Şampiy10
Magazin
Gündem

S. K. Amerikan kabusundan uyandı

Üç hafta önce, 18 Temmuz 2011’de bu köşenin başlığı, “Amerikan rüyası mı, kabusu mu?”ydu.

Türkçesi ‘Çalış ve Gez’ olan, ‘Work and Travel’ sisteminin mağdurlarından birinin hikayesini aktarmıştım o yazıda. Bahsettiğim üniversite öğrencisi S. K. planlanandan bir ay önce, geçen hafta Türkiye’ye döndü. Amerikan rüyası kabusa dönüşen S. K. ile neler yaşadığını konuştuk dün telefonda. “Aman ağabey” diye başladı söze. “Aman kimse bu programla yurt dışına gitmesin. Ben yandım, başkası yanmasın.”

New York’taki kahraman Türk

19 yaşındaki S. K. ve O’nla aynı durumda olanların aldığı Amerikan vizesinin türü J1. Bu nedenle ABD’ye giden ve benzer sıkıntıları yaşayanlar, ‘J1 mağdurları’ olarak anılıyor.

S. K., J1 mağdurlarının en şanslılarından. Çünkü Manhattan‘da, aldığı bir ağrı kesicinin alerji yapması sebebiyle hastaneye kaldırılınca, New York Belediye Başkanı’nın Türk Danışmanı Erhan Yıldırım S.K.’dan haberdar oldu.

“Erhan ağabey benimle çok yakından ilgilendi. Hastaneye hep geldi. Bana kitaplar getirdi. Hastaneden çıkınca da beni Başkonsolosumuz Mehmet Samsar’ın yanına götürdü. Sağolsun Başkonsolosumuz da çok yakın ilgi gösterdi bana. Beni yemeğe götürdüler. Çok ilgilendiler. Allah onlardan razı olsun” diye anlatıyor S.K. kabustan uyanış dönemini.

Son olarak S.K.’nın elinden tutan Erhan Yıldırım aslında New York bölgesinde yaşayan Türk toplumunun çok yakından tanıdığı bir isim. New York’a yolu düşen hemen her Türk vatandaşının bir şekilde tanıştığı Yıldırım, bu dev metropoldeki Türklerin gözünde tam bir ‘kahraman‘.

Hastanede 16 gün

Dönelim S.K.’nın Amerikan kabusuna...

Durup durup, “Kimseye tavsiye etmiyorum” diyor Work and Travel sistemini. “Gidiyorsunuz oraya, kimsenin sizin geleceğinizden haberi yok. New York’ta benim durumumda en az 100-150 kişi gördüm. Arıyorsunuz, kimseye ulaşamıyorsunuz, telefonlara da cevap vermiyorlar. Bazıları ise gidiyor, işe giriyor ama kısa bir süre sonra işten çıkarıyorlar. Sonrası yine aynı” diyor Malatya İnönü Üniversitesi Makine Mühendisliği birinci sınıf öğrencisi.

Mide ağrısı sebebiyle aldığı ilaç alerji yapmış. Bayılmış, hastanede açmış gözünü.

Devam ediyor anlatmaya:

“İlaç alerjisi sebebiyle ölebilirmişim. Doktor gözümün içine baka baka söyledi. Ölümden dönmüşüm. Bu arada, bütün yaşadıklarımdan sonra, psikolojim de bozulmuştu. Sinir ilaçları da verdiler bana. Çok istedim ama çıkarmadılar beni hastaneden. Orada yasalar öyleymiş. Tam 16 gün yattım. Çok zordu. Penceresiz bir odada 16 gün kaldım. Dışarı çıktığımda yeniden doğmuş gibi hissettim kendimi.”

Ve yaşadıklarından sonra, konuyu yargıya taşımaya, suç duyurusunda bulunmaya hazırlanan J1 mağduru gencin son cümleleri:

“Keşke bu programla hiç ilgilenmeseymişim. Yurt dışına gidip hem çalışıp hem dil öğrenmeyi düşünen öğrencilere tavsiyem, bu sistemi değil, okulların öğrenci değişim programlarını tercih etmeleri.”

Not: 18 Temmuz’daki yazımda da belirtmiştim, tekrar hatırlatayım.

S.K .’yı ABD’ye yollayan acentenin yetkilisi konuyla ilgili iyi niyetli bir yaklaşıma sahip. Yetkili, aileyi seyahat öncesi uyardığını, çıkan sorunlara çözüm bulmak için de elinden geleni yaptığını ancak S. K. ve ailesinin belli noktalardaki ısrarını aşmasının mümkün olmadığını söylüyor.

Yazının devamı...

Somali’den alacağımız var

Yakup Öztürk, Mustafa Arıcıoğlu ve Fuat Özçelik. Bu üç isim size, muhtemelen hiçbir şey ifade etmiyor.

Şimdi edecek...

Bu üç kişi, Malta bandıralı bir Yunan gemisinin 18 kişilik mürettebatının içindeki Türk vatandaşları.

M/T OLIB G adlı gemi, hurdaya çıkarılmak üzere Hindistan’a giderken, 8 Eylül 2010 tarihinde, Aden Körfezi’nde Somalili korsanlarca kaçırıldı. Yani neredeyse bir yıl önce.

Aileleri, Yakup Öztürk, Mustafa Arıcıoğlu ve Fuat Özçelik‘ten en son üç ay kadar önce haber aldı.

İşkence gördüklerini, korsanların istediği fidye ödenmezse, üç gün içinde öldürüleceklerini söylediler. Sonrası ise büyük bir sessizlik, belirsizlik ve kahır dolu bekleyiş.

Yeri uydudan takip edilebilen ve belli olan geminin sahibi Yunanlı firmanın yetkilileri, korsanların temsilcileriyle temas halinde.

Konu ilk günden beri Dışişleri Bakalığı’nın da gündeminde ama 11 aydır hiçbir sonuç yok ve Türk mürettebatın akıbeti hâlâ meçhul.

Türkiye şimdi Somali’ye yardım konusunda neredeyse dünyaya liderlik yapıyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu ülkeyi de kapsayan bir dış geziye hazırlanıyor.

Aileleri gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin, dünyanın neresinde olursa olsun zor durumda olan insanlara yardım elini uzatırken, kendi vatandaşını ölüme terk edeceğine inanmıyorum.

İnanmak istemiyorum...



Ben ‘Karate Kid’, twitter ‘Miyagi San’

Hepimiz ‘kid’iz sonuçta.

Hayat da hep ‘karate’ bir anlamda.

Sürekli ‘mücadele’ etmek zorunda kalan ‘çocuk’lar olarak; dönem dönem farklı ‘Miyagi San’larımız oluyor.

Benim son ‘öğretici’m, son ‘hoca’m twitter.

Şaka yapmıyorum...

Bakın neler öğreniyorum ben twitter’dan:

- Okuduğunu anla(ya)mayan, yazdığı anlaşıl(a)mayan insanları yok saymak en iyisi.

- Görüşlerini gerçek adıyla yazacak cesareti olmayan ama cahil cesaretinde nirvanaya ulaşmışları ciddiye almamak en sağlıklısı.

- Sokakta gördüğünde, yüzüne karşı her türlü yalakalığı yaptığı insanlara; klavyenin başına geçtiğinde atıp tutanların bu iki tutumuna da itibar etmemek en doğrusu.

- Hakaret, hatta küfür etmeyi marifet sayan ve ancak böyle var olduğunu hissedenlere, görmedikleri müstehzi bir tebessümle yanıt vermek en rahatı.

“Bu yaşa gelmişsin, bunları bilmiyordun da twitter’dan mı öğrendin?” demeye hazırlananların hevesini kursağında bırakayım hemen.

Cevap veriyorum:

Biliyordum da, sağlamasını yapıyorum twitter üzerinden...



Şu bizim ‘kol sentır’lar

Çağrı merkezlerinde (call center) çalışanlara sözüm...

Dünyanın en zor işlerinden birini yapıyorsunuz.

Mesai verdiğiniz fiziksel ortamlar bir yana, hattın diğer ucundaki ‘çeşit çeşit’ insanla uğraşmak ‘kâbus gibi’ olmalı.

Biri söylediğinizi anlamaz, öteki emir kipiyle konuşur, diğeri ‘sen’ diye hitap eder, beriki bağırır, hemen hiçbiri teşekkür etmez...

Kim bilir daha neler var... Yüzlerce insanla uğraşıyorsunuz her gün. Bazısına gülüp geçebiliyorsunuzdur da, bazısı sinirden ağlatır insanı.

Empati yapıyorum, yerinizde olmak istemezdim.

Yazıyı burada bitirsem, kesip ya da çıktısını alıp ofislerinizin duvarına asarsınız biliyorum.

Ama bitmedi.

Yukarıdakilerin hepsi tamam.

İşiniz gerçekten çok zor. Hatta çekilmez.

Fakat siz de bizim yerimize koyun kendinizi biraz...

Karşınızda:

Sizi konuşturmayan, dinlemeyen, papağan gibi sadece ezberletilmiş cümleleri tekrarlayan, çözüm üretmeyen, öneri getirmeyen, ona “yetkim yok”, buna “sistem el vermiyor” deyip duran, sesli yanıt sisteminin canlı versiyonu, makine gibi biteviye konuşan, hiçbir konuda yardım etmeyip, üstüne bir de alay eder gibi, “Yardımcı olabileceğim başka bir konu var mı?” diye soran birini ister misiniz?

Siz, çağrı merkezi çalışanları; başka çağrı merkezlerini hiç aramıyor musunuz Allah aşkına? Siz hiç müşteri olmuyor musunuz?

Hattın bu tarafına da geçin arada sırada. O zaman anlarsınız halimizden belki.

Yaşamadan bilemezsiniz neler çektiğimizi.

Aynı sizin durumunuz gibi yani...

Yazının devamı...

Resepsiyon muamması

Bu sene, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) sürecinde yaşanan ‘ilkler‘e, 30 Ağustos resepsiyonu da ekleniyor.

Bugün itibariyle, 30 Ağustos resepsiyonu’nun nerede yapılacağı, hatta yapılıp yapılmayacağı bile belli değil.

2010’da nasıldı?

Geçen sene;

Kara Harp Okulu (KHO) mezuniyet töreni, 30 Ağustos 2010 günü, Ankara’da yapılmıştı. Her yıl olduğu gibi...

Genelkurmay Başkanı’nın (Org. Işık Koşaner) ev sahipliğindeki 30 Ağustos resepsiyonu da yine aynı akşam, Ankara Merkez Orduevi’nde verilmişti.

(Not: Bu resepsiyona Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP Lideri Devlet Bahçeli katılmamışlardı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin ise Merkez Orduevi’nin bahçesindeki davette yer almışlardı.)

Yine geçen sene;

İstanbul‘da bulunan Deniz Harp Okulu (DHO) ve Hava Harp Okulu (HHO) mezuniyet törenleri, resepsiyonun ertesi günü, 31 Ağustos 2010‘da yapılmıştı.

Bu yıl nasıl?

Gelelim bu seneye...

Bu sene için resepsiyon dışındaki planlamanın detayları şöyle:

KHO mezuniyet töreninin tarihi, her yıl olduğu gibi 30 değil, bu kez 29 Ağustos. Tören saati 19.30.

(Not: 29 Ağustos, arife günü ve Ankara için iftar vakti 19.35. Dolayısıyla, tören saatinde bir değişiklik yapılırsa şaşırtıcı olmaz.)

(Not 2: 29 Ağustos günü saat 11.00’da Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) mezuniyet töreni, saat 16.00’da ise Devlet Mezarlığı ziyareti var.)

Yine bu sene;

İstanbul’daki DHO ve HHO’nun mezuniyet törenleri 30 Ağustos günü.

Aynı zamanda bayramın ilk günü olan 30 Ağustos’ta, Denizcilerin Tuzla’daki töreninin başlama saati 16.30, Havacıların Yeşilyurt‘taki mezuniyeti de saat 19.00’da.

Resepsiyon var mı, varsa nerede?

Durum böyle olunca, geleneksel 30 Ağustos resepsiyonunun her zamanki, yani devletin zirvesinin yer alacağı şekliyle Ankara’da gerçekleşmesi ihtimali ortadan kalktı.

Ancak Ankara Merkez Orduevi’nde Genelkurmay İkinci Başkanı’nın ev sahipliğinde, Ankara Garnizonu’ndaki askeri personel, yabancı askeri misyon ve medyanın katılacağı bir resepsiyon düzenleneceği belirtiliyor.

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Genelkurmay Başkanı ve diğer üst düzey zevatın yer alacağı; iş, spor, sanat ve medya düyasının temsilcilerinin de davetli olduğu ‘geleneksel resepsiyon’un akıbeti ise henüz netleşmedi.

Zafer Bayramı resepsiyonu şu anda ne Genelkurmuy Başkanı’nın programında yer alıyor, ne Başbakan’ın, ne Cumhurbaşkanı’nın.

Konuşulan ihtimaller şunlar:

Resepsiyon;

ya yapılmayacak,

ya İstanbul’da verilecek,

ya da bayram sonrasına bırakılacak.

Bunların arasında en kuvvetli olasılık, Ankara’daki daha alt düzey katılımlı davetle eş zamanlı olarak İstanbul’da da dar kapsamlı bir resepsiyon yapılması.



Devir-teslim törenleri de yok

2011’in sekizinci ayı, Ankara’da ‘ilklerin ağustosu’ olarak anılacak.

Ağustos 2011’in ‘ilkler listesi‘nde, 30 Ağustos resepsiyonunun İstanbul’da yapılmasının yanı sıra, ‘kuvvet komutanlıkları ve genelkurmay başkanlığı devir - teslim törenleri‘ de (daha doğrusu bu törenlerin yapılmaması da) yer alacak.

Bu yıl, TSK’nın komuta kademesinde devir-teslim törenleri gerçekleşmeyecek.

Önceki yıllarda, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Milli Savunma Bakanı gibi sivil erkanın da katıldığı ve basına açık olan devir-teslim törenleri bu sene yok.

Bu durumun sebebi elbette, Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanlarının (emekliliklerini istemek yoluyla) istifa etmiş olmaları.

Bilindiği gibi, her yıl, genelde de 20-25 Ağustos dolaylarında yapılan devir-teslim törenlerinde, görevi devreden ve devralan komutanlar birer konuşma yaparlardı.

Bu sene, devredenlerin yani istifa edenlerin kürsüye çıkıp konuşmaları düşünülemeyeceğinden, devlet ricalinin iştirak ettiği törenlerin yapılmaması sonucu doğdu.



Şam’daki risk

Hükümetin ve bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’deki gelişmeler ile ilgili tavrı çok net.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yarın (bugün) Şam yolcusu. Tabii eğer bir son dakika ertelemesi ya da iptali olmazsa...

Davutoğlu’nun Şam yönetimine taşıyacağı mesajın ‘keskin‘liği malum. Devamı da var ama öncelikle, “Askeri operasyonları durdurun“ diyor Türkiye.

Tanıdık bir mesaj bu...

Bu cümleyi, yıllar boyu, yabancı başkentlerden en çok duyan adres Ankara.

PKK ile mücadele süresince, özellikle Avrupa ülkelerinden, kim bilir kaç kez geldi bu mesaj Ankara’ya, hatırlarsınız.

Ve Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin, adeta ültimatom olarak görüp, bu talep karşısında ‘yabancı’ muhataplarına verdikleri yanıtları da hatırlarsınız.

Durum elbette aynı değil. Lakin bunu ‘biz’ böyle görüyoruz.

Bizim ‘terörist’ler ile mücadele ettiğimizi, şu an Suriye’de yaşananın ise ‘sivil halk‘a yönelik bir katliam olduğunu ‘biz’ biliyoruz da... Şam yönetimi bu durumu bizim gibi görüp algılıyor mu, mesele bu.

İşte şimdi Türkiye’nin önünde duran risk bu:

Ankara’nın Şam’dan alacağı yanıt, ya yıllardır kendisinin başkalarına verdiği cevap ile aynı şekil ve tonda olursa?..

Yazının devamı...

Kızılca kıyamet 15-20 güne kopar

ŞİKE ve teşvik primi soruşturmasının adli yargı süreci ‘dalga, dalga’ genişleyerek devam ediyor. Şimdi önce soruşturma tamamlanacak. Ardından iddianame oluşturulacak. Dava süreci, iddianamenin mahkemece kabulüyle birlikte başlayacak. İlk duruşmanın yıl sonunu bulması hiç şaşırtıcı olmaz.

Yargının yükü ve Türkiye gerçekleri düşünüldüğünde, davanın da en az iki-üç yıl süreceğini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor. Hatta bunun iyimser bir tahmin olduğu bile söylenebilir. Yani şike yapıldı mı yapılmadı mı, kimler masum, kimler suçlu; bütün bunları öğrenmemize daha çok var.

ZAMAN DARALIYOR

ADLİ yargılamanın sona ermesine daha yıllar var ama liglerin başlamasına topu topu bir ay kaldı. Ve gelen bilgiler gösteriyor ki - tabiri caiz ise - dananın kuyruğu 15-20 gün içinde kopacak. Çünkü Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Etik Kurulu‘nun ‘kozmik oda’daki mesaisini bir hafta içinde tamamlaması bekleniyor.

Beş kişiden oluşan TFF Etik Kurulu, savcılığın gönderdiği bilgi ve belgeler üzerindeki incelemesini bitirince ‘kanaat’ini bir rapor halinde Federasyon Yönetim Kurulu’na sunacak. Etik Kurul’un vereceği, bir ‘bilirkişi‘ raporu niteliğinde ve bağlayıcı değil. Yani TFF Yönetimi’nin, kurulun raporunda belirtilen görüş doğrultusunda karar verme mecburiyeti yok. Ancak Başkan Mehmet Ali Aydınlar‘ın sürecin başından beri sergilediği tavır, yönetimin Etik Kurul’un görüşüne uyacağının işaretlerini taşıyor.

YALNIZ şu noktaya dikkat etmek lazım:

TFF Etik Kurulu’nun raporunda; “Şu maçta şike fiilinin gerçekleştiği kanaati oluşmuştur”, “Şu kişinin şike faaliyetinde bulunmadığı kanaatine varılmıştır” türünden ifadeler yer alacak ama kurul üyeleri bazı noktalarda görüş bildirmekten imtina etme hakkına da sahip. Yani kurul diyebilir ki, “Şu konuda, müspet ya da menfi bir kanaate varılamamış ve bu nokta TFF Yönetim Kurulu’nun takdirine bırakılmıştır.”

İŞTE böyle bir durumda, Aydınlar Yönetimi’nin karar alması iyiden iyiye zorlaşacaktır zira dosyayı inceleyenler bir karara varamamışken, o klasörleri hiç görmemiş bir heyetin alacağı kararın yeni tartışmaları da beraberinde getireceğine şüphe yok.

TARTIŞMA BİTMEZ!

SON sözü TFF Yönetimi söyleyecek. Nihai kararı da - gerekirse - Tahkim Kurulu verecek. Şimdi ihtimallere bir bakalım... Diyelim ki, soruşturmaya konu olan kulüplerin ‘tümünün küme düşürülmesi’ne karar verildi. Bunun yaratacağı tartışma ortamı zaten malum. Karar sadece ‘bazılarının düşürülmesi‘ şeklinde çıktı diyelim. Gerginliğin boyutu hem çeşitlenecek hem değişecek.

VARSAYALIM ki, ‘hiçbir kulüp bir alt lige düşürmedi‘. Bu durumda, “Bütün bunlar neden yaşandı, bu kadar insan neden cezaevinde tutuklu?” soruları bir yana, savcılığın icraatı sorgulanacak. Federasyonun “Nihai karar için adli yargılamanın sonucunun beklenmesine..“ dediğini varsayalım. O zaman da, “TFF tepkilerden çekindi” yorumu yapılacak. Hatta “Aydınlar korktu” denecek. Bir de, bu anlayışla Türkiye’de futbolun kirlilikten arınamayacağı görüşü ağırlık kazanacak.

SONUÇTA öyle ya da böyle, bir karar verildiği andan itibaren, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sanırım futbol federasyonunun tek umudu, ülkede gündemin değişme hızı ve buna paralel, toplumsal hafızanın zayıflığı olacak.

Yazının devamı...

Bu habercilik ‘YAŞ’ iş (!)

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) sürecini; ‘asker’ ile ‘sivil’in bilek güreşi ya da Genelkurmay ile Hükümet’in karşılıklı güç gösterisi gibi algılamak ve bu şekilde yansıtmanın ne kadar yanlış olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Komutanların istifası üzerine Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın sergilediği serinkanlı tutuma komutanların aklıselim duruşu eklenince, ‘potansiyel’ kriz ‘realize’ olmadı.

Saldıray Berk ve Aslan Güner istisnalarının dışında, askerin çok önem verdiği teamüller büyük ölçüde gözetildi.

Bu durumun en çarpıcı örneğini Hava Kuvvetleri‘ndeki tercih, yani Mehmet Erten’in orgeneralliğe terfi ettirilerek kuvvet komutanlığına atanması oluşturdu. (Gerçi bu sütunun takipçileri, yazılanların aksine, tercihin bu yönde olacağını, 1 Ağustos 2011 tarihinden bu yana biliyordu ama...)

Bir kesimin sürekli - tabiri caiz ise - pompaladığının aksine Hava Kuvvetleri’nde ‘sıra’ bozulmadı, zorlama yollara gidilmedi.

Yine aynı kesim uzun süredir ısrarla “Hükümet, tutuklu bulunan 14 general/amirali emekliye sevk edecek“ şeklinde haber(!)ler veriyordu. Dün yapılan resmi açıklamayla, YAŞ’da durumu görüşülen tutuklu personel emekliye değil ama o haber (!) ‘asparagaslar çöplüğü’ne sevk edilmiş oldu. (Gerçi VATAN okurları, yine 31 Temmuz Pazar günkü ‘Terfi de yok, emeklilik de’ sürmanşetinden beri bu komutanların durumunun - yasada öngörüldüğü şekilde - dondurulacağını da biliyordu ama...)



Kış Şurası’nı bir görmek lazım

YAŞ sürecinin en popüler haber başlığı, malum, Çakmak Salonu’ndaki masada değişen oturma düzeni oldu. Yani Başbakan’ın masanın başında ‘tek başına’ oturması.

Bu görüntünün, ‘sivilleşen ve demokratikleşen Türkiye’nin yeni fotoğrafı‘ olduğu yönündeki yorumlara saygım var. Kendi içinde tutarlı ve ilk bakışta ‘doğru’ görünen bir yaklaşım.

Lakin konuyu bu boyuta taşımak, ciddi bir risk de içeriyor.

Şöyle ki...

Eğer bu oturma düzeni, askeri kaynakların söylediği gibi, tamamen teknik bir gerekçeye dayanıyorsa...

Yani Org. Necdet Özel Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkan ‘vekili’ olduğu için Başbakan’ın yanında oturmadıysa...

Ve Aralık ayı başında tekrar toplanacak olan YAŞ’da o masanın görüntüsü tekrar eski haline dönerse...

Yani ‘vekil’ değil ‘asil’ Genelkurmay Başkanı masanın baş bölümünde (eskisi gibi) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında yer alırsa...

O zaman, Türkiye demokratikleşme ve sivilleşmede geriye mi gitmiş olacak?

Yorumlarla ilgili bahsettiğim ‘risk’ bu işte.

(Bu arada bir not: Özel, düne kadar karargahtaki Genelkurmay Başkanlığı makam odasını da kullanmadı.)



Bakanlar Kurulu YAŞ ve gizlilik

Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘başbakan’ sıfatıyla başkanlık ettiği ilk bakanlar kurulu toplantısının tarihi 17 Mart 2003.

Sekiz seneden fazla zaman geçti, kabine toplantılarından bugüne kadar hiç haber sızmadı.

(Tek istisna, 1 Nisan 2009’da Sabah Gazesi‘nin ‘Bakanlardan İstifa Jesti’ manşetidir. Ona karşı da Başbakan’ın sergilediği tavrı hatırlarsınız... Haberi yapan gazetecinin “Altı bakandan teyid ettim” demesi üzerine Erdoğan’dan, “Eğer böyleyse o altı bakanı da kapının dışına koyarım” açıklaması gelmişti.)

Geçmişi, hele de ikili, üçlü koalisyon dönemlerini düşününce, Erdoğan hükümetlerinin gizliliğe sadakati kesinlikle takdire şayan, olağanüstü bir başarıdır, hiç şüphe yok.

Devlet ciddiyeti, ülke menfaati de bunu, bu mahremiyeti gerektirir zaten. Aynen o gün Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi.

Peki ben şimdi, durup dururken bunu neden mi yazıyorum?

Şu son bir haftadır, aynı Bakanlar Kurulu gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanı olduğu Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı ile ilgili medyada yer alan haberlere şöyle bir baktım da...

Yazayım dedim işte.

Yazının devamı...

Normale dönüş

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısının ilk gününde yaşananları biliyorsunuz.

İkinci gün, yani dün, görüntü ‘normal’e döndü. Daha doğrusu her zamanki haline, rutine...

Başbakan ikinci gün çalışmasının sabah bölümüne katılıp Genelkurmay Karargahı’ndan ayrıldı.

Sadece O da değil. Milli Savunma Bakanı da yer almadı dün öğleden sonra oturumunda.

Yani sadece orgenel ve oramiraller kaldı salonda. General ve amirallerin, terfi, emeklilik ve uzatma oylamalarını komutanlar yapmaya devam etti.

Dün saat 15.30 civarında komutanların ikinci gün mesaisi de sona erdi.

Planlama yapıldı, Başbakan ve Savunma Bakanı, bugün (üçüncü gün) yine sadece sabah oturumunda katılacak toplantıya.
Ve işte bu durum Ankara kulislerinde, “Herhalde sorunlu noktalardaki uzlaşmazlık, ilk gün Başbakan ile Genelkurmay aşıldı“ yorumlarını beraberinde getirdi.

Kuvvet komutanlıklarına hangi isimlerin atandığını, kimlerin terfi, kimlerin uzatma aldığını, hangi subayların emekliye sevk edildiğini kamuoyu yarın öğrenecek.

Tabii o çok konuşulan, ‘tutuklu 14 general/amiralin akıbetini’ de...

Bendeki bilgi, Pazar günkü Vatan’ın sürmanşetinde de yer aldığı gibi, tutuklu yargılanan bu personel için yasada ne yazıyorsa onun uygulanacağı. Yani bu subaylar terfi de ettirilmeyecek, emekli de edilmeyecek. Durumları dondurulacak.

Az kaldı... Hep beraber göreceğiz.



Askerin koltuk yorumu

“Bizde vekil, asilin koltuğuna oturmaz.” Emekli bir komutanın cümlesi bu... Genelkurmay Karargahı Çakmak Salonu’ndan önceki gün kamuoyuna yansıyan görüntü, YAŞ toplantısının ‘kritik’ ve ‘gergin’ gündeminin önüne geçti.

Toplantı masasının başında; Başbakan’ın sağ tarafında Genelkurmay Başkanı olmaksızın, ‘tek başına’ oturmasından söz ediyorum.

Askerlere sorduğunuzda, o görüntünün gerekçesi tamamen ‘teknik’.

Eski bir komutan, “Bizde vekil, asilin koltuğuna oturmaz. Necdet Özel henüz asaleten genelkurmay başkanlığına atanmadı. Dolayısıyla, eğer ‘vekil’ sıfatıyla, o masanın başında Başbakan’ın yanında yer alsaydı, asıl o zaman yanlış olurdu” dedi.

Aynı emekli orgeneral, “Ayrıca, YAŞ toplantılarının düzenini, sekreterya görevini de yapan İkinci Başkan eliyle Genelkurmay Karargahı sağlar. Yani o masanın oturma düzeninden ikrama kadar her ayrıntıyı karargah düzenler.

Dolayısıyla, Özel Paşa’nın yeri de, bizzat kendi onayıyla bu şekilde belirlenmiştir“ değerlendirmesini yaptı.

Bu arada küçük bir not... Ramazan ayı dolayısıyla, bu YAŞ toplantısında ikram, yani yiyecek - içecek servisi yoktu.



Eski Bakan’ın ‘Keşke’si...

“Keşke, YAŞ toplantısı videoya kaydedilse ve milletvekillerine izlettirilse...“

Bu cümle, Milli Savunma eski bakanlarından İsmet Sezgin’e ait.

Sezgin geçenlerde, bir tatil yöresinde kalabalık bir grupla yemekteymiş.

Orada olanlardan birinden dinledim; sohbetin konusu dönüp dolaşıp, YAŞ gündemine gelmiş.

Bakanlık döneminde o salonda yer almış bir siyasetçi olan İsmet Sezgin, “Keşke içeride yaşananları başta milletvekilleri, herkes izleyip görebilse. O salonda nasıl bir işleyiş var? Başbakan’ın açış konuşmasının ardından terfi sırasındaki komutanların teğmenliklerinden bu yana tutulan sicil dosyaları nasıl değerlendiriliyor? Rütbe bekleme süreleri içinde üstlerinden aldıkları notlar, Şura’daki oylama, notların ortalamasının alınmasıyla ortaya çıkan sıralama ve tabii komutanların nasıl açık açık görüş bildirdikleri... Bunların hepsini keşke herkes görüp öğrenebilse. O zaman YAŞ ile ilgili haberler de, yorumlar da çok daha sağlıklı yapılabilir” demiş.

Yazının devamı...

Koşaner’in istifasının şifresi mesajında gizli



YAŞ’ta tutuklu muvazzaf subaylar terfi de ettirilmeyecek, emekli de. Tutuklu generallerin durumu, yargı

sürecinin sonuna kadar dondurulacak. Koşaner ise o komutanların tutuksuz yargılanmaları yönündeki ısrarlı talebine karşılık bulamadığı için görevinden ayrıldı

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) bugün başladığı çalışmalarını 4 Ağustos Perşembe günü tamamlayacak. Toplantıyı, aynı geçen yılki (2010 yaz şurası) gibi ‘kritik’ yapan, terfi sırasında olup, cezaevinde tutuklu bulunan general-amiral ve kurmay albayların durumu. Kamuoyundaki genel kanı, hükümetin bu personeli emekliye sevk edeceği ve askerlerin de buna karşı çıktığı yönünde. Işık Koşaner ile üç kuvvet komutanının da işte bu nedenle görevi bıraktıkları...

Oysa ‘gerçek’ bu değil.

Terfi de yok, emeklilik de

Ankara’daki güvenilir kaynaklar, “Yasalar ne diyorsa o yapılacak” diyor. Yani, bu YAŞ toplantısında, tutuklu muvazzaf subaylar terfi de ettirilmeyecek, emekli de.

Mevcut yasal mevzuatta da belirtildiği gibi, ‘tutuklu’ bulunan askeri personelin durumu, yargı sürecinin sonuna kadar ‘dondurulacak’.

Hükümet, bu konuda çok net.

Medyanın büyük bölümünde iddia edilenin ve dolayısıyla kamuoyundaki hakim görüşün aksine, hükümet, bu subayların kanun maddesine rağmen emekli edilmesi gibi bir düşünceye sahip değil, hiç de olmadı.

Asker ne istiyordu?

Pekiyi hükümetin ‘tutuklu komutanları emekliye sevk etmek’ gibi bir niyeti yoksa, Işık Koşaner (ve üç kuvvet komutanı) neden (emekliliğini istemek yoluyla) istifa etti?

Bu sorunun yanıtına ulaşmak için önce askerin, uzun süredir seslendirdiği düşüncesini aktarmak gerekiyor.

Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesi yasal platformlarda, sivil muhataplarına ilk günden beri - mealen - şunları söyleye geldi:

“Eğer TSK mensupları içinde suç işlemiş olanlar varsa, bunların hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını ilk önce biz isteriz çünkü kurumun zarar görmemesi, yıpranmaması esastır. Ancak, soruşturma ve kovuşturma aşamalarında, personelimize reva görülen muamelenin aşağılayıcı olduğunu görmekte ve bundan ciddi bir rahatsızlık duymaktayız.

Uygulanan yöntemler ve üslubun, sadece bu insanların ve ailelerinin değil, TSK’nin saygınlığına da gölge düşürdüğü kanaatindeyiz. Bununla birlikte, tutuklu bulunduğu için terfi edemeyen ve atamaları yapılamayan general-amiral ve kurmay albayların sayı ve pozisyonları, TSK’nin emir-komuta zincirinde ve gücünde zafiyete yol açmaktadır. Tutukluluk halinin devamına gerekçe gösterilen, ‘kaçma ve delilleri karartma şüphesi’ inandırıcı değildir. Ordunun, dolayısıyla devlet yönetiminin bu seviyelerine kadar yükselmiş bu insanların kaçacağına inanmak gerçekçi değildir. Delillerin de geçen süre içinde tamamiyle toplanmış olduğunu düşünmekteyiz. Dolayısıyla, beklentimiz, söz konusu personelin yargılanmaması değil, tutuksuz olarak yargılanmasıdır.“

Hükümet ne diyordu?

TSK yönetiminin yukarıdaki düşünce, görüş, beklenti ve talepleri karşısında, hükümetin tavrı da gayet netti. Sivil iradenin, her düzeyde, askeri muhataplarına verdiği yanıt, “Demokratikleşme sürecini konsolide etmekte olan Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin tavizsiz uygulanması” anlayışına vurgu yapıyordu. Yani hükümet, askere - yine mealen - şu yanıtı veriyordu:

“Demokrasi anlayışımız ve Türkiye’nin geldiği nokta itibariyle, (yasama - yürütme - yargı) erkler ayrılığı ilkesi hayati ve vazgeçilmezdir. Yürütmenin, siviller için de aynen geçerli olduğu gibi, söz konusu askeri personel hakkında devam etmekte olan yargı sürecine, bağımsız yargıya müdahale etmesi beklenemez ve mümkün de değildir.”

Koşaner neden istifa etti?

Hükümetin bu yanıtı, asker için tatmin edici olmadı. TSK’nin komuta kademesine hakim görüş - yine mealen - şuydu:

“Yargı elbette bağımsızdır ama o bağımsız yargının kararlarına dayanak oluşturan yasaları, yürütmenin belirleyici olduğu yasama şekillendirir. Dolayısıyla, eğer hükümet isterse, Meclis’ten, tutuklu komutanların tutuksuz yargılanmasına olanak tanıyacak yasal düzenlemeleri hayata geçirebilir. Anayasa değişikliği de bu durumun son ve somut örneğidir.”

Işık Koşaner’i istifaya götüren sürecin özeti işte buydu. Genelkurmay’ın (gerçekleşmeyen) isteği; komutanların tutuksuz yargılanması, böylece terfi edebilmeleri ve uygun görülen görevlere atanabilmeleriydi. Bu ‘gerçek’ aslında, Koşaner’in TSK personeline veda mesajının satır aralarında da gizli.

Kamuoyundaki genel kanaatin aksine Koşaner, tutuklu silah arkadaşlarının emekliye sevk edilmelerini engellemek isteyip bunu başaramadığından değil, o komutanların tutuksuz yargılanmaları yönündeki ısrarlı talebine karşılık bulamadığı için görevinden ayrıldı.

‘Kara ve Hava’da durum

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, istifa eden Erdal Ceylanoğlu’ndan sonra en kıdemli orgeneral olan Saldıray Berk’in de, kıdem sırasında Berk’ten sonra gelen Aslan Güner’in de atanmayacağı kesin görünüyor. Kara Kuvvetleri Komutanı ya Hayri Kıvrıkoğlu olacak ya da Servet Yörük. Görünen o.

Bu durumda, YAŞ kararlarının açıklanmasının ardından, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Aslan Güner’in de istifa edeceği (emekliliğini isteyeceği) çok kuvvetli bir olasılık olarak seslendiriliyor.

Hava’da ise (Hasan Aksay’ın ayrılması, Org. Bilgin Balanlı ile Korgeneraller Korcan Polatsü ve Ziya Güler’in de tutuklu bulunmaları sebebiyle) Korg. Mehmet Erten’in orgeneralliğe terfi ettirilerek Hava Kuvvetleri Komutanı olması kesin gibi. Korg. Erten hakkında medyada dezavantaj olarak yer alan (muharip görev yapmamış olması ya da yıllar önce alkolizm tedavisi gördüğü gibi) haberlerin bu atamaya engel olmayacağı belirtiliyor.

İşte veda mektubundaki o bölümler

Emekli Orgeneral Işık Koşaner veda mesajındaki şu bölümleri, yukarıdaki bilgiler ışığında bir kez daha okumak gerekiyor:

“Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. Haklarında henüz hiçbir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura‘da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.”

Koşaner’in veda mesajından, yaşanan sürecin kanıtı niteliğindeki bir başka bölüm de şu:

“Yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır.”

2 + 4 yıl söylentisi

Işık Koşaner görevi bırakmasa, Orgeneral Necdet Özel 2013 - 2017 döneminde oturacaktı Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna.

Koşaner’in ayrılışıyla, Özel, iki yıl erken devraldı ordunun komutasını.

Kulislere dün bir söylenti yayıldı. “Özel bu görevi, Koşaner’den kalan ilk iki yıl vekaleten yürütecek, ardından, beklendiği gibi 2013 - 17 döneminde de asaleten genelkurmay başkanlığına devam edecek“ şeklinde.

Bu söylenti, sivil - asker hiçbir yetkili tarafından ‘gerçekçi’ bulunmadı.

Hem hükümet çevreleri hem de askeri kaynaklar, “Gündemde böyle bir düşünce ya da plan yok“ dedi.

Hükümete yakın kaynaklar, “Biz Türkiye’de her alanda normalleşmeyi hedeflerken, böyle zorlama ve normal dışı bir yolu neden düşünelim? Böyle bir durum söz konusu bile değil“ değerlendirmesini yaptı.

Askeri kaynaklar da, “Hükümet eğer Org. Özel ile altı yıl boyunca çalışmak isterse, bunu dört yıllık görev süresinin sonunda, iki yıl boyunca ‘uzatma’ formülüyle hayata geçirebilir. Necdet Özel 67 yaşını 2017’de dolduracağından bu mümkün. Dolayısıyla ilk iki yılı vekil olarak geçirmesini düşünmek anlamsız. Ayrıca, vekalet formülünü zaten ilk başta, Özel Paşa‘nın kendisi kabul etmez“ görüşü dile getirdi.

‘Büyük kararname’ tabir edilen, “Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanlığı’na atanmasını öngören Bakanlar Kurulu kararnamesi”nin imzalarının tamamlandığı ve Cumhurbaşkanlığı’na gönderildiği haberi de zaten ‘2 + 4 formülü‘nün, ‘fantastik bir söylenti‘den ibaret kaldığının kanıtı.

‘4 + 2 formülü’nün uygulanıp uygulanmayacağı ise ancak 2015 Ağustos’unda görülebilecek.

Yazının devamı...

Mesaj dolu bir veda mektubu daha...

Üç yıllık görev süresinin sadece 11 ayını Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda geçirdikten sonra istifa eden (emekliliğini isteyen) Emekli Orgeneral Işık Koşaner’in Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeline yönelik olarak yayınladığı veda mesajını dün okudunuz.

Genelkurmay Karargahı’ndan Türkiye’nin dört bir yanındaki askeri birimler ile yurt dışındaki askeri ataşeliklere, ‘özel mesaj ’ olarak gönderilen bu veda mektubunu dün kamuoyuna İhlas Haber Ajansı (İHA) duyurdu ve önemli bir habercilik başarısına imza attı.

Ben de bugün, Koşaner ile birlikte Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan (DKK) istifa eden (emekliliğini isteyen) Emekli Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in Deniz Kuvvetleri personeline hitaben yazdığı veda mesajına ulaştım.
Yiğit’in 4 sayfalık veda mesajı dikkat çekici unsurlar içeriyor.

Emekli Oramiral Yiğit, veda mesajının ilk bölümünde, iki yıllık görev süresi boyunca; kuvvetin yapılanması, uluslararası sulardaki görev ve faaliyetleri, modernizasyon, milli gemi inşa projeleri, ar-ge, silah ve elektronik harp sistemleri vb başlıklarda yapılanları anlatıyor.

Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Yiğit, bu girişin ardından mesajına şu ifadelerle devam ediyor:
Kocatepe’nin batışı...

“Değerli silah arkadaşlarım,
Deniz Kuvvetleri ailesi olarak, şanlı tarihimiz içinde Kocatepe’nin batışı, Marmara Depremi gibi milletçe üzüntüye boğulduğumuz, can ve mal kaybına yol açan elim olaylar kadar, sonuçları itibariyle kalplerimizde ve ruhlarımızda aynı derecede üzüntü yaratan son gelişmeleri de birlikte yaşıyoruz.

Asla unutmayınız ki, biz Bahriyeliler, zorlu şartlar altından daha güçlü çıkmasını bilecek kadar güzel eğitildik, kuvvetli dalgalara ve fırtınalara karşı durmayı öğrendik.

Tüm silah arkadaşlarım gibi ben de, Deniz Kuvvetlerimiz’in bu sıkıntılı süreçten tarihin tanıklığında, yüzümüzün akı ile başı dik ve daha güçlü çıkacağından en küçük bir şüphe duymuyorum.”

DKK neden ‘hedef’ oldu?

Son yıllarda yolu, emniyet, savcılık, mahkeme ve cezaevlerine düşen askeri personel içinde ‘denizciler’in yoğunluğu herkesin malumu. Yaklaşık iki yıldır işte o camianın başında bulunan Uğur Yiğit, veda mesajında yaşananlara nasıl baktığını özetliyor, rakamlar veriyor ve gelinen noktaya ilişkin dikkat çekici tespitler yapıyor:
“Milli menfaatlerimizin korunması kapsamında, bilhassa Ege ve Doğu Akdeniz’de kritik görevler deruhte eden ve en güçlü dönemini yaşayan Deniz Kuvvetlerimiz’in; devletimizin stratejik menfaatlerine katkıları nedeniyle sürekli hedef alınarak yıpratılmasının bir tesadüf olmadığını , bu anlamda yaşadığımız sürecin iyi tahlil edilmesi gerektiğini değerlendirmekteyim. 2009 yılı Nisan ayında başlayarak, görev sürem boyunca devam eden davalar nedeniyle, 2’si koramiral rütbesinde 15 amiral, 51 üstsubay (binbaşı ve üzeri), 7 subay ve 3 astsubay olmak üzere toplam 76 personelimin tutuklanması, yüzlerce personelimin ise muhtelif davalar kapsamında soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulması, görev kuvvetlerimizin görev etkinliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Disiplin ve moral kaybından harbe hazırlığa kadar geniş bir yelpazede karşılaşılacak sonuçlara yönelik endişe ve kaygılarım ile bahse konu personelimin masumiyetine ilişkin mesnetli inancımı açık kalplilikle ve doğrudan ilgili tüm yasal platformlarda dile getirmiş olmama rağmen, gelinen durum, Deniz Kuvvetlerimiz’in kurumsal yapısını ve görev fonksiyonlarını derinden etkileyecek bir boyuta ulaşmıştır.”
Son emir ile veda...

Uğur Yiğit, tüm bu bilgileri paylaştığı komutasındaki personel ile şu ifadelerle vedalaşıyor:

“Bu nedenle çok sevdiğim mesleğim ve 52 yıldır şerefle taşıdığım üniformamdan, görev süremi tamamlayamadan ayrılacak olmamın derin üzüntüsünü yaşamaktayım.
Kararımın, devletimizin yüce menfaatleri ve bekası açısından, sadece hukuk boyutuyla değil, daha geniş bir ölçekte değerlendirilerek, Türk Silahlı Kuvvetlerimiz’in ve dolayısıyla Deniz Kuvvetlerimiz’in geleceğinin güvence altına alınmasına, küçük de olsa bir katkı sağlaması en büyük dileğimdir. (...) Vicdani huzur ile bugüne kadar attığım her imzanın ve aldığım her kararın arkasındayım. (...)

Komutanınız olarak , Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde, cumhuriyetin temel değerlerine, bugüne kadar olduğu gibi sahip çıkarak, emir komuta yapısı içinde daima birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu ile birbirinize kenetlenmenizi, Bahriyemiz’in bu zorlukların üstesinden gelip, daha da güçleneceğine olan güvenle; var gücünüzle çalışmanızı, son bir kez emrediyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle, daima gönülden bağlı olduğum ve olacağım Deniz Kuvvetlerimiz’i, geleceğin Türkiyesi’ne layıkıyla taşıyacağınıza olan inancımla başarılarınızın daim olmasını diliyor, veda ediyorum.

Bahtınız açık, denizleriniz sakin, pruvanız neta olsun.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.