Şampiy10
Magazin
Gündem

Bağış: BDP’den Avrupa da bıktı

“Dünyada hangi benzer oluşum bu kadar hoşgörü ile karşılanıyor? Dünyanın hiçbir yerinde Meclis’te grup kuracak kadar siyasi hakka kavuşmuş bir hareket, Meclis’inde halkı temsil ettiği devlete kurşun sıkmaz.”

Bu sözler, Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’a ait.

Bağış’ın sözlerinin hedefi de, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, Barış ve Demokrasi Partisi, BDP.



Egemen Bağış ile Bosna - Hersek’in başkenti Saraybosna’daydık. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın annesinin vefat haberi üzerine Bağış, Saraybosna programını kesip İstanbul’a döndü.

Dönüş yolunda, uçakta, BDP’nin Meclis’e gelme kararını ve Selahattin Demirtaş’ın (4 Ekim 2011 tarihinde bu köşede yer alan) “BDP ile PKK’nın tabanları örtüşüyor” açıklamalarını konuştuk Bakan Bağış ile.

AB Bakanı’na, “Siz sürekli görüşüyorsunuz. AB’nin BDP’ye bakışı nasıl? Avrupa’nın Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi ile ilişkilerindeki durum ne?” diye sorduk.

Egemen Bağış, “Avrupalılar’da da bu konuda bir bıkkınlık var” dedi ve devam etti:

“Avrupa da bıktı artık. Çünkü bugün BDP adıyla siyasette yer alan hareketin temsilcilerine defalarca, ‘Terörle ve terör örgütü ile aranıza mesafe koyun’ dediler. Bunu yıllardır söylüyorlar ama sonuç yok. BDP’nin tavrından Avrupalılar da bıktı artık.”

Kim temsil ettiği devlete kurşun sıkar?

Bakan Bağış, BDP ile ilgili kendi görüşlerini aktarırken ise “Dünyanın hiçbir yerinde Meclis’te grup kuracak kadar siyasi hakka kavuşmuş bir hareket, Meclis’inde halkı temsil ettiği devlete kurşun sıkmaz” ifadesini kullandı.

“Ama kurşun sıkan BDP değil, PKK. Ve BDP, PKK’nın siyasi kanadı ya da uzantısı olmadığını, sadece tabanlarının örtüştüğünü söylüyor” dedik.

Bağış’ın yanıtı net oldu:

“Kendilerini terör örgütünden hiçbir şekilde ayrıştırmadılar. PKK ile aralarına hiçbir şekilde bir duvar çekmediler, hiçbir şekilde kınamadılar ve bir çocuk katiline de methiyeler düzme konusunda hiç çekingen davranmadılar.“

Parkta çay içmek yerine

Meclis’te konuşsunlar

BDP artık Meclis’te...

Hükümet üyesi Egemen Bağış, “Bu bir başlangıç” dedi ve beklentilerini anlattı:

“Bir görüşleri varsa, bunu dile getirecekleri yer Meclis’tir. En azından Diyarbakır’daki bir parkta çay içip sohbet etmek yerine, onlara oy veren insanların hassasiyetlerini, beklentilerini dile getirecekleri bir platform var. Evet Meclis’e geldiler. Bu bir başlangıç. Meclis’te şimdi, medeni bir şekilde fikirlerini paylaşsınlar, uzlaşma komisyonunda Anayasa ile ilgili önerilerini paylaşsınlar. Diğer muhalefet partileri de, AK Parti de, bunlara hiçbir şekilde ‘küçük’ diye farklı davranmadı. Tam aksine, 350 milletvekili olan bir partiyle aynı şekilde temsil hakkına sahipler.”

Bu hoşgörü bir fırsattır

Egemen Bağış’a göre BDP’ye gösterilen hoşgörünün dünyadan bir başka örneği yok.

- Dünyada hangi hareket bu kadar hoşgörüyle karşılanıyor? Dünyanın hangi ülkesinde benzer bir oluşumun bu kadar anlayışla, bu kadar hoşgörüyle karşılandığı böyle bir örnek gösterilebilir? Bakın, MHP de, CHP de, AK Parti de onlara eşit bir fırsat sunuyor ama o hala tutup bunu KCK operasyonuna bağlamaya kalkıyor. Ne bekliyorlar; onlar Meclis’e geldiler diye birilerinin kanunları çiğnemesine seyirci mi kalacak devlet?



Bu görüşler Egemen Bağış’a ait olmakla birlikte, hükümetin durduğu noktayı da yansıtması açısından önemli bir gösterge.

Diğer taraftan... Evet BDP artık Meclis’te ancak Selahattin Demirtaş’ın geçen haftaki sözleri - en azından yakın - geleceğe ilişkin çok açık ve net işaretler taşıyor.

Ankara, Anayasa değişiklik sürecine hem PKK terörünün gölgesinde hem de işte bu kritik dengenin yarattığı kırılgan siyasi ortamda başlıyor.

Yazının devamı...

Saraybosna yolunda AB gündemi

Saraybosna / Bosna-Hersek

“Ankara ve İstanbul’un dışında iki yeni Schengen vize ofisi açılması konusunda ilk adım atılıyor. Avrupa Birliği önümüzdeki hafta fizibilite çalışmalarına başlıyor. Bu iki yeni Schengen vize bürosundan biri Akdeniz, diğeri Karadeniz Bölgesi’nde olacak.”

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’ya giderken, uçakta işte bu son gelişmeyi haber verdi.

Bağış, AB İçişleri Komisyonu Komiseri Cecilia Malmström’den vize prosedüründe kolaylık sağlanması konusunda, üç ay içinde somut gelişme sözü almıştı.

Bakan Bağış, dün kendisine ulaşan bilgiyi şöyle özetledi:

“İstanbul ve Ankara dışında Schengen vizesi verilecek iki yeni büronun yerlerini belirlemek için gelecek hafta Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde fizibilite çalışmalarına başlayacaklar. Bu bölgelerdeki iki büyük şehirde büro kurulması için... Hangi kentler olacağı henüz belli değil. Ayrıca vize başvurusunun kolaylaştırılması, Schengen ülkelerinin hepsinin aynı evrakları istemesi, istenen belge sayısının azaltılması, öğrenciler, işadamları, sanatçılar gibi bazı meslek gruplarına daha kolay, uzun süreli ve çok giriş-çıkışlı vize verilmesi için de çalışmalara başlayacaklarını bildirdiler.”

Not: Egemen Bağış, ortak vize ofislerinin hangi şehirlerde kurulacağına dair bir bilgi vermedi ama düşününce, vatandaşların ülkenin dört bir yanından Ankara ve İstanbul’a gitmeleri mecburiyetini ortadan kaldıracak olan bu merkezlerin; güneyde Adana ya da Mersin, kuzeyde de Trabzon ya da Samsun’dan birinde kurulacağını tahmin edebiliriz.

Hedef vize muafiyeti, sorun güvensizlik

AB Bakanı, gökyüzündeki sohbetimizde vize konusunda yaşanan sorunların perde arkasında özellikle bazı Avrupa ülkelerinin endişelerinin yer aldığını anlattı:

“Türkiye olarak nihai hedefimiz elbette tam vize muafiyeti. Ancak bu konuda, başta Almanya, Avusturya ve Fransa’nın muhalefeti var. Bu noktada önümüze koydukları argüman, Türkiye üzerinden yaşanabilecek insan ve uyuşturucu kaçakçılığı. Bu trafik geçmişte, Kuzey Afrika ülkelerinden İspanya ve Portekiz üzerinden yaşanıyordu. Bu iki ülkenin AB üyesi olup sınır güvenliklerini sağlamalarının ardından bu yasa dışı geçişler Türkiye üzerine kayacak diye korkuyorlar.”

Bağış, AB Komisyonu’nun üye ülkelerden ‘vize muafiyeti müzakereleri’ne başlanması iznini almasının ardından Türkiye’nin de üzerine düşenleri yapacağını söyledi. Özellikle de ‘sınır güvenliği’ başlığında...

Türkiye eski Türkiye değil

Başmüzakereci Bağış, Avrupalı yetkililerin, “Türkiye’ye vize uygulanmazsa, bütün Türkler Avrupa’ya akın eder” düşüncesinde olduğunu hatırlatıp, “Bütün muhataplarıma bunun yanlış bir bakış olduğunu anlatıyorum ve şunu söylüyorum” dedi:

“Vize kalktığında daha çok Türk Avrupa’ya gidecek. Siz daha çok para kazanacaksınız. Ayrıca sizin vatandaşlarınız, bu gelen insanların iltica etmeyeceğini, etmediğini görüp rahatlayacak. Böylece karşılıklı güvensizlik ortamı ortadan kalkacak. Ve Türkiye artık eski Türkiye değil. Türkler artık Avrupa’ya işçi olarak değil, yönetici olarak gitmek istiyor. Yönetmen olarak, sanatçı olarak, doktor, mühendis, işadamı olarak gitmek istiyor.”

Bağış son olarak, Saraybosna’ya hareketinden önce Ankara’da görüştüğü Fransa’nın İçişleri Bakanı Claude Gueant’a da aktardığı bir anket sonucunu bizimle de paylaştı:

“Üniversite öğrencileri arasında bir anket yaptırdık. Yüzde 70’i ‘Mezun olduktan sonra Avrupa’da çalışmak ister misiniz?’ sorusuna, ‘Hayır’ yanıtını veriyor. Gençler artık gitmek değil, Türkiye’de kalmak istiyor.”



Uzun tutukluluktan rahatsızız

Egemen Bağış ile uçaktaki sohbetimizin başlıklarından biri de AB’nin açıklayacağı ilerleme raporuydu. Raporda, ‘Türkiye’deki tutukluluk sürelerinin uzunluğu’nun eleştirileceğine dair çıkan haberleri hatırlattığımızda Bağış’tan gelen yanıt şu oldu:

“Raporu görmeden konuşmam ama Türkiye’de eleştirilecek hiçbir şey yok diyemeyiz elbette. Tutukluluk sürelerinin uzunluğundan ben de rahatsızım. Sayın Başbakanımız da rahatsız bu konudan. Ama bunu biz belirlemedik. Keşke geçen dönemde muhalefetten bize ‘kamera şartı’ konulmasaydı, keşke “Gelir çay içer, giderler” denmeseydi de bu gibi sorunlara çözüm olacak değişiklikleri gerçekleştirebilseydik. O zihniyet (CHP’de Baykal dönemini kastediyor) gitti ama inşallah gelen gideni aratmaz. Şu anda bakıldığında muhalefette Anayasa değişikliği konusunda olumlu bir yaklaşım var gibi görünüyor. Umarım böyle devam eder de, Türkiye’ye yakışan reform adımlarını hep beraber atarız.”

Yazının devamı...

PKK canlı bombalarını nasıl seçiyor?

Terör örgütü son dönemde başvurduğu ‘intihar saldırısı’ eylemlerini artırarak sürdürecek. Ve PKK bu eylemlerde ‘canlı bomba’ olarak kullanmak üzere, şizofren örgüt üyelerini seçiyor.”

Bu bilgi, güvenlik birimlerinin eline ulaşan son istihbarat raporlarında yer alıyor.



Ankara Kumrular Caddesi’ndeki saldırının ardından, biliyorsunuz, son olarak 30 Eylül günü Antalya’nın Kemer İlçesi Göynük Beldesi’nde bir intihar saldırısı gerçekleşti.

Bu eylemde hedefine ulaşamadan üzerindeki bombayı patlatan teröristin kimliği belirlendi. Yapılan inceleme sonucu, bu kişiye geçmişte ‘şizofreni’ teşhisi konulduğu bilgisine ulaşıldı.

Bu tespit üzerine başlatılan kapsamlı istihbarat çalışmasının sonucunda da ortaya çarpıcı bir gelişme çıktı.

İşte detaylar...



PKK’nın Kandil Dağı’ndaki ana karargahında bulunan ‘tıp doktoru’ örgüt üyelerinden birine, bir süre önce özel bir araştırma görevi verildi.

Örgütün Kandil’deki hastanesinin de sorumlularından biri olan bu doktor, doğrudan Murat Karayılan’ın talimatıyla, Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını bir bir dolaştı.

Doktorun kamp ziyaretleri, dağdaki PKK’lılara ‘genel bir sağlık kontrolü’ görüntüsünde gerçekleşti. Ancak bu kontrollerin amacı aslında öncelikli ‘canlı bomba adayları’nın tespit etmekti.

Kuzey Irak kamplarında, örgüt mensuplarını muayene eden ve kamp sorumlularıyla görüşmeler yapan doktor, ‘potansiyel intihar eylemcileri’ni belirledi.



Doktor tarafından listeye alınan PKK’lılara önce el yapımı patlayıcı ve düzenek kurma eğitimi verildi. Ardından ‘bu çok özel ve ayrıcalıklı göreve seçilme onurunu kazandıkları’ (!) şeklindeki psikolojik yönlendirme ve birer ‘ölümsüz kahraman’ (!) olacakları vaadiyle Türkiye sınırları içindeki kamplara gönderildiler. Oralardan da, metropollere...

İntihar saldırıların büyük çoğunluğunu işte ‘o doktor’un Kuzey Irak’taki kamplardan topladığı, ruh sağlığı yerinde olmayan bu teröristler gerçekleştiriyor.

Kimi şizofren, kimi de - normal insanlardan ayırt edilmesi çok zor olan - paranoyak şizofren eğilimlere sahip olan ve aslında tedaviye ihtiyacı olan bu kişiler, terör örgütünün bu korkunç planının sonunda birer ölüm makinesine dönüştürülüyor. Vücutlarına bağladıkları patlayıcıların pimini çekip hem kendi hayatlarından oluyorlar hem birçok masum insanın canına kıyıyorlar.

Örgütün, ‘canlı bomba’ eylemleri için öncelikle psikolojik rahatsızlığı bulunan mensuplarını seçmesinin nedeni açık: Özellikle şizofreni hastaları ya da şizofren eğilimleri bulunanların, bu saldırı yöntemine ikna edilmesi, sağlıklı beyinlere oranla çok daha kolay.



PKK, intihar saldırısı yapmakla görevlendirdiği mensuplarının çoğunu bir tıp doktoru eliyle işte bu şekilde tespit etti.

Bu örgüt mensuplarından büyük kentlere kadar ulaşan bazıları, eylem hazırlığı içindeyken yakalandı.

Bazıları ise halen aranıyor. Arananlar arasında eşgali belirlenmiş olanlar da var, kimliği kesin olarak tespit edilmiş olanlar da.

Son söz olarak, maalesef... Özellikle büyük şehirlerde ‘canlı bomba’ tehlikesi hala sürüyor.

Acaba diyorum...

İstihbarat kaynaklarının rapor ettiği, “PKK, ‘intihar saldırıları’nda ‘ruh sağlığı bozuk’ mensuplarına yöneldi” bilgisi, örgüt açısından önemli bir duruma da işaret ediyor olabilir mi?

Acaba, terör örgütü artık, bu tür bir eyleme, salt ‘davaya olan mutlak inancı’ dolayısıyla girişecek militan bulmakta zorlanıyor mu?

Canlı bomba olarak, ancak ‘şizofreni’ seviyesindeki psikolojik bozukluklara sahip örgüt üyelerinin kullanılabilmesi; özellikle büyük kentlerde, masum sivilleri hedef alan bu canice eylem türünün örgüt mensupları arasında bile kabul görmediği anlamına geliyor olabilir mi?

‘İntihar saldırısı’, dünyada farklı ideolojilere sahip birçok terör örgütünün uyguladığı bir yöntem.

Örgüt üyesi açısından ölümle birlikte, aynı zamanda ‘kahramanlığa‘ (!) atılan bir adım.

Ancak PKK için durum biraz farklı. Çünkü “Kürt halkı adına” patlattığını söylediği bombayla, temsilcisi olduğunu iddia ettiği o kökene sahip insanları da, yani Kürt kökenli vatandaşları da öldürüyor.

İşte bu nedenle, “Acaba” diyorum, bu durum şimdilerde örgüt içinde de sorgulanıyor olabilir mi?..

Yazının devamı...

Yolculuk Saraybosna’ya

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış bu akşam Bosna- Hersek’e gidiyor.

Cuma (yarın) ve Cumartesi Saraybosna’da olacağız Bakan Bağış ile birlikte.

Ziyaret zaten başlı başına, “Türkiye’nin Bosna’ya verdiği önem ve desteğin devamı”nın göstergesi.

Ayrıca, giden yetkilinin ‘Avrupa Birliği Bakanı’ olması, Birlik nezdinde Bosna-Hersek ile ilgili konular ve bu ülkenin AB’ne entegrasyonu bağlamında önemli.

İki günlük ziyaretin resmi temaslardan oluşan bölümü ‘rutin haber’ mahiyetinde.

“Doğumunun 400’üncü yıldönümünde Evliya Çelebi Sergisi”nin ve Ümraniye Belediyesi’nin Fojnica Kasabası’nda yaptırdığı Kültür Merkezi’nin açılışları programın ilgi çekici durakları.

Ama doğrusu beni bütün bunlardan daha çok ilgilendiren Egemen Bağış’ın, Türkiye’nin çok özel bağları olan bu topraklarda, soydaşlar ile doğrudan temas edeceği programlar.

Tahmin ediyorum Bakan Bağış’ın Saraybosnalılar ile en sıcak buluşması, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde kılacağı Cuma namazının ardından olacaktır.

‘Güney’de bazıları Osmanlı mirasından rahatsız olup Ankara’nın dostluğunu elinin tersiyle ittiği şu günlerde (evet tahmin ettiğiniz gibi Suriye’yi kastediyorum), ‘batı’dan geleceğini tahmin ettiğim sıcak görüntüler daha bir anlamlı olacaktır diye düşünüyorum.

Ankara ‘sözde gazeteci’

hurdalığıdır

İnsan ‘haberci’ olmayınca...

‘Gazetecilik’, insanın özünde değil sadece görünen sıfatında var olunca böyle oluyor işte.

İnsan ‘gazeteci - haber kaynağı ilişkisi’nden bihaber olunca...

İşgal ettiği makam, mevki ya da koltuğa; mesleğin alt basamaklarını tırmanarak oturmayıp, paraşütle indiriliverince böyle oluyor işte insan.

‘Gazetecilik’ ile ‘misyonerlik’ (buradaki misyonerlik ‘din’ bağlamındaki değildir) arasında dağlar kadar fark vardır.

‘Habercilik’ ile ‘militanlık’ arasında da öyle.

Ve tabii ‘eleştiri’ ile ‘yargısız infaz’ kavramları arasında.

Bir gazete köşesinden insanlara atıp tutmak...

Bir televizyon ekranında insanları asıp kesmek...

Farklı ideoloji, farklı düşünce, farklı yaşam tarzına sahip olanları ‘adeta düşman’ görüp hedef almak ve daha önemlisi hedef göstermek gazetecinin işi değildir.

Zihninde peşin hükümlerle ‘öteki’leştirdiği insanları yalanlarla karalamak, aşağılamak, yaftalamak değildir habercilik.

Aslında içinde biraz ‘Allah korkusu’ olan, ‘kul hakkı’ kavramından bir nebze nasibini almış hiç kimsenin yapacağı iş değildir bu saydıklarım.

Kin ve nefretle hem farklı sektörlerden insan, hem de meslektaş avına çıkanlara hatırlatmak zorundayım.

Siz pek bilmeyebilirsiniz ama ‘sözde gazeteci hurdalığı’dır Ankara.

Cebindeki sarı basın kartını bakanlık kapılarında serbest geçiş kartı olarak kullanıp iş takibi yapanları da gördük, dönemsel dengelere göre pozisyon alıp güç odaklarına tapan kraldan çok kralcıları da...

Daha iyi bir otomobile binmek ya da daha güzel bir evde oturmak uğruna kalem oynatanları, minnet ettiklerinin talimatlarıyla konuşanları, işi gücü ‘iş’ ve ‘güç’ arayışı olanları da gördük...

Ve işte bu nedenle, sadece ‘habercilik’ ile iştigal edenler, bu mesleği evrensel kurallarını gözeterek yapanlar, gücünü en büyük sermayesi olan ‘güvenilir’likten alanların görevidir tüm bunları hatırlatmak.

Bizim zamanımızda

televizyonculuk...

Ekrana çıkan insanın;

- Görüntüsü düzgün,

- Diksiyonu ve artikülasyonu ile Türkçesi kurallara uygun olur.

Kamera karşısındaki insanın;

- Hangi konuda konuşuyorsa, o konuda ekranın karşısında olanlardan bir farkı, fazlası,

- Söyleyecek bir sözü, bilgisi, izleyenin ufkunu açacak bir vizyonu olur.

Televizyonda görünen insan;

- Haber veriyorsa habercilik niteliklerine,

- Yorumcu ise bu sıfatın gerektirdiği donanım ve birikime sahip olur.

Daha doğrusu, “olmalı”dır.

Yani en azından bize öyle öğretilmişti.

Bir zamanlar da - çok büyük oranda - öyleydi. Bizim zamanımızda...

Yazının devamı...

Demirtaş BDP’nin durduğu noktayı anlattı

Meclis açıldı. CHP’den sonra BDP de geldi parlamentoya. Yeminler edildi, mesai başladı.

Pekiyi bu yeni dönemde, nasıl bir BDP göreceğiz?

Barış ve Demokrasi Partisi Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile konuştum.

Demirtaş’ın söylediklerini yorumsuz aktaracağım. Ki böylece herkes yeni döneme ilişkin yorumlarını, konunun aktörlerinden birinin durduğu noktayı tam olarak bilerek şekillendirsin ve öyle yapsın.

İşte Selahattin Demirtaş’ın sözleri. Başlık başlık yazıyorum. Hiçbir sözcüğü koyu renge boyayıp vurgu yapmadan...

- Başbakan “Bazı BDP’li belediyeler PKK’ya para aktarıyor” iddiası ile eğer Diyarbakır Belediyesi’nin Alman Kalkınma Bankası ile yaptığı ortak projeyi kastediyorsa bu 2003-2004 yıllarında tamamlanmış bir konu. O yıllarda da iktidardaydılar. Eğer belediyelerden PKK’ya para gitmişse bu çok ciddi bir suçtur. Böyle bir şey varsa bunu şimdi gündeme getirmek yani 7-8 sene bekletmek de suçu örtmek, gizlemektir. Ayrıca, Türkiye’de AKP’liler de dahil bütün belediyeler yabancı fonları kullanıyor. Başbakan bu açıklamalarıyla gündem saptırmaya çalışıyor. Anayasa değişikliğinin konuşulmaya başlanacağı şu dönemde yine bir arıza çıkartıyor.

- Evet PKK’nın tabanı ile bizim tabanımız örtüşüyor. Bizim tabanımız PKK’yı büyük ölçüde destekliyor. BDP, PKK’nın ne uzantısıdır, ne siyasi kanadı. PKK ile bir organik bağımız yok ama bize oy verenlerin PKK’ya bir sempatizanlığı, bir duygusal bağı, bir manevi bağı vardır.

- Bize “PKK ile aranıza mesafe koyun, kendinizi PKK’dan ayrıştırın” diyorlar. Yani aslında bize, “Türkiye’yi aldatın, kandırın” diyorlar. Bunun tek yolu vardır. “PKK’ya sempati duyanlar bize oy vermesin” deriz, oyumuzun yüzde 90’ını kaybederiz, herkes rahat eder! Bu mudur yani?

- Yeni bir tartışma başlatmak için söylemiyorum, aynı şey olmadığını da biliyorum ama konunun doğru algılanması için bir örnek vereceğim. Şimdi ben de çıkıp, “AKP, cemaatlerle arasına mesafe koysun, kendisini cemaatlerden ayrıştırsın bakalım” desem... Bu mümkün mü? Tekrar ediyorum, birbirine benziyor demiyorum ama anlaşılması için bu örneği veriyorum.

- Türkiye kamuoyu PKK’yı bir özgürlük hareketi olarak görmüyor ama Türkiye’nin doğusunda başka bir realite var ve bunun üstü örtülüyor. Bizden de bu realitenin üstünü örtmemiz isteniyor. Türkiye kamuoyu bu realiteyi içine sindirmek zorundadır demiyorum ama bunu kabul etmek zorundadır.

- Bizden beklenen kendimizi, tabanımızı inkar etmekse, böyle bir şey kimse görmeyecek.

- Ölümler, şiddet, kan hepimizi rahatsız ediyor ancak bu şiddetin ortadan kaldırılması için uygulanacak yöntemlerde ayrışıyoruz.

- Çözüm için gereken müzakerelerin sürmesidir. Hem PKK ile, hem İmralı ile, hem BDP ile.

- Bizi yoldan sapmış, kötü düşüncelere sahip insanlar gibi görmek ve birilerinin bize hoşgörülü davranması gerekiyormuş, elimizden tutup kaldırması gerekiyormuş gibi bir yaklaşımı reddediyoruz. Bu yaklaşımdan çok rahatsız olduk ve bunu istemiyoruz.

- Bizim tezkerelere karşı çıkışımız bugüne kadar sanki ‘PKK’yı korumak adına’ gibi algılandı. Hayır. Biz gerçekten de ‘savaşa hayır’ dediğimiz için tezkere oylamalarında ‘ret oyu’ veriyoruz. Bugüne kadar gördük, kara harekatları yapıldı. Biz engel mi olduk? Buyursunlar yine yapsınlar. Ama bunun zararı var, faydası yok. Türkiye kamuoyunun gazını almak için yapıyorlar bunu. Aldatmayın kendi kamuoyunuzu.

- Tarafların pozisyonları değişmedikçe, bir uzlaşı, bir çözüm için doğrusu kısa vadede ben de umutlu değilim. Ama yine de, her şeye rağmen barış istemeye devam edeceğiz.

Dediğim gibi. Yorumsuz aktardım. BDP işte bu noktada duruyor.

Yazının devamı...

Cemil Çiçek mektubu yazıyor!

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Cemil Çiçek, “24 saat siyasette çok uzun bir süredir“ dedi, 24 saat dolmadan BDP, 1 Ekim’de (yarın) Meclis’e geleceğini ve yemin edeceğini açıkladı.

Hemen aradım tabii tecrübeli siyasetçiyi...

“Biliyor muydunuz, duyumunuz mu vardı, yoksa tecrübeye dayalı bir tahmin miydi?” diye sordum.

“Hangisini kabul ederseniz...” dedi gülerek.

“Arkadaşlarınız ya anlamadı ya da pek önemsemedi o sözlerimi ama işte bir kez daha kanıtlandı siyasette 24 saatin ne kadar uzun bir süre olduğu” diye devam etti.

BDP de sürece dahil olacak

Meclis Başkanı Çiçek ile sohbetimizi aktarmaya soru - cevap formatında devam edeyim.

Sordum:

-Şimdi BDP de Meclis’e gelip yemin edeceğine göre, Anayasa değişiklik çalışmalarındaki yerini de alacak mı?

Anayasa yapım süreci bir yasama faaliyeti. Dolayısıyla yemin etme şartı var. Ama bırakın yemin etmeyi, BDP milletvekilleri kayıt bile yaptırmadı. Bu durumda süreçte yer almaları, Meclis’te grubu bulunan partilerin temsilcilerinin yer alacağı komisyona üye vermeleri söz konusu olamazdı. Ama şimdi durum değişti.

-Peki sizce AK Parti, şimdi BDP’yi de ziyaret eder mi?..

Elbette onu parti bilir ama önümüzdeki hafta bu ziyaret olmaz diye bir şey yok. İktidar partisi, BDP’yi bu süreçte dışlamadı. “Görüşmeyiz” demediler.

-“Siyasette 24 saat çok uzun süredir” sözünüzle ilgili sorumun aynısını sorayım. Bu görüşmenin haftaya gerçekleşeceği öngörünüz; bilgi mi, duyum mu, tahmin mi?

(Yine gülerek) Ben de aynı cevabı vereyim: Hangisini kabul ederseniz...

Sessiz sedasız çalışmak en iyisi

-Partiler arasındaki bu temas trafiği ve kurulacak komisyonun sizin başkanlığınızda çalışması konusundaki görüş birliği sürece nasıl yansır?

Siyasi partilerimizin bu görüşmeleri, hiçbir şey konuşulmasa bile önemli. Kamuoyuna bir ‘birliktelik’ mesajıdır, “Biz birlikte çalışacağız” mesajıdır. Biliyorsunuz bu konu, tasarı değil teklif olarak konuşuluyor. Benim başkanlığımda çalışma konusundaki uzlaşı da önemli elbette. Ben de bu kritik konuda, bu kritik süreçte gerekeni, üzerime düşeni yapacağım.

(Not: Meclis Başkanlığı’na aday olduğunda Cemil Çiçek hakkında yapılan bazı yorumları hatırlıyorum da... “Devletin adamı” diyenler de vardı, “Kürt düşmanı” ilan edenler de. Şimdi ise görünen o ki, böyle bir dönemde, Meclis Başkanlığı koltuğunda Çiçek gibi bir ‘duayen bir denge adamı‘nın bulunmasının ülke açısından şans olduğunda herkes hemfikir.)

-Çalışma boyunca izlenecek yönteme dair formülünüz hazır mı?

Elbette kafamda hazır ama bu süreçte bir kez daha anladık ki, basına ne kadar az bilgi verirsek, işler o kadar olumlu gidiyor.

Mektubu hemen yazacağım

-(Gülerek) Basına fazla bilgi vermemeye bu sohbetten sonra başlamanızı rica ederek devam edeyim ben... Komisyonu ne zaman kurar ve çalışmaya ne zaman başlarsınız?

Kurulacak komisyonun adı değil, görevi önemli. Adı ‘Uzlaşı komisyonu’ olur, ‘Yeni Anayasa Hazırlık Komisyonu’ olur, bu fark etmez. Ama kesin olan şu ki; görevi yeni Anayasa’nın hazırlığını yapmak. Ve bu Anayasa’yı bu Meclis yapacak.

-Şimdi ilk adımı siz atacaksınız. Komisyon için partilere çağrıda bulunacaksınız...

Evet. Cumartesi (yarın) Meclis açılacak. BDP de gelecek. Ben de hemen aynı gün, yani Cumartesi, en geç Pazartesi partilere birer yazı yazacağım. Bir davet mektubu. Kurulacak komisyona üye vermeleri konusunda. Bunu BDP grubunu kurmadan yazsam eksik yazmış olurum.

-Kaçar kişi verecek partiler komisyona? Sizin isim talebiniz olacak mı ve üye vermek için bir son tarih koyacak mısınız davet mektubuna?

Partiler isimleri kendileri belirleyecek. Ben her partiden iki kişi isteyeceğim. En fazla üç olur ama muhtemelen iki. Üyeleri bildirmek için makul bir süre olacak tabii. Cuma’ya (7 Ekim) kadar olabilir mesela. Yani bir hafta muhtemelen.

-Pekiyi son soru... Bu komisyon çalışmalarını ne zaman bitirir ve Türkiye yeni Anayasası ile yönetilmeye ne zaman başlar sizce?

(Yine gülerek) Murat Bey, durun bakalım... Dediğim gibi, basamakları teker teker çıkalım.

Yazının devamı...

Aklın yolu bir

Star Haber’den istifa edip, Vatan Gazetesi‘nde göreve başladığım günden itibaren, Ankara’da kimle karşılaşsam, “Hayırlı olsun” dileğinin hemen ardından “Ne oluyor şimdi sizin orada? Nedir bu Demirören - Karacan mevzuu?” sorusuyla karşılaşmaya başladım.

Doğrusu ilk zamanlar, “Bilmiyorum, ayrıca ilgilenmiyorum da” deyip geçiyordum.

Lakin iş, dostlar ve meslektaşlardan öteye geçti.

Siyasetçisinden bürokratına, diplomatından iş adamına, sanatçısından sporcusuna bütün haber kaynaklarımdan da aynı merak dolu cümleyi duyar oldum.

Bir ‘gazeteci‘ için, haber kaynaklarının kafasında, çalıştığı kuruma ilişkin bazı istifhamların doğma ihtimali önemlidir.



22 yıllık meslek yaşamımda maiyetinde çalıştığım patronları düşündüm şöyle bir...

Hepsinin hedefi sahip oldukları yayın organlarını geliştirmek, büyütmek, daha çok okunur ya da izlenir hale getirmek, daha başarılı, daha etkin, daha güçlü kurumlara dönüştürmekti.

Bazıları bunu başaramadı.

Başaranların sırrı ise kişisel ihtiraslara teslim olmayan, sektörü ve ülke gerçeklerini doğru okuyabilen bir patronaj sergileyebilmeleriydi.

Ve ben şu anda mensubu olduğum kurumda, bu saydığım hedef ve anlayışı ortaklardan sadece birinde, Demirören Ailesi’nde görüyorum.

Karacan Ailesi‘nin hiçbir ferdiyle tanışıklığım yok. Vatan ve Milliyet‘in Doğan Grubu’ndan satın alınması aşamasında Ali Karacan’ın duygu ve heyecan yüklü açıklamalarını okumuştum sadece. ‘Kurumu ve markayı benimseyip sahiplenme’ mesajı olarak gördüğüm bu demeçler, meslek ve sektör adına hoşuma da gitmişti doğrusu.

Ama şimdi bakıyorum, o ortak çıkıyor, kamuoyuna tatmin edici herhangi bir açıklama da yapmadan mahkemeye gidiyor, şirketin yönetiminin geçici olarak kayyuma devredilmesini sağlıyor. Bununla da yetinmiyor, bu iki ‘marka’nın kapatılmasını, tasfiyesini istiyor.



Milliyet ve Vatan’da 639 kişi çalışıyor. Yani 639 aile ekmek yiyor bu iki ‘kurum’dan. Başta bu insanların maaşları olmak üzere giderlerin tümü, ilk günden bu yana Demirören Grubu tarafından karşılanıyor.

Medyada tekelleşmeden herkesin dert yandığı bir dönemde, ülkenin en büyük gruplarından biri - riskli bir alan olduğunu bile bile - sektöre yatırım yaptı.

İtibarı ve güvenilirliği Türkiye’nin malumu olan Milliyet ve Vatan markalarını sahiplendi.

Bu iki gazeteyle yetinmeyip, medyada büyümek gibi bir hedefi olduğunu açıkladı. Bu benim için hem ‘saygın medya kuruluşu‘ sayısının artması hem de ‘daha çok emekçiye ekmek kapısı‘ anlamını taşıyor.



Yıldırım Demirören‘i tanıyorum. Yaşananlar canını ne kadar sıkarsa sıksın, sürece ilişkin ‘yapıcı tavrı‘nı, konuyla ilgili baştan beri sergilediği olumlu yaklaşımı görüyorum.

Erdoğan Demirören‘in bakışını da biliyorum. Milliyet ve Vatan’ın yazarlarıyla yaptığı toplantıda, bu iki gazeteyi hak ettikleri şekilde yaşatmak ve daha da büyütmekte ne denli kararlı olduğunu anlatmıştı. Nitekim, yönetim geçici süreyle kayyuma devredilmiş olsa da bütün ödemeleri yapmaya Demirören Grubu’nun devam ediyor olması, sahip olunan anlayışın göstergesi.



Bir medya kuruluşunda çalışan herkes aslında aynı şeyleri ister.

Editoryal bağımsızlığına müdahale etmeyen, insana ve kuruma yatırım yapan, çalışanına sahip çıkan, maaşını düzenli ödeyen bir patron.

Meseleyle ilgili görüşlerini kaleme alan Milliyet ve Vatan’dan Mehmet Tezkan, Güngör Mengi, Reha Muhtar, Yaman Törüner gibi önemli isimlere son olarak Güner Cıvaoğlu eklendi.

Ve hepsinin verdiği mesaj ortaktı. Çünkü aklın yolu bir.

Cıvaoğlu‘nun yazısının “30 yıldır tanıyorum” dediği Karacan Ailesi’ne seslenen son bölümü her şeyin özeti niteliğinde:

“(...) Ali Karacan’ın tutkusu, Milliyet için soluğunun zorlanması ve havasız kalması gibi bir tehlike oluşturmakta.

Buna ileride çok üzülebilir, pişman olabilir.

Dedesinin kurduğu Milliyet’e gerçek sevginin neyi gerektirdiğini artık görebilmeli.

Ona bunun formülünü taraflar arasında uzlaşı diyaloğu kurabilmek için görüşmemizde bir ağbisi olarak tüm samimiyetimle ve dostça söylemiştim.

Şimdi bir kez daha “çok geç olmadan” diye tekrarlıyorum.”

Yazının devamı...

Kürşad Tüzmen: F1’e soruşturma açılsın

Otomobil sporlarında dünyanın bir numaralı organizasyonu hiç şüphesiz Formula 1.

Geçtiğimiz hafta sonu, Formula 1’in Singapur Büyük Yarışı vardı.

Sezonun tek gece mücadelesi olan Singapur etabını, yerinde birlikte seyrettiğimiz isimlerden biri, Devlet eski Bakanı Kürşad Tüzmen‘di.

Tüzmen, aktif siyasetten ayrıldıktan sonra özel sektörde çalışmaya başladı. Ankaralı jeneratör firması Genpower‘ın yönetim kurulu üyesi.

Eski Bakan’a, Türkiye’nin artık F1 takviminde yer almayacak olması ile ilgili görüşünü sordum.

Yanıt, tam tabiriyle, ‘bir dokun, bin ah işit’ türünden geldi.

Tüzmen sözlerine, “F1 dünya markası. Türkiye bu konuda bir tavır koysa da, koymasa da bu gerçek değişmeyecek ve bu büyük olay devam edecek” diye başladı ve şöyle devam etti:

“Formula 1 Türkiye’ye getirilirken maalesef çok büyük maliyetler ödendi. Hiç gerekmeyen masraflar yapıldı.”

“Sizin de içinde bulunduğunuz iktidar döneminden bahsediyoruz” diye hatırlatacak oldum, cevabı sözlerinin devamındaydı:

“F1 bizim için bir ‘sakallı bebek‘ti. Yani sorunlarıyla birlikte doğmuştu ve bizim hükümetimiz onu kucağında buldu. İlk günden itibaren devamlı zarar etti Türkiye. Ve nihayet, maliyetler artık karşılanamayacak hale geldi. Bakıyorum dünyanın her yerinde, ev sahibi ülke kar ediyor. Burada da gördük, Singapur’da direkt ve dolaylı, göz alıcı bir F1 piyasası var. Sadece giden paraya da bakmamak lazım. Bütün dünya Singapur’u konuşuyor. Reklam ve tanıtım boyutu çok önemli.”

Sordum:

“Türkiye takvimden çıkarak, bu bahsettiğiniz tanıtım imkanını da yitirdi. Pekiyi neden ve bundan sonra yapılması gereken ne?”

Kürşad Tüzmen o bildik ‘net’ üslubuyla yanıtladı:

“Formula 1 soruşturması açılmalı.”

“Yani?..” dedim.

“Bakın” dedi, “Sayın Başbakanımız olimpiyatları almak için elinden gelen çabayı gösteriyor. Erzurum, Mersin ve Trabzon’daki olimpiyat oyunları için ne kadar çok uğraşıldı. Şimdi bir taraftan bunları yaparken, diğer yandan F1 gibi böylesine önemli bir etkinliği kaybetmek sorgulanmalı.”

Eski Bakan’ın bu cümlesinden sonraki sözleri Türkiye’de ciddi bir tartışmaya yol açacak cinsten:

“Bu tezgahı kimler hazırladı? Türkiye’ye bu kazığı kimler attıysa, bunlar ortaya çıkarılmalı. Birileri, arada büyük paralar kaldırdı. Bu büyük paraları kimler götürdüyse bulunmalı. Hemen bir soruşturma açılmalı. Hesabı sorulmalı. Bu temizlenmenin ardından da yeni bir sayfa açılmalı ve Türkiye Formula 1’i tekrar almalı, geri kazanmalı. Bunları bir motorcu, bir pilot, yarış dünyasında olan biri olarak söylüyorum.”

Gece yarışına Türk ışığı

Formula 1 sezonunun tek gece yarışı olan Singapur etabında, pist özel bir sistemle aydınlatılıyor. Aynı stadyumlardaki gibi çok güçlü ışık veren ampullerle... Ve o ampuller söndükten ancak 10 dakika sonra tekrar yanabiliyor, soğuması gerekiyor. Bu nedenle de, bir elektrik kesintisi riskine karşı, şehir şebekesine bağlı olarak kullanılmıyor.


Sistem, kesintisiz güç kaynağına bağlı işliyor.

İşte o kaynağı bu yıl Türk malı jeneratörler oluşturdu.

Yıllardır İtalyan firmalarının aldığı bu önemli ihaleyi bu sene bir Türk şirketi kazandı. Singapur yarışı, Ankara’da üretilen 5 milyon dolarlık jeneratör sisteminin sağladığı ışıkların altında yapıldı.

40 bin kişinin hayat sürdüğü bir yerleşim biriminin ihtiyacını karşılayacak kapasitede bir aydınlatma sistemi kuruldu Singapur’a.

Hiç bir risk faktörü göz ardı edilmedi. Hepsi yabancı, uzman bir teknik ekip transfer edildi ve bu tecrübeli kadroyla, sorunsuz bir hizmet verildi.

Genpower Yönetim Kurulu Başkanı Müjdat Uslu, “İsteyince oluyor” dedi. “Ufkunuzu geniş turar, hedeflerinizi büyük koyar, buna uygun olarak da iyi bir kadroyla, bilimsel ve kararlı çalışırsanız başarabiliyorsunuz“ cümlesiyle özetledi şirketinin imza attığı operasyonu.

Türk heyetinin yarış sonrası Padok’taki mihmandarı, üç yıldır TRT’de Formula 1 yayınlarına ayrı bir renk katan meslektaşımız Serhan Asker‘di.

Dünyaca ünlü pilotlar dahil Serhan ile konuşan hemen herkesin, “İstanbul’u ve İstanbul Park’ı çok özleyeceğiz” sözlerine Kürşad Tüzmen ve Müjdat Uslu‘nun yanıtı, “Türkiye’yi burada biz temsil etmiş olduk. İnşallah yakında tekrar İstanbul’da buluşuruz” şeklinde oldu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.