Yas
.
Yıllar önce Radikal Kitap için bir yazı kaleme almıştım. Joan Didion ‘The Year of Magical Thinking’ adlı kitabında kırk yıllık hayat arkadaşı yazar John Gregory Dunne’a sesleniyordu. Kitap bir canlının, sevdiğinin ölümü ardından tanık olduğu yası, yaşam ve ölüm arasındaki o gergin hesaplaşmayı, kısacası ölümün canlı kıyısını sunuyordu okura.
Didion, ‘yas’ın hatırlamayla gün ışığına çıkan prizmalarında gezdiriyordu bizi -hem ölümü hem de yaşamı düşündürerek. Çifti ayıran bir kalp kriziydi, kısacık bir an. Az önce ve biraz sonrası vardı. Bir bakmışsın yaşam, sonrasında, bir anda son bulan bir hareket. Hazırlıksız bir ölümün birazdan yenilecek akşam yemeğine düşen sessizliği, bir tarafın belleğini, diğer tarafın anı hanesine aktarışı -bu ölümdü. Bu aktarımın karşılığı ise olsa olsa yas.
Yazar bu yasla birlikte, yoğun bir geçmiş ve bugün arasında yaşanan muhasebenin geride kalanlar üzerinde biriken tortusunu denizdeki dalgaların kıyıya vurmasına benzetmişti. Çok sevmiştim bu benzetmeyi. Dalga halinde gelen o yoğunlukla birlikte, vücudun direniş noktalarının tek tek nasıl iflas ettiğini, geçmişin sıradan anılarının nasıl merkezileştiklerini sade, soğukkanlı ama edebi bir dille anlatıyordu. Sonrasında yas üzerinden geliştirdiği yaşam tanımı alabildiğine yalın bir çıkarsamaya ulaştırıyordu bizleri: Sadece travmaları, kutlama günlerini, aşkları, kısacası mim konulacak olay ve olguları hafızada depolamak değildi yasla gelen yeni yaşam; gündelik yaşamın içindeki küçük, önemsiz ayrıntıları da çekip çıkarabilmekti gün ışığına. Bir gün içersinde kaç fincan kahve içilmiş olduğu, o fincanda asılı kalan dudak izleri; çağla yeşili koltuğun gölge alan tarafına gelişigüzel atılan bir ceket; günü devirirken CD’sini dinlemeye başladığınız bir ses, o sesle birlikte yeniden canlanan anılar. Tüm bunları sevdiği bir insanın cansız gölgesine saklanmış ve habire kendi kıyısını döven o yas dalgasıyla yakalıyordu Didion. Yası yaşam gibi yaşıyordu ve farklı bir bileşende iki kişi arasında devam eden farklı bir ilişki biçiminde sunuyordu bizlere...
Bu kitabı tekrar düşünmemin nedeni bu ay içinde yaşadığımız kayıplar ve özellikle sosyal medyada bu kayıpların ardından sarf edilen sözler oldu. Bir ölümün ardından insanların aldıkları tavır; taraf olma ve olmama gibisinden yaşananlar, oraya buraya saçılan cümleler...Evet bu yüzden Didion’un yas konusunda bizlerle paylaştıklarını yeniden hatırladım. Ölenin ardında bıraktığı sessizliğe ve onun yasını tutana saygı duymanın insani bir sorumluluk olduğunu da.
Ölümlerin ardından akıl almaz cümleler sarf edenlerin bu cümleleri gerçekten düşünerek yazdıkları konusunda endişem var. Bu endişem, yaşadığımız toplumun ölümle kurduğu ilişkisinden çok yaşamla kurduğu ilişkisi anlamında düşündürüyor beni. Kızabilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, umursamayabilirsiniz... Ama küfürleşmeyi, hele giden yaşama bu biçimde fatura kesmeyi anlamam mümkün değil! ‘Zaten bilmem kimle fotoğraf çektirmişti; zaten bilmem kimle röportaj yapmıştı;
vatansever değildi, vatan hainiydi, dönekti...’
Nedir bunlar?
Yasın anlamını anlayamayan bir toplum yaşamın anlamını da çözememiş demektir. Belki bu yüzden endişem... Yaşamın sırrını aralayamayan ölümün sırrını ne yapsın!
İsmet Kür’ü kaybetmenin burukluğunu yaşıyorum.
Yıllarca birlikte çalıştığımız sevgili hocam Pınar Kür’e başsağlığı diliyorum.
Bugün Pınar Selek üç kez beraat ettiği davadan yeniden yargılanıyor. Bu hukuksal zaafın artık düzeltilmesini umuyoruz.