Şampiy10
Magazin
Gündem

Şu meşhur ‘AT’ mevzuu

Serdal Adalı, İbrahim Akın’a bir yarış atı hediye etti” iddiası medyada günlerdir (başka isimler ve kulüpler ile ilgili olanlar gibi) seslendiriliyor, yazılıyor.

AMA kimse Türkiye Jokey Kulübü’ne (TJK) ya da Tarım Bakanlığı’na sormuyor, “Bu iki isim arasında herhangi bir at alışverişi var mı?” diye.

HEMEN söyleyeyim. Ben sordum, böyle bir alışveriş, ilişki yok. Haberlere bakıyorsunuz; İbrahim Akın, “Atın adıma kaydettirildiğini gösteren evrak bana Kayseri’de, otel odasında teslim edildi” demiş. Dediğim gibi, TJK ve Tarım Bakanlığı kaynaklarıyla görüştüm. İşte aldığım bilgiler:

- SAFKAN yarış atlarının da insanlar gibi nüfus kağıtları var ve alım - satım, kiralama ya da hediye etme yoluyla el değiştirmesi halinde, hayvanın kütüğü de değişiyor.

- RESMİ kütük kayıtlarında, Adalı - Akın ikilisi arasında bir at alışverişi, kiralaması, alma-verme ya da rücu işlemi yok.

- RESMİ kayıtlara alınmamış olabileceği varsayımından hareketle yapılan araştırmada, atçılık camiasında kimsenin böyle bir temastan haberi yok. Bu konuda söylenti bile yok; ki böyle bir durum olsa, atçılar arasında duyulması en fazla iki saat alırmış.

- HABERLERDE adı geçen yarış atı, 2010’un Ekim ayından bu yana, İstanbul Veliefendi Hipodromu’nda, Adalı ekürisinin ahırlarında yaşıyor. Mayıs 2011’de, yaz sezonu için, yaklaşık 20 tay ile birlikte, o ata da TJK tarafından ahır tahsisi yapılmış ve ücreti Adalı ekürisinden tahsil edilmiş.

4Özetle, ‘yılın haberi’ dalında, mansiyon değil manipülasyon ödülünde yarış çok zorlu geçecek.

Teknik direktör konusu

AVUKATLARI, pazartesi günü (yarın) Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş’in tutukluluk hallerine itiraz başvurusunda bulunacak.

BU üç isim tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalırsa, Tayfur Havutçu da takımının başına dönecek.

Aksİ halde, Beşiktaş Yönetimi, yeni sezona yeni bir teknik direktörle başlamak zorunda kalacak. Şu an için, değil bir başka biriyle temas, yönetimin aklında başka bir isim bile yok. Beşiktaş cephesinde şimdilik sadece, umutlu bir bekleyiş var.

Yazının devamı...

O tepede ne yaşandı?

Yer, Diyarbakır’ın Silvan ilçesi Dolapdere köyü kırsalı ile Kulp ilçesi Tüplü köyü kırsalının arasındaki hakim bir tepe.

Tarih, 15 Temmuz 2011 perşembe, yani önceki gün. Saat öğlene yaklaşıyor, 11.30 civarı...

Silvan Jandarma Komando Taburu’na bağlı askerler, 9 Temmuz cumartesi akşamı kaçırılan bir astsubay, bir uzman çavuş ve bir sağlık memurunu arıyorlar. Ve tabii o akşam Lice-Bingöl karayolunun 65’inci kilometresindeki Ziyaret köyü yakınlarında yol kesip kimlik kontrolü yaptıktan sonra üç kişiyi kaçıran teröristleri.

Mehmetçik aynı zamanda, 12 Temmuz pazartesi akşamı Hazro Jandarma Karakolu’na taciz atışında bulunan PKK’lıların da peşinde. Zaten gelen bilgiler, her iki eylemi de aynı grubun gerçekleştirdiğini gösteriyor.

Bölgede günlerdir arama faaliyetini sürdüren birliklerden, Silvan Jandarma Komando Taburu’na bağlı 27 kişilik bir Takviyeli Jandarma Komando Timi, tabura dönüş yolunda... Tim, Dolapdere Köyü’ne 3 - 4 kilometre mesafedeki hakim bir tepeye mevzileniyor. Tepenin arazi yapısı sarp olmanın yanı sıra sızma ve gizlenmeye müsait, yoğun bir meşelik. Tepe, geniş yapraklı bodur meşe ağaçlarıyla kaplı.

Terörist grup, bir süredir uzaktan takip ettiği ve artık dönüş yolunda olan askeri birliğe saldırmaya karar veriyor. Çünkü hep olduğu gibi, dönüş intikalindeki askerlerin, bölgede arama faaliyetine başladıkları ilk günlere oranla yorgun olduklarını biliyorlar.

PKK’lılar, 27 askeri personelden oluşan Takviyeli Kol’un mevzilendiği tepeye iki grup halinde ve farklı yönlerden yaklaşıyor. Sızma, timin bulunduğu bölgeye iki koldan gerçekleşiyor.

Bölgeden gelen raporlarda, baskını düzenleyen PKK’lıların sayısının 45 - 50 civarında olduğu bilgisi yer alıyor. Yaklaşık 20’şer kişilik iki grup.

PKK’lı ilk grup, diğer grubun askerlere saldıracağı noktanın aksi yönünde yangın çıkarıyor. Amaç gizleme yapmak.

Emniyet grubu, askeri timin kaçış yolunu kapatmak için sık ve bodur meşelikleri ateşe veriyor. Teröristler yangın çıkarmak suretiyle hem askerlerin kaçış yolunu kesiyor hem de desteğe geleceğini bildikleri helikopterin takibini engellemeyi hedefliyor.

Amaçlanan, oluşacak yoğun duman sayesinde, kısa süre içinde bölgeye intikal edecek olan Cobra ve Süper Cobra helikopterlerinin takibini engellemek ve hava taarruz gücünü kırmak.

(Kimilerinin iddia ettiği gibi bir F-16 operasyonu ise söz konusu değil.)

Tepeyi yoğun dumanın kaplamasıyla birlikte de, mevzi yakınında, sık meşeliğin içinde gizlenen diğer grubun kalaşnikof tüfekler ve el bombalarıyla saldırısı başlıyor.

27 kişilik tim, 13 şehidinin tümünü, ilk ateş sırasında veriyor. Ardından da hayatta kalan Mehmetçikler ile teröristler arasında yoğun çatışma başlıyor.

Saat 14.45’e kadar, yani üç saatten fazla süren sıcak çatışma sonunda yedi PKK’lı öldürülüyor ama grubun büyük bölümü hem yangın sebebiyle oluşan dumandan hem de arazinin sık meşelik yapısından faydalanarak kaçıyor.

Yazının devamı...

Bugünden sonrası kritik

Bugün 15 Temmuz. Kritik tarih.

Kritik çünkü Ankara’daki güvenlik birimlerinin elindeki istihbarat raporlarında, ‘terör eylemlerinin 15 Temmuz itibariyle ve Öcalan’a rağmen yoğunlaşacağı’ bilgisi yer alıyor.

(Ben bu satırları yazarken, 13 şehit haberi geldi. Hepsi nur içinde yatsın. Ailelerin ve hepimizin başı sağolsun...)

Bu raporlarda, sivil ve askeri bazı üst düzey yetkililere suikast girişimlerinde bulunulacağı yönünde duyumlar da var. Güvenlik birimleri koruma tedbirlerini sessiz sedasız arttırdı bile.

PKK’nın ‘insan kaçırma‘ eylemlerine dönüşüne gelince... Başkent’in kozmik adreslerindeki raporlarda, terör örgütünün bu eylem türüne geri dönüşü ile ilgili şu tespitler yer alıyor:

-Örgüt, sivil halka daha az zarar veren, çatışma ve dolayısıyla zaiyat riski düşük, buna karşılık adını duyurmak suretiyle gündemde kalmayı sağlayan bir yöntem olması ve en önemlisi teknik olarak devletle pazarlık aşaması da bulunduğu için insan kaçırmayı tercih ediyor.

-Güvenlik güçlerinin bu tür eylemlere karşı atabileceği tek adım operasyon ve operasyon demek kayıp ihtimali demek.

- Yol kesme ve insan kaçırma, 90’lı yılların başında olduğu gibi bölgede görev yapan güvenlik personelinin hareket serbestisini kısıtlıyor. Yani bölgeye gidiş-gelişler, birlik dışına çıkma gibi konularda, yaşama ve seyahat özgürlüğüne darbe vuruyor.

Zordur Beşiktaşlılık

Biz Beşiktaşlılar farklıyızdır biraz.

Çocuk gibi severiz...

Çocuk gibi ama hem çocukça, yani bir çocuğun sevmeleri gibi; hem de çocuğumuzu sever gibi.

Bundandır koca koca insanların, hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlamaları tribünde, evde, kışlada, kahvehanede.

Acısında da göz yaşı dökeriz, mutluluğunda da. En yakınımıza, hatta bazen aile üyelerimizden bazılarına bile anlatamayız bu duygu yoğunluğunu. Anlamazlar, abarttığımızı düşünürler. Dert etmeyiz... “Anlayamaz kimse...” der devam ederiz.



Gün olur; 108 yaşındaki dedemizdir Beşiktaş. Gün olur; 8 yaşındaki evladımız...

Tavrımız hep aynıdır. Değişmez. O’nu kırmaktansa kırılmayı yeğleriz. Üstüne titreriz, gözünün içine bakar, gözümüzden sakınır, O’nu korumak için gözümüzü budaktan esirgemeyiz yeri geldiğinde. Ama O’nun iyiliği için uyarırız gerektiğinde. Kızdığımız, hatta biraz hırpaladığımız bile olur. Hatta... Haydi itiraf edelim; severken dövdüğümüz dahi olur nadiren de olsa.



Övünmek için, diğer renklere gönül verenlerin tutkularını değersizleştirmek için söylemiyorum. Sadece öyleyiz işte...

Farklıyızdır...

Zor beğenir, zoru severiz.

Acı çekmenin, bedel ödemenin içten içe bir tatmin duygusu yaşattığını bile söyleyebilirsiniz bizim için.

Ortamız pek yoktur. Uçlarda yaşarız genelde.

Ya Siyahımız vardır, ya Beyazımız. Grinin tonlarıyla pek aramız yoktur.

Belki de bu yüzden ölçüyü kaçırdığımız olur bazen.

Beşiktaş için bırakın okulu; eşimizi - dostumuzu kırdığımız çok olmuştur.

“Niye böyle yaptın?” diyen olursa, biraz mahçup, cevabımız hazırdır: “Çok sevdik be abi...” der yürürüz.



Vardır bizim de içimizde ‘çürük elma’lar elbet.

Toplumun genelindeki yozlaşmadan elbette bizim payımıza da düşenler olmuştur.

Yanlışlarımız da olmuştur. Beşerin şaştığı da.

(Burada kastettiklerim kesinlikle Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş değil.)

Onların ‘istisna’ olduğunu bilir ama “Kaideyi bozmaz” kolaycılığına kaçmayız. ‘Yeni istisnalar’ olmasın diye uğraşırız.

Babamızın bize öğrettiğini evladımıza aktarmak olarak görürüz asıl misyonumuzu.

O babaya, “Başarı için her yol mübah” anlayışını sonuna kadar reddeden torunlar hediye etmektir derdimiz.



Not: Yukarıdaki satırları, Beşiktaş Yönetimi’nin “Aklanıncaya kadar Türkiye Kupası’nı TFF’na iade etme” kararından önce yazmıştım. Karar, yazının ana fikrinin yeni bir teyidi oldu.

Kişisel olarak, Beşiktaş’ın o kupayı hakkıyla aldığına eminim ama üzerindeki ‘parmak izleri’ silinmeden müzede yer almasını hiçbir Beşiktaşlı içine sindiremezdi. Gereken, yakışan yapıldı. Yıldırım Demirören yönetiminin onurlu kararı sonrası iki dostumun twitter’da paylaştıkları mesajlarla bitireyim...

İşte Beşiktaşlı meslektaşlarımdan Erdoğan Aktaş‘ın sözleri:

“Beşiktaşlı olduğumuz için haksızlıklara karşı çıkmıyoruz. Zaten haksızlığa karşı çıktığımız için Beşiktaşlıyız.”

Ve Candaş Tolga Işık‘ın cümlesi:

“Hiçbir şampiyonluk, biz Beşiktaşlıları, bugünkü kupayı iade kararından daha fazla mutlu edemezdi. Ruhunuz şad olsun Şeref Bey, Hakkı Bey.”

Yazının devamı...

Tabur tartışması yakındır

“Sağa dön! Sola dön! Sağa, sola dön!.. Sen rahat dönersin de, ben bu göbekle, o odanın içinde sağa, sola dönemem.” Meclis Bahçesi’ndeki ‘tabur’ sohbeti, kilolu bir vekilin, fit bir arkadaşına böyle takılmasıyla başladı. Esprinin altındaki ciddi rahatsızlık, sonraki cümlelerle çıktı ortaya. Geçmişte Hüsrev Kutlu ve Bülent Arınç başta olmak üzere Meclis Taburu’nun orada bulunmasından rahatsız olduğunu söyleyen bazı milletvekilleri olmuştu. Konu şimdi, yeni dönem parlamenterlerinin de gündeminde. Şimdilik sadece kulis sohbetlerinde seslendiriliyor rahatsızlık. Ama genel görüş, sivil iradenin tecelli ettiği Meclis’te, askeri bir birliğin yer almasının uygun olmadığı yönünde. Ve sanırım bu düşünce, birileri tarafından yakında, uygun bir zamanda, resmi olarak da seslendirilecektir. Eskiden olsa, “Meclis’te Tabur Krizi” başlığı atılırdı olası habere. Şimdi ise - gündeme geldiğinde hep birlikte göreceğiz- muhtemelen “Meclis’e Sivil Rötuş” ya da “Meclis Şimdi Tam Sivil” veya “Geriye Dön, İleri Marş” türünden manşetlerle duyurulur gelişme.

Ne iş yapar, bu tabur?

Meclis’in ana girişi olan Çankaya Kapısı’ndan girip sola döndüğünüzde, tam karşınızda yer alıyor. Tam adı, TBMM Muhafız ve Tören Taburu. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na bağlı bir askeri birlik. Görevi; polisle birlikte Meclis yerleşkesinin güvenliğini sağlamak ve devlet törenlerini icra etmek. Sadece TBMM’ndeki değil, Başbakanlık, Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı’ndaki resmi törenlerde de, bu taburun personeli görev yapıyor. Vekilleri rahatsız eden ‘rap-rap’lar ve komutlar, koruma ve tören mangalarının nöbet değişimleri sırasında duyuluyor.

BDP gelmiyor

CHP’den sonra sıra sizde mi? Yarın (bugün) geliyor musunuz Meclis’e yemin etmeye? BDP’li Bengi Yıldız’a, Diyarbakır’daki karar toplantısı sürerken sordum bu soruyu. Yanıt kısa ve netti:

- Hayır.

- Pekiyi neden? Nedir yemin etmek için istediğiniz?

- Biz, ilk gün neden “Meclis’e gitmiyoruz” dediysek, aynı noktadayız. Sorunları çözmeyi hedefleyen bir yaklaşım da yok, yasal bir düzenleme de. Yani değişen bir şey yok ki, bizim tutumumuz değişsin.

En genç vekilden ilk izlenimler

Muhammet Bilal Macit. 1984 doğumlu. Yani sadece 27 yaşında. Bilal Macit, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı, ‘samimi’ ve ‘lider’ sıfatlarıyla tanımlıyor. Bir de, “Yeniliğe ve öğrenmeye açık, komplekssiz” diyor Başbakan için. Meclis’e dair ilk izlenimini soruyorum, “Televizyonda daha büyük görünüyordu” diyor ve devam ediyor:

Binaların içi karanlık ve duvarlara kulağınızı dayayınca yakın siyasi tarihe tanık olacakmışsınız hissi uyandırıyor. Eski Türk filmlerindeki görkemli evleri de çağrıştırmıyor değil. Eski ve etkileyici binaların içinden Genel Kurul’a girince, kendi kendime, “1965 model Rolls Royce Silver Cloud’un içine, Superman resimli minder kılıfı takmak gibi olmuş” dedim. Bir tebessüm ve devam... Bilal Macit’in, Genel Kurul Salonu’na ilişkin iki ‘eksiklik’ tespiti var. “Kürsüye söz almak için gelen vekilin, Bakanlar Kurulu üyelerine sırtını dönmesi biraz enteresan geldi” diyor. Bir de kürsüde, konuşmanın dışında, bilgisayarını takıp bir sunum yapabilmek istediğini söylüyor. Bu arada küçük bir not, ‘en genç vekil’, I-Pad 2 kullanıyor. “Milletvekili profiline 10 üzerinden kaç puan verirsiniz?” diye soruyorum. Yanıt yine içten ama kendi partisini ayrı bir yere koymayı da ihmal etmiyor genç politikacı:

Bence vekil, kendi kuşağının en iyisi değil. Toplumdan gelen talepleri en iyi seviyede dinleyip, algılayabilenlerden oluşmalı Parlamento. Kendi partim adına böyle olduğuna inanıyorum. Zaten, toplumu merkeze alan bir mantığa sahip olduğu için üçüncü seçiminde yüzde 50 oy aldık. Son soru...

Meclis’te var olan ve “Kesinlikle olmamalı” dedikleriniz?

Word - excel bilmeyen sekreter ve yüksek bahçe duvarları.

Sevinmek için sevmedik ki...

Söz konusu Fenerbahçe olunca başka, Beşiktaş olunca başka konuşacaksak... Gözaltına alınan Aziz Yıldırım olunca başka, Serdal Adalı olunca başka konuşacaksak... Şike soruşturmasına, yargı sürecine; renklere göre, isimlere göre bakacaksak... Velhasıl; adamına göre, duruma göre ‘kıvıracaksak’... Ne farkımız kalır ki ‘binlerce dansöz’den?..

Yazının devamı...

Meclis Başkanı Çiçek ile özel sohbet

Bu yazıyı Meclis’in bahçesinde döktüm bilgisayarın ekranına. Bazı milletvekilleriyle paylaştığımız masada ben tuşlara basarken, TBMM Başkanı Cemil Çiçek geldi yanımıza. Yemin krizinin çözülmesi duayen siyasetçinin yüzünü güldürmüştü.

“Adınız yetti, kriz çözüldü” diyenlere Çiçek’in yanıtı mütevazılık vurgusu taşıyordu: “Siyasette hiçbir başarı bireysel değildir. İşin böyle sonuçlanmasında Sayın Cumhurbaşkanımız’ın, Sayın Başbakanımız’ın, Sayın Ana Muhalefet Liderimiz’in, partilerin Sayın Grup Yöneticileri’nin katkıları, emekleri var.”

Sordum:

- Pekiyi, “Ne değişti? Ortada bir söz, bir taahhüt yok. Muhalefetin tepkilerine yol açan durum, aynı şekilde duruyor yerli yerinde” görüşüne ne diyorsunuz? Çiçek’inki tam bir ‘kurt politikacı’ cevabıydı:

- Ben sözlerime noktayı, emeği geçenlere teşekkürle koydum. Gerisini ben konuşmam ama herhalde o durumun faturası da bana kesilecek değil. Cemil Çiçek’in bahçe sohbetindeki bir cümlesini de kayıtlara geçirmekte fayda var. Hem yemin krizinin çözüm sürecindeki rolünü anlamak hem de gelecekteki muhtemel krizlerde takınacağı tutumu öngörebilmek için:

- Ben siyasette, eğer varsa, yüzde bir ihtimali zorlamadan, diğer yüzde 99’a ilişkin kesin hüküm vermem.


Yemin et iyi misin?

Bir eski bakan:

- Merhaba nasılsın?

Bir gazeteci:

- İyiyim sağolun.

Aynı eski bakan:

- Yemin et.

Sessizlik... Gazetecide şaşkınlık...

Eski bakan (Gülerek):

- Gerçekten iyi misin, yemin et...

Ve kahkalalar...

TBMM Kulisi’nde dün, günün esprisi buydu işte.

Aman CHP’yi tahrik etmeyelim

Bahçede ve kuliste, AK Partililer sadece kendi aralarında konuştular, “Şimdi ne oldu? Ne değişti de CHP yemin etmeye karar verdi” diye. İktidar milletvekillerinin çoğu, “CHP, yemin etmeme eyleminin sonuçlarını gördü, hatasını anladı. Yanlıştan dönmek için zaten bir bahane arıyordu. Bu formülle kriz bitti” diyordu ama bu düşüncelerini hiç paylaşmadılar CHP’lilerle. Hatta bu sohbetlerde, “Başbakanımızın dediği gibi, işte tükürdüklerini yaladılar” diyen de vardı; “Biz CHP’ye ne bir söz verdik, ne bir taahhütte bulunduk” diye konuşan da. Ama AK Partililer’in istisnasız hepsi, “Aman tahrik etmeyelim, aman rahatsız etmeyelim” deyip, bırakın seslendirmeyi, siyasi rakiplerine hiç hissettirmediler bile bu görüşlerini.

Yemin tamam da...

İki parti arasında varılan mutabakatı özetleyen metin, tecrübeli bir ‘diplomat’ın kaleminden çıkmış gibiydi. İki tarafın da kendi penceresinden okuyabileceği ve tarafların - tabiri caiz ise - işlerine geldiği gibi yorumlayıp, yansıtabileceği türden. Başbakan’ın beyin takımından bir milletvekiliyle konuştuk kuliste. Sohbetin özeti şu: Aslında değişen bir şey yok. Çünkü iktidarın; CHP’nin, MHP’nin ve BDP’nin yargı kararıyla Meclis’e gelemeyen milletvekillerine Ankara bileti verecek bir yasa değişikliği yapmak gibi bir düşüncesi kesinlikle yok. “Kendi kendinize bir duvar örüyorsunuz, sonra da bizden (iktidardan) o duvarı yıkmasını bekliyorsunuz. Biz örmedik ki, biz yıkalım o duvarı. Çözüm önerecek olan, o soruna sahip olanlardır.” Erdoğan’ın stratejistlerinden olan vekilin bu cümlesi, muhalefetin yakın geleceğe dair umutlanmaması gerektiğini gösteriyor.

Meclis’te şike gündemi

Meclis kulislerinin, ‘yemin’ gündemiyle yarışan sohbet başlığı ‘futboldaki şike soruşturması’ydı dün. Tutuklamalar, sokakta yaşanan olaylar, yeni gözaltılar... İstanbul’da yürüyen soruşturmanın Meclis Kulisleri’ne yansıması, geleceğe dair merak dolu sorular oldu. Bir de geçmişi hatırlatanlar vardı. “Sivas kalecisi Korcan’ın tutuklandığını düşününce, bir Galatasaraylı olarak, 1993’teki 8 - 0’lık Ankaragücü - Galatasaray maçını düşündüm. Bugünkü yasalar o dönemde olsaydı, kaleci Zalad’ın hali nice olurdu. Korcan tutuklandıysa, Zalad herhalde ağırlaştırılmış müebbete mahkum olurdu.” Espriyle karışık bu değerlendirmenin bile yapıldığı futbol sohbetlerinin hepsi, “Durun bakalım, yargı kararını versin. Ama bu süreçte insanların peşinen suçlu ilan edilmesine de, hep birlikte karşı çıkmalıyız” sözleriyle tamamlandı. Tabii ki öyle... Yargı kararı elbette beklenecek ama yakın dönem gündemini asıl Türkiye Futbol Federasyonu’nun vereceği karar belirleyecek. Ve sanırım, hatta korkarım; o karar sonrası kimse adli yargıdaki dava süreciyle ilgilenmeyecek.

Yazının devamı...

Bursa’ya mektup TAAHHÜTLÜ...

2003-2004 sezonu..

O zamanki adıyla Turkcell Süper Lig..

18 takım, 34 hafta. Biri şampiyon olacak; 16, 17 ve 18. takımlar ligden düşecek.

Sezon 8 Ağustos 2003 Cuma akşamı açılıyor.

Bursaspor sezona evinde başlıyor. 9 Ağustos Cumartesi günü saat 19.00’da G.Antepspor’u konuk ediyor. Karşılaşma golsüz bitiyor. Hafta alınan sonuçların ardından ortaya çıkan puan tablosunda, yeşil-beyazlılar 16. sırada..



Neden 2003-2004 sezonu ve neden Bursaspor; tahmin etmişsinizdir... Bakın size, özellikle de ‘Timsahlar’a gönül vermiş dostlara ne anlatacağım...



Dedİk ya... İlk hafta; alınan bir puan ile lige 16. sıradan başlıyor Bursaspor...

2. hafta, İstanbul’da Beşiktaş yenilgisi, Bursa 14.

3. hafta G.Saray ile Bursa’da 2-2 beraberlik, Bursaspor 15. sırada.

4. hafta A.Gücü-Bursaspor: 2-0. Bursaspor yeniden 16. basamakta. Yani düşme hattında. Yerden tasarruf edelim.. Rakip ve sonuçları pas geçip devam ediyorum..

5, 6 ve 7. haftalar, Bursa 16’ıncı sırada. 8, 9, 10, 11, 12 ve 13’üncü haftalarda 15..

14. haftada tekrar 16’ıncılığa kadar geriliyor.

15 ve 16. haftaları da aynı sırada geçiren yeşil-beyazlı takım, 17 hafta sonunda, sezonun ilk yarısını (başladığı gibi) 16. sırada tamamlıyor.



Bursaspor’un ilk yarı karnesi şöyle: 2 galibiyet, 7 beraberlik, 8 mağlubiyet. 17 maç sonundaki puanı sadece 13.

(Not: İlk yarının lideri, 43 puanlı Beşiktaş. Yenilgisiz Kartal, ilk yarı sonunda, takipçisi F.Bahçe’nin 8 puan önünde.)



23 Ocak 2004’te sezonun ikinci devresi başlıyor.

2. yarının ilk haftası, yani 18. haftanın sonunda Bursaspor yine 16. sırada.

(Not: Lider Beşiktaş, o hafta, 25 Ocak 2004 akşamı İnönü’de Samsunspor’a 4-0 yeniliyor. O meşhur “Cem Papila vakası”... Hani 5 kırmızı kartlı maç.)



Devam edelim... 19. hafta, Bursaspor yine 16.

20 ve 21. haftalarda da öyle. 22. hafta bir sıra daha geriye.. Bursaspor 18 takım arasında 17. durumda..

23 ve 24. haftalarda da öyle. 25. hafta, tekrar 16’ncılığa çıkış. Halen düşme hattı.. 16, 17 ve 18. sıradaki takımlar düşecek malum.

26, 27, 28, 29, 30, 31, 32, 33. haftalar... Bursaspor hep aynı sırada, 16.



Ve son hafta... 16. başladığı 2003-2004 sezonunun son haftasına yine16. sırada giren Bursaspor, 15 Mayıs 2004 Cumartesi günü Bursa Atatürk Stadı’nda Samsunspor’u 1-0 yeniyor ama yetmiyor. Bursa, 16. sırada kalıp, Elazığspor ve Adanaspor ile birlikte ligden düşüyor.



Bİr takım düşünün...

34 hafta süren lig yarışında; sadece 10 galibiyet, 10 beraberlik almış, 14 kez de yenilmiş. 40 gol atmış, 40 gol de yemiş. Neredeyse tümünü düşme hattında geçirdiği sezonda (62 puan kaybederek) 40 puan toplayabilmiş ve 1. ligde kalmayı başaramamış.

Yeşİl-beyaz renklere gönül veren dostlara soruyorum:

Böyle bir sezonun faturasını; son hafta, rakiplerinizden Çaykur Rizespor’a 1-0 yenilen Beşiktaş’a kesmek reva mıdır?

(Mesela yine aynı gün, aynı saatte, Konyaspor da -üstelik kendi sahasında- İstanbulspor’a 2 - 0 yenildi. Konya o maçı kazansa, Beşiktaş-Rize maçının sonucu ne olursa olsun, düşen Bursa değil, İstanbul olacaktı.)

Durum böyleyken, size tarihinizin belki de en başarısız sezonunu yaşatan ‘birileri’nin hedef saptırıp Beşiktaş’ı düşman ilan etmesine maalesef kandınız. Kabul edin, kandırıldınız.

(Kaldı ki o Beşiktaş; sezonun, namağlup tamamladığı ilk yarısının ardından, Cem Papila düdüğüyle başlayan 2. devrede darmadağın olmuş ve 17 maçta tam 8 yenilgi almış.)

Bütün bu matematik gerçekler ışığında şimdi bir kez daha okuyun lütfen şu cümleyi:

“Beşİktaş Rizespor’a maçı sattı, biz de bu yüzden küme düştük.” geldi mi?..

7 yıl süren kan davası

Sevgili Bursaspor taraftarı, sevgili Texas;

Sİzden rica ediyorum... Yukarıdaki tabloya tekrar tekrar bakın ve düşünün.

DİLE kolay. 7 yıldır süren kan davası..

Sonradan A.Gücü’nün de eklemlenmesiyle Bursa-İstanbul-Ankara üçgeninde oluşan ‘yüksek gerilim hattı’nda yıllardır yaşananlar...

En son geçen sezon Dolmabahçe’de dökülen kan.. Bursa’da polisle yaşanan çatışma.. Gözaltılar, tutuklamalar, cezalar, yanan canlar, dökülen göz yaşları...

Hepsİ, 7 yıl önce söylenen ve inanmayı tercih ettiğiniz o ‘büyük yalan’ın sonuçları değil mi? Rica ediyorum, bir düşünün... Şu güzel günde, salim kafayla, sakince düşünün.

Ve gelin, Türkiye’de sporun, futbolun temizlenmesinin konuşulduğu şu dönemde, yeni sezona yeni bir başlangıç yapın, yapalım...

Uzatın elinizi Yeşil Bursa’dan.. Merak etmeyin hiçbir zaman havada kalmaz o el.

Köyİçİ’nde bulur karşılığını, tokalaşır.

Yazının devamı...

Baykal: Tavrım değişmedi

“Yemin etmemek doğru karar. Ama yetmez. CHP olarak bu hareketin altını doldurmamız şart. Bunu neden yaptığımızı kamuoyuna çok iyi anlatmalıyız. Aksi halde, doğru bir adım atarken, aleyhimize sonuçların doğmasına sebebiyet verebiliriz. Yani iş yemin etmemekle bitmiyor, iş asıl şimdi başlıyor.”

Bu sözler, CHP Antalya Milletvekili, partinin eski genel başkanı Deniz Baykal’a ait...

28 Haziran 2011 Salı yani Meclis’in açıldığı gün, CHP grup toplantısının ardından üç meslektaşımla birlikte, odasında sohbet ettiğimiz Baykal aynen böyle diyordu.



CHP yemin etmedi. Sonrasını biliyorsunuz. Nihayet, CHP’nin, cezaevinde tutuklu bulunan Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay dışındaki milletvekillerinin yarın Meclis Genel Kurulu’nda yemin etmesi noktasına gelindi.

CHP’de geçen haftanın en önemli randevusu, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun selefi Deniz Baykal ile yaptığı görüşmeydi.

Peki, “Gelinen noktada artık yemin etmeli ve yola öyle devam etmeliyiz” diyen Baykal’ın bu görüşü bir tavır değişikliği mi? CHP içinde sorulan sorulardan biri işte bu.



Deniz Baykal’ın, yakın çevresine, “Benim tavrımda herhangi bir değişiklik yok” dediğini öğrendim.

Baykal’ın görüştüğü milletvekillerine, aynen şunları söylediği de notlarımın arasında: “İlk gün de söyledim. ‘Hiçbir şey olmamış gibi yarın yemin etmeyi ben içime sindiremem’ dedim. Bence, Meclis’in açılış oturumunda, yani yemin töreninde, hepimizin sıramız geldiğinde kürsüye çıkmalı, neden yemin etmediğimizi kamuoyuna anlatmalıydık. Birkaç gün sonra da gidip yeminimizi edip, ‘Mücadelemize parlamento zemininde devam edeceğiz’ demeliydik.”

Yani Deniz Baykal, “Yemin günü, kürsüden tam 133 kez, farklı sözcükler ve ifadelerle, ‘Sizin gibi, benim gibi, halkın iradesiyle milletvekili seçilmiş ve mazbatasını almış iki arkadaşımız (Balbay ve Haberal) demir parmaklıkların arkasındayken, ben burada yemin edemem’ sesi yükselmeliydi” diyor.

Baykal, arkadaşlarına, “Bunu yapsaydık, sorun kamuoyuna gerekçesiyle izah edilmiş olacaktı. Birkaç gün sonra da gidip yemin edecektik. Böylece haklı tepkimizi seslendirmiş ve aynı zamanda, konunun bir ‘yemin krizi’ değil, ‘demokrasi krizi’ olduğunu da anlatmış olacaktık. Doğrusu bu olurdu” diyor.

Deniz Baykal, yakın çevresine yaptığı değerlendirmeyi şöyle sürdürüyor: “Parti yönetiminin izlediği politikayı suçlama peşinde değilim. Evet, bu süre içinde çelişkili açıklamalar yapıldı, yanlışlar yapıldı ama benim eleştirme, hesaplaşma gibi bir derdim yok. Derdim partinin zarar görmemesi... Bakın, BDP’nin sorunu yemin ile. CHP’nin ise yeminle değil. CHP’nin derdinin ‘demokrasi’ olduğunu anlatabilmeliydik. Çok kısa süre içinde görüldü ki, seçilen yol (hiç yemin etmeyeceğiz tavrı) sürdürülebilir olmaktan çıktı. Hem partinin kamuoyu gözündeki itibarına zarar veriyor, hem de AKP’ye yarıyor. CHP yemin etmeme tutumunu sürdürse Başbakan memnun bile olur. O sorunu çözmek değil, derinleştirmek ister. Hatta biz yemin etmeden Meclis tatile girse, sonbaharda çıkıp, CHP ve BDP’yi suçlayıp, ‘Sil baştan yeni bir seçim yapalım’ bile diyebilirdi.”



Baykal’ın ‘ev sohbetleri’nde söyledikleri arasında şunlar da var: “Şimdi yanlıştan dönüp, yemin etmek işin doğrusu. Hatta bana kalsa, ‘AKP ile müzakere edelim, Cemil Çiçek formül bulsun vs’ gibi yaklaşımlarla da değil, tam aksine ‘Kardeşim ben geldim’ diye meydan okuyarak girer, yemin ederim. Çünkü, sorunun çözümü yolunda somut bir gelişme yok. Verilen bir söz, bağlayıcı bir taahhüt yok. ‘AKP’nin bu yönde bir iradesi olmadığını gördük ve iktidarın milli iradeye saygısızlığını bu zeminde seslendirmeye, mücadelemizi bu platformda sürdürmeye geldik’ demeliyiz.”

Yazının devamı...

Vay, vay, vay... Habere bak

‘Son dakika’ haberi şuydu: “BJK Başkanı Demirören de ‘şüpheli’ sıfatıyla ifade verecek.”

“Kim açıklamış? Emniyet mi, savcılık mı?” derken, “Ajans geçti” dediler. Anadolu Ajansı (AA)...
Haberi okuyorsunuz;

* Demirören’in ifadesinin alınacağı ‘öğrenildi.’

* ‘Alınan bilgiye göre’, Demirören şüpheli olarak ifadeye çağrılacak.

* Serdal Adalı’nın da aynı durumda olduğu ‘kaydedildi.’
Bakın, açık söylüyorum; derdim, haberin konusu değil. Habere konu olan kişiler hiç değil. Derdim, ‘devletin resmi haber ajansı’nın kullandığı haber dili. Kimden, nereden, ne zaman öğrenildi bunlar? Meçhul...

Bunu başkası yapabilir. ‘Devletin resmi haber ajansı’ yapamaz. Yapmamalı.

Tekrar ediyorum... Haberin kim hakkında ve ne konuda olduğuyla ilgilenmiyorum. Konu o değil.

Benim elimde de şöyle bir haber var mesela: “Alınan bilgiye göre, böyle bir haberin; yarın öbür gün, herhangi bir konuda, herhangi birimiz için de yayınlanabileceği öğrenildi”! Ya da ‘kaydedildi’! Veya ‘belirtildi’! Ne bileyim...


AA Genel Müdürü dedi ki...

AA Genel Müdürü Hilmi Bengi’yi aradım, durumu anlattım. Her zamanki hassasiyetiyle konuyla ilgilendi. Araştırıp, bilgi verdi.

“Haklısınız. Bu bizim üslubumuz değil, olmamalı” dedi ve ekledi: “Arkadaşlar haberi hem Emniyet hem de Savcılık’tan doğrulatınca yazmış ve servise koymuşlar. Siz de çok iyi bilirsiniz, bazen haber kaynakları böyle yazılmasını ister.”
Genel Müdür’e duyarlılığı için teşekkür ettim ve ben de ekledim: “Elbette bilirim ama benim söylediğim de bu zaten. Böyle haberleri herkes yapabilir ama AA yapamaz.

Ayrıca, ‘Emniyet’ten ya da Savcılıktan alınan bilgiye göre’ türünden bir ibare olsa yine sesim çıkmazdı.”

“Haber dili ve üslup konusundaki bu eleştirinizde haklısınız” dedi Bengi bir kez daha. Ve adı geçen kişiler ya da kulüpten de görüş alınıp haber yapılması konusunda talimat verdiğini de söyledi.

Çok önemli not: Biz bütün bunları yazdıktan sonra akşam saatlerinde İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, önceki gün Anadolu Ajansı’nın geçtiği dün de bütün medyada yer alan bu haberi yalanladı.


Hatırlar mısınız?
Şike soruşturması sürüyor. Henüz ‘sanık’ bile olmayan onlarca ‘şüpheli’ insan, kamu vicdanında daha şimdiden ‘mahkum’.

Dikkat ettim; kamera ve fotoğraf makinalarının girmediği bir tuvaletler kaldı neredeyse.

Bakalım hatırlayacak mısınız?.. Geçen yıl, tam da bu zamanlardı...

Ankara eski Emniyet Müdürü Orhan Özdemir gözaltına alındı, polise ifade verdi, savcıya ifade verdi, hakim karşısına çıktı, tutuklandı, cezaevine konuldu.

Ama biz O’nu ne evinden alınırken gördük, ne Adli Tıp girişinde, ne Emniyet’ten çıkışında, ne adliye koridorlarında, ne cezaevine naklinde.

Nitekim bakın, şimdi bu satırları okurken siz de doğru düzgün hatırlamıyorsunuz mevzuyu. Söz konusu kişinin yüzü de hemen gelivermiyor gözünüzün önüne.

Yargılaması sürüyor. Sonunda beraat mi eder, hüküm mü giyer ben bilmem. Ama bildiğim, Orhan Özdemir örneğinin bir ‘istisna’ değil, genel uygulama olması gerektiği.olabildiğini biliyoruz. Geçen yıl gördük.
Demek ki, kanunların gereği, kişilerin itibarı paspas edilmeden de yerine getirilebiliyormuş.

Hanımlar, beyler... ‘İtibar’, sadece altı harften oluşan bir sözcük değildir.

Yani en azından kimilerimiz için...


KULİSLERDEKİ SORULAR

Buyurun size, Ankara’nın o meşhur kulislerinde uçuşan sorulardan bir demet...

* Milli Savunma Bakanlığı’nda ‘Vecdi Gönül modeli’nden vazgeçilmesinin, tam da Genelkurmay Başkanlığı’nın bu bakanlığa bağlanmasının tartışılacağı yeni döneme denk gelmesi tesadüf mü?

* Atanacak olan MSB Bakan Yardımcısı, korgeneral rütbesindeki müsteşarın üstünde görev yapacak. Başbakan’ın hükümeti açıklarken, “Sivil olacak” dediği bakan yardımcısının bu pozisyonu yeni bir tartışma yaratır mı?

* O travmayı yaşayan insanın başına her türlü rahatsızlık gelebilir. Bu tıbbi gerçeği yok sayıp, başka davalarda, başka şüphelilerin sapasağlam girdikleri Emniyet ya da Adliye’de rahatsızlanması, hemen, ‘cezaevine girmemek için yapılan bir numara‘ olarak yaftalanırken, aynı peşin kabul, gündemdeki şike soruşturmasında neden geçerli değil?

* Bugüne kadar, herhangi bir il emniyet müdürlüğü; üzerinde gizlilik kararı bulunan bir soruşturmaya ilişkin, kesin hükümler içeren resmi bir açıklama yapmış mıydı?

* İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün açıklamasının son bölümünde “... mücadelemizde vatandaşlarımızdan aldığımız büyük destek bizi son derece memnun etmekte ve motivasyon kaynağımız olmaktadır” ifadesi var. Bu vurgu, yıllardır askerden gelen her netameli açıklamanın sonunda yer alan “... gücünü içinden çıktığı yüce Türk milletinden alan TSK” kalıbının polis versiyonuymuş izlenimi vermiyor mu?

* Kaçma ve delil karartma şüphesi, geçen zaman içinde Deniz Feneri davasının şüphelileri için de geçerli bir prensip miydi?


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.