım bir iş değil” demişti.

Devletin yeniden yapılandırılması çalışmalarını koordine eden Fuat Oktay, başında bulunduğu çalışmayı ‘yalın yönetim anlayışı’ olarak özetledi.

Mevcut sistemdeki sıkıntılar konusunda herkesin hemfikir olduğunu hatırlatıp “Başbakanlığın kapatılmasıyla bitmiyor. Yapısal sorunlarımız var. Daha kapsamlı bir anlayışla yeni bir sistemsel tasarım gerekiyor. Bunla hedefimiz, 200 yıllık yapısal sorunlara cevap vermek olmalı” dedi.

15 Temmuz’dan 4 ay önce başladı

Dönemin Başbakanlık Müsteşarı, bugün itibariyle Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay, “Devletin işleyişindeki sistematik yapının düzeltilmekte olduğunu” söyledi ve ekledi:

“Bu çalışmaya aslında çok uzun süre önce başladık. Kimileri 15 Temmuz’dan sonra diye düşünüyor ama yapısal sorunların tespiti ve ortadan kaldırılması için çalışmaya 15 Temmuz’dan 4 ay önce başladık. 2016 Mart’ında yani.”

Hedef beyan esaslı, sıfır bürokrasi

Özetle, “Katma değer sağlamayan işlerden vazgeçildi” diyen Fuat Oktay bürokrasi başlığında şu rakamları verdi:

“Proje bazlı bürokrasi kavramı önemli. Devletin; vatandaşına verdiği 12 bin hizmet kalemi var. Kamuya 10 – 11 bin civarı, iş dünyasına da 6 – 7 bin dolayında. Vatandaşa verilen bu 12 bin hizmet kaleminde toplam 42 bin belge isteniyor. Bunu önce 8 bine, ardından da bin 889’a indirdik. İstenen belge sayısı; vatandaşa verilen hizmetlerde yüzde 80, kamuya ve iş dünyasına olanlardaysa yüzde 55 oranında düşürüldü.”

Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak göreve başlayan Oktay, hedefin ‘sıfır belge’ olduğunu söyledi. Yani ‘sıfır bürokrasi’. Yeni sistemde taşlar yerine oturduğunda, devlet vatandaşının beyanını esas alıyor yani vatandaşın beyanına tam anlamıyla güveniyor olacak.

E- devlet ve performans esası

Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğunda yaptığı çalışmada Fuat Oktay’ın en çok önem verdiği başlıklardan biri de Elektronik Bilgi Yönetim Sistemi, yani e- devletti.

Bu bağlamda ‘Kamu Çalışma Ağı Analizi’ yapıldığını anlattı Oktay. Bu yolla da ‘performans esaslı’ bir anlayışın hakim olacağını…

Aynı bürokraside olduğu gibi, istihdamın da da proje bazlı olması esas alınacak. Her alanda, yurt dışı koordinasyona önem verilecek. Dış temsilciliklerdeki ataşeliklerle bu çerçevede çok daha yoğun ve verimililik esaslı bir koordinasyon sağlanacak. Eylem planları, e – devlet üzerinden anlık takip edilecek ve verimlilik esasına göre gerekirse bazı kurumların kapatılmasında tereddüt edilmeyecek.

Küçük, dinamik, işlevsel, güçlü devlet

Yeni dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay ile Başbakanlık Müsteşarı olduğu günlerde yaptığımız görüşmeden son bir başlık daha aktarayım. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’ne geçişin altyapı çalışmaları sırasında devlette (Genelkurmay Başkanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı hariç) toplam 350 bin birim bulunduğu tespit edilmişti. 125 de çakışan alan… Yani birimlerin birden fazlasının aynı alanda çalışması durumu.

Bu çakışma / çelişme durumunun ortadan kaldırılması için her birime şu sorular soruldu:

- Hangi işi yapıyorum?

- Ne üretiyorum?

- Kimle üretiyorum?

- Çıktıyı kim kullanıyor? Yani kime üretiyorum?

İşte bu sorulara devleti oluşturan birimlerden gelen yanıtlar, yeni sistemdeki yapısal değişim ve dönüşüme yön verecek.

Böylece daha küçük, daha dinamik, daha işlevsel ve daha güçlü bir devlet mekanizmasının hayata geçirilmesi hedefleniyor.

Yeni sistemin kodları işte böyle…

Yazıyı Fuat Oktay’ın şu cümlesiyle bitireyim:

“Yeni sistem sadece bir ya da bazı kısımlarıyla değil, bir bütün olarak anlam ifade ediyor.”

Bu cümleyi hep aklımızda tutmamızda fayda var.

Yazının devamı...

Yeni dönem CSO ile başlıyor

9 Temmuz Pazartesi günü, yani yarın, Ankara Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde ‘Cumhurbaşkanlığı Göreve Başlama Töreni’ var.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) ant içerek göreve başlayacak.

Meclis’teki yemin töreninin ardından, yabancı konukların da yer alacağı geniş katılımlı tören, Külliye’de yapılacak.Ve işte o törende bir ilk yaşanacak.

İstiklal Marşı’nı CSO çalacak

Beştepe’de Külliye’nin bahçesinde yapılacak ‘Cumhurbaşkanlığı Göreve Başlama Töreni’nin açılışında İstiklâl Marşı’nı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) çalacak.

CSO, dört eserden oluşan bir de konser verecek Pazartesi akşamı Beştepe’de. Türk bestecilerin eserlerinden oluşan program, Ulvi Cemal Erkin’in ‘Köçekçe’siyle başlayacak.

Ardından Ferit Alnar’ın ‘İki Dans’ adlı eserini seslendirecek olan CSO konseri Ferit Tüzün’e ait Çeşmebaşı’nın 4 ve 6’ncı bölümleriyle devam edecek.

Konser yine Ferit Tüzün’ün bestelediği ‘Çayda Çıra’nın 2 ve 3’üncü kısımlarıyla son bulacak.

Ana binada CSO konseri bir ilk

Pazartesi akşamı Cumhurbaşkanlığı’nda gerçekleşecek olan bir ‘ilk’.

Geçmiş dönemlerde Çankaya Köşkü’nde, Erdoğan döneminde de Külliye’de CSO’dan sanatçıların tekli, ikili, trio ya da kuartetler yani üç ya da dört sazdan oluşan gruplar halinde çaldığı çok etkinlik oldu.

CSO, bu yılın başlarında da, 18 Ocak 2018’de, Külliye içinde yer alan Beştepe Millet, Kongre ve Kültür Merkezi’nde bir konser vermişti ama ana binada, böyle bir resmi törende orkestranın tam kadro konser vermesi bir ilk olacak.

100 kişiye yakın kadrosuyla CSO, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Türk bestecilerin klasikleşmiş eserlerini seslendirecek.

Türkiye’nin yeni dönemi de bu konserle başlamış olacak.

Yeni salon Mart’ta açılıyor

Bu arada, CSO’nun yeni konser salonu da nihayet tamamlanmak üzere.

1992 yılında yapılan proje yarışmasını milat kabul edersek tam 26 yıldır bir türlü tamamlanamayan bina adeta inşaat hâlindeyken eskidi.

Ulus semtindeki mevcut konser salonunun hemen arkasında devam eden yeni salon inşaatı gelecek yılın Mart ayında bitmiş olacak.

Şu anki planlamaya göre CSO, yeni salonundaki ilk konserini 2019 Mart’ında verecek.

Yazının devamı...

Çocuklar ve ebeveynlere hayati uyarılar

Son iki gündür aynı konuda yazıyorum.

Çocuklara yönelik taciz, tecavüz ve çocuk cinayetleri.

Dünkü yazımda şöyle bir bölüm vardı:

“(…) Uzmanlar ya da akademisyenlerden müteşekkil bir listesi bile yok elimizde çözüm üretmemize yardımcı olacak o insanların. Sosyologlar, psikologlar, psikiyatrlar, çocuk doktorları vb uzmanların ilgili devlet birimleriyle koordineli şekilde aktif ve yönlendirici olmaları, medyada öne çıkmaları gerekiyor.”

***

Aynı konuyu, CNN Türk’te, Mine Uzun’un Parametre programında da konuştuk dün sabah canlı yayında.

Biz yayındayken elektronik posta kutuma şu mesaj geldi:

“Murat Bey, ben Doç. Dr. Levent Eraslan. Eğitim sosyolojisi uzmanıyım. Beden mahremiyeti üzerine çalışıyorum. Çocukluk Sosyolojisi adlı bir de kitabım var. Haklısınız, medya bize bu konuda yer vermiyor. Gazeteniz bana ulaşırsa gereken bilgileri verebilirim.”

Dramatik gündem maddemiz konusunda uzman bilgisine aç bir haberci olarak aradım hemen Doçent Doktor Levent Eraslan’ı.

“Buyurun, paylaşın çalışmalarınızı ve konuyla ilgili bilgilerinizi lütfen” dedim, Eraslan da önce şu üç kareyi gönderdi. “Beden mahremiyeti eğitimi bağlamında hazırladığım eğitim modülünden güvenlik önlemleri” notuyla birlikte.

***

Gelelim Doç. Dr. Levent Eraslan’ın gündemdeki konuya ilişkin verdiği kıymetli bilgi ve çözüm önerilerine…

- Çocuk istismarı konusunda popülist açıklamalar ve uzman olmayan kişilerin verdiği bilgiler yararsızdır.

- Milli Eğitim, İçişleri, Adalet, Sağlık ve Aile bakanlıklarının işbirliğiyle özel ihtisas heyeti kurulmalıdır.

- İdam cezasının çözüm olmayacağı açıktır. Kimyasal hadım formülünün sistematik uygulamasında da bazı tereddütler bulunmaktadır. Ağırlaştırılmış cezalarda yaş sınırı konulmamalıdır.

- ABD’de olduğu gibi bu konuda sabıkalı kişilerin elektronik, dijital takibi ve ifşası uygulaması düşünülmelidir.

- Milli Eğitim Bakanlığı rehber öğretmenleri, eğitim fakültelerinde taciz ve istismar eğitimi almamaktadır.

- Anne eğitimi önemlidir. Okullarda annelere dönük eğitim verilmelidir.

- Medya da kurguladığı dile dikkat etmelidir. Mesela ‘Kırgın Çiçekler’ adlı dizide Kemal karakteri bir üvey babadır ve kızını taciz etmekte ancak bu karakter ‘komik’ olarak lanse edilmektedir.

- Çocuklara beden mahremiyeti eğitimi verilmelidir.

- Alanında uzman akademisyenlerden oluşan bir kurul tarafından, ailelere yönelik eğitici filmler, hedef kitlesi çocuklar olan animasyon çizgi rehberler hazırlanmalıdır.

Yazının devamı...

Kimin fotoğrafı üzerinden tartışmalıyız?

Çocukların mağdur ve maalesef maktul olduğu olaylar gündemde yine.

Aslında “yine” diyor olmak bile başlı başına sorunun kronik olduğunun kanıtı.

Çocuk tacizleri, tecavüzleri ve cinayetleri ancak üst üste geldiğinde medyada yoğun şekilde yer buluyor.

Kamuoyunun konuya ilgisi, hassasiyeti de ancak böylece ortaya çıkan infial vesilesiyle oluşuyor. Ancak bir süre sonra haberler gündemden, konu da kamuoyunun ilgilendiği, duyarlılık gösterdiği konular listesinden düşüyor.

Kronik sorun yerli yerinde duruyor ama duyulmaz, görülmez, konuşulmaz oluyor. Ta ki, yeni vakalar art arda gelip bir kez daha gündemin üst sıralarına çıkıncaya dek.

Kısır döngü bu...

***

Çocuklar güçsüz... Savunmasız...

Sapkın hastalar, kendilerine onları hedef seçiyor.

Medya ve kamuoyu ise konuyu, o masum çocukların yürek burkan fotoğrafları üzerinden konuşup tartışıyor.

İnsanlar üzülüyor elbette. Kahroluyoruz hepimiz.

Hepimiz bu sorun çözülsün istiyoruz ama çözüm arama yöntemimizi sorgulamıyoruz.

***

Doğru yöntem, konuyu; o küçücük mağdurların, o güzeller güzeli çocukların fotoğraflarını yayınlayarak konuşmak mı?

Meseleyi tartışırken, özne o evlatlarımız mı olmalı yoksa onları vahşice yaşamdan koparıp alan caniler, sapıklar, katiller mi?

Neredeyse tamamen mağdur / maktul çocuklara odaklı bir yaklaşım var hem medyada hem sosyal medyada, yani kamuoyunda. Bu durum o çocukları daha da görünür, daha da kırılgan bir hâle sokuyor.

Yapanlarla ilgiliyse çok az haber, çok az detay var. İsimleri, fotoğrafları yok denecek kadar az zanlıların.

Oysa bu konulara kafa yoran, mesele üzerinde bilimsel çalışmalar yapanların hepsi, böyle durumlarda görünür olması gerekenin mağdurlar değil suçlular / zanlılar; maktuller değil katiller / katil zanlıları olması gerektiğinde hemfikir.

***

Bu arada unutmadan...

“Bu konulara kafa yoran, mesele üzerinde bilimsel çalışmalar yapanlar” dedim ya...

Uzmanlar ya da akademisyenlerden müteşekkil bir listesi bile yok elimizde çözüm üretmemize yardımcı olacak o insanların.

Sosyologlar, psikologlar, psikiyatrlar, çocuk doktorları vb uzmanların ilgili devlet birimleriyle koordineli şekilde aktif ve yönlendirici olmaları, medyada öne çıkmaları gerekiyor.

Tabii basının ve kamuoyunun da konunun uzmanlarının yönlendirmesine uygun şekilde davranması.

Aksi halde, yukarıda bahsettiğim kısır döngü içinde yaşamaya ve gözyaşı dökmeye devam edeceğimizi söylemek için kahin olmak gerekmiyor.

Yazının devamı...

Asıl gündem çocuklarımız

Seçim telaşı, yoğun siyasi tartışmalar, yeni yönetim sisteminin detayları, TBMM’nin açılışı, kurulacak yeni hükümet, sandıktan çıkan sonuçların muhalefet partilerinin iç dengelerine yansımaları derken; çocuklarımızın başına gelenleri unutmamak gerekiyor.

***

Türkiye’nin dört bir yanından ‘kaybolan çocuk’ haberleri geliyor art arda.

Küçücük yavrular kayboluyor, kaçırılıyor; çoğunlukla da günler sonra cansız bedenlerine ulaşılıyor çocuklarımızın.

Dram üstüne dram… Acı üstüne acı...

Haberleri okumaya, izlemeye yürek dayanmıyor.

***

Çocuk tacizleri, çocuk tecavüzleri, çocuk kaçırmalar, çocuk cinayetleri...

Bitmiyor, sonu gelmiyor.

Birkaç gün konuşuyor, sonra unutuyoruz maalesef.

Ateş düştüğü yeri yaktığıyla kalıyor her seferinde.

***

Sorumlu makamlarda olanların açıklamalarına bakıyorsunuz; kimi sapık taciz ya da tecavüzcüler için ‘kimyasal hadım’ formülünden bahsediyor, kimi idam istiyor cani katiller için.

Caydırıcı cezalar muhakkak ki gerekli ama kimse çevremizdeki bu insan müsveddelerinin neden her geçen gün çoğaldığını sorgulamıyor.

Bu sapıkların hangi koşullar sebebiyle bu hâle geldiklerini kimse irdelemiyor. O şartların, yani bataklığın kurutulması için neler yapılmalı, kimse buna kafa yormuyor.

***

Çocuklarımıza musallat olan bu tacizci, tecavüzcü, katil sürüsünün doğduğu ve geliştiği ortamlar nasıl değişir?

Bu konuda yapılmış ya da yapılmakta olan bilimsel çalışmalara neden kimse itibar etmiyor?

Evlatlarımızı, gençlerimizi, kadınlarımızı karşı karşıya oldukları bu hayati tehlikeden korumak için çok başlıklı; kısa, orta ve uzun vadeli eylem planları neden yok?

Ya da var da, bizim mi haberimiz yok? (Keşke öyle olsa.)

***

Aileler artık çocukları için okul tercihlerini yaparken ‘güvenlik öncelikli’ hareket ediyor. Akademik başarı kaygısı çoğu aile için ikinci planda.

Okulun bulunduğu muhit ve çevresi güvenli mi?

Servis ya da toplu ulaşım aşamasında tehlike var mı?

Okul yönetimi öğrenci güvenliği konusunda hassas mı?

Özel okullarda görev yapan özel güvenlik şirketleri ve personel işini layıkıyla yapıyor mu?

İnsanlar evlatlarını güvenilir eğitim kurumları ve eğitim personeline emanet etmek istiyor. İstemekten öte, önceliği bu konuya veriyor.

‘İyi okul’ artık her şeyden önce ‘güvenli’ olan okul.

Hem içi hem de yakın çevresi güvenli...

***

Seçimler, siyaset, iktidar muhalefet ilişkileri, Meclis, hükümet, ekonomi, dış politika, terörle mücadele...

Tamam, hepsi önemli; kabul.

Ama hangisi bir çocuğumuzun beden ve ruh sağlığından, hangisi bir evladımızın canından daha mühim; söyler misiniz bana!

Yazının devamı...

Dört eski genel başkanın buluşması

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) dört eski genel başkanı bir aradaydı dün.

Hikmet Çetin, Murat Karayalçın ve Altan Öymen; Deniz Baykal’ı ziyarete gittiler.

***

Karayalçın ve Öymen, dün önce, saat 12’de CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’yi, sonra da saat 14’te Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu ziyaret ettiler.

Bu iki görüşmenin ardından, Hikmet Çetin’in de katılımıyla üç eski genel başkan, tedavisi sürmekte olan Baykal’ı ziyaret etmek için Ankara Bilkent’teki TSK Rehabilitasyon Merkezi’ne gitti. Öğleden sonra saat 4’te bir araya gelen dört eski genel başkanın görüşmesi 40 dakika civarında sürdü.

***

Aldığım bilgilere göre;

Deniz Baykal’ın 8 Temmuz’da TBMM’nin açılış oturumuna, en yaşlı üye sıfatıyla başkanlık yapıp yapmayacağı konusu görüşmede gündeme gelmemiş.

Lâkin son dönemde ziyaretine giden herkesin ortak kanaati, Deniz Baykal’ın tedavisine bu motivasyonla devam ettiği yönünde. Doktorlarının da onay vermesi hâlinde, Baykal’ın isteği o gün, o koltukta olmak.

Görünen o ki; Deniz Baykal yeni yasama döneminin açılışında frakını giyip Meclis’e gidecek, ilk yemini ederek oturumu açacak ve ardından başkanlık koltuğunu kendisinden sonra en yaşlı üye olan İYİ Parti Ankara Milletvekili Durmuş Yılmaz’a devredip TBMM’den ayrılacak.

***

Yine öğrendiğim kadarıyla, dört genel başkanın 40 dakikalık sohbeti, seçim sonuçlarının ardından CHP’de neler yapılması gerektiği konusunda yoğunlaştı.

Murat Karayalçın, gün içinde önce Muharrem İnce, ardından da Kemal Kılıçdaroğlu’na ayrıntılarıyla ilettiği önerileri Baykal’ın odasında da kısaca anlattı.

Karayalçın’ın formülünü şu başlıklarla özetleyebilirim:

- CHP’nin farklı toplum kesimleriyle bağlar kuracak yeni bir yöntem geliştirilmesi.

- Yapılacak bütün çalışmalarda artık başkanlık sisteminin temel alınması.

- CHP’de hem genel merkez hem de örgütün siyasi mimarisinin bu anlayışla güncellenmesi.

- Yerel seçimlerde aday belirleme süreci için yeni bir mekanizma bulunması.

***

Karayalçın’ın yeni döneme ilişkin öneri ve projelerini dinleyen Deniz Baykal, Hikmet Çetin ve Altan Öymen de; CHP’de yeni dönemin güncel bir anlayışla ele alınması konusunda hemfikir oldular.

Eski genel başkanlar, partide kapsamlı ve ciddi bir yeniden yapılanma sürecinin başlatılması gerektiği konusunda görüş birliğindeler.

Dört tecrübeli siyasetçi; sadece yönetimdeki isimlerin değişmesiyle partinin kronik sorunlarına çözüm bulunamayacağını belirtip uzun soluklu, sistemli ve nesnel bir çalışma yapılması gerektiği fikrinde buluştular.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.