Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye takvimde yok, Singapur’da var

GAZETEDEN arayıp, kısa bir F1 izlenimi istediklerinde, bir Ferrari yetkilisinin, “Birçok ülke almak için uğraşıp sıraya girerken, Türkiye neden Formula’dan vazgeçti?” sorusuna yanıt vermekle meşguldüm. Daha doğrusu yanıt vermeye çalışmakla...

“NE oldu da Türkiye, takviminden çıktı?” Türk olduğumuzu öğrenen hemen herkesin sorduğu ilk soru işte bu oldu Singapur’da.

SADECE ben değil, yarışı birlikte seyrettiğimiz Devlet eski Bakanı Kürşad Tüzmen ve Tüzmen’in yönetim kurulu üyesi olduğu Genpower’ın Yönetim Kurulu Başkanı Müjdat Uslu da hep aynı soruyla karşılaştı.

GENPOWER Ankaralı jeneratör üreticisi. Artık F1 takviminde yer almayan Türkiye’yi, sezonun tek gece yarışı olan Singapur GP’sinde temsil ediyor. Üstelik, Singapurlular’ın sloganlaştırdığı ifadeyle, “Yıldızların altındaki yarış”ın olmazsa olmazı. Çünkü Singapur pistinin aydınlatma sistemi şehrin elektrik şebekesine değil, Genpower’ın Türk malı jeneratörlerine bağlı. Türk firması, 5 milyon dolarlık yatırımla kurduğu, yedekli kesintisiz güç kaynağı sistemi ile bu alanda yıllardır ‘tek’ olan İtalyanlar‘a tabir-i caiz ise ‘kısa devre’ yaptırmış.

FORMULA ŞEHRİ

SİNGAPUR, F1’de ‘kent içi yollar‘ın bir bölümünden oluşan pistlerden biri. Şehrin tam merkezindeki ‘Marina Bay Cadde Pisti‘nin çevresi beş yıldızlı otellerle dolu. Oteller, parça parça da olsa, pisti gören balkonlu odalarının fiyatlarında Formula 1 tarifesine geçmiş. Son olarak... Üç gün boyunca, dev motorların o kulakları sağır eden sesiyle çınlayan Singapur sokaklarındaki hareketlilik görülmeye değerdi.

Yazının devamı...

Ankara’daki ihmal ya da istihbarat zafiyet mi?

Kızılay Kumrular Caddesi’nde patlayan bomba, Ankara Emniyeti’nin bir numaralı gündem maddesi.

Başkent’in güvenlik ve asayişinden sorumlu üst düzey isimler ile konuştum olayı. Dosyada yer alan bazı detayları biz habercilerle paylaşmadıkları gerçeğinin farkında olarak elbette...

Önce en can sıkıcı soru

Sorumluluk makamında oturan yetkilileri en çok rahatsız eden, o koltuklardakiler için en can sıkıcı soruyla başlayalım...

“Terörün Ankara’nın - tabiri caiz ise - ‘göbeği’ne kadar ulaşabilmiş olmasında, istihbarat ve güvenlik alanlarında bir ihmal, bir zafiyet mi var?”

Emniyet yetkilileri bu soruya “Hayır“ yanıtını veriyor.

Bu “Hayır” cevabı, kaçınılmaz olarak, “Pekiyi bir ihmal ya da zafiyet yoksa, bu saldırı nasıl gerçekleşti?” sorusunu beraberinde getiriyor.

Yılların emniyetçileri, “Dünyanın en gelişmiş istihbarat mekanizmasına sahip olduğu bilinen Amerika Birleşik Devletler bile 11 Eylül saldırılarını yaşadı. Yani siz istihbarat ve güvenlik alanında ne kadar iyi olursanız olun, ne yaparsanız yapın, arada böyle ‘kaçak’lar yaşanabiliyor. Terörü sıfırlayabilmek, teröriste yüzde yüz engel olabilmek maalesef dünyanın hiçbir ülkesi için mümkün değil” diyor.

MOBESE’ye neden takılmadı?

“MOBESE kameraları” diyorum... “Ankara’nın neredeyse her yeri 24 saat izlenirken, nasıl oluyor da bagajında bomba olan bu otomobil gözden kaçabiliyor?”

Soruya şu cevap geliyor: “Söz konusu aracın çalıntı ya da aranır kaydı yok. Araçla ilgili hiçbir kayıt yok. Ankara’da bir milyon 300 binin üzerinde araç var trafikte. Zaman zaman bu rakam bir buçuk milyona ulaşıyor. Bu bir buçuk milyon aracın her birinin her gün kontrol edilmesi gibi bir durum düşünülemeyeceğine ve eylemin yapıldığı araçla ilgili de herhangi bir kayıt bulunmadığına göre...”

Orası halka açık park alanı

Sorulara devam...

“Patlamanın yaşandığı bölge, Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay gibi kritik noktaların çok yakınında. Böylesi bölgeler için ekstra güvenlik önlemleri alındığını herkes biliyor. O otomobil hiç mi dikkat çekmemiş?“

Emniyet’in cevabı: “Dünyanın her yerinde olduğu gibi Ankara’da da hassas bölgelere giriş-çıkışlar elbette daha sıkı kontrol ediliyor. Ancak olay günü, otomobilin park edildiği yer normal, halka açık bir otopark alanı. Dolayısıyla, özel bir kontrol noktasından geçilmesi gibi bir durum da söz konusu değil.“

İkinci bir bomba yoktu

Bir başka soru:

“Olayın hemen ardından, patlamanın yaşandığı yere yakın bir noktada ikinci bir bomba bulunduğu söylentisi yayıldı. Güvenpark ile Adalet Bakanlığı binasının arasındaki yolda bulunan bu patlayıcının, bomba imha uzmanları tarafından etkisiz hale getirildiği konuşuluyordu Kumrular Caddesi’nde. Bu doğru bir haber mi?”

O gün, patlamanın hemen sonrasında olay yerine intikal eden üst düzey emniyet yetkililerinin bu soruya cevabı da “Hayır“ oldu. Devamında ise bu söylentinin nereden çıktığını anlattılar: “Ekiplerimiz, patlamanın hemen sonrasında bölgeyi emniyete aldılar. Alanı kontrol altına aldık. Geçmiş örnekler ve tecrübelerimiz, teröristlerin bu tip eylemlerde ‘tuzaklama‘ yöntemini de uyguladığını gösteriyor. Yani ilk patlamanın hemen ardından bir başka bomba daha patlayabilir. Burada teröristin hedefi hem olay yerine intikal etmiş güvenlik güçlerine hem de çevrede toplanan meraklı vatandaşlara daha büyük zarar vermektir. İşte bu ihtimali göz önüne alarak, bölgede ikinci bir bomba olup olmadığını araştırmaya başladık. Bomba uzmanlarımız ve dedektör köpeklerle bu arama işlemini başlatırken, olay yerindeki ekiplere, ‘İkinci bir bomba daha olma ihtimaline karşı duyarlı olun’ anonsu yapıldı. O karışıklık ortamında bu anons, ‘İkinci bir bomba daha var’ şeklinde algılandı.“

Medyadan talep

Yüksek rütbeli emniyetçiler, Ankara’da yakın geçmişte elde edilen istihbarat ışığında düzenlenen operasyonlarda, eylem hazırlığında olan birçok teröristin patlayıcılar ve otomatik silahlarıyla birlikte yakalandığını hatırlatıp bizim, yani medyanın payına düşen mesajı vermeyi de ihmal etmediler:

“Patlayan bombanın sesi sadece yakın çevreden duyulur ama medyanın bu haberlere yaklaşımı, o patlama sesinin dünyanın öbür tarafından bile duyulmasını sağlıyor. Terörün, teröristin amacı kamuoyunda korku ve panik yaratmaktır. Siz habercilerin, mesleğinizi icra ederken, halkı bilgilendirirken, bu gerçeğin bilinciyle ve sorumluluk içinde çalışmanız hepimiz açısından önemli.”

Yazının devamı...

PKK’nın yeni stratejisi: Çeçen eylemleri

Ankara’nın önünde duran ‘yeni bilgi’ ve bu bilgiye paralel ‘yeni gelişme’ şu:

Terör örgütü PKK’nın eylem türlerinde, yakın gelecekte dikkat çekici farklılıklar ortaya çıkması muhtemel.

Yani PKK’nın hedefi, bugüne kadarkilerden farklı eylemler de yapmak.

Mesela uçak, otobüs ya da gemi kaçırma ve bu taşıtlardaki yolcuları rehin alma...

Mesela otel, hastane, sinema, tiyatro veya okul baskınları ve buralardaki insanları rehin alma...

Büyük kentlerdeki bombalı eylemler ve intihar saldırılarının yanı sıra, PKK artık - yine özellikle metropollerde - sivillere yönelik bu tür terör eylemlerine yönelmeyi hedefliyor.

İstihbarat birimlerinin elindeki yeni bilgi doğrultusunda, güvenlik güçlerinin gündemine giren yeni gelişmenin alt başlıkları işte bunlar.



Örgütün - yukarıda saydıklarım gibi - yeni eylem türlerine başvurma stratejisini gündeme taşıyan, istihbari durum raporlarında yer alan bir ‘telsiz konuşması’.

Örgüt üyelerine telsizle talimat veren, bildik ve önemli bir isim: ‘Doktor Bahoz Erdal’ kod adlı Fehman Hüseyin.

Hüseyin’in kısa bir süre önce, Zap Kampı’ndan bölge sorumlularına hitaben yaptığı telsiz anonsu şöyle:

“Bundan böyle, Çeçenler’in yaptığı türden eylemlere yöneleceğiz. Planlamalarınızı buna göre yapın. Arkadaşları bu konuda bilgilendirin, yönlendirin ve görevlendirin.”



Şiddete dayalı politikanın devamını savunan, acımasızlığıyla tanınan ve örgüt içinde ‘Cellat’ olarak da anılan Suriye uyruklu Fehman Hüseyin, PKK’nın silahlı güçlerinin başındaki kişi.

Murat Karayılan ile girdiği liderlik mücadelesi biliniyor.

PKK’nın ‘Türkiye Kürtleri’ kanadıyla görüş ayrılıkları, çekişmeleri de öyle...

Uzun süredir örgütün eylem inisiyatifini elinde bulunduran o.

Çoğunlukla Irak’ın kuzeyinde, Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki kamplarda faaliyet gösteriyor. Genellikle de Zap Kampı’nda.

PKK’nın özellikle şehirlerdeki kanlı eylemlerinin arkasındaki terörist de Dr. Bahoz.

Ve o Fehman Hüseyin, PKK üyelerine şimdi de “Çeçenlerin eylem türlerini uygulamaları” talimatını veriyor.



Terör örgütünün ‘Çeçen eylemleri’ne yönelmesinin muhtemel sonuçlarını tahmin etmek zor değil.

PKK’nın bu yeni stratejiyi hayata geçirmesi halinde ‘neler yaşanabileceği’ni öngörmek için, 1995 sonrası Rusya ve Türkiye’de yaşanan Çeçen eylemlerine bakmak yeterli.

Farklı yerler ile kara, hava ve deniz taşıtlarına baskın düzenleyerek, buralardaki ‘savunmasız siviller’in rehin alınması, en sık uygulanan eylem yöntemi.

Keza Rusya’daki bombalamalar ve intihar saldırıları.

Bazıları kanlı ama hepsi toplumun psikolojik dengesini bozan eylemler.

Avrasya Feribotu’nun kaçırılması, The Marmara ve Swiss Otel gibi baskınlarını hatırlarsınız...

Çeçen eylemcilerin bir süre sonra rehineleri serbest bıraktığı, kan dökülmeden sonuçlanan başka birçok ‘rehin alma’ eylemi daha var.

Bu noktada karşımıza şu soru çıkıyor:

Bombalama ve intihar saldırılarının yanında Çeçenlerin sıkça başvurduğu ‘rehin alma’ eylemlerinin aynısını PKK yaparsa, sonuç yine aynı mı olur?

Yani uygulayıcı PKK olunca, türü aynı olsa da, eylemlerin sonuçlarının çok daha kanlı ve vahim olacağından endişe etmek paranoyaklık mıdır?



Behiye Winehouse, Sadık Whitfield

Ben mi çok abartıyorum ya da ‘genel duyarsızlığa tepki mahiyetinde bir aşırı hassasiyet’ mi bilemiyorum...

Hemen her gün bir şehit haberinin geldiği, hemen her gün karayollarında insanların öldüğü bir ülkede yaşıyoruz.

Töre ya da namus cinayetlerinin, çocuk istismarlarının, berdellerin, kadına şiddetin artık ‘vaka-i adiye’den sayıldığı bir memleketin fertleriyiz.

Ve bütün bu dramatik haberlere; bir Amy Winehouse ya da bir Andy Whitfield’ın ölümüne gösterdiğimiz hassasiyeti göstermiyoruz sanki.

Elbette dünyaca ünlü, çok özel bir sese sahip, genç bir sanatçı kadının ölümü üzücüdür.

Dünyaca ünlü, çok yetenekli genç bir aktörün kaybı elbette hüzün vericidir.

Bunlara sözüm yok.

Lakin;

Behiye Y. de gençti mesela. Töre cinayetine kurban gittiğinde, İngiliz şarkıcı Amy Winehouse ile aynı yaştaydı. Daha 27’sindeydi.

Sadık Güllü de işini iyi yapıyordu ve o da gençti mesela. Şehit olduğunda, Spartacus dizisinin yakışıklı başrol oyuncusu Andy Whitfield ile aynı yaştaydı. Sadece 39’du yaşı.

“Abarttın sen de” diyorsanız eğer bu satırları okurken...

Cevabım hazır:

Zamanında ‘abartmadığımız’ için bugünlere gelmişizdir belki de.

Yazının devamı...

Kürt meselelerine ‘yeni formül’ arayışı

Hayata geçip geçmeyeceğini yakın zamanda görürüz. Ya da en azından denenip denenmeyeceğini...

İlk duyduğumda bana pek kolay uygulanabilirmiş gibi gelmedi ama seslendiren kaynaklar itibariyle dikkate ve ciddiye aldım.



Meclis’in açılmasına az kaldı.

BDP de Ankara’ya gelecek gibi görünüyor.

Bu durumda, yeni yasama döneminin başlamasıyla birlikte, gündemin ilk sırasına yine ‘Kürt meselesine çözüm arayışları’ başlığı oturacak.

İşte bu ortamda, hükümet çevrelerinde, yeni jenerasyon (ya da güncellenmiş) bir ‘akil adamlar formülü’nden bahsediliyor.

Hemen söyleyeyim, henüz düşünce aşamasında...

Ama dedim ya, ‘düşünce’yi önemsemem, üzerinde kafa yoranların ‘kalibre’sinden kaynaklanıyor.

Bakalım sizin kulağınıza nasıl gelecek?..



Kamuoyunun yakından tanıdığı, farklı sektörlerden, sadece servet değil aynı zamanda mevki, makam ve itibar sahibi Kürt kökenli isimlerden oluşan bir heyet...

‘Ankara’dan, yazılı olmasa da, hem yetki hem de bazı ‘garantiler’ almış bir heyet...

Bölgedeki aşiretler, sivil toplum temsilcileri, PKK ile (doğrudan ya da dolaylı) bağ veya teması olan kişi veya yapılanmalar ile seri görüşmeler yapmaya ‘gönüllü’ olmuş bir heyet...

Doğrudan yerine gidip kendi öykülerini anlatacak, bölgeye yatırım taşıyacak, geleceğe dair sadece umut vermek değil aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültürel başlıklarda somut vaadlerde bulunabilecek (Ankara’dan alınan garantiler işte bu noktada önemli) birikim ve donamımda bir heyet...

Tabiri caiz ise ‘deve dişi gibi’ isimlerden oluşacak böyle bir ‘akil adamlar heyeti’...



Hemen, “İyi güzel de...” ya da “Tamam ama...” ile başlayan cümleler kurabilirsiniz bu arayışa dair.

Biliyorum... Bende onlarcası var o cümlelerin.

Mesela, fiilen BDP ve İmralı’yı by-pass edeceğinden, çok ciddi zorluklarla karşılaşılacağı kesin.

Gelecek tehditlerin kimilerini daha yola çıkmadan yolundan çevireceği de öyle...

Lakin... Her şeye rağmen...

Böyle bir kadronun ‘kalan sağlar’ıyla bile atılacak bir adım, bir görüşme trafiği, ‘umuda yolculuk’un başlangıcı olabilir mi acaba?

“Acaba?” diyorum...



Dikmen Vadisi’nden gelen pis koku ve çıkan duman

Başka bir yer olsa yazmayabilirdim doğrusu.

‘Yerel’ ya da ‘münferit’ bir durum derdim muhtemelen.

Ancak birazdan okuyacağınız mevzunun adresi, başkent Ankara’da; bakanlar, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, diplomatlar, iş adamları ve (hatta) bizzat şikayetin adresi olan Büyükşehir ve Çankaya belediyelerinin yetkililerinin ikamet ettiği bölge olunca, takdir edersiniz ki durum değişiyor. Konunun ‘haber’ niteliği mütekamilleşiyor.

Dikmen Vadisi, Ankara’nın prestij projelerinden biri.

Özellikle ikinci ve ardından üçüncü etaptaki konutlar, dünya standartlarında astronomik sayılabilecek rakamlara alıcı buluyor.

‘Değer’ini bilemem ama ‘fiyat‘ı milyon dolar‘ı aşan daireler var bölgede.

İster ‘kalbur üstü’ deyin, ister ‘creme de la creme’, Dikmen Vadisi’nin ‘sakin profili’ni yukarıda saydım.

Ve işte o Dikmen Vadisi’nin üçüncü etabının sonundan, hem ‘ateş olan yerden duman çıktığı‘ hem de ‘pis kokular yükseldiği‘ne dair şikayetler geliyor. Mecazi değil, gerçekten, kelime anlamıyla...

Mevzu şu:

Ankara’da hurda ve kağıt toplayanlar bölgeyi mesken tutmuş.

Hurdacılar, gün içinde topladıkları karton, kağıt, plastik ve otomobil lastiği gibi atıkları (ki aslında bunlar için artık geri dönüşüm çöp kutuları var) her akşam 7-8 saatleri arasında Dikmen Vadisi’nin son bulduğu bölgeye getiriyor, orada istifliyormuş.

Yine aynı hurdacılar, her akşam aynı bölgede otomobil lastiklerini de yakıyorlarmış. Daha sonra satacakları telleri, lastiklerin içinden çıkarmak için.

İşte, ‘ateş olan yerden yükselen duman‘ın ve vadiye yayılan ‘pis koku’nun sebebi de bu işlemmiş.

“Hem burada yaşayan bizler hem de parklardan faydalanan bütün Ankaralılar, hepimiz zehirleniyoruz” diyen Dikmen Vadisi sakinleri, Büyükşehir ve Çankaya Belediyesi ile birlikte İtfaiye ve Emniyet‘e de defalarca başvurmuş ancak sonuç alamamış.

Böyle bir yerleşim alanında, böyle bir ‘sakin portföyü’ bile sorununa çözüm bulamıyorsa, sıradan bir semtte yaşayan sıradan vatandaşın halini düşünmek bile istemiyorum.

Yazının devamı...

Sivok’un sözlerindeki şifre

‘Sivi’ neden ‘35 yaşında hissediyorum’ dedi?

Bugün benim doğum günümdü. 28 yaşına girdim ama kendimi 35 yaşında hissediyorum.”

Bu sözler Beşiktaş’ın Çek savunma oyuncusu Tomas Sivok’a ait.

‘Sivi’nin cümlelerinin satır arasında çok önemli bir mesaj yatıyor. Üstelik bu mesaj, sadece onun değil, bütün takımın gerçeğinin şifresi.



Üç gün önce Sivok’un doğum günüydü. 15 Eylül perşembe akşamı, Maccabi Tel-Aviv maçı sırasında BJK İnönü’nün tribünlerinden “Happy birthday Sivok” tezahüratı yükseldi.

Camia içinde bilenler bilir, Çek savunmacı, takımın neşe kaynağıdır.

Esprili, hatta komiktir ‘Sivi’. Çevresine nasıl bir pozitif enerji yaydığını bilmeyen yoktur Ümraniye’de.

İşte bu yüzden çok önemsedim, “28’ime girdim ama 35’imde hissediyorum” cümlesini.

“Tomas Sivok bile bunu söylüyorsa...” diye düşündüm, demek ki takımın üzerindek stres had safhaya ulaşmış.



Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş’ten zorunlu olarak ayrı kalmanın yarattığı üzüntü...

Yeni teknik direktör ve yeni kadronun uyum süreci...

İstanbul’daki 3-0’ın rövanşında, Alania Vladikavkaz deplasmanında dökülen ecel terleri... Sezonun ilk haftasındaki kötü performans ve Eskişehir yenilgisi... İsrail ile yaşanan derin diplomatik kriz ortamına denk gelen Maccabi Tel-Aviv maçı...

Beşiktaş, perşembe akşamı sahaya işte bütün bu faktörlerin birikimi olan gerginliğin içinde çıktı aslında.

5-1’lik skor, sadece Avrupa Ligi’ne ‘sükseli’ bir başlangıç değildi siyah- beyazlılar için.

Bu farklı galibiyet, aynı zamanda Ümraniye’nin altındaki fay hattında biriken stresin de boşalıp, kaybolması anlamına geliyordu.

Beşiktaş’ın rahat bir nefes alması, huzur bulması ve yoluna istediği gibi devam edebilmesi için önce içeride A.Gücü, ardından da deplasmandaki Bursa maçlarını kazanması şart.



ÜÇ GÜN ARAYLA 06 VE 16

Pazartesi akşamı (19 Eylül) İnönü Stadı’nda Beşiktaş-A.Gücü mücadelesi var.

Aynı Beşiktaş, Perşembe akşamı da (22 Eylül) Bursaspor ile karşılaşacak Bursa Atatürk Stadı’nda.

Beşiktaş taraftarı yine ‘yasaklı’. Bursa’ya gidemeyecek.

Geçen seneyi hepimiz hatırlıyoruz.

İstanbul’daki ‘yanlışlar silsilesi’ni...

Bursa’da ‘yanlışa yanlış ile cevap verilmesi’ni...



Daha önce bu köşeden bir mektup göndermiştim.

‘Yeşil’ zarfın üzerine ‘Beyaz’ kalemle yazmıştım adresi, “Bursa” diye...

‘Taahhüt’lüydü o mektup.

Özeti; “Bu yol, yol değil”di... “Gelin unutalım geçmişi”ydi... “Nereye kadar böyle devam edecek?”ti...

Tekrar ediyorum şimdi...

Ve sadece Bursaspor’a gönül vermiş olanlara değil sözüm.

Fikstür gereği üç gün arayla önce A.Gücü’nü ‘ağırlayıp’, hemen ardından Bursa’ya ‘konuk olacak’ Beşiktaş.

Fırsat bu fırsat hanımlar, beyler.



A.Güçlüler, Bursasporlular ve Beşiktaşlılar...

Gelin bu iş burada bitsin.

Bu sezon bitsin bu ‘kan davası’.

Beşiktaş tribününden ricam, pazartesi akşamı İnönü’de A.Gücü ve Bursaspor’a yönelik hiçbir tezahüratta bulunulmamasıdır.

Yalvarıyorum hatta... Tek bir slogan atılmasın, 06-16 kardeşlere Dolmabahçe’de.

Bir düşünün nasıl olur...

Bırakın küfürü, adı bile anılmasın bu iki rakibin o akşam.

Böylece ilk adımı Beşiktaşlı atmış olsun. Sonra da aynı anlayışla cevaplar A.Güçlü ve Bursalı’dan gelsin.

Şu düşmanlık bitsin be artık ! Bitsin !

Çok mu zor?..

Geçmişe bakınca, haydi diyelim ki “zor”.

Marifet ‘zor’u başarmak değil mi?.

Yazının devamı...

Kara harekatı nasıl mı olur?

Sene 1995...

atv’de muhabirim, savunma muhabiri...

‘Nevruz’lar bugünkü gibi ‘bayram’ değil o yıllarda. Hatta “Newroz” bile değildi.

Yakılan lastiklerden göğe yükselen kara dumanların içinden gelen çatışma, yaralanma, ölüm haberlerinin günü ‘21 Mart’lar Güneydoğu’da.

Birkaç gün önceden gittik Diyarbakır’a. Nevruz öncesi bölgenin nabzını tutmak için. Sanırım 18 Mart’tı. Ya da 19.

Nevruz günü de canlı yayın yapacağız Demir Otel‘in terasından...

20’si oldu, onlarca yerli - yabancı meslektaşımızla birlikte yine haberlerimizi yaptık. Gergin Nevruz bekleyişinin detaylarını aktardık. Gece boyu da çalışıp sabaha karşı yattık, birkaç saat uyuyup kalktık.

Sabah 7...

21 Mart 1995.

Nevruz günü. Yılın en gergin günü. Türkiye’nin gözü - kulağı bizim bölgeden vereceğimiz haberlerde.

Otelin kapısından çıkmak üzereydik ki...

Haber geldi. Bomba haber...

Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonraki en kapsamlı kara harekatına başlamıştı.

Mart’ın 20’sini 21’ine bağlayan gece, tam 35 bin asker Kuzey Irak’a girmişti. (Sonradan, ‘akıncılar’ın ilk sızmalarının 19 Mart gecesi gerçekleştiğini öğrendik.)

Tanklar, kariyerler, ağır silahlar gece karanlığında, seyyar köprüler üzerinden taşınmıştı Zap Suyu’nun öte yanına.

Habur Sınır Kapısı sivil trafiğe kapatılmıştı.

35 bin subay, astsubay ve er sınırın diğer tarafındaydı.

Onlarca general mevzilerdeydi.

Yüzlerce Bordo Bereli (Özel Kuvvetler personeli) ve binlerce Mavi Bereli (komando) uçar birlik harekatıyla PKK’nın savunma hatlarının ardına yani cephe gerisine indirilmişti.

Yakın tarihin (o güne kadarki) en kapsamlı kara operasyonu işte böyle başlamıştı.

Yani olması gerektiği gibi.

Ve işte böyle sessiz - sedasız, aniden başlayan (ve ilk bölümü 43 gün, toplamda ise üç buçuk ay süren) Çelik Harekatı’nda örgüte, terörle mücadele tarihinin en büyük darbesi vurulmuştu.

(Sonraki yıllarda Irak’ın kuzeyine düzenlenen diğer büyük kara harekatları da yine, ‘başladıktan sonra’ öğrenilmişti.)

Kara harekatı gündeminin geldiği noktayı görünce 16 yıl öncesini hatırladım, paylaşayım dedim...



Bir anekdot

Uzun bir masa...

Kalabalık bir akşam yemeği...

Birbirini tanıyanlar var, tanımayanlar var. Ortak tanıdıklar vasıtasıyla

o masada tanışanlar var.

Avukat da var masada, doktor da. Bizim gibi gazeteci de var, bürokrat da.

Farklı iş kollarından yaklaşık 20 kişi...

Sohbet bazen spora ilişkin, bazen; siyasete, teröre, İsrail ile yaşanan gerginliğe, ekonomiye...

Yanımdaki kişi iş adamıymış mesela. Orada tanıştık.

Hemen karşımızdaki ikiliye ‘ne iş yaptıkları’nı sordu, “Nasılsınız, iyi misiniz?” faslından sonra.

Biri avukat olduğunu söyledi, kendini tanıttı hemen.

Diğeri, “Devlet memuruyum” dedi. Bunu söylerken yüzünde oluşan ifade, sesinin rengi, mütereddit hali bir tek benim mi dikkatimi çekti diye etrafıma bakındım.

Gece boyunca da takip ettim hemen karşımdaki ‘devlet memuru’nu. Pek fazla konuşmadı. Sorulara kısa ve genel yanıtlar verdi. Biraz gergin, biraz tedirgindi sanki...

Bir haberci olarak meraklandım tabii. Doğrusu ilk aklıma gelen, ‘istihbaratçı’ olması ihtimaliydi.

Merakımı ilerleyen saatlerde giderdim.

Öğrendim ki; soranlara kendini ‘devlet memuru’ diye tanıtan kişi bir ‘kurmay albay’mış.

Muvazzaf. Yani halen görevde.

Generallik beklerken, ismi güncel soruşturma ve davalardan birinin içinde yer almış.

Kısa bir süre önce de savcılığa gitmiş ifade vermeye.

Tutuklanıp cezaevine gönderilmemiş ama süreç nedeniyle, terfi sırasında olmasına rağmen geçen ay başında toplanan Yüksek Askeri Şura’da durumu değerlendirmeye alınmamış.

Gecenin sonuna doğru yanına gidip sessizce sordum, “Neden kaçındınız mesleğinizi ve görevinizi söylemekten?” diye.

“Eskiden her yerde gururla söylerdik” diye başladı söze kurmay albay. Ve devam etti:

“Ama artık, neredeyse Silahlı Kuvvetler mensubu olduğumuzu söylemekten çekinir hale geldik. En yakınlarınıza, hatta evladınıza bile anlatamıyorsunuz bazen yaşadıklarınızı. Kamuoyunun Silahlı Kuvvetler’e bakışı çok değişti. Sanki topyekün suçluymuşuz gibi bir hava oluşturuldu. Suçu olan varsa, yargı bunu bir an önce ortaya çıkartıp cezasını versin, vermeli. Ancak bu süreçte birçok suçsuz, günahsız insan da mağdur oluyor ve maalesef bu durumda olanlarımızın sesine kimse kulak vermiyor.”

Yorumsuz aktarmak istedim bu anekdotu.

Yazının devamı...

Siyah-Beyaz bir sınav daha

EN kolayı ‘gaza gelmek’tir şu hayatta. ‘Dolduruşa gelmek’ kolaydır.

Beşiktaşlılık ise ‘zor‘dur. Bu hayatta, ‘zoru seçmiş olmaktır’ Beşiktaşlılık.

Kolaycılığı tercih edenlerin hayatı da ‘kolay’dır.

Hayat, ‘zorlu sınav’ları hep ‘zoru sevenler’in önüne çıkarır.

Beşiktaşlı’nın hayatı ‘Siyah-Beyaz’ sınavlarla geçer hep.

Bu akşam yeni bir sınav vereceğiz. Yine ‘biz‘e denk geldi.

SINIFIN çelimsiz ve sıradanından beklentisi olmaz kimsenin. Zeki, çalışkan, yaratıcı ve güçlü olandan, herkesin beklentisi de yüksektir malum.

Beşiktaşlı’nın sırtında, Türkiye’yi temsil etmenin yükü var bir kez daha bu akşam.

Facebook ve twitter üzerinden hazırlık yapanlar var bu akşam için. “Eski Açık’ta buluşalım” diyor bazıları.

Neden Eski Açık?.. Konuk seyirci o tribünün ortasında ya, ondan tabii... 150 Maccabi Tel Aviv taraftarı bilet aldı bu maça.

Liverpool ya da Barcelona, Dinamo Kiev veya Manchester United seyircisini nasıl ve ne kadar ‘boğduysak’, İsrail‘den gelen misafirlerimizi de öyle ve o kadar ‘boğmak’tır bu akşam yapacağımız. Ne daha fazla, ne daha farklı.

Türkçe, İbranice ya da İngilizce pankart alınmayacak bugün İnönü‘ye. Gerek de yok zaten. Filistin bayrağı da olmasa keşke tribünde...

Futbol ve sporun doğasındaki agresiflikten öte bir hırçınlığın anlamı yok.

BIRAKALIM siyaseti siyasetçiler, diplomasiyi diplomatlar yapsın. Biz grup mücadelesine iyi futbol, üç puan ve dünyaca ünlü Beşiktaş Tribünü‘nün şöhretine yakışır bir şov ile başlayalım.

Türkiye, Filistin’in haklı davasına haklı bir destek veriyor. Haklıyken haksız duruma düşmemek lazım. Eminim düşmeyeceğiz de.

UNUTULMAMALI ki yaşanabilecek en küçük bir tatsızlık sadece cezaya sebep olmayacak. Ayrıca, “Beşiktaş Türkiye’yi sıkıntıya soktu” demek için fırsat kollayan bazılarına da arayıp da bulamadıkları malzemeyi verecek.

Dediğim gibi; gaza gelmek kolaydır, Beşiktaşlılık ise zor.

Yazının devamı...

Gabar Kaplanı ve PKK’nın pusu taktiği

PKK’nın Gabar bölge sorumlusu, yaklaşık iki hafta önce Şırnak’ın kırsal alanında yakalandı.

Bu gelişme iki açıdan çok önemli:

1) Örgütün yıllardır en önemli üslerinden biri olan Şırnak Gabar Dağı bölgesinden sorumlu olan bu kişi Kandil ile doğrudan bağlantılı bir yönetici.

2) Bölge sorumlusunun yakalanmasının hemen ardından örgüt üyelerinin aralarındaki telsiz konuşmaları, PKK’nın yeni stratejisinin somut kanıtını oluşturuyor.

Gabar’ın kaplanı yakalandı

PKK’nın Gabar sorumlusunun kod adı “Ali Piling.”

‘Piling’ Kürtçe’de ‘kaplan’ anlamına geliyor.

‘Gabar’ın kaplanı’ olarak bilinen terörist, Batman ili Gercüş ilçesi nüfusuna kayıtlı. Yaklaşık 15 yıldır örgütte yer alan ‘Ali Piling kod’, uzun süredir Gabar sorumlusu olarak faaliyet gösteriyordu.

Bu ayın ilk günlerinde Şırnak kırsalındaki operasyonlardan birinde, güvenlik güçleri tarafından ele geçirildi.

Terör örgütünün bu seviyedeki bir mensubunun yakalanması muhakkak ki birçok açıdan önemli.

Ancak, Ali Piling’in - örgüt jargonundaki ifadesiyle - ‘TC güçlerinin eline geçmesi’nin bölgedeki PKK’lılar arasında yarattığı etki, sadece moral bozukluğundan ibaret olmadı.

Teröristler: Kaplan’ın yakalandığı iyi oldu

PKK’nın Ali Piling kod adlı Gabar sorumlusunun yakalanmasının hemen ardından bölgedeki teröristler arasında yapılan telsiz görüşmeleri ilginç ve bir o kadar önemli bir gerçeği ortaya koydu.

Şırnak bölgesindeki örgüt üyelerinin telsiz konuşmaları, PKK’nın yeni eylem stratejisini de gün ışığına çıkardı.

Güvenlik ve istihbarat birimlerinin elindeki ‘telsiz dinleme dökümleri’ne göre, örgüt üyeleri, “Ali Piling’in yakalandığı iyi oldu” diyorlar.

Neden ‘iyi olduğu’nu da şöyle açıklıyorlar: “Şimdi onu konuşturacaklar. Piling kod, bilgi verecek, yer gösterecek. Bizim bulunduğumuz noktaları TC güçleri öğrenecek ve operasyona çıkacaklar. Biz de yolda karşılayacağız!”

Yani, ‘askere pusu’ taktiği...

Bölgedeki PKK’lılar, yakalanan bölge sorumlusunun kamp yerlerine ilişkin bilgi vereceğini, askerin de bu noktalara operasyon düzenlemek için araziye çıkacağını öngörüyor.

Kamp yerlerini değiştirdiler

İşte bu öngörüye göre pozisyon belirleyen örgüt üyeleri, Gabar ve Şırnak kırsalında uzun süredir kullandıkları kampları terk edip, yer değiştirme yolunu seçtiler. Ama aynı zamanda, ayrıldıkları üs noktalarının çevresinde de ‘pusu hazırlığı’na başladılar. “Asker, o kamp yerlerini hedef alacaktır” tahmininden hareketle...

PKK zaten uzunca bir süredir karakol ya da askeri birliklere saldır(a)mıyor.

Polis özel harekat mensuplarını hedef alıyor, sivil halkın arasından eylem yapıyor ve intikal halindeki timlere pusu kuruyor.

Bölge sorumlusunun yakalanması üzerine belirlenen taktik de, Şırnak bölgesinde; yine uzaktan kumandalı el yapımı patlayıcılarla (EYP) pusu kurup, ardından roket ve uzun namlulu silahlarla saldırmak. Tabii bir de, uygun güzergahlarda kurulacak pusularda asker kaçırmak.

Taktik mücadele

Son iki hafta içinde, Şırnak bölgesinden herhangi bir ‘pusu’ haberi gelmedi. Demek ki, örgüt üyelerinin kendi aralarındaki telsiz konuşmalarıyla ortaya çıkan ‘pusu taktiği’ni öğrenen güvenlik güçleri, yakaladıkları Ali Piling kod adlı Gabar sorumlusunun verdiği bilgilere büyük bir ihtiyatla yaklaşıyor.

Teröristlerin bölgedeki kamp yerlerini değiştirmesinin yarattığı hareketlilik dikkatle takip edilirken, arazi arama - tarama faaliyetleri de, operasyon planlamaları da, intikal güzergahlarının belirlenmesi de, hep ‘kafesteki kaplan’ gerçeğine göre şekillendiriliyor olmalı.

Gabar ve Şırnak kırsalı yakın dönemde bölgenin en sıcak adresi olmaya aday gibi görünüyor.



Ya Oslo’dan yeni kayıtlar gelirse?

‘Oslo buluşmaları’ndan ‘sızan’ ses kaydı, Türkiye’nin son yıllarda alıştıklarından çok farklı.

Ankara’ya sessizlik hakim. Muhalefet dışında konuyla ilgili yorum yapan yok. Medya da fazlasıyla ihtiyatlı yaklaştı konuya. Doğal olarak...

Bu ses kaydının internet üzerinden servis edilmesiyle ilgili pek fazla konuşulmayacak, bu belli. Ancak, yaşanan bu gelişmenin orta vadede ciddi sonuçları olacağı da kesin.

“Devlet, teröristi muhatap almaz. Terör örgütüyle masaya oturmaz, pazarlık etmez” türünden bildik açıklamaların geçerliliğini yitirmesi konunun sadece bir boyutu.

Bundan sonra başka konularda servis edilecek ses kayıtlarına itibar edilme düzeyine muhtemel etkisi de işin bir başka yönü.

Asıl soru ise şu: Oslo’dan yeni kayıtlar gelirse o zaman ne olacak?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.