Şampiy10
Magazin
Gündem

Ortak geleceğimiz Avrupa... mı gerçekten?

"Avusturya’da koalisyon hükümeti Muhafazakâr Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ile sağ popülist Avusturya Özgürlükçü Partisi (FPÖ) arasında kuruldu.

31 yaşındaki Sebastian Kurz’u Başbakanlık koltuğuna taşıyan yeni hükümetin programında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) katılmasına Viyana’nın izin vermeyeceği yönünde bir taahhüt yer alıyor. Programda ayrıca Türkiye ile üyelik müzakerelerine son verilmesini sağlamak için müttefikler aranacağı belirtiliyor.”

Bu cümleler Deutche Welle’nin iki gün önceki haberinden...

Viyana bir kez daha Haider’in ruhunu kutsuyor

Şimdi size yine Deutche Welle’nin - ancak bu defa - yaklaşık 12 sene öncesinden bir haberini daha aktaracağım. Tarih 7 Mart 2006...

“Avusturya’daki aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Türkiye’nin AB üyeliğine k arşı referandum yapılması için ‘Avusturya Özgür kalsın’ sloganıyla bir kampanya başlattı. Parti, 13 Mart’a kadar bir hafta sürecek kampanya boyunca Türkiye’nin Avrupa Birl iği üyeliğine karşı imza toplay acak.

Jörg Haider’den sonra Heinz-Christian Strache liderliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), Türkiye’nin AB üyeliğine karşı başlattığı kampanyasında kullandığı poster ve broşü rlerde ‘Avrupa çılgınlığına son’ ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı sloganlar tercih ediliyor.

Neredeyse 12 yıla yakın vakit geçmiş bu haberin üzerinden. Bunca zaman sonra, yine Avusturya ve işte durum bu.

12 yıl aradan sonra, adeta Haider’in ruhunu kutsayan bir siyasi anlayış hakim şimdi yeniden Avusturya’ya.

Viyana’da kurulan yeni hükümetin programında ‘Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkma’ ve Ankara ile müzakerelere son verilmesi yönünde birlik içinden müttefik arayışı’ kararları yer alıyor.

Yarın Paris’te bunları konuşacağız

Avusturya son örnek...

AB’nin önde gelen birçok başkentinin nabzı da benzer atıyor son yıllarda.

İslam karşıtı ve yabancı düşmanı söylemlerle prim yapan faşizan siyaset, Avrupa’da geçer akçe vaziyette. Bu durum, Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerle çok açık şekilde çelişiyor ama gerçek bu maalesef.

İşte bu ortamda; Türkiye’den bir grup gazeteci, bugün Fransa’ya gidiyoruz.

Paris’te, ‘Türkiye AB Sivil Toplum Buluşmaları’ kapsamında ‘Ortak Geleceğimiz Avrupa’ başlıklı toplantıya katılacağız.

Fransız meslektaşlarımızla bir masanın etrafında buluşup görüşlerimizi paylaşacağız.

“Ortak Geleceğimiz Avrupa”...

Oturumun başlığı bu.

An itibariyle sadece şunu söylemek bile yeterli geliyor bana:

“Bizim için öyle de... Avrupa, sizin için de gerçekten ‘ortak geleceğimiz’ mi? Türkiye ile ortak bir geleceği gerçekten istiyor musunuz? Ama gerçekten. Samimi olarak...”

Yazının devamı...

Komşu ziyareti

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün Atina’ya gidiyor.

Erdoğan’ın Yunanistan ziyareti, 65 yıl aranın ardından bir ilk olacak.

Türkiye’den Ege’nin karşı kıyısına devlet başkanı seviyesinde son ziyaret 1952 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından yapılmıştı.

***

Yerinde takip edeceğimiz ziyarette Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atina’da Yunan mevkidaşı Prokopis Pavlopulos’un yanı sıra Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras ile de bir araya gelecek.

Gezinin son bölümünde Batı Trakya ziyareti de var. Cumhurbaşkanı, Gümülcine’de yaşayan Türkler ile buluşacak. Erdoğan’ın Cuma namazını da Gümülcine Kırmahalle Camii’nde kılması bekleniyor.

***

İki günlük ziyaretin Atina ayağında yapılacak resmi görüşmelerin gündeminde birden çok kritik başlık var.

Yunanistan Hükümet Sözcüsü, Erdoğan’ın ziyaretinden umutlu olduklarını açıkladı.

Sözcü, görüşmelerin gündemini, “Ege Denizi’ndeki gerilim, mülteciler konusu ve enerji alanı başta olmak üzere ekonomik ilişkiler” olarak sıraladı, ardından da “Biz Türkiye ile ilişkilerimizde kayda değer bir gelişme görmek istiyoruz çünkü bu, büyüme yönünde bir katalizör rolü oynayabilir. Görüşmelerin çok yapıcı olmasını bekliyoruz” dedi.

***

Hükümet s özcüsünün eksik bıraktığı parçaları da dün Yunan Başbakanı Çipras tamamladı.

Kıbrıs’ta çözüm için iki taraflı yeni bir niyet beyanında bulunulması gerektiğini söyleyen Çipras, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Yunanistan’a kaçan darbeci TSK personeli konusunda da konuştu:

“Benim duruşum her zaman net olmuştur. Yunanistan’da darbeciler hoş karşılanmaz. Bu kapsamda, Türkiye ile güvenlik ve yargı alanlarındaki işbirliğimize devam ediyoruz.”

Aleksis Çipras böyle diyor ancak FETÖ mensubu darbeci personelin Türkiye’ye iadesi konusunda herhangi somut bir gelişme hâlâ yok.

***

Yunanistan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti öncesi bir diğer terör örgütü DHKP-C’ye operasyonlar düzenledi. Yunan güvenlik birimleri örgüt mensubu 9 Türk vatandaşını tutukladı ve cezaevine koydu.

***

Yukarıda aktardım… Yunan tarafı, ziyaretin gündem maddelerinin arasına ‘Ege Denizi’ndeki gerilim’ maddesini de koyuyor.

Ege’nin hem sularında hem semalarında gerilim hiç eksik olmuyor, bu doğru.

Doğru olmasına doğru da, o gerilimin çıkış noktası neresi, mühim olan bu sorunun yanıtı.

Kim yaratıyor Ege’deki gerilimi?

Misal, son örnek…

Yunan silahlı kuvvetlerinin Rodos Adası’nda, Mısır ile birlikte yaptığı tatbikat sebebiyle yaşanan gerilim.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1116887-yazar-yazisi-atina-erdogan-i-bekliyor-ama-/ )

İki ülke hava kuvvetleri arasında artık adeta bir geleneğe dönüşen dog fight (it dalaşı) hemen her gün yaşanmaya devam ediyor.

Yunan savaş uçaklarının tacizleri, ihlalleri artık sıradan gelişme kategorisinde.

Türk ve Yunan jetleri birbirlerine kanat göstermeyi, radar kilitlemeyi sürdürüyor.

***

Sonuç olarak, Yunanistan ile Türkiye’nin gündemi ağırlıklı olarak sorunlardan müteşekkil.

Sorunların çözümü, sadece beyanlarla mümkün olmuyor.

Atina eğer gerçekten Erdoğan’ın ziyaretini yeni bir dönemin başlangıcı için fırsat olarak görüyorsa, bunu uygulamalarıyla ortaya koymak durumunda.

Yani “Gerilim olmasın” deyip Ege’de hava sahası ihlallerine devam edecekse…

Kıbrıs ile ilgili bildik tavrını değiştirmeyecekse…

Erdoğan’ın gelişi öncesi operasyon yaptığı DHKP-C’nin faaliyetlerine, ziyaretin sona ermesiyle birlikte yine aynı toleransı gösterecekse…

“Biz buralarda darbecileri sevmeyiz” şeklinde konuşup Türkiye’de darbe girişiminde bulunan kaçakları himaye etmeyi sürdürecekse; o zaman ilişkilerde ‘yeni dönem’ mümkün olamıyor işte.

Biz de umutlu olmak isteriz elbette ama söylem ile eylem birbirini tutmadığı sürece olmuyor.

Yazının devamı...

Ve Buse Londra’da...

VATAN, yaklaşık beş ay önce, 11 Temmuz 2017 tarihinde “Devletten bir ‘Buse’ bekliyor” sürmanşetiyle çıktı.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1083676-yazar-yazisi-buse-/ )

***

Şunları yazmıştım o gün, bu köşeden:

“Kim biliyor musunuz Buse?

17 Şubat 2016’da, Ankara Merasim Sokak’ta askeri servis araçlarına yönelik bombalı terör saldırısında ölümden dönen o küçük çocuk.

Hatırlayanlarınız vardır... Patlamada kendisi gibi ağır yaralanan annesiyle ayrı hastanelerde tedavi altına alınan; annesi onu, o annesini soran, o günün 4 buçuk yaşındaki terör mağduru.

Sonradan annesiyle aynı hastanede, aynı odada tam iki hafta tedavi gören çocuk Buse.

Artık göremiyor!

(...)

Sağ gözü, görme yetisini tamamen kaybetti aldığı ağır yaralar sebebiyle. Sol gözünde az da olsa bir ışık algısı var. Yurt dışına, İngiltere’ye gidebilirse belki tekrar aydınlanacak dünyası, bir miktar da olsa...

(...)

İngiltere umudu bürokrasiye takılmış

Geçen yaklaşık bir buçuk yıl içinde gördüğü tedavi sonunda geldiği nokta ancak bu olmuş Buse’nin.

Anne baba araştırmış, İngiltere’de bir hastane bulmuş bu konularda uzman. Ancak yurt dışında tedavi olmanın bir prosedürü var malum. Bürokrasiye takılıp kalmış durumda İngiltere umudu.

(...)

Terör kurbanı olan Buse şimdi hem ‘gazilik’ konusunda hem de yurt dışında tedavi görebilmek için büyüklerinden müjdeli bir haber bekliyor.

Devletin Buse’ye vereceği bir doğum günü hediyesi, onun 6 yaşına basarken yeniden doğması deme k olacak.”

***

İki gün sonra...

13 Temmuz 2017’de VATAN’ın birinci sayfasında bu defa şu başlık vardı:

“Devletten ‘Buse’ geldi.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1084279-yazar-yazisi-devletten-buse-geldi/ )

Haberimiz üzerine Milli Savunma ve Sağlık bakanlıkları devreye girdi.

Dönemin bakanları Fikri Işık ve Recep Akdağ, Buse’nin durumuyla bizzat ilgilenip özel danışmanlarını görevlendirdiler. Hem yurt dışı tedavi seçeneği hem de Buse’ye gazilik statüsü verilmesi konusunda...

Ve devlet sahip çıktı

Aradan geçen bu beş ayın sonunda, nihayet Şenses ailesinin beklediği ilk müjde geldi.

Ankara’daki doktorları, İngiltere’deki hastaneyle bir dizi görüşme yaptı. Sonuçta da, detaylı kontrollerinin yapılması maksadıyla Buse’nin İngiltere’ye gönderilmesi için gereken heyet raporu ve resmi karar çıktı.

Devlet, terör mağduru küçük bir evladına sahip çıktı.

Küçük Buse, annesi Şenay Şenses ile birlikte önceki gün Londra’ya gitti.

***

Kendi adıma, dönemin ilgili bakanları, Başbakan Yardımcıları Fikri Işık ve Recep Akdağ’a özellikle bir kez de buradan teşekkür ediyorum. Tabii bu süreçte Buse için mesai veren danışmanları, bakanlık bürokratları ve doktorlarına da.

Şimdi Londra’dan gelecek güzel haberleri bekliyoruz...

Bir umut ışığı...

Buse’nin sol gözünde az da olsa var olan o ışık algısının, 6 yaşındaki evladımızın yaşamını tekrar aydınlatması umudu...

Yazının devamı...

Siber zorba olma!

Başlıktaki üç sözcük, bugün başlayan bir kampanyanın adı.

Ankara’da, BTK’nın (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) ev sahipliğinde bir toplantı var bugün.

BTK; Samsung Electronics Türkiye’nin birlikte attığı bu önemli adımın haberini şu cümlelerle duyurdu dün:

“Çocuklarımız ve gençlerimiz üzerinde ciddi psikolojik ve fiziksel zararlara neden olabilen siber zorbalığa karşı ‘Siber Zorba Olma !’ kampanyasını başlatıyoruz.”

Nedir bu siber zorbalık?

‘Siber zorbalık’ internet çağının hayatımıza kattığı kavramlardan biri, malum...

BTK, bu kavramın tanımını şu şekilde yapıyor:

“Bilgi ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla gençler ve çocuklar arasında internet kullanımı giderek artmaktadır. Bu durumun pek çok olumlu getirisi olduğu gibi, siber zorbalık davranışlarının sergilendiği kötü amaçlı kullanımlar da meydana gelmektedir. Siber zorbalık, elektronik ortamda bir birey veya grubun, diğerlerine yönelik kasıtlı biçimde gerçekleştirdiği aşağılama, iftira, dedikodu, taciz, tehdit, utandırma ve dışlama gibi rahatsızlık verici eylemleri ifade eder.”

***

BTK ile Samsung Türkiye’nin ortaklaşa imza attığı bu kampanya, ‘Birlikte İyi Gelecek’ vizyonunun bir parçası.

Kampanyayla, gençlerin, ailelerin ve öğretmenlerin teknolojinin kötü amaçlı kullanımına karşı farkındalıklarının artırılması hedefleniyor. Ve tabii yine hepsinin, kişilik haklarının korunması konusunda duyarlılıklarının yükseltilmesi.

Kampanyanın detayları yarın açıklanacak.

***

İnternet, günlük hayatın olmazsa olmazlarından artık.

Hemen hepimiz sosyal medya kullanıcısıyız.

Twitter, Facebook, Instagram vb sitelerde hesaplarımız var.

Ve yine hepimiz, o ortamlardaki hoyratlık, nobranlık ve zorbalığın da, en az gerçek hayattaki kadar yaygın olduğunu biliyoruz. Hatta bazen gerçek yaşamdakinden bile ileri seviyede…

Sosyal medya üzerinden hedef göstermeler, linç girişimleri, hakaretler, küfürler, tehditler…

Türkiye’de mevzuat bu türlü davranışları cezalandıracak yasa maddeleri içeriyor.

Yargı da, birçok başka alana göre nispeten daha hassas görünüyor siber suçlar konusunda. Zaman zaman çifte standartlı olsa da...

***

Gerçek yaşamda olduğu gibi sanal dünyada işlenen suçlarda da, cezaların caydırıcılığı çok önemli bir faktör.

Ama caydırıcı cezalardan önce yine gerçek hayattaki gibi, eğitim ve bilinç seviyesi geliyor.

Bir insanın yüzüne karşı söyleyemeyeceği sözleri bilgisayar ya da akıllı cep telefonu ekranına pervasızca yazan ‘cesur cahil’lerden…

Sosyal medya üzerinden haysiyet cellatlığı yapmayı alışkanlık haline getirenlerden…

İnternet ortamında insanları aşağılayanlar, hedef gösterenler, tehdit edenlerden kurtulmak için hepimizin yapabilecekleri var.

Zorbalardan kurtulmak için önce bunu istememiz gerekiyor.

Yazının devamı...

ABD, Trump, Pentagon...

“Sayın Trump da net bir şekilde talimat verdi ve bundan sonra YPG’ye silah verilmeyeceğini, esasen bu saçmalığa daha önceden son verilmesi gerektiğini net bir şekilde söylemiştir.”

Bu sözler Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ya ait.

Bakan Çavuşoğlu bu açıklamayı, geçen Cuma günü (24 Kasım 2017) Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptığı telefon görüşmesine ilişkin yaptı.

***

İki devlet başkanı arasında yapılan telefon görüşmesinde, Türkiye bir kez daha yineledi bildik rahatsızlıklarını.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun görüşmenin içeriğine dair yaptığı açıklamada konuyla ilgili şunları söyledi:

“ YPG’nin böyle bir oluşumda yer almaması gerektiğini çok net bir şekilde Sayın Cumhurbaşkanımız, Trump’a da iletmişlerdir. Bizim ABD ile ilişkilerimizi olumsuz anlamda en çok etkileyen konulardan biri ise, FETÖ ve diğer konuların yanında, ABD’nin YPG’ye vermiş olduğu silahlardır. En son bazı zırhlı araçların da verildiğini gördük. Sayın Cumhurbaşkanımız bu rahatsızlığını bir kez daha Sayın Trump’a iletmiştir. Sayın Trump da net bir şekilde talimat verdi ve bundan sonra YPG’ye silah verilmeyeceğini, esasen bu saçmalığa daha önceden son verilmesi gerektiğini net bir şekilde söylemiştir.”

***

Ve Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ...

Hükümet Sözcüsü Bozdağ da, Çavuşoğlu’nun yukarıdaki açıklamasını hatırlatarak, “ABD bugüne kadar böyle bir açıklama yapmadı. Aksine vereceklerini söylediler ama ilk defa ABD Başkanı’nın ağzından ‘silah vermeyeceğiz’ açıklaması yapıldı, bu son derece önemlidir” dedi ve Erdoğan Trump görüşmesini ‘tarihi’ olarak niteledi.

***

Beyaz Saray’dan görüşmeye ilişkin yapılan açıklama Ankara’dan gelen bu beyanlarla aynı netlikte değildi ama aksi yönde bir ifade de yoktu Washington’un cümlelerinde.

Ancak Pentagon’dan önceki gün yapılan açıklama akılları bir kez daha karıştırdı.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, Suriye’de YPG de dahil ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile işbirliğine devam edileceğini açıkladı.

Pentagon’dan yapılan açıklamada, “Suriyeli Kürt güçlerden oluşan YPG’ye silah desteğinde yeni düzenlemeye gidilmesinin gözden geçirildiği” belirtildi ama silah yardımının durdurul acağına dair bir ifade yer almadı.

***

Pekiyi bu tablodan nasıl bir sonuç çıkarmak gerekiyor?

Mevzu şu...

Aslında her ülke için geçerli olan ama ABD’de çok daha net şekilde gözlenen bir gerçeği görmek lâzım.

Washington’da;

Bir siyasilerin çizdiği politikalar var, bir de bürokratların. Yani Pentagon CIA (Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı) ikilisinin.

Bu politikalar zaman zaman tam manasıyla örtüşmeyebiliyor. Hatta bazen çeliştiği bile olabiliyor. Böylesi durumlarda söylem ile eylem farklı tezahür edebiliyor.

Çoğunlukla devlet, siyasi stratejiye uyuyor ABD’de ama bu defa sanki Washington içi dengeler (daha doğrusu dengesizlikler) öne çıkıyor.

ABD bürokrasisinin (devletinin) mevcut durumdaki stratejisi (ve buna bağlı oluşturduğu politikalar) Suriye’de DAEŞ sonrası senaryolara göre şekilleniyor artık.

İşin uzmanlarından birinin şu sözlerini kayıtlara geçirmekte fayda var:

“Dürüst olmak gerekirse, ABD’de bir politikacı şu dengeyi gözetmek zorundadır. Türkiye’yi rahatsız etmek, hatta küstürmek Amerikan seçmeninin gözünde pek önemli olmayabilir. Ama cani bir terör örgütü olan DAEŞ’in elindeki küçücük bir köyü ele geçirememek kamuoyu önünde onu zora düşürebilir. Siyasetçi, hamlelerini bu fiili gerçeğe göre yapar.”

***

Sonuç olarak şu noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor.

ABD’de güvenlik ve istihbarat bürokrasisi, Türkiye ve Orta Doğu politikalarını; yakın gelecekteki DAEŞ’siz ortama göre oluşturuyor.

ABD şimdi Suriye rejimini, İran’ı, Irak’ı, İsrail’i ve tabii Türkiye’yi dengeleyecek bir yol haritası oluşturma aşamasında.

Yazının devamı...

Şu, minarelerdeki baz istasyonları mevzuu...

Geçen Perşembe (23 Kasım 2017) bu köşede, “Bir avuç dolar için” başlıklı bir yazı yer aldı.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1120946-yazar-yazisi-bir-avuc-dolar-icin-/)

Cami minarelerinin adeta baz istasyonu direklerine dönüştüğünü anlatan bir yazıydı geçen haftaki.

Yazı üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı ya da ilgili bir başka devlet kurumundan herhangi bir açıklama gelmedi mevzuya dair.

Ama çok sayıda mesaj aldım okurlardan.

***

Mesajlardaki bilgiler, konunun farklı ve dikkat çekici birçok boyutu olduğunu gösteriyor. İlginç iddialar var...

Mesela bir okurum şu notları iletmiş:

- Yazınızda bahsettiğiniz 5 bin ABD Doları kira, minimum bedel. Bazı yerlerde kira bedeli pazarlığa tabi. 10 bin Dolarlık yerler de var Ankara’da. Caminin yerine ve sözleşmenin eski olma durumuna göre rakam 10 bin Dolar’ın üstüne bile çıkabiliyor. İki yıl önce, baktılar ki maliyet yükseliyor, GSM firmaları aralarında anlaşıp tavan kira bedelini 10 bin Dolar olarak belirlediler. Bu arada son dönemlerde artık Dolar değil, TL üzerinden yapılıyor kira sözleşmeleri.

***

Bir başka okur diyor ki;

- Camilerin böyle bir kaynağa ihtiyacı var tamam ama Cuma çıkışlarında kurulan yardım kutuları, malum, sadece o cami için olmuyor genellikle. Civardaki başka camilerin yardımlaşma derneklerine de destek oluyor cemaat. Dolayısıyla, hepimiz 3-5 lira fazla versek o maddi ihtiyaç karşılanır zaten. Yani baz istasyonlarıyla minarelerimizi o hâle getirmeye gerek kalmaz.

***

Bir diğer ilgili, duyarlı ve belli ki konu hakkında ortalamanın üzerinde bilgili okurdan gelen mesaj da şöyle:

- Murat bey, bu baz istasyonları konusunu biraz daha kurcalayın, bakın daha neler çıkar. Baz istasyonları standartlara uygun olması halinde insan sağlığına, öyle söylendiği gibi bir tehdit oluşturmuyor aslında. Lâkin bizim camilerimizin minarelerinde genellikle her üç GSM operatörünün baz istasyonları da var.

- Daha da önemlisi, bu baz istasyonlarının birçoğu mevzuatta yer alan yasal çıkış gücü limitlerinin üstünde çalışıyor. Konu aslında BTK’nın (Bilgi Teknoloji Kurumu) denetiminde. Zaman zaman teknik denetlemeler de yapılıyor ama nasıl oluyor bilmiyorum, bir şekilde olması gerektiğinden yüksek güçte çalıştırılıyor baz istasyonlarının büyük kısmı. Bizler, cep telefonlarımız her yerde gayet iyi çekiyor diye memnunuz belki ama aynı zamanda belki de sağlığımız tehdit altında.

- Cami minarelerindekiler dışında bir konu daha var baz istasyonlarıyla ilgili. Özellikle istasyon direklerinin kurulduğu ilk yıllarda, birçok yerde GSM şirketleriyle sözleşme yapanların çoğunun kiralama yetkisi yok biliyor musunuz? Yani adam şirketle anlaşmış, direk dikilmiş, çalışıyor ama o baz istasyonunun koyulduğu yer, kiraya veren kişiye ait değil. Bazısı başka şahıslara, bazısı belediyelere, devlete ait arazilere kurulmuş birçok baz istasyonu var. Bu meseleyle ilgili devam eden davalar da var.

***

Durum böyle...

Tahmin edersiniz ki, gelen mesajların hepsini değil, sadece ciddiye alınacak türden olanları paylaştım sizlerle. İddialara bakılırsa, konunun halledilmesi gereken birçok yönü var.

Yazının devamı...

Bir avuç dolar için!

“Şu manzarayı dünyanın başka herhangi bir yerinde gördünüz mü hiç? O kadar yabancı ülke geziyoruz, bir kilise ya da bir sinagogda hiç böyle bir görüntüye rastlayanınız var mı?”

Böyle bir mesaj geldi geçenlerde cep telefonuma.

Bir arkadaş grubundaki bu mesajın ekinde de şu fotoğraf vardı:

Başkent Ankara’dan bir fotoğraf bu. Çankaya bölgesindeki bir camiden...

Sanki minare değil, GSM firmalarının baz istasyonu kulesi karşımızdaki.

***

Arkadaşım haklıydı...

Bugüne kadar gittiğim hiçbir ülkede, bir mabedin üzerinde baz istasyonu görmedim.

Ne bir cami minaresinde, ne bir kilise çan kulesinde, ne de bir sinagogda...

***

Aynı mesaj grubuna ikinci bir fotoğraf düştü birkaç dakika sonra.

Yine Ankara’dan... Bu defa Dikmen bölgesinden...

Manzara aynıydı...

“Bizim mahallenin camisi de bu” mesajıyla yukarıdaki fotoğrafı paylaştı arkadaşımız.

***

Ankara’da dün Hoşdere Caddesi’nden geçerken, aynı tablo ile bu defa bizzat karşılaştım.

Daha doğrusu, bir ‘algıda seçicilik’ örneği olarak, sıkça önünden geçtiğim bu manzaranın bu defa farkına vardım.

Caminin minaresi, adeta bir teknoloji üssü görüntüsünde...

Yakından bakınca, insanı irkiltiyor görüntü.

***

Maliye Bakanlığı, Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı ve GSM operatörleri 2001 yılında bir protokol imzalamışlar.

Bu protokolle Türkiye genelinde 700 camiye baz istasyonu kurulmuş.

Sonrasında şikayetler art arda gelmeye başlamış, davalar açılmış...

Protokol 2006’da yenilenmiş. Ankara, İstanbul ve İzmir’de her minare için GSM şirketleri 5 bin Amerikan Doları kira ödüyormuş o tarihte. (Bu kira aylık mı, yıllık mı belirtilmemiş.)

Şu andaki rakam nedir, hala ABD Doları bazlı mıdır bilemiyorum ama 2017 sonunda Ankara’da manzara işte bu.

***

Günde 5 kez o teknik teçhizatın sadece birkaç metre altında ibadet eden insanlar var.

Yakın çevredeki okullarda öğrenciler var.

O minarelerin gölgesinin düştüğü evler, apartman dairelerinde yaşayan insanlar var.

***

Meselenin birden çok yönü var konuşulması gereken.

Görüntü kirliliği var.

Bir mabedin kutsiyetine aykırılık var.

İnsan sağlığı için risk oluşturması var.

Din ticaret ilişkisi gibi bambaşka bir boyutu var.

Var oğlu var yani...

***

Diyanet İşleri Başkanlığı ya da tek tek söz konusu camilerin yardımlaşma dernekleri için iyi bir gelir kalemi olabilir minareyi GSM şirketlerine kiralamak.

Ama ‘bir avuç Dolar’ için yukarıda saydığım bütün olumsuzlukları göze almaya değer mi?

Yazının devamı...

Rakka sonrası iddialar

İngiliz yayın kuruluşu BBC (British Broadcasting Corporation) geçen hafta yakın tarihin en önemli habercilik başarılarından birine imza attı.

Önce bu büyük haberin satır başlarını bir kez daha okuyun, ardından bakın neler anlatacığım...

***

- BBC’nin özel araştırması, 250 IŞİD militanı ve ailelerinin, ABD İngiltere öncülüğündeki koalisyon ile Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) ortak operasyonuyla Rakka’dan güvenli bir şekilde tahliye edildiğini ortaya koydu.

- BBC muhabirleri Quentin Sommerville ve Riam Dalati’nin haberine göre tahliyeler, Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) ana gövdesini oluşturduğu ABD destekli SDG’nin, Rakka’yı IŞİD’in elinden aldığı geçen ay gerçekleşti.

- Tahliye edilen IŞİD’liler arasında, örgütün önde gelen militanlarının yanı sıra çok sayıda yabancı savaşçı da vardı.

- Rakka’dan tahliye edilen militanların bir kısmı Suriye geneline dağılırken, aralarından bazılarının da Türkiye’ye gittiği ortaya çıktı.

- Tahliye edilen 250 IŞİD militanı, Rakka’nın ABD destekli milisler tarafından ele geçirilmesinden önce yüzlerce araçlı konvoyla şehirden ayrılan ve çoğu IŞİD militanlarının ailelerinden oluşan 4 bin kişi arasında yer alıyordu.

- Onlarca yabancı IŞİD savaşçısı da silah ve cephane yüklü 10 kamyonla Rakka’dan ayrıldı.

- Haberde kamyon şoförü Ebu Fevzi ve arkadaşlarının tanıklıklarına yer veriliyor.

Şoförler, 12 Ekim’de SDG’nin kendilerinden, Fırat Nehri kıyısındaki Tabka şehrinde savaştan kaçan sivil aileleri kuzeydeki bir kampa götürmelerini istediğini söylüyor.

Ancak konvoy bir araya geldiğinde kamyonlarda sivil aileler yerine IŞİD savaşçıları, savaşçıların aileleri ve tonlarca silah ile mühimmat olduğu ortaya çıkıyor.

Şoför Ebu Fevzi ve arkadaşlarına gizli tutmaları istenilen bu operasyon için de binlerce dolar ödeneceği sözü veriliyor.

- IŞİD savaşçılarının Rakka’dan kaçırılması anlaşması yerel yetkililer tarafından yapıldı. Rakka’da 4 ay süren çatışmaların sonunda anlaşmaya varıldı.

- Amaç, çatışmalara son vermek, IŞİD’e karşı çıkan daha fazla Arap ve Kürdün hayatını kaybetmesini önlemekti. Ama aynı zamanda, yüzlerce IŞİD militanının da şehirden kaçması sağlandı.

***

Haberin detayları böyle...

Şimdi gelelim, bu hayati gelişmeye dair uluslar arası güvenlik ve istihbarat gündemini oluşturan çarpıcı başlıklara.

***

1.) Haberde Rakka’dan tahliye edilen IŞİD militanı sayısı 250 olarak yer alıyor. Gündemde ise bu sayının iki ya da üç değil tam 10 katı civarında olabileceği iddiası var. Yani Rakka’dan çıkan IŞİD’cilerin 2 bin 500 civarında olduğundan bahseden uluslar arası kaynaklar var.

2.) Yine aynı haberde, IŞİD’in yabancı savaşçılarının silah ve mühimmat yüklü 10 kamyonla şehirden ayrıldığı belirtiliyor. Rakka’dan çıkartılanlar arasında ağır silahlar ve bunlara ait yüklü mikrarda mühimmat ile patlayıcılar olduğu iddiası da kulislerde yoğun olarak konuşuluyor. (IŞİD mensuplarının birçoğunın Rakka’dan üzerlerinde intihar yelekleri olduğu halde çıktığı bilgisi de BBC’nin haberinde yer alıyordu.)

3.) Tahliye operasyonunu SDG yaptı. SDG; ABD ve İngiltere liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyonun bu operasyonda kullandığı yapı. Ve SDG bu planı YPG eliyle uyguladı. Yani Suriye’deki PKK ile birlikte. Bu noktada iki çarpıcı iddia var seslendirilen:

Birincisi IŞİD militanlarından bir kısmının YPG (yani PKK) saflarına katıldığı.

İkincisi de, Rakka’dan tahliye edilen bazı IŞİD militanlarının Türkiye’ye geçebilmesi için YPG’nin özel gayret gösterdiği ve yardımda bulunduğu...

***

Durum bu...Aktardıklarım şu aşamada iddia niteliğinde ama sanırım bütün bunların gerçek olması kimseyi şaşırtmaz.

Sonuç olarak; Suriye’nin kuzeyinde gelinen noktanın, Rakka tahliye operasyonu sonrası, Türkiye açısından daha da sıkıntılı bir hâl aldığı açıkça görülüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.