Şampiy10
Magazin
Gündem

“Ödülü iade et” demek ‘antisemitizm’dir

- İsrail’in uyguladığı Gazze ablukasının hukuki zemini de yok, ahlaki zemini de.

- Palmer Komisyonu’nun raporunun içine gizlenmiş kodlar önemli.

- Seyrüsefer serbestisini garantiye almak Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi savaş gemisi göndermek demek değil.

- Kılıçdaroğlu’nun sorunu, eksik bilgi sonucu eksik algılama üzerine radikal yorum.

- “Ödülü iade et” demek, ‘antisemitizm’dir.

- Bizim derdimiz ne İsrail devleti ile, ne İsrail halkıyla. Sorunumuz, İsrail hükümetinin saldırganlığı.

Bunlar, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in ‘sıcak gündem’e ilişkin açıklamalarının satır başları.

İktidar partisinin ‘Dış İlişkiler’ Başkanı da olan Çelik ile yola çıkmadan hemen önce konuştuk. Ömer Çelik, her zamanki gibi, Mısır seyahatinde de Başbakan Erdoğan’ın yanında.

Abluka hukuki de değil, ahlaki de

Ömer Çelik’in yaşanan ‘gergin gündem’e dair dikkat çektiği ilk konu, bizatihi Gazze ablukası.

Çelik, “İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı meşru kılan ne bir karar var, ne de bir teamül. Yani bu ablukanın hukuki olarak da zemini yok, ahlaki olarak da zemini yok. İsrail hükümeti kendince İngiltere’nin geçmişteki bir uygulamasından söz ediyor ama ablukayı geçerli kılacak, dünya kamuoyunun önüne koyabildikleri makul bir örnek yok” dedi.

Raporun gizli kodları

Ömer Çelik ile Palmer Komisyonu’nun ‘Mavi Marmara raporu’nu da konuştuk.

“Bu rapor, Gazze ablukasını meşrulaştırıyor” diyen Çelik şunları söyledi:

“Ama ablukayı meşrulaştırmanın da ötesinde raporun içine gizlenen çok önemli bir takım kodlar var. Rapor aynı zamanda Gazze ablukasını devam ettirmek için İsrail’in yapabileceği müdahaleleri de meşrulaştırıyor. Bu, Akdeniz’i bir ‘İsrail gölü’ne çevrimek anlamına gelir ki hem çok tehlikeli hem de kabul edilemez olan budur.”

- Sayın Çelik, bu noktayı biraz daha açalım...

- Şöyle... İsrail, bu rapordan aldığı cesaret ile “Abluka madem ki meşru, Gazze’ye yönelen yardım gemilerine, kendi karasularıma ulaşmadan müdahale ederim” demek hakkını kendinde görecek, görebilir. Örnek vermek gerekirse... Mesela, İspanya veya İtalya’dan bir yardım gemisi demir alsa, gemi bu ülkenin karasularından çıktığı anda, İsrail’in müdahalesiyle karşılaşabilir.

Seyrüsefer serbestisi

Ömer Çelik’e göre İsrail, şüphelendiği her gemiye, Akdeniz’in uluslararası sularında müdahale etmeye kalkışabilir.

İsrail’in Akdeniz’i kendi gölü gibi görmesinin seyrüsefer serbestisini ortadan kaldıracağını vurgulayan Ömer Çelik sözlerini şöyle sürdürdü:

“Böyle bir durumda, seyrüsefer serbestisi kalmaz. Üstelik buna bir de neo-conların ‘önleyici güvenlik doktrini’ni de eklerseniz durum daha da tehlikeli ve kabul edilemez bir hal alacaktır. İşte bu yüzden, Türkiye olarak biz seyrüsefer serbestisini güvence altına almak durumundayız. Ve bu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun anladığı gibi Gazze’ye savaş gemisi göndermek demek değil.”

CHP eksik bilgiyle radikal yorum yapıyor

Bu sözleri üzerine, ana muhalefetin İsrail gündemindeki çıkışlarını sordum Ömer Çelik’e.

Çelik, “Cevap verecek, eleştirecek bir derinlik, bir ciddiyet göremiyorum Kılıçdaroğlu’nun sözlerinde” diye başladı ve devam etti:

“Kendisini kim, nasıl bilgilendiriliyor bilemiyorum ama Kılıçdaroğlu’nun sorunu, bir konunun detaylarını tam olarak bilmeden, eksik bilgi ve eksik algılama ile radikal yorumlar yapmak.”

Kılıçdaroğlu’nun yaptığı ‘antisemitizm’

Ömer Çelik, CHP Genel Başkanı’nın “Başbakan İsrail’den aldığı ödülü iade etsin” şeklindeki yaklaşımına da tepki gösterdi:

“Sayın Başbakan bu ödülü İsrail hükümetinden almadı ki. Kılıçdaroğlu bunu bile karıştırıyor. Üstün cesaret ödülünü veren, Anti Defamation League (ADL) yani Türkçesi Ayrımcılığa Karşı Birlik. Bir Musevi sivil toplum kuruluşu... Böyle bir ödülünün iadesini istemek başlı başına ‘antisemitizm’dir. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı ‘antisemitizm’.

Sorun İsrail hükümeti

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kurmay heyetindeki önemli beyinlerden biri olan Ömer Çelik’in, görüşmenin sonunda söyledikleri de dikkate değer:

“Bakın, biz İsrail devletinin meşruiyetini tartışmıyoruz. İsrail halkının dostluğunu da tartışmıyoruz. Sorun İsrail hükümetinin saldırganlıkları ve biz işte buna karşı duruyoruz. Kılıçdaroğlu işte bu ayrımın bile farkında değil.”

Yazının devamı...

Bölge ziyareti teamüldür

Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanları’nın Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki askeri birliklere gitmesinin ‘sürpriz’ olarak değerlendirilmesine itirazım var.

Komutanların bölge ziyaretinin, “Muhtemel bir sınırötesi kara harekatının işareti“ olarak yorumlanmasına da.

Çünkü...

Aynı Cumhurbaşkanları ve Başbakanların göreve geldiklerinde ilk yurt dışı ziyaretlerini önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve ardından Azerbaycan’a yapmaları gibi, Genelkurmay Başkanları da göreve başladıklarında ‘birlik ziyaretleri ve denetlemeler’e çıkarlar.

Bu bir teamüldür.

Gelenek, birlik ziyaret ve incelemelerine İkinci Ordu‘dan başlayıp, Üçüncü Ordu, Birinci Ordu ve Ege Ordu sırasıyla devam etmektir.

‘Denetleme turu’na iç güvenlik harekatı yani terörle mücadelenin sürdüğü bölgeyle başlamak, hem konunun hassasiyetine vurgu hem faaliyetleri ve eksiklikleri yerinde görüp müdahale etmek hem de bölgedeki personelin moral ve motivasyonunu artırmak amacını taşır.

Komutanlar aynı zamanda, gittikleri bölgelerdeki hava ve deniz birliklerini de ziyaret edip denetlerler.

Orgeneral Necdet Özel‘in kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı ile birlikte bölgede denetleme ve incelemelerde bulunması da işte bu ‘askeri teamül’ün son örneğini oluşturuyor.

TSK’nde ‘teamüller’in bir bir yıkılması ya da değişmesine alıştığımızdan mı böyledir bilemem ama komutanların bölge temasları ile ilgili yapılan yorum ve değerlendirmeler pek gerçekçi gelmiyor bana.



Metiner bir karar vermeli

Olayı biliyorsunuz.

AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’e ait bir ses kaydı internet üzerinden kamuoyuna duyuruldu.

“Sahip mi çıkıyorsun?”, “Savunuyor musun?” şeklindeki boş eleştirileri hiçe sayıp, Metiner’in görüşlerine yer verdim bu köşede.

O’nun durumundaki herkesin ‘sesini duyurması gerektiği’ne olan inancım nedeniyle yaptım bunu. Bir prensibin gereği olarak.

Ama geldiğimiz nokta çarpıcı.

Şöyle ki:

Mehmet Metiner, avukatı İsmail Altan aracılığıyla Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu.

Suç duyurusunda, “Ses kaydı tamamen sahte olup, gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bu kayıt, elektronik ortamda hazırlanmış olup, bir ortam dinlemesi olmayıp, tamamen senaryodan ibarettir” ifadeleri yer alıyor.

Metiner ise çıktığı bir televizyon programında; binlerce kez özür diliyor, ‘cahiliye dönemi’nden dem vuruyor, vs... vs...

Mehmet Metiner bir karar verinceye kadar ben konuyu gündem listemden siliyorum.



Haber kanallarının haber metinleri

Haber kanallarında her geçen gün daha da belirginleşen bir sıkıntı var.

Haber metinlerinin durumu vahim. Çoğu ‘içler acısı’.
Bakıyorum bazen spikerler dahi okumakta zorlanıyor. Tekliyor, kelimelere takılıyor, cümleler arasında tökezliyor spikerler.

Haber kanallarında muhabir ve editör olarak görev yapan meslektaşlarımın durumunu çok yakından bilenlerdenim.
Kızmak, darılmak yok...

Dostça bir eleştiri...

Koşullarınızı biliyorum.

Çok yoğun çalıştığınızı, mesleğin doğasında zaten var olan stresin benmerkezci insan ilişkileri sebebiyle iyiden iyiye arttığını, fiziksel ortamın çekilmezliğini, medyanın genelindeki ‘ucuz iş gücü’ politikası sebebiyle donanımlı ve tecrübeli personel zafiyetini...

Hepsini biliyorum.

Ama şartların bütün bu çekilmezliğine rağmen...

‘Daha iyisi’ni yapmak için biraz daha çaba sarf edebilirsiniz.

‘5 N 1 K’ kaidesini mumla arar olduk haberlerde.

Tekil başlayıp çoğul biten (ya da tam tersi) cümleler ‘vaka-i adiye’ye dönüştü.

‘Dün’, ‘bugün’, ‘yarın’lara dikkat edilmemesi yadırganmaz oldu.

Öznesiz cümleler sıradanlaştı.

Listeyi daha da uzatmak mümkün...

Dediğim gibi; içinde yaşadığınız ortamı ve sektörün koşullarını mazeret olarak gösterebilirsiniz ama ne olursa olsun, madem bu işi yapıyorsunuz, biraz daha ‘özen’li olabileceğinizi düşünüyorum. Her şeyi bir yana bırakın, salt kendinize saygınızdan dolayı gerekiyor bu dikkat ve özen...

Yazının devamı...

Kürtlere pozitif ayrımcılık olur mu?

Tartışma duruldu gibi görünüyor ama yeniden alevleneceğine şüphe yok.

En keskin ifadelerle seslendiren Bengi Yıldız bir ‘paparazi operasyonu’ ile tasfiye sürecine itildi ama “Devlet Kürt halkına pozitif ayrımcılık yapmalı” görüşü yerli yerinde duruyor.

Baki Ağabey ile yemekteydik önceki akşam. Baki Şehirlioğlu ile.

Gündeme dair sohbetin başlıklarından biri - kaçınılmaz olarak - Kürt meselesiydi. Terör, bölge gerçekleri, konunun sosyo-psikolojik boyutları vs derken söz ‘pozitif ayrımcılık’ tartışmasına geldi.

“Nasıl olacak?” dedi Baki Ağabey, “Mümkün değil.”

“Neden?” diye sorduk, anlattı:

“Birincisi benim bildiğim, ‘pozitif ayrımcılık’, kesin ayrım durumlarında olur. Yani zenci- beyaz, kadın- erkek, engelli - sağlam gibi.”

“Tamam” dedik.

Devam etti:

“İkincisi, Türkiye’de, bölgeye özel bir pozitif ayrımcılık uygulaması getirildiğini düşünelim... Vergi indirimi ya da muafiyeti olsun mesela, Koç ve Sabancı dahil bütün büyük sermaye merkezlerini bölgeye taşır bu haktan yararlanmak için.”

“Olabilir” dedik.

Yine devam etti:

“Kişisel olarak, ‘Kürt kökenli’ vatandaşlara maddi ayrıcalıklar, avantajlar sağlansın mesela... Milyonlarca insan başvurur ‘Ben de Kürdüm, atam - dedem Kürt’ diye. Nasıl tespit edeceksiniz? Bizim nüfus cüzdanlarımızda, kütüklerimizde etnik köken hanesi mi var? Herkesin soyağacını mı çıkartacaksınız tek tek? İşte bu nedenlerle ‘Türkiye’de Kürtlere pozitif ayrımcılık olmaz, mümkün değil’ diyorum” dedi.

“Katılmayanlar olacaktır ama yine de bunu yazayım” dedim.

“Olur, yaz” dedi.



Baki Ağabey demişken...

Yıllarını Anadolu Ajansı ve TRT’ye verdikten sonra, 1993’te iki eski dostu, Ali Kırca ve Ayşenur Arslan ile birlikte atv Haber’in sacayağında yer aldı.

Ankara Temsilcisi olarak görev yaptığı atv’nin o dönemini hatırlarsınız...

Prime time kanallar arasında en güvenilir, en aktif, en prestijli, en çok izlenen ve en popüler haber bülteni, hiç tartışmasız atv’ninkiydi. Ve atv Haber’i zirveye taşıyan en önemli unsur da şüphesiz ‘Ankara Bürosu’nun habercilik ve ekran performansıydı.

Parçası olmaktan her zaman gurur duyduğum şu kadroyu bir hatırlayın...

Tayfun (Talipoğlu), Gürkan (Zengin), Çiğdem (Anad), Erhan (Karadağ), Yavuz (Oğhan), Nilgün (Balkaç), Mirgün (Cabas), Şirin (Payzın) ilk akla gelenler. Enver (Erdem), Ateş (Can) ve rahmetli Fatih (Çotur) gibi markalaşan kameramanlarımızı da unutmamak lazım.

Eksiklerimiz, yanlışlarımız elbette olmuştur ama çok uzun bir süre gerçekten ‘efsane kadro’yduk. İstanbul’daki çok değerli isimlerle birlikte elbette...

atv ve ardından CNN Türk’teki Ankara Temsilciliği döneminde Baki Şehirlioğlu’nun rahle-i tedrisinden geçen daha birçok meslektaşımız var.

“Ben yıldız yaratırım” derdi Baki Ağabey.

O babacan ve mütevazı adamın tevazudan uzak belki de tek cümlesiydi bu. Ve haklıydı. Hep arkasında kaldığı kameranın önüne çok yıldız serpiştirdi.

Haberciliğin püf noktalarının yanında, mesleğin olması gereken ‘etik’ kurallarını da öğretti hepimize.

İnsan şimdi dönüp geriye bakınca, “Şu piyasada Baki Ağabey gibi beş kişi daha olsaydı...” demekten kendini alamıyor.



Cevap hakkı sonsuz mudur?

İnternette ses kaydı yayınlanan AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner konuştu, internet medyasına sert ifadelerle yüklendi; yazdım.

İnternet medyası adına dernek başkanından Metiner’e aynı sertlikte yanıt geldi; “Cevap hakkı kutsaldır” dedim, yayımladım.

Ama görünen o ki, iki taraf arasında bir ‘cevap hakkı’ silsilesi, hatta kısır döngüsü oluşacak böyle giderse.

Evet, cevap hakkı elbette kutsaldır. Lakin ‘sonsuz’ da değildir.

Kendisine gelen cevap üzerine Metiner aradı. ‘Cevaba cevap hakkı’nı kullanmak için.

Bitmedi, o arada, “Bu da bizim cevabımız. Biz de cevap hakkımızı kullanmak istiyoruz” diye bir başka derneğin mesajı geldi. Hem de, ‘internet medyası adına’ Metiner’e verilen o sert cevabın bu köşede yer aldığı gün. Üstelik, yayımlanan metin ile hemen hemen aynı minvalde.

Velhasıl, iki tarafa da diyeceğim şudur:

Her cevap, karşı cenahtan bir yenisini doğuruyor. ‘Cevap hakkı’ zincirini maalesef bu köşede sürdüremem. Hem yerim yok hem okura haksızlık. Benim işim ‘polemik’ değil, ‘haber’. Dolayısı ile...

Ben aradan çekiliyorum.

Yazının devamı...

Forma ve üniforma

PKK Tunceli’de;

1. Kime saldırdı?

Terörle mücadelede cepheye yönlendirileceği söylenen ve “Güveniyoruz” mesajı verilen

Polis Özel Harekat mensuplarına.

2. Saldırı sırasında teröristler ne giymişti?

Asker üniforması. Bir kesim tarafından ısrarla başarısız/yetersiz göstermeye çalışılan ve daha önemlisi, Özel Harekat Polisleri sanki onların yerine geçecekmiş, onların alternatifi hatta rakibiymiş gibi bir hava yaratılan ‘asker’in kullandığı üniformalardan.

3. Ne zaman saldırdı?

Ankara’da BDP Kongresi’nin toplandığı gün.

4. Özel Harekat Polisleri o sırada ne yapıyordu?

Futbol oynuyordu.

5. Türkiye neyi konuşuyordu?

‘Futbol’cu Arda Turan’ın milli maç sonrası verdiği demeci ve (BDP kongresinde en büyük alkışı alan) o sözlerin yansımaları ile farklı boyutlarını.



İnternet medyasından Metiner’e cevap

“İnternet medyası kadar tehlikeli, gayri ahlaki bir mecra olamaz. Eline kalem alan, müstear isimle istediğini yazıyor. Sonra biz bu kişilerin kim olduğunu bulmakla uğraşıyoruz savcılık aracılığıyla. Kimsenin böyle bir şeye hakkı yoktur. Ben bu konuyu Oktay Ekşi ile de görüştüm. Partimiz ve hükümetimizin bu konudaki duyarlılığı da biliniyor. Meclis açıldığında bu konuda tekliflerimizi de vereceğiz, girişimlerimizde de bulunacağız.”

AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in yukarıdaki sözleri Cuma günü (2 Eylül 2011) bu köşede yayınlanınca, İnternet Medyası Derneği Başkanı Hadi Özışık aradı, “Cevap hakkımızı kullanmak istiyoruz” dedi.

“Cevap hakkı kutsaldır” dedim.

Kim haklı, kim haksız tartışmasına (en azından bugünlük) hiç girmeden, Özışık’ın gönderdiği metnin öne çıkan bölümlerini, yorumsuz aktarıyorum:

“AK Parti Milletvekili Mehmet Metiner’in sözleri içinde bulunduğu ruh halini yansıtmaktadır. Milletvekili olmadan önce, çarşaf çarşaf yayımlanan kasetlerle ilgili gıkı çıkmayan bu arkadaşın kendi ses kasediyle ilgili internet medyasını hedef alması ve aba altından sopa göstermesi manidardır. Gazeteci kimliğine de sahip olan bu kişinin YOUTUBE’a yüklenen ses kasedi haber değeri taşıyor mu taşımıyor mu? Söz konusu kasedi yani Metiner’in sesini yayımlamak yerine içeriği ile ilgili haber yapmamız bizim ne kadar ahlaki yayın yaptığımızı ortaya koymaktadır. Asıl ahlaksızlık, bugüne kadar yapılan gayri ahlaki yayınlar karşısında Metiner’in küçücük dilini yutmasıdır. Bizi parayla, icra yoluyla, ya da tazminatlarla terbiye etmeye kalkışan Mehmet Metiner ve uzantıları için bir çift sözüm daha var. Bu sektör sizin hayal bile edemediğiniz bir noktaya geldi. İnternet medyası Mehmet Metiner ve onun gibi düşünenler için gerçekten tehlikeli (!) hale geldi. Büyüdük çünkü. İstihdam sağlıyoruz, ‘üç - beş işsiz gazeteci’den ibaret değiliz. İnternet medyası son 6 yıldır iş başındaki iktidardan yasal düzenleme yapılmasını istiyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın talimatları doğrultusunda, çalışmalar son aşamaya geldi. Mehmet Metiner, nasırına basılınca ‘yasa’ diye bağırmasın. O yasa zaten Ekim’de Meclis’e iniyor. Bu arkadaş, canı acımadan önce keşke köşesinden ‘yasa’ diye çığlık atabilseydi bizim gibi.”



Gına listem

Sürekli kendinden bahsedenlerden,

eleştiri ile hakareti ayırt edemeyenlerden,

ağızını her açtığında “empati” diyen ama hiç empati yapmayanlardan,

okuduğunu anla(ya)mayanlardan, sadece ‘iyi gün dostu’ olanlardan,

tartışma adabını bilmeyenlerden,

‘kraldan çok kralcı’lardan,

dünyanın merkezi olarak kendini görenlerden,

atasözü ve vecizelerin sadece işine gelenlerini kullananlardan,

insanları yargılamayı adeta reflekse dönüştürmüş olanlardan,

‘çıtkırıldım’lardan,

‘maganda’lardan,

‘çokbilmiş’lerden,

hekimden daha hekim, pilottan daha pilot, gazeteciden daha gazeteci olanlardan,

karşısındakini dinlemeyenlerden,

emeğe ve dolayısı ile emekçiye saygısı olmayanlardan,

özensizlerden,

habercileri, iyi haber aldıkları kaynaklara göre ‘yanlı’ olmakla itham edip yaftalayanlardan,

ancak ‘çamur’ atarak ‘iz’ bırakabilenlerden,

hep kendini haklı görenlerden,

‘iyi niyet’i saflık, ‘efendi’liği acz zannedenlerden,

‘asalak’lardan,

‘menfaatçi’lerden,

‘vefasız’lardan ve nihayet ‘ikiyüzlü’lerden gına geldi.

Yazının devamı...

Metiner meydan okudu

İnternet’e en son onun bir ses kaydı düştü.

Şu anda Adıyaman milletvekili olduğu partinin genel başkanı, onu aday olarak seçen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili sözlerinden oluşan bir konuşma.

Aradım Mehmet Metiner‘i.

O bildik üslubuyla yine keskin, yine sert konuştu.

“Mağdur değilim. Yasa dışı ya da gizli değil ama montajlanmış bir kayıt o. Muhtemelen 10 yıl kadar önce, o dönem siyaset yaptığım partinin ideolojisine yakın bir yere verdiğim bir röportajdan alıntı” diye başladı söze.

Yani, HADEP Genel Başkan Yardımcılığı döneminden...

Metiner, öncelikle sözlerinin, “Bakanlık bekliyordu, olmayınca Başbakan’a verdi veriştirdi” şeklinde yansıtılmasına tepkili. Sanki yeniymiş gibi sunulmasına.

“İt ürür, kervan yürür”

“Kalleşçe bir komplo, namertlik“ dedi yapılana ve devam etti.

“PKK, Ergenekon’un Kürt ayağıdır. O PKK, kurşunla yapamadığını şimdi böyle bir iftira ile yapmaya çalışıyor. Bana yönelik fiziki imha çabasını, şimdi siyaseten imha yoluna çevirdiler. Silivri - Kandil eksenindeki bu tür derin tezgahlar bana vız gelir, tırıs gider. İt ürür, kervan yürür.”

Neden Mehmet Metiner?

“Pekiyi neden siz?” diye sordum.

“Bir yandan demokratikleşmenin çok daha derinleşerek süreceği, diğer taraftan terörle mücadelenin sonuna kadar büyük kararlılıkla uygulanacağı bu dönemde rol oynamamı istemiyorlar da ondan. Sözüm dinlensin istemiyorlar” diye yanıt verdi.

Mehmet Metiner, bir ‘itibarsızlaştırma girişimi’ olarak görüyor yani yapılanı.

Kimler, neler demiş...

“Ayrıca” dedi... “Diyelim ki ben 10 yıl önce Tayyip Erdoğan’ı eleştirmişim. Hakaret yok, küfür yok. Eleştirmişsem ne var bunda? Geçmişte DYP’de, ANAP’ta olan, şimdi yıllardır AK Parti’de siyaset yapan birçok arkadaşımızın eskiden söylediği neler neler var. Ben o dönemki eleştirilerimde haksız çıkmış olmaktan mutluluk duyarım, gurur duyarım” diye açıkladı durumu.

Kime olursa olsun

Pekiyi, son yıllarda asker - sivil birçok kişinin mağdur olduğu, ‘gizli kaydedilen ses ya da görüntülerin internet üzerinden servis edilmesi’ yöntemi?.. Bu konuda ne düşünüyor Metiner?

“Yasal olmayan dinlemelerin hepsi, hem gayri hukuki hem de gayri ahlakidir. Hem yapanlar hem de yayınlayanlar açısından. Çünkü bunların neşrine aracı olmak da gazetecilik değildir. Bu arada, mesela X bir general hakkında bir kayıt çıktığında, ‘Bu gayri ahlakidir’ diyenlerin, şimdi benimle ilgili olanda sergiledikleri tavır da tam bir çifte standart ve ilkesizliktir.”

“Bu iş, kim için olursa olsun haysiyet cellatlığıdır” diyen Mehmet Metiner, “Mahkemelerde yargılaması tamamlanmamış olanlar için ancak bir zihniyet mücadelesi verebiliriz. Bakın bu ülkede bir ‘Ergenekon zihniyeti‘ var ve bunu eleştirebiliriz. Son örnek, Işık Koşaner Paşa’nın 35’inci madde ile ilgili sözleridir. Bu ‘Ergenekon zihniyeti’dir. Bunu eleştirebiliriz. Ama bir kişinin suça bulaşıp bulaşmadığına bırakın mahkemeler karar versin” diye konuştu.

Yakın geçmişten bir de örnek verdi Adıyaman Milletvekili:

“Sayın Baykal ile ilgili o çirkin neşriyatta da aynı şeyleri söylemiştim. Hatta kendisi beni arayıp teşekkür etmişti.”

İnternet medyasına salvo

Metiner, internet medyası ile ilgili çok ağır konuştu ve Meclis açıldıktan sonra bu konuda adım atacağını söyledi:

“İnternet medyası kadar tehlikeli, gayri ahlaki bir mecra olamaz. Eline kalem alan, müstear isimle istediğini yazıyor. Sonra biz bu kişilerin kim olduğunu bulmakla uğraşıyoruz savcılık aracılığıyla. Kimsenin böyle bir şeye hakkı yoktur. Ben bu konuyu Oktay Ekşi ile de görüştüm. Partimiz ve hükümetimizin bu konudaki duyarlılığı da biliniyor. Meclis açıldığında bu konuda tekliflerimizi de vereceğiz, girişimlerimizde de bulunacağız.”

Yazının devamı...

Genelkurmay bakanlığa bağlandığında

Ne zaman olur bilmiyorum ama kısa ile orta vade arasında gerçekleşecek; Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı‘na bağlanacak. Görünen o...

Askerlerin kahir ekseriyeti ‘yanlış’ buluyor bu adımı. “Genelkurmay’ın bakanlığa bağlanması, kışlaya siyasetin girmesi anlamına gelir” diyor çoğu.

Öyle midir, değil midir, yaşayarak göreceğiz.

Bugünkü konumuz başka...

Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığında, eğer askerin içinden bazıları - münferiden de olsa - yine arada sırada;

- her yere kontrolsüz şekilde mayın döşerse,

- silahını bırakıp cepheden kaçarsa,

- düşman diye kendi askerini vurursa,

- erinin eline pimi çekilmiş el bombasını verirse,

- emir - komuta zincirinde zafiyet oluşursa,

- maksadını aşarak bazı durumlardan vazife çıkarmaya kalkışırsa,

- kendi içindeki konuşmalarının kaydedilip internet sitelerine servis edilmesinin önüne geçemezse...

ve bu liste daha birçok başlıkla uzayıp giderse,

o zaman kimden hesap sorulacak?

O güne kadar olduğu gibi yine (duruma göre) tim, bölük, tabur, alay, tugay, tümen, kolordu ya da ordu komutanından mı, yoksa bakanlığın sivil bürokratlarından mı?

Ve tabii...

Bu gibi durumlarda atılan manşetlerin hedefi, yine askeri personel mi olacak, yoksa askerin bağlı bulunduğu, yani nihai sorumluluk makamındaki Milli Savunma Bakanı ve dolayısıyla hükümet mi?

Merak ettiğim nokta budur.

Ha eğer, “Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığında bu tür hatalar, yanlışlar, yamukluklar hiç olmayacak” diyorsanız, o başka tabii...



Bir sıkıntım var

Bizim sektörde, köşe yazarlarının bir bölümü habercilik yapar, bir kısmı yorumculuk. Bazılarımız da ikisini bir arada... Haber artı yorum. (Olması gereken de budur bence.)

Bir de, sırf diğer meslektaşlar ya da farklı sektörlerin tanınmışlarıyla girdikleri (daha doğrusu yarattıkları) tartışmalarla ayakta durabilenler var malum.

Bu kesim, hem Türkiye hem de dünyada, edebiyat, sanat ve medya alemlerinde hep mevcuttur. Fakat bizde son yıllarda, ‘evrim‘ geçirdi.

Okuyanın / izleyenin faydalandığı, içinde zeka pırıltısı, öğreticilik, espri bulunan, fikir bazında tartışmaların kendince bir rengi, bir kokusu, bir lezzeti vardır. Daha doğrusu vardı...

Bugünkü ‘Lut Gölü seviyesi‘nde değildi yazarların, sanatçıların, gazetecilerin itişmeleri, atışmaları.

Bizim güncel ‘geçer akçe’ler (!); fikir üretmezler, okuyana / izleyene bir ufuk açtıkları vaki değildir. 200 kelimeden fazlasıyla konuşmaz, 300 sözcükten fazlasıyla yazmazlar. Sağlıklı bir analize imza atmalarının haber niteliği vardır; senede ancak bir - iki kez rastlanır bu duruma.

Bu tür ‘büyük Türk düşünürleri (!)‘ sürekli birilerini karalar, sürekli bağırarak konuşur / yazar, sürekli birilerini tahrik eder, sürekli birilerini ringe çekmeye çalışırlar.

‘Ucuz‘ olduğundan, ‘müşteri‘si de boldur bu tarzın. İlgi çeker. Okunur, izlenir. Ama bir süre için. Ömrü pek uzun değildir. Son kullanma tarihi yakındır.

Evrensel ‘haber‘cilik kaidelerinden ‘bihaber‘ olduklarından, ne ‘teyid‘ gibi bir kaygıları vardır bu arkadaşların, ne ‘cevap hakkına saygı‘ gibi bir düsturları.

‘Haberci‘ değil, ‘konjonktürel misyoner‘dirler genelde.

Çok cesurdurlar. Ama ‘cahil cesareti‘dir çoğununki.

Bu ‘familya‘, başkaları üzerinden ve tabii polemiklerden beslenir.

Bir başka canlının sırtından yaşayanlara ne denir biliyorsunuz.

Popülasyonu biz haber ve yorumculardan fazla değildir aslında ama bu türün çıkardığı gürültü hepimizin sesini bastırır.

Son dönemde ‘twitter destekli operasyonlar’ ile daha da popüler bizim bu cins meslektaş(!)lar.

Benim sıkıntım ise bu ‘tür‘ün varlığından öte, söz konusu ‘klan‘ın üyelerini adlı adınca yazıp, yerden yere vuramamak.

Çünkü bunu yapmak için önce onların ringine ‘inmek’ gerekiyor. Ve tabii onlarla aynı dili konuşmak.

Asıl sıkıntım bu işte.

Bu sıkıntıyı aşamayıp, işte böyle ‘ortaya‘ yazınca, mesajı ‘adrese teslim‘ gönderemeyince de bir işe yaramıyor. Hiçbiri üstüne alınmıyor çünkü.

Yazının devamı...

Bugüne dikkat

Güvenlik birimlerinin elindeki istihbarat raporları, uzunca bir süredir ‘bugün’e, yani ‘çifte bayram‘a dikkat çekiyor.

Terör örgütünün 30 Ağustos‘u ‘bayram’ olmaktan çıkarıp kana bulamaya hazırlandığını haber veriyor o raporlar. Ve bu nedenle sessiz sedasız ama üst düzeyde güvenlik tedbirleri uygulanıyor son dönemde.

Vatandaşın günlük yaşamına pek yansımıyor ama neredeyse bir ‘alarm seviyesi‘ söz konusu olan.

İç güvenlik harekat bölgesi, yani terörle mücadelenin sürdüğü bölgelerden yeni ve büyük bir acı haber gelmesinin ya da metropollerden birinde, kalabalık bir yer ve saatte büyük bir patlama yaşanmasının (hatta kulağıma gelen; birkaç gün önce bir büyük kentte, eylem hazırlığındaki bir hücre çökertildi ama kamuoyunu huzursuz etmemek için bu haber duyurulmadı) veya üst düzey askeri ya da sivil bir yetkiliye suikast düzenlenmesinin önüne geçmek için, yani ‘çifte bayram’ın kana bulanmasını önlemek için bizim farkında bile olmadığımız çok yoğun bir mesai var.

Umarım bu emek zayi olmaz ve Türkiye huzurlu ve mutlu bir ‘çifte bayram’ yaşar...




30 Ağustos tamam da ya sonrası?..

“Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.”

Anayasa‘nın 104‘üncü maddesi aynen böyle diyor.

Bu sabah (30 Ağustos 2011) Genelkurmay Karargah Şeref Salonu’nda bu sabah ortaya çıkacak (çıkan) görüntü, 104’üncü maddenin hayata geçmesidir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in önerisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da görüş birliğiyle Zafer Bayramı tebriklerini ‘tek başına’ kabul ederek, ‘devletin birliği’ni temsil etmiş oluyor.

Gül - Erdoğan - Org. Özel üçgeni, daha doğrusu ‘sacayağı‘nda yakalanan iklim önemli.

Türkiye (sokak tabiri ile) asker - sivil itişmesinden kurtuluyor. Detaylarını bildiğiniz, art arda gelen birçok gelişmeyle oluşan görüntü bu.

Ancak daha mühimi, olması gereken; ortaya çıkan ‘görüntü‘nün, herkesin içine sinmiş, taraflarca tam manasıyla benimsenmiş ve tabii süreklilik arz eden bir hareket tarzına dönüşmesi.

Bu tablonun, ‘mecburen‘ ya da ‘kerhen‘ verilen bir ‘görüntü‘den ibaret olmasının hiçbir anlamı yok.

Askeri ve sivil irade ayrı ayrı kendi taraflarındaki ‘vaziyeti‘ değil, birlikte ‘ülkeyi‘ idare etmek zorunda.

‘Hasım’ değil, karşılıklı güven esasına dayalı bir ‘hısım’ ilişkisinden söz ediyorum.

Gelinen nokta umut verici ama her şey ‘toz pembe’ mi?.. Ciddi şüphem var.

Ve bu ‘ciddi şüphe’nin ortadan kalkmasının tek yolu, TSK personelinin yargılandığı davaların bir an önce sonuçlanması.

Herkesin beklediği, ‘suçlu’nun - ‘suçsuz’un ortaya çıkması, suçluların cezalandırılması, masumların itibarlarının iade edilmesi...

Türkiye, “gecikmiş adalet, adalet değildir” görüşünün eşiğini aştı bile.

‘Adli’ yargı sürecinin, ‘adil’ şekilde ve tabii en kısa sürede sonlanması gerekiyor.

Tabii bu talep/beklenti sadece asker kişilere özel değil. Yargılanmakta olan siviller için de durum aynı.

Bu gerçekleşmezse, yani yargılamalarda ‘toplumu tatmin edecek bir son’a ulaşılamazsa, normalleşme nin sadece ‘görüntü’de kalmasından endişe ederim.

Ve tabii son yıllarda örselendiği konusunda herkesin hemfikir olduğu ‘bağımsız yargı‘ kavramının tarumar olmasından...




Hayat bayram olsa...

Bu bayram; trafik kazalarında ölen ve yaralananların haberlerini almasak, komşunun tavuğu en azından bizim komşumuza kaz görünmese ve o komşu tavuğu kaz gelmeyecek yerden de esirgemese, herkes kendi kapısının önünü temizlese, bir sonraki bayramda giderilmek üzere yeni küslükler yaratmasak, mezarlıktakiler için mümkün değil ama en azından hastane ve cezaevindekiler için dua etmekten fazlasını yapsak, ‘çifte bayram’da ‘çifte standart’lardan vazgeçsek.

En azından ‘bu bayram’da aynaya rahatlık ve gönül huzuruyla baksak diyorum.

Zafer ve Ramazan bayramlarınız kutlu olsun. Gönlünüze göre bir bayram dileğiyle...

Yazının devamı...

Şu soruları bir düşünün bakalım...

Zaman makinesi gerçek olsa ve Mehmet Ali Aydınlar sadece 2 ay ileriye gidip dönebilse, haziranda TFF başkanlığına aday olur muydu?

Beşİktaş, Rusya’nın Alania Vladikavkaz takımından sekiz dakika içinde iki gol yiyince, hangi siyah-beyazlı taraftarın aklına 5 Kasım 1998’deki ‘Valerenga faciası’ gelmemiştir?

”Rakİplerİnİzİn az ya da çok şike soruşturması ile meşgul olması, sizin açınızdan bir avantaj oluşturuyor mu?” sorusuna yanıtlamayan G.Saray Teknik Direktörü Terim’in gündeme ilişkin hiçbir topa girmemesini nasıl yorumlamak lazım?

Bİr spor yazarı sadece taraftarı olduğu takım ve kulüp ile ilgili mi konuşmalı, yazmalıdır?

Azİz Yıldırım’ın tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilmesinin hemen ardından Ali Koç’un dudaklarından dökülen, “Daha yeni başlıyor” cümlesini hatırlıyor musunuz?

Şİke soruşturmasının ilk günlerinde, “Bu iş Ergenekon’a bağlanacak” ya da “Sonraki dalgalar hakemlere uzanacak” diyenlere, bu öngörülerini hatırlatmak gerekir mi, yoksa henüz erken mi?

Habercİler ve yorumcular için twitter ortamı, gazete sayfaları ya da televizyon ekranlarına göre daha mı özgür bir platformdur?

“Neden sadece biz?” sorusunun F.Bahçeliler’i tatmin edebilecek bir yanıtı var mıdır?

Trabzon camiası, gerçekten bir başkasının mutsuzluğundan kaynaklı, hak etmediği bir mutluluk mu yaşamaktadır?

ŞİKE soruşturmasında, her camia sadece kendisinin masum olduğuna inanıp, rakipleriyle ilgili iddialara, “Yapmıştır onlar” peşin kabulüyle mi bakmaktadır?

19 Mart 2007 tarihinde, NTV’ye verdiği mülakatta, “Hayâlim 50 yaşımdan sonra F.Bahçe’ye başkan olmaktı. Ama şimdi kendime ’Aman Ali, bir daha bu fikrin yanında bile geçme’ diyorum. Dokuz ayda ürktüm. Hem iş hayatını sürdürmek hem kulüp başkanlığı yapmak çok kolay bir şey değil. Esasında kulüp yöneticiliği akıllı bir insanın yapacağı şey değil. Ailenizi, işini boşluyorsunuz. Ayrıca malın da sahibi değilsiniz” diyen yönetici kimdir?

CUMHURBAŞKANI BİLMİYORDU

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül geçen çarşamba, yani 24 Ağustos 2011 tarihinde, TFF Yönetim Kurulu’nu kabul etti. İstanbul’da, Tarabya Köşkü’ndeki görüşmeden sadece birkaç saat sonra F.Bahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan men edildiği açıklandı. Ve tabii ardından da, bu zamanlamadan kaynaklı söylentiler eşliğinde o soru: “Cumhurbaşkanı, UEFA-TFF işbirliği ile alınan kararı önceden biliyor muydu?”

TFF Başkanı Aydınlar ve yönetim kurulu üyelerinin Gül ile görüşmesinde masadaki isimlerden biri de Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever idi. Sever’e, “Görüşmede konu gündeme geldi mi? Aydınlar Cumhurbaşkanı’na F.Bahçe kararıyla ilgili bilgi verdi mi?” diye sordum.

SEVER açık yanıt verdi:

“Hayır. Bu konu hiç konuşulmadı. Esas itibariyle, gündemdeki kişi ya da kulüplerden hiçbirinin adı geçmedi. Sayın Federasyon Başkanı’nın Sayın Cumhurbaşkanı’na F.Bahçe ya da başka bir kulüp veya herhangi bir kişiyle ilgili bilgi vermesi gibi bir durum söz konusu değildir. Sayın Cumhurbaşkanı, F.Bahçe ile ilgili haberi TV’den öğrenmiştir.”

Durum bu...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.