Şampiy10
Magazin
Gündem

Kararı 5 ay önce vermişti



Sebahattin Işık Koşaner, 30 Ağustos 2010’da genelkurmay başkanı oldu. Türkiye’nin 27’inci genelkurmay başkanı Koşaner 1945 doğumlu. Bu nedenle yaş haddi itibariyle görev süresi 4 değil 3 yıldı. 30 Ağustos 2013’te emekli olacaktı.

Hasdal ziyareti

2010 yaz şurasında (1-4 Ağustos 2010 Yüksek Askeri Şura toplantısı) yaşanan kriz, Koşaner’in koltuğa kırgın, küskün, örselenmiş ve tepkili oturması sonuçlarını doğurdu.

Özel Kuvvetler kökenli, yani ‘bordo bereli’ ilk genelkurmay başkanı olan Koşaner, göreve başladıktan sadece beş buçuk ay sonra (18 Şubat 2011 tarihinde) kuvvet komutanları ve Birinci Ordu Komutanı ile birlikte Hasdal Askeri Cezaevi’ni ziyaret etti. Koşaner’in, Balyoz davasından tutuklu bulunan ve Hasdal’da yatan (o gün itibariyle) 24’ü general - amiral, toplam 102 subayı ziyareti; birlik, bütünlük ve destek mesajı olarak algılanmıştı.

İstifa çağrıları

Dün istifa eden Koşaner (her ne kadar ‘işlemin adı emekliliğini istemek’ olsa da herkes bunun bir istifa olduğunu biliyor) görevde kaldığı 11 ay boyunca, medyaya hiç açıklama yapmadı. Zaman zaman hükümet ile görüş ayrılıkları yaşadı ama bunları kamuoyu ile paylaşma yolunu hiç seçmedi.

Bu nedenle tabanı olarak nitelenebilecek ordunun alt kadroları tarafından eleştirildiği biliniyordu.

Emekli subaylar, tutuklu askeri personelin aileleri ve yakınları tarafından sessiz kalmakla itham ediliyordu.

Hatta daha önceki gün bu köşede, “Hasdal’dan Mesajlar Var” başlığıyla yer alan ‘haber’de, Hasdal Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunan muvazzaf generallerin ortak nabzı şu cümlelerle yer alıyordu:

“... Hasdal Ordusu’nun komutanlarının ortak duygu ve şikayetini şu iki kelime özetliyor: “Sahipsiz kaldık”.

Medyanın ilgisizliğinden yakınmanın ötesinde, daha önemlisi, “Kuvvetimiz ve Genelkurmay da bize sahip çıkmıyor” diyorlar.

Genelkurmay Başkanı ve bağlı oldukları kuvvet komutanının bir şekilde ses çıkarmasını bekliyorlar. Buna istifa da dahil.

İçeridekiler, “Genelkurmay Başkanı (tek başına ya da kuvvet komutanları ile birlikte) bir basın toplantısı düzenleyip, yapılan uygulamalara, yaşanan haksızlığa tepki olarak istifasını (istifalarını) açıklasa, bırakın Türkiye’yi, bütün dünyanın ilgisi bu davalara yönelir” diyorlar ziyaretçilerine.(...)”

Lojman ve otomobilini hazırladı

Hasdal’daki silah arkadaşları “istifa etsin” diyordu ama Işık Koşaner istifaya zaten beş ay önce karar vermişti.

Bu bilgi bir söylentiye dayanmıyor. İki somut gelişme var Koşaner’in istifaya Mart ayında karar verdiğinin kanıtı olan.

Anlatayım...

Genelkurmay başkanları ya da kuvvet komutanları, görev sürelerinin dolmasına 5 - 6 ay kala;

1.) Emeklilik dönemlerinde oturacakları lojmanı seçer ve tefrişine başlarlar.

2.) Yine emekli olduktan sonra kullanacakları sivil otomobili alırlar.

Işık Koşaner lojmanını Mart ayında seçti. Aynı günlerde, bir de binek tipi otomobil satın aldı.

Yani emekliliğine 2 buçuk sene kala.

Koşaner;

1.) Ankara Merkez Orduevi’nin hemen yanında bulunan general lojmanlarında dairesini seçti ve eşyalarını taşıttı. Dairenin içinin düzenlenmesine başlandı. Koşaner çiftinin emeklilik yaşamlarını sürdüreceği daire, genelkurmay eski başkanlarından, 7‘nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in eviyle aynı binada yer alıyordu.

2.) Emeklilik günlerinde kullanmak üzere bir Ford Focus model otomobil satın aldı. Hatta bu aracı, hafta sonları eşi Nurdan Koşaner ile birlikte dost ziyaretlerine giderken kullanmaya başladı bile.

Sigarayı 3 pakete çıkartmıştı

Genelkurmay Başkanı’nın (seleflerinin aksine son 6 ayda değil, 2 buçuk yıl öncesinden) lojman seçmesi ve sivil otomobil satın alıp kullanmaya başlaması, TSK içinde “Komutan istifaya karar verdi” söylentilerini de beraberinde getirdi.

Işık Koşaner’in yakın çevresiyle bile ilişkilerini neredeyse sıfıra indirmesi, sigara tüketimini günde 3 pakete çıkartması ve sürekli ‘mutsuz ve gergin’ bir görüntü sergilemesi bu söylentiye daha da ciddiyet kazandırdı.

Özkök ve Başbuğ’un ziyaretleri

Ve yaklaşık bir buçuk ay önce...

16 Haziran 2011 perşembe günü, Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök Ankara’ya geldi ve Genelkurmay Karargahı’nda Koşaner’i ziyaret etti.

Bu ziyaret, Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinden duyuruldu.

Ancak, hemen ertesi gün gerçekleşen ikinci ziyaret kamuoyuna açıklanmadı.

Özkök’ün karargah ziyaretinin hemen ertesi günü, 17 Haziran 2011 cuma günü Işık Koşaner ile görüşmeye gelen isim bu kez selefi, Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’du.

Art arda gelen bu iki sürpriz ziyaret üzerine askeri kulislerde, “İki eski komutanı, Koşaner’i istifadan vazgeçirmek için iknaya geldi” yorumları yapıldı.

Ancak dün itibariyle görüldü ki, ikna çabaları yeterli olmadı ve Işık Koşaner, 5 ay önce verdiği kararı dün hayata geçirdi.

Yazının devamı...

Yargıçlar YARGI-SEN’İ kapattı

YARSAV ’ı (Yargıçlar ve Savcılar Birliği) kurdu, Adalet Bakanlığı ile hükümet ile karşı karşıya geldi.

Ardından, Yargıçlar ve Savcılar Sendikası, Yargı-Sen’i kurdu. Yine eleştirdiği iktidarın tepkisini çekti.
Ankara Valiliği dava açtı. Yargı-Sen’in kapatılmasını istedi.

Gerekçe, Kamu Sendikaları Kanunu’nda yer alan, “Yargıçlar ve savcılar sendika kuramaz, meslek esasına göre de sendika kurulamaz” maddesiydi.

Ankara 15’inci İş Mahkemesi, Yargı-Sen’in kapatılmasına hükmetti. Yani yargıçlar, Yargı-Sen’i kapattı .

Karar sonrası YARSAV ve Yargı-Sen’in kurucusu Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu aradım, “Kamu Sendikaları Kanunu’ndaki madde açık. Kapatma kararı normal değil mi?” diye sordum.

“Doğru” dedi, “Kanun maddesi öyle ama Türkiye’nin imzalamış olduğu altı tane uluslararası sözleşme var . Ve bu sözleşmeler, Yargı-Sen’in kurulmasına olanak tanıyor.”
“Ama yasa?..” diyecek oluyorum, izah ediyor:

“Anayasa’nın 90’ıncı maddesi çok açık şekilde, ‘Temel haklar konusunda, yasalar ile sözleşmeler çakışırsa, uyuşmazlığın çözümünde uluslararası sözleşmeler esas alınır ’ diyor. Ama mahkeme Anayasa’daki bu açık hükmü görmüyor.”

“Madem madde bu kadar açık, mahkeme nasıl yok sayabilir ki bunu?” diye soruyorum.

Ömer Faruk Eminağaoğlu, o bildik üslubuyla yanıt veriyor:
“Yok sayıyor çünkü siyasal irade, yargıda örgütlenme istemiyor. Gücün yanında bir yargı, gücün yanında bir HSYK... O zaman bağımsız yargı nerede?”

Eminağaoğlu, mahkemenin kararını temyiz ettiklerini ve karar kesinleşinceye kadar da sendikal faaliyetleri sürdüreceklerini söylüyor. “Yargıtay kapatma kararını onarsa, o zaman AİHM ve İLO ’ya başvuracağız” diye de ekliyor.

Bu arada, biliyorsunuz, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yaz kararnamesiyle, Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinden, İstanbul’a hakim olarak atandı.

Son soru, bu konuya ilişkin: “İstanbul’a atanmanız konusunda son durum ne?”

“20 Temmuz itibariyle İstanbul’da göreve başladım ama şu anda izindeyim” diyor Eminağaoğlu. Ve noktayı şu sözlerle koyuyor:

“Beni görevi, mesleği bırakmaya zorluyorlar . HSYK’ya itiraz ettim, hala sonuçlanmadı. İtirazım reddedilirse, ben de atanma kararımla ilgili olarak da AİHM ve İLO’ya başvuracağım.”


TSK’nın cezaevi istatistiği

Bugün (28 Temmuz 2011) itibariyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kaç mensubu tutuklu?
Bunların kaçı muvazzaf, kaçı emekli?

Demir parmaklıklar ardındaki general amiral sayısı kaç?
Özetle, TSK’nin ‘cezaevi istatistiği’ nasıl?
Resmi kaynaklardan kesin rakamlar ı aldım.
Buyurun...

Ergenekon 1 ve 2, Balyoz, Islak İmza, Poyrazköy, Fuhuş, Askeri Casusluk gibi davalardan tutuklu yargılanan ve cezaevlerinde bulunan Silahlı Kuvvetler mensubu sayısı, toplam 423.

Bunların 173’ü muvazzaf, yani aktif görevde. 250’si ise emekli.

173 muvazzafın dağılımı şöyle:

43 general ve amiral.
121 subay.
8 astsubay.
1 uzman çavuş.
250 emekli personelin dökümü de şu şekilde:
76 general amiral.
163 subay.
10 astsubay.
1 uzman çavuş.

Tabii bu rakamlar, dediğim gibi, bugün, yani 28 Temmuz 2011 itibariyle geçerli ...


General amiral oranı

Ve bir başka istatistik...

TSK’nin general amiral sayısı ve bu rakamın ordunun toplam mevcuduna oranı ...

Bir de TSK ile bazı yabancı ülke ordularının kıyaslaması. Vaziyet şöyle:

TSK’da, genelkurmay başkanı dahil 364 general ve amiral var.

Ordunun toplam personel sayısı, 582 bin 365.
Yani (yaklaşık) her bin 600 personele bir general ya da amiral düşüyor.

Ve bazı dış örnekler... (Rakamlarda küsüratı yuvarlayıp, yaklaşık aktarıyorum.)

İngiltere’de; ordu mevcudu 186 bin. General amiral sayısı 820. Oran, 226 personele bir general amiral.
İtalya’da, mevcut 180 bin. Paşa sayısı 485. Oran, 371’e bir.
Yunanistan’da, 142 bin personelden 319’u general amiral. Oran, 445’e bir.

İspanya’da, ordu nüfusu 129 bin. General amiral sayısı 254. Oran, 507’ye bir.

Fransa’da 217 bin üniformalı var. 338’inin apoleti sırmalı. Oran, 642’ye bir.

Almanya... Mevcut 188 bin. General amiral 202. Oran, 930’a bir.

Polonya’da 134 bin kişilik orduda, 120 general amiral görev yapıyor. Oran, bin 116’ya bir.
Türkiye’yi tekrar hatırlatalım:

582 bin personel. 364 paşa. Oran bin 600’e bir.
ABD ve Rusya ordularında durumlar biraz farklı. TSK ile doğrudan kıyaslamak pek mümkün değil. Çünkü mesela ABD’de, ‘rezerv generaller’ gibi farklı uygulamalar var.

Yazının devamı...

New York’lu avukatlar Silivri’ye

Balyoz ve Islak İmza davalarının tutuklu sanığı Albay Dursun Çiçek‘in avukatlığını da yapan kızı İrem Çiçek, dikkat çekici bir çağrı yapmaya hazırlanıyor.
İrem Çiçek, Ankara ve İstanbul Baroları‘na, “Özel yetkili mahkemelerde görülmekte olan davalara, dünyanın önde gelen barolarından temsilciler çağrılsın“ önerisini götürecek.
Çiçek, sadece müvekkili/babasının yargılandığı davalar değil; “Ergenekon 1, Ergenekon 2, KCK, Şike, Poyrazköy, Casusluk gibi davaları izlemek için, İstanbul ve Ankara gibi duyarlı baroların daveti ile New York, Paris, Londra, Berlin gibi barolardan temsilcilerin çağırılması, hukuk ve insan hakları açısından büyük önem taşımaktadır” diyecek.
İrem Çiçek çağrısını bugün, yarın yapacak.

Bakalım, önce İstanbul ve Ankara Baroları konuya nasıl yaklaşacak ve sonuç ne olacak? Onu da takip edeceğiz...


Hasdal’dan mesajlar var

Şike soruşturması tutukluları Metris’te. Avukatları ya da yakınlarıyla konuşuyorlar. Mesajları medyada yer alıyor.
KCK sanıkları Diyarbakır’da, Siirt’te, Mardin’de. Onların da sesi (az da olsa) yansıyor basına.

Haberal’dan, Balbay’dan, Alan’dan, Nedim Şener’den Ahmet Şık’tan gelen haberler (belki yetersiz ama yine de) yer buluyor gazete ve televizyonlarda.

Ama Hasdal’dan pek ses gelmiyor.

İşte bu yüzden bugün, Hasdal’daki ‘paşa’lardan gelen sitem, hatta isyan yüklü mesajları yazayım dedim.

Osman Çelik örneği

Cezaevindeki general ve amirallerin, açık ya da kapalı görüşlerde aile üyelerine, devre arkadaşlarına verdikleri bir örnek var. Diyorlar ki:

“Bir bakanın kardeşi tutuklanıp sadece beş gün cezaevinde kaldı, ardından serbest bırakıldı. (Faruk Çelik’in ağabeyi Osman Çelik’in Bursaspor davasında tutuklanması olayını kastediyorlar.) Sayın bakan haklı olarak ‘Bunun hesabını kim verecek?’ diye isyan etti. Pekiyi bizim yaşadıklarımızın hesabını kim ve nasıl verecek? Bıraktık burada tutuklu kaldığımız ayları, istikbalimiz karardı. Biz burada suçlu muamelesi görüp ızdırap çekerken, dışarıda ailemizin itibarı, onuru ayaklar altına alınıyor. Sayın bakan isyanında sonuna kadar haklı. Biz de aynı soruyu soruyoruz. Kim verecek bu yaşadıklarımızın hesabını?”

İstifa çağrısı

Hasdal’da tutuklu bulunan subaylar, “Emekli dernekleri ya da Vardiya Bizde Platformu gibi yapıların sesine de kulak verilmiyor. Bu kadar mı değersizmiş bu kurum (TSK) ve mensupları?” diye soruyor ziyaretlerine gelenlere.
‘Hasdal Ordusu’nun komutanlarının ortak duygu ve şikayetini şu iki kelime özetliyor: “Sahipsiz kaldık”.

Medyanın ilgisizliğinden yakınmanın ötesinde, daha önemlisi, “Kuvvetimiz ve Genelkurmay da bize sahip çıkmıyor“ diyorlar.

Genelkurmay Başkanı ve bağlı oldukları kuvvet komutanının bir şekilde ses çıkarmasını bekliyorlar. Buna istifa da dahil.

İçeridekiler, “Genelkurmay Başkanı (tek başına ya da kuvvet komutanları ile birlikte) bir basın toplantısı düzenleyip, yapılan uygulamalara, yaşanan haksızlığa tepki olarak istifasını (istifalarını) açıklasa, bırakın Türkiye’yi, bütün dünyanın ilgisi bu davalara yönelir” diyorlar ziyaretçilerine.


Öcalan konuşabiliyorsa...

‘Hasdal’dan mesajlar‘ı yazarken...
Haklı-haksız, suçlu-suçsuz hesabında değilim. İsimlerle, sıfatlarla ilgilenmiyorum. Üniformalı-sivil farkı da gözetmiyorum.

Demokasilerde; ‘general Ahmet‘ ile ‘belediye başkanı ya da milletvekili Mehmet‘in, ‘amiral Ali‘ ile ‘spor kulübü yöneticisi ya da futbolcu Veli‘nin, ‘albay Hasan‘ ile ‘gazeteci Hüseyin‘in hiçbir farkı yok. Olmamalı.
Tek derdim şu:

Eğer kesinleşmiş yargı kararıyla ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis‘ cezasına mahkum edilmiş olan Abdullah Öcalan, her hafta düzenli olarak (avukatları ya da kimi siyasetçiler vasıtasıyla) açıklama yapabiliyor ve mesajları manşetlere çıkıyorsa; (hangi dava ya da soruşturma olursa olsun) haklarında henüz iddianame bile düzenlenmemiş olan tutukluların da en azından hissiyatını öğrenmemizde bir sakınca olmasa gerek...


Başbakan en doğrusunu yaptı

Silvan Dolapdere’de 13 şehit verildi.

Genelkurmay soruşturma başlattı. Biter bitmez açıkladı.
İçişleri Bakanlığı da bir inceleme yaptı. Bu bir ‘ilk’ti.
Başbakan Erdoğan, askerin raporuyla büyük ölçüde örtüştüğünü söyleyip, İçişleri müfettişlerinin hazırladığı raporun açıklanmasına gerek görmediklerini duyurdu.
Ve bence çok da doğru yaptı.

Çünkü ne olursa olsun, mülkiye müfettişlerinin kaleminden çıkan bir metnin (içeriği tamamen aynı bile olsa) askerin yazdığı rapor ile terminolojik farklılıklar göstermesi muhtemeldir. Ve böyle bir durumda, farklı dil ve üslupla yazılan iki ayrı raporun ilanı, kamuoyunda ciddi kafa karışıklığı ve dolayısıyla tartışma yaratma riskine sahiptir. Daha doğrusu, sahipti.

Yazının devamı...

Dağlar, polis asker, yeni dönem...



Resmen açıklandı, terörle mücadelede polis daha etkin kullanılacak.

“Neden”i belli de, merak edilen “nasıl”ı.

İlk algılama; yeni dönemde artık, polisin de dağda, teröristle temas edeceği şeklinde. Bazen askerle birlikte çatışmaya gireceği, bazen ise tek başına.

Pekiyi bu algı doğru mu?

Biraz evet, biraz hayır aslında.



Hem Genelkurmay’da yıllarını terörle mücadeleye verdikten sonra emekli olmuş üst düzey isimlerle konuştum hem Emniyet Teşkilatı’nın en üst seviyesinde görev yapmış olanlarla.

Ve ortaya şu aşağıda sıralayacaklarım çıktı.



- Aslında şu anki mevzuat, gerektiğinde Polis Özel Harekat timlerinin, jandarma ile birlikte dağda, yani cephede görev yapmasına zaten uygun.

- Bir vali, eğer gerek görürse; polisi jandarma, jandarmayı da polis bölgesinde kullanma yetkisine sahip. Hatta, birlikte görevlendirmenin ötesinde, isterse jandarma bölgesinde sadece polise operasyon yetkisi vermesi de mümkün.

- Polisin terörle mücadelede daha etkin kullanılması gündemi ‘yeni’ ama Emniyet Genel Müdürlüğü, Polis Özel Harekat birimine son bir buçuk - iki yıldır ciddi yatırımlar yaptı. Özel Harekat’ın ödenekleri, silah ve mühimmat çeşitliliği arttırıldı, eğitimleri (yurt dışındaki benzerleri de incelenip örnek alınarak) güncellendi ve yoğunlaştırıldı.

- 90’lı yıllarda, bölgede (şehir merkezlerinde) kamuflaj üniformalarının üzerine çapraz taktıkları şerit mermiler, elde otomatik tüfek ve kafada sadece gözler ile ağzı açıkta bırakan o kar maskeleriyle, sade vatandaşa da korku salan ‘Özel Harekatçı’ görüntüsü, yeni dönemde olmayacak. En azından bu konuda bir hassasiyet var ve hedef, geçmişten karelerin yeniden canlanmaması.

Terörün dağda bitmeyeceğini bilmek için uzman olmak gerekmiyor.

‘Cephe’ sonuç.

‘Dış destek’in ‘cephe’ye ulaşmasının yolu, ‘iç destek’.

‘İç destek’ kesil(e)medikçe, ‘dış destek‘ bir bağlantı noktası bulup, ‘cephe’yi şekillendiriyor. Örgütün insan kaynağında da, maddi destekte de, lojistikte de, istihbaratta da yıllardır olan bu.

Yani...

Şimdi, bir kez daha öncelikli hedef ‘iç destek‘i çökertmek (tabii sadece doğu ve güneydoğu illerinde değil) ve çarkı durdurmak.

İşte ‘polisin daha etkin kullanılacağı yeni dönem’in en can alıcı yönü bu hedef.



Kırsalda asker ve jandarma teröristle mücadele ederken, ilçe ve il merkezlerinde, polis artık çok daha yoğun mesai verecek. Özellikle de istihbarat konusunda.

Amaç ve görev yeni değil aslında: Dağdaki örgüt üyesinin şehir ile temas noktalarının tespiti ve bağlantıların kesilmesi.

Özel Harekat Polisi, ihtiyaç halinde araziye de çıkabilecek ama öncelikli misyonu, terör örgütünün ilçe ve kent merkezlerindeki yapılanmasına yönelik operasyonel faaliyet icra etmek olacak.



Yeni dönem vizyon ve misyonuna dair aldığım bilgileri harmanlayınca ortaya bunlar çıkıyor.

Bölgede geçmişte yaşananlardan hareketle, çok önemsediğim bir ayrıntı ile bitireyim.

Teorinin pratiğe başarıyla yansıması ve önümüzdeki süreçte mesafe alınabilmesi için, ‘polis - jandarma - asker üçgeni’nde tam bir iş ve güç birliği yapılması şart.

‘Ortak hedef’e yönelik ‘ortak mücadele’ hayata geçirilemezse... Yani bu ‘üçgen’ içinde de birbirleriyle bilek güreşi yaşanırsa, Ankara’da kim ne planlarsa planlasın - yine - hiçbir işe yaramaz.



Monsieur le president irrégulier

Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu, farklı tarzı ve dikkat çekici görüntüsüyle, göreve geldiği günden bu yana gündemde.

Koltukta ilk günleriydi, hatırlarsınız; “Fransız tabiriyle beni irrégulier birisi olarak düşünebilirsiniz“ dedi.

‘İrrégulier’nin Fransızca’da iki anlamı var. Biri, ‘kural dışı’, diğeri ‘düzensiz’.

Keşke yeni başkan, kendini tarif için ‘irregulier‘ yerine ‘inhabituel‘ (yani alışılmadık), ‘extraordinaire‘ (yani olağan dışı) ya da ‘excepsionel’ (yani sıra dışı, istisnai) sıfatlarından birini seçseydi. Aslında en güzeli, Fransızca yerine Türkçe’den uygun bir sözcük bulması olurdu. ‘Kural’ dışı yerine ‘sıra’ dışı deseydi mesela. Çünkü görevi, yasalarla tanımlı kuralları uygulamak olan bir hukukçunun ‘sıra dışı’lığı renktir ama ‘kural dışı’lığı problem olabilir.

Hüseyin Karakullukçu’nun kullandığı ve kulağa çok hoş gelen bir cümle daha var.

“Artık yasak yok“ diyor.

Aman Sayın Başkan dikkat edin, tek bir harf bazen çok önemlidir. Bir dil sürçmesi ya da bir tape hatasıyla o sondaki ‘k‘ harfi ortadan kayboluverirse, geriye “Artık ‘yasa’ yok“ cümlesi kalıyor.

HMösyö lö prezidan irregüliye diye okunur ve (erkekler için) Sayın Kural Dışı Başkan anlamına gelir.

Yazının devamı...

Adalı-Gümüşdağ neler konuştu

ŞİKE soruşturması kapsamında tutuklanan Serdal Adalı’nın, İbrahim Akın’ın transferi konusunda “Ben bu konuyu İBB Başkanı Göksel Gümüşdağ ile görüştüm” şeklindeki sözleri basına yansımıştı.. Şu anda TFF Başkanvekili olan Gümüşdağ’ı arayıp Adalı’nın sözünü ettiği konunun detaylarını sordum..

GÜMÜŞDAĞ söze “Evet, Serdal Bey ile görüşme yaptım” diye başladı, görüşmenin ayrıntılarını da ilk kez açık açık anlattı:

“SERDAL Bey ile yanılmıyorsam 31 Mayıs ya da 1 Haziran tarihinde buluştuk.. (Biraz düşündükten sonra...) Tarih 1 Haziran’dı.. Kendisi beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi.. O gün toplantılarım vardı.. ‘Daha uygun bir zamanda görüşelim’ dedim.. Öğleden sonra bir kez daha arayınca ‘Ben Merter tarafındayım.. Bu tarafa gelebilirseniz görüşelim’ dedim. Serdal Bey de geldi, hatta yanımızda bir arkadaşımız daha vardı..

PEKİ görüşmenin gündemi neydi?

SERDAL Bey, Beşiktaş’ın İbrahim Akın’a talip olduğunu söyledi.. İskender ile ilgili bir konu yoktu.. Sadece İbrahim.. Ben de bu oyuncuyu satabileceğimiz rakamı söyledim.. Serdal Bey bu rakamı yüksek buldu ve ‘Mümkün değil’ dedi.. Sonra da takas önerisini getirdi.. Ben de kimle takas teklif ettiğini sordum.. ‘Holosko olabilir’ dedi.. Bunun üzerine ben ‘Holosko’nun sizden aldığı parayı biz veremeyiz.. Çok yüksek. En fazla para ödediğimiz oyuncudan yüzde 50 daha fazla maaş alıyor’ yanıtını verdim.. Yaklaşık yarım saatlik bu görüşmede sadece bunları konuştuk.. Birer kahve içip ayrıldık.”

ZİHİNLER BULANMASIN

GÜMÜŞDAG, Adalı ile yaptığı bu görüşmenin tarihine birkaç kez vurgu yaptı.. Beşiktaş ile İBB’nin fupa finali oynadığı tarih 11 Mayıs 2011’di.. Gümüşdağ-Adalı görüşmesinin tarihi ise 1 Haziran 2011.. Yani finalden 20 gün sonra.. İBB eski Başkanı, “Benim final öncesi transfer görüşmesi yapmam mümkün değil.. Ne Serdal Bey’in kupa maçı öncesi böyle bir girişimde bulunması düşünülebilir, ne de benim, olsa bile randevu talebini kabul etmem.. Dediğim gibi bu görüşme finalden 3 hafta sonra gerçekleşti” dedi..

GÜMÜŞDAĞ etikle ilgili bir örnek verip tamamladı sözlerini:

“BAKIN ben etik olmaz diye finalde Holosko’yu oynattırmadım.. Oyuncunun parasını Beşiktaş veriyor, maçtan bir hafta sonra dönecek.. Beşiktaş sözleşmesine madde koydurmamış olmasına rağmen ben müdahale ettim ve Holosko’yu etik anlayışımız gereği finalde oynatmadık.”

GÖKSEL Gümüşdağ telefonu kapatırken “İçinden geçmekte olduğumuz şu kritik süreçte bu konuda kimsenin kafasında bir soru işareti kalmasını istemem.. Bu yüzden ilk ve son defa bu olayla ilgili olan biten her şeyi size anlatmış oldum” dedi ve zihinleri bulandıran spekülasyonlara kendi açısından noktayı koymuş oldu..

Beyaz Kartallar, siyah temmuz

- 22 Temmuz 2000, Yusuf Tunaoğlu.

- 23 Temmuz 2000, Cenk Koray.

- 20 Temmuz 2009, Vedat Okyar.

Yetenekli, hızlı, yakışıklı, beyefendi Yusuf Tunaoğlu.

Esprili, zeki, enerjik, içli Cenk Koray.

Kibar, alicenap, güzel adam Vedat

Okyar.

Bu kadar da değil...

- 5 Temmuz, Hasan Doğan.

- 10 Temmuz, Şükrü Gülesin.

- 22 Temmuz, Abdullah İnce.

- 23 Temmuz, Oktay Başaran.

- 24 Temmuz, Şan Ökten.

‘Kara’dır temmuz Beşiktaşlılar için. ‘Beyaz’ isimleri alıp götürmüştür hep.

Ve yine bir temmuz günü, o Kartallar’ı hasretle ve gururla anıyor Beşiktaşlılar.

Yazının devamı...

Tuğluk: Keşke o açıklamayı o gün yapmasaydık



“Maalesef değerlendiremedik. Eleştirileri haklı görüyorum. Ve özeleştiri yapıyorum; evet yanlış oldu. Keşke o açıklamayı, o gün yapmasaydık.”

Bu cümlelerin sahibi Aysel Tuğluk. DTK’nın (Demokratik Toplum Kongresi) eşbaşkanı. Geçen hafta (14 Temmuz 2011) demokratik özerkliği ilan eden isim.



Tuğluk; 12 Haziran seçiminde Van’dan bağımsız milletvekili seçildi, geçmişte Öcalan’ın avukatıydı, halen de İmralı’ya doğrudan akredite.

Kimine göre ‘güvercin‘, kimine göre ‘şahin‘. Bu iki kuştan hangisi Aysel Tuğluk’u daha iyi niteliyor bilemem. Beni Tuğluk’un; camiası içinde sözünün ağırlığı olan ve (buna karşılık/ bununla beraber) pek fazla konuşan bir politikacı olmaması ilgilendiriyor.

14 dakikalık bir telefon görüşmesi yaptık Tuğluk ile. Bir telefon röportajı.



Bir haftadır bekliyorum. Baktım, DTK’nın ilan ettiği demokratik özerkliğe ilişkin açıklamanın 13 şehidin verildiği gün yapılmasını eleştiren çok ama ‘neden’ini, ‘nasıl’ını, doğrudan konunun muhatabına soran yok; o zaman ben sorayım dedim:

- O gün kürsüye çıktığınızda, ‘13 şehit’ten haberdar mıydınız?

- Salona bir çatışma haberi geldi ama net bilgilere sahip değildik. Basın da salona alınmıştı ve açıklamayı yaptık.

- Yani çatışmanın bilançosunu bilmiyordunuz...

- Evet öyle oldu. Ve doğrusu, yanlış oldu. Değerlendiremedik. Maalesef sonuçta da o güne denk geldi açıklamamız.

- Bu bir pişmanlık ifadesi mi?

- Aslında, demokratik özerklik ilanı ile can kayıplarıyla sonuçlanan o çatışma, birbirinden ayrı konular ama algılama tabii çok farklı oldu. Doğrusu, keşke o gün olmasaydı. O gün yapmasaydık keşke o açıklamayı.

- Ama yapıldı. Yaptınız o konuşmayı...

- Evet, maalesef. Keşke o güne denk gelmeseydi. Hata bizde. Değerlendirebilirdik. Bir süre erteleyebilirdik mesela. Ama dediğim gibi toplantının iç dinamiği içinde böyle gelişti. Keşke biz toplanıp, son durumu öğrenip, bir değerlendirme yapsaydık.

- Açıklamanın içeriğine yönelik eleştiriler ve tepkiler bir yana, zamanlaması da çok eleştirildi biliyorsunuz.

- Öyle... Doğrusu öngöremedik. Bu bizim eksikliğimiz. Kabul ediyorum. Ve eleştirileri haklı görüyorum.



Tuğluk’un bu (kendi ifadesiyle) özeleştirisi için;

“Aferin” de diyebilirsiniz, “Bunları, İmralı’dan gönderilen son mesajların ardından söylemesi tesadüf mü?” diye sorabilirsiniz de, “Yanlışını görmüş, pişman olmuş” da diyebilirsiniz, “Gelen tepkiler üzerine, mecburen yapılmış gayrisamimi bir açıklama” yaftasını da uygun görebilirsiniz, “Özeleştiri bir erdemdir” de diyebilirsiniz, “İyi polis - kötü polis oyununda kendisine biçilen rolün gereği” de.

Onu siz bilirsiniz.

Benim bildiğim ise, daha doğrusu telefonda konuştuğum siyasetçinin tavrından edindiğim izlenim şu: Aysel Tuğluk, hedeflediği ve çok önemsediği, kendince tarihi bir açıklamanın; büyük bir zamanlama hatası yani stratejik bir yanlış nedeniyle, özünden uzaklaşıp bambaşka bir tartışmaya malzeme olmasından rahatsız.



Yemin, Öcalan çatışma ortamı...

Ekim başında, Meclis açıldığında da bugünkü durum değişmemiş olursa (ki görünen o) BDP destekli bağımsız milletvekilleri Ankara’ya gidip yemin edecekler mi?

Aysel Tuğluk önce kes(k)in ifadelerle yanıt veriyor bu soruya:

- Biz meseleyi sadece 5 - 6 vekil meselesi olarak görmüyoruz. Tepkimiz, iktidarın tutumuna. Bakın Öcalan ile yapılan görüşmeler var. Bu görüşmelerin, yapılan protokoller çerçevesinde sürdüğünü kendileri açıklıyorlar. Ama karşımızda, 5 - 6 vekil meselesini bile çözemeyen bir iktidar var. Asıl sorunun çözümü konusunda bir samimiyet, bir ciddiyet yok hükümette.

Sonra ise daha ılıman bir ton hakim oluyor sesine:

- Tabii ki orada olmak istiyoruz ama biz CHP değiliz, ilkesel bir tutumumuz var. Elbette, biz de gelişmeleri değerlendireceğiz. Sürecin bize yükleyeceği sorumluluğa da bakacağız.

- Öcalan konusuna gelelim son olarak...

- İmralı’da barışçıl çözüm iradesi olduğunu görmek lazım.

- Daha bir hafta önce 13 şehidin verildiği bir ülkede bu tespitiniz biraz havada kalmıyor mu?

- İşte bu maalesef doğru. Çatışma ortamında, ‘Öcalan’ın barışçıl çözüm iradesi’nin altını doldurmak mümkün olmuyor işte.

- Silvan Dolapdere’de kurulan, sürece de mi yönelik bir ‘pusu’ydu?

- Bunu hep beraber önleyebilirdik. Bu durum, uzun süredir “Geliyorum” diyordu. Biz bunu söyleyince, “Bakın işte yine tehdit ediyorlar” diyorlardı ama göz göre göre geldi işte. Önleyemedik. Hep beraber önleyebilirdik. Gelinen noktada, hepimizin sorumluluğu var.

Yazının devamı...

Mevzideki kameralar



“Her şeyi yayınlamak herhalde şart değil. Bu terör örgütüne hizmet ediyor arkadaşlar, onların propagandasını yapıyor.”

Başbakan Erdoğan,

13 şehidin verildiği çatışma sonrası, Diyarbakır Silvan Dolapdere yakınlarındaki mevzinin görüntülerinin yayınlanmasına bu sözlerle tepki gösterdi.

“Bu benim terör konusundaki serzenişim, biz hâlâ medyadan beklediğimiz desteği bulamadık” diyen Erdoğan haklı.

Haklı çünkü; yarısı yenmiş somun ekmek, daha açılmamış konserve, şehitlerden birinin cep telefonu, kömüre dönmüş hücum yeleği, yeleğin cebinden çıkan Mehmetçik’in yavuklusunun kenarları yanmış fotoğrafı...

Bütün bunları gördük biz, o kanlı pusudan geriye kalan.



Başbakan siteminde, tepkisinde haklı.

Haklı da; asıl soru şu değil mi: Haberciler o noktaya nasıl ulaştı? Nasıl girdiler o mevziye?

Bizim zamanımızda böyle değildi.

Çatışma bölgesine, ancak askeri yetkililer izin verdiğinde ve onların nezaretinde gidebilirdik. Hatta Ankara’dan, ‘basın turu’ düzenlenirdi.

Bakın bu sefer nasıl oldu...

Çatışmanın ertesi günü, bir Cumhuriyet Savcısı gitti olay yerine. Askeri yetkililerle birlikte incelemesini tamamladı. Üzerinde kriminal inceleme yapılacak malzemeler çuvallara doldurulup yüklendi katırlara, dağdan indirildi. Akşam saatlerinde Silvan’a getirildi çuvallar.



Savcı ve bölgedeki rütbeli personelin dağda

inceleme yaptığı o gün ve gece, köyden mevzi yönüne gidiş yasaktı.

Ertesi sabah, aralarında İHD ve Mazlum Der’in de bulunduğu sivil toplum örgütlerinin temsilcileri geldi Dolapdere‘ye. Köylülerle konuştular ve ardından 10-15 kişilik bir grup çatışmanın yaşandığı noktaya yöneldi.

Asker, jandarma; kimse kalmamıştı dağ yolunda. “Nereye gidiyorsunuz?” diyecek tek bir yetkili yoktu.

İki televizyon muhabiri ve kameramanları da katıldı gruba ve - tabiri caiz ise - ellerini kollarını sallayarak ulaştılar hala dumanların tüttüğü tepeye.

13 askerin şehit düşmesinin üzerinden sadece 36 saat geçmişti ve o kanlı mevzide, 13 hayattan geriye kalanlar ekranda, karşımızdaydı.



Haber patlayınca, diğer gazeteciler de akın etti aynı noktaya. Sonra... Gün boyu televizyon ekranlarını, (ertesi gün de gazete sayfalarını) doldurdu, şehitlerin kan izlerini taşıyan yanmış yiyecekler, üniforma parçaları, mermiler, kapsüller, fotoğraflar...

Tüyleri diken diken oldu izleyenlerin. Yürekler daha da bir burkuldu, içimiz karardı kömür karası görüntülerle.

Haberci refleksiyle görevini yaptı meslektaşlarımız. Onlara sözüm yok. Ama ilk kez oluyordu böylesi. Basın, ilk kez sorgusuz sualsiz, kontrolsüz, denetimsiz giriyordu istediği yere.



Sonra...

Sonra, tekrar geldi jandarma köye.

Dağ yolunu tekrar kesti. Bölgeye girişi tekrar yasakladı. Askerler, silah arkadaşlarından geriye kalanları topladı mevziden. Çuvallara dolduruldu, katır sırtında köye indirildi son kanlı anılar.

Ve haberciler, “13 şehidin verildiği mevzide, çatışmadan geriye kalan bütün malzemeler toplandı, bölge temizlendi” haberini geçti Dolapdere’den.

Ve biz o haberi de izledik...



Çiçek gibi tayin!

Albay Dursun Çiçek 16 aydır tutuklu. İstanbul Hasdal’da.

Eşi bankacı. Ziraat Bankası’nda şube müdürü. Ankara’da.

Gülşen Çiçek, kızları (aynı zamanda Dursun Çiçek’in avukatı İrem Çiçek ile birlikte) ziyaretler, duruşmalar için İstanbul ile Ankara arasında mekik dokuyor bir yıl dört aydır.

Diğer subaylar gibi, tutuklanınca, Albay Çiçek’in maaşı da yarıya düştü. İstanbul ve Silivri seyahat masrafları, Çiçek ailesini ekonomik sıkıntıya soktu. Gülşen Çiçek, İstanbul’a tayinini istedi.

Ziraat Bankası da “Tamam” dedi.

Gülşen Çiçek’in tayini Hanak Şubesi’ne çıktı.

Hanak, Ardahan’ın şirin bir ilçesi ! Gürcistan sınırında.

Hasdal Askeri Cezaevi İstanbul’un Kağıthane İlçesi’nde. Ve Kağıthane ile Hanak arasındaki mesafe, (Google’a göre) bin 433 kilometre.

Daha uzak hangi şube olabilirdi diye baktım. Tiflis, Erbil ya da Bağdat şubeleri var Ziraat’ın.

İşin esprisi bir yana...

Albay Çiçek suçludur, değildir ayrı... Ama ortada insani bir durum var. Eşi yargılanan bir insan, “Mağdur oluyorum” diyor. Başına gelen de bu.

Gülşen Çiçek şimdi, Ekim ayında, emekli olacakmış. Ekonomik olarak büyük kayba uğrayacağından, emekliliği istemiyormuş ama mecburen olacakmış.

Ziraat Bankası yetkililerine sordum. Özetle, “Bizde yazılı olmayan bir kural vardır, bir teamül... 30 yılını dolduran personeli emekliliğe zorlamak için bu tür tayinler yapılır. Buradaki amaç, arkadan gelen genç personelin önünü açmaktır” dediler.

Yani yapılanın, Gülşen Çiçek’e özel bir uygulama olmadığını, personelin eşinin Dursun Çiçek olmasının ise konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığını söylediler.

Bilemiyorum... Öyle dediler...

Yazının devamı...

Amerikan rüyası mı, kabusu mu?


“Amerikan rüyanız gerçek oluyor.”

Slogan bu. Çok cazip... Hele de 19-20 yaşlarındaki bir genç için.

Work and Travel sisteminin hedef kitlesi üniversite öğrencileri.

Türkçesi ‘Çalış ve Gez’. Acenteler, “Bu yaz Amerika’da hem çalışın hem gezin” diyor gençlere.

Fotoğrafçılıktan bulaşıkçılığa, kasiyerlikten garsonluğa birçok iş seçeneği sunuluyor.



S. K. (Aile deşifre olmak istemiyor. Annesi rica etti, isimlerini yazmıyorum.) 19 yaşında. 1992 doğumlu. Malatya İnönü Üniversitesi Makine Mühendisliği’ni kazandı. Bu yıl İngilizce Hazırlık Sınıfı’nı bitirdi. Bölüm birincisi olarak.

Work and Travel sistemi ile ABD’ye gitti 11 Haziran’da.

Dönüş bileti 6 Eylül’e...

Ve şu anda New York’ta bir hastane odasında! Kurtarılmayı bekliyor. Hastaneden çıkarılmayı...



“Anneciğim, biliyorum, paramız yok, biraz masraf olacak ama hem dilimi geliştireceğim, hem de çalışarak o masrafı çıkartabileceğim dedi bana” diye anlatıyor S. K.’nın annesi S. K.

“Ben çalışmıyorum. Babası da işsiz. Buldukça, geçici işlerde çalışıyor. Sigortası yok. Benim de yok. Yeşil Kartlıyız . S’nin bir kardeşi daha var. Yani maddi durumumuz kötü. Ama ben okuyamadım. Evlatlarım okusun istedim ” diyor anne S .

Devam ediyor: “3 bin lira kredi çektik bankadan. 2 bin 350 lirasıyla uçak biletini aldık.”

Sonrası eş dosttan borç...

“Bin 200 dolar şirket aldı (Acenteyi kastediyor). 300 dolar pasaport, 140 dolar da vize için aldılar. 800 dolar da yine borç alıp verdim yanına.”



“Florida’da bir oyuncakçıda, helikopter maketleri satacaksın...” demişler S’ye. “Tamam” demiş, gitmiş.

Geçici olarak çalışmak için ihtiyacı olan sigorta numarasının çıkmasını beklerken, ilk 10 gün otelde kalmış. Parası bitmiş. Annesini aramış hemen.

Anne de acente yetkilisini... “Sigorta numarası çıkmış. İşe koyacaktınız, niye ilgilenmiyorsunuz?”

Yetkili durumu anlatmış, “S’nin İngilizcesi yetersiz. İşveren kabul etmiyor. İsterse dönüp gelsin, parasını da iade edelim”.

Anne anlatıyor:

“S kalmak istedi. Yeniden aradım acenteyi. Çocuk kalacak ama paramız yok dedim. Firma yetkilisi 275 dolar karşılığı Türk parası gönderdi bana. 45 TL havale ücretini de cebinden verip yolladım parayı S’ye. O arada, eşimin arkadaşının bir yeğeni vardı New York’ta. O’nu buldum. Durumu anlattım, yardım et dedim. Sağ olsun ilgilendi. Uçak biletini almış, New York’a getirtmiş. Bir eve yerleştirmiş. Kirasını da peşin ödemiş.”



Sonra...

S. K. iş aramaya başlamış. İlk deneme bir günde başarısızlıkla sonuçlanmış. Kazan yıkama işini başaramamış.

Ardından, bakmış, birçok Türk genci yapıyor, ehliyeti de var; Manhattan’da turistleri gezdiren, ‘çek çek’ (arkasına iki kişilik oturma yeri bağlı bisikletler) kullanmak için başvurmuş. Lisansının çıkmasını bekliyormuş.

Annesiyle konuşurken bunları anlatmış. Bir de midesinin ağrıdığını söylemiş.

“Oğlum, ılık süt iyi gelir, süt iç dedim” diyor anne S. K.

“Ertesi gün aramadı. Sonra, bir gün sonra, bizim saatle sabaha karşı 4’te telefon çaldı. S’nin annesiyle mi görüşüyoruz dediler. Evet dedim. Biz New York , bilmem ne hastanesinden arıyoruz, oğlunuz hastanede dediler. Gerisini duymadım bile. Bayılmışım. ”

Evdekiler kendine getirmiş S. K.’yı. Telefon tekrar çalmış.

“Bu defa S’di telefondaki. ‘Anne üzülme’ dedi. ‘Merak etme, iyiyim’ dedi. Ama ben nasıl iyi olayım? O gün konuştuğumuzda, ben süt iç deyince, süt almaya markete gitmiş. Meğer, midesi ağrıyınca ilaç almış o gün. S’nin bünyesi alerjiktir. Bazı ilaçlar alerji yapar. Ağrı kesici alerji yapmış. Sokakta düşüp bayılmış, hastaneye götürmüşler. Şimdi de hastane müsaade vermiyormuş çıkmasına. ”



“Mey çalar benim oğlum. Kavalın kısası... Çocukken mey çalıp, harçlığını çıkarırdı...” diye devam ediyor anne S. K. gözyaşları içinde.

“Yaşadıklarınızı yazacağım” diyorum.

Önce, “Yazmayın” diyor, “Eşe dosta ne deriz?”

Sonra ikna oluyor. “Peki” diyor, “Ama isimlerimizi vermeyin”.

“Tamam” diyorum. “Söz.”

“Söz veriyorsanız yazın. Yazın ki, okuyanlara da ders olsun...”



Bu arada, S. K .’yı ABD’ye yollayan acentenin yetkilisiyle de konuştum.

İyi niyetli bir yaklaşıma sahip. Ancak, K. ailesi ile ciddi bir iletişim sorunu yaşıyorlar ve sorun devam ediyor.



J1 Mağdurları

J1 , S. K. ve onun gibi yüzlerce mağdurun aldığı Amerikan vizesinin türü.

Dışişleri Bakanlığı geçen yıl YÖK ’e gönderdiği resmi yazıda, “Sadece New York ve Los Angeles Başkonsolosluklarımız’a yapılan şikayet başvurusu sayısı 120’nin üzerinde” diyor. Yazıda, Work and Travel sistemini istismar eden acentelerin isimleri bile var. Sektörün önde gelenleri, “Bu işi yapan 100 firma varsa, sadece 10’u doğru, düzgün ve dürüstçe çalışıyor, yüzde 90’ı maalesef işte böyle mağduriyetlere sebep oluyor ” diyor. New York Belediye Başkanı’nın Türk Danışmanı Erhan Yıldırım da aynı soruna dikkat çekiyor. Yıldırım, “Konuyla bizzat ilgilenen Başkonsolosumuz Mehmet Samsar ile birlikte S. K.’yı hastaneden çıkarmaya çalışıyoruz. Ama S.K. sadece bir örnek. Cebinde sadece 30-40 dolar ile sokakta kalan birçok Türk genci var ABD’de. J1 vizesiyle buraya gelecek olan öğrenciler lütfen iyi araştırsın ve çok dikkatli olsunlar ” diyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.