Şampiy10
Magazin
Gündem

Milica Tomic’in öyküsü

Bu öyküyü anlatmadan önce ülkemdeki açlık grevlerinin bitmesinden ötürü duyduğum mutluluğu dile getirmek istiyorum. Açlık grevleriyle değil, söz ve iletişimle birbirimizi anlayabileceğimiz günlerin umuduyla, ölümle değil yaşamla anlam kazanan ömürlerin bu coğrafyaya yakıştığı zamanların beklentisiyle yazıma başlamak.



Milica Tomic’in öyküsüne gelirsek... Yolum üç günlüğüne Avusturya’ya, Graz’a düştü. Bu küçük kentin yoğun kültür programında Baklava adı verilen bir edebiyat etkinliği çerçevesinde Lübnanlı yazar Alawiyya Sobh, Mısırlı İbrahim Farhali, Hırvat Jurica Pavicic ve Arnavut şair Arina Leka ile buluştuk. Kültürlerarası bu zengin yolculukta Tomic’in öyküsüne rastlamam ise baklavanın ardından içilen bir Türk kahvesi lezzetindeydi.

Ona, mimarisi nedeniyle ‘Dost Uzaylı’ diye de bilinen Graz Kültürevi’ndeki (Kunthaus Graz) bir sergide rastgeldim. Bu ilginç bina Graz 2003’te Kültür Başkenti seçildiğinde inşa edilmiş ve o günden bu yana Graz’ın önde gelen yapıları arasına girmiş.

Bu öykü, bir enstalasyon sergisinin, yani belirli bir mekân içinde yaratılmış, mekânın özelliklerini kullanarak izleyenlerin katılımıyla gerçekleşen bir serginin en etkileyeci parçalarından biriydi. Videodaki kadın dünyanın bütün dillerini kullanarak ‘Ben Milica Tomic,’ diyor ve arkasından hangi ülkenin vatandaşı olduğunu söylüyordu. Bir ara Türkçe, ‘Ben Milica Tomic, ben Türküm’ derken de yakaladım onu!

Bu sözlü efekt esnasında, üzerinde beyaz askılı bir elbise vardı kadının. Güzel, alımlı bir kadındı, kumral saçları ise arkadan örülmüştü. Bir yandan da ekranda dönüyordu. Bu sırada sürekli olarak farklı dillerde ama aynı cümleyi tekrarlıyordu. ‘Ben Milica Tomic...’ Kadın dönüyor ve her dönüşünde biraz daha ‘kanlanıyordu’. Bir süre sonra kadının bütün yüzü, sırtı, kalbi, şakakları kanla doldu. Artık giysisi beyaz değil, kırmızı lekelerle dolmuştu. Kumral saçları, tuhaf bir kızıllık almıştı. Buna karşın ekranda dönmeye devam ediyor ve aynı ses tonuyla ‘Ben Milica Tomic’ diyordu. Ben Japonum, Fransızım, Kongoluyum... Hemen hemen dünyanın bütün dillerini mırıldanırken Milica Tomic adlı hayali kadın kana bulanıyordu.

Bir süre sonra bir rüzgâr havalandırdı karnını, hafifçe titredi kadın; besbelli bir bomba yemişti karın boşluğuna. Sonra yine döndü ekranda. Gözleri onu seyredene kilitlenmişti. Bu gözlerde çok net seçilen bir buğulanma vardı artık. Milica Tomic, dünyanın bütün dillerinde kurşunlar yiyen o kadın usul usul ağlıyordu. Sonra bir bomba daha yedi. Bu kez omuriliğini kaplayan kumaş havalandı. Yine sarsıldı kadın. Ardından dönmeye devam etti. Cümlesi ise belliydi. ‘Ben Milica Tomic...’

Doğrusu bir savaş karşıtlığı bu kadar güzel ve yalın bir biçimde anlatılabilir, savaşlarda en çok yara alanların, ölenlerin, yitenlerin başında kadınların geldiği fikri bu kadar etkili bir biçimde sunulabilirdi... ‘Ben Milica Tomic.’ Kıpkırmızıydı kadın artık.

Sırp performans sanatçısı Milica Tomic’in canlandırdığı bu hazin öyküyü zihnime kazırken bu ilginç yapıyı gezmeye devam ettim. Bu esnada elbette İstanbul düştü aklıma! İnsan kendi kenti ‘kültür başkenti’ seçildiğinde de buna benzer görkemli bir yapının, böylesi kalıcı, dev bir sanat eserinin her biçimde iz bırakan varlığına tanıklık edebilmeli diye düşündüm. Derken o günlerdeki çekişmeler de aklıma geldi. ‘Yakinim olur’ tavrı yüzünden onca paranın nasıl çarçur edildiğini hatırladım ve geriye kalan o koca ‘boşluğu’. ‘İstanbul’un başkent olması kimilerine pek yaradı, asıl yaraması gerekenlere ise ne kaldı?’ diye sordum kendime. Hiçbir şey!

Onca paranın nereye gittiğini kimse kimseye sormadı bile. Bunun kader olduğuna alışmışız bir kez...

Sohbetimiz esnasında Lübnanlı kadın yazar Alawiyya Sobh Arap Baharı’nın başta onları ne kadar heyecanlandırdığını ama bilinmez bir elin bu hareketi bambaşka bir yöne itelediğini söylerken çok hüzünlüydü.

‘Ah bu bilinmez eller!’ diye isyan ettik çaresizce. Savaşa, kargaşaya, çatışmaya, gençlere, kadın bedenine, geleceğe, kültüre, sanata, gündelik yaşama, yaşama, hatta yaşama hakkına müdahale etme ‘hakkını ve cüretini’ kendinde gören şu bilinmez eller.

Yüzsüz, çirkin eller.

Yazının devamı...

Genç Kalmak

‘Taş kesilen insan gördünüz mü, hiç?

Ben çok gördüm; hep anneannemi gördüm. Her cumartesi Galatasaray’ın önüne gider. Giderken ibadete gider gibi giyinir, abdest alır, sağ ayağını sürükleyerek besmelesi dilinde çıkar kapıdan. Dudakları mırıltılı kıpırdanır. Kimse anlamaz ne dediğini, ben anlarım.’

Bu satırları yepyeni bir kitaptan aldım. Ayşe Başak Kaban’ın Ben, Kendim ve Bergen adlı öykü kitabından. Bu satırlar beni bambaşka yerlere götürdü. Çocukların sezgilerini düşündüm.

Ne kadar da güçlüdür o sezgiler! Onlar her şeyi anlar ve çoğunlukla susarlar; talihleri yaver giderse derin bir hayal gücü ile büyür, talihsizlerse yaşamın içinde tökezler, yollarını, denizlerini erkenden kaybediverirler.

Ayşe Başak Kaban’ın Dayımın Kemikleri adlı öyküde anlattığı da böyle bir gencin öyküsü işte. Hiç kuşku yok ki bugünü daha farklı bir biçimde bizlere hatırlatıyor. Bugün 399 haftadır her Cumartesi, İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda hepimize seslenen Cumartesi Anneleri, 400. oturmalarını gerçekleştiriyorlar.

Gözaltında kaybedilen evlatları, eşleri, kardeşleri, amcaları, dayıları için 400. kez buluşacaklar.

En büyük sorunlarının insan hakları temelli gazeteciliğin eksikliği olduğunu belirtiyor, basının seslerini duyurmaları konusunda sağır olduğunu söylüyorlar.

Bu kayıplara karışan insanlarla, onların aileleriyle aynı görüşlere sahip olmayabiliriz ancak gözaltına alındıktan sonra ‘kaybedilmiş’ bu insanların gerçeği hepimizin gerçeğidir. Bu ülkenin gerçeğidir bu kayıplar, çünkü bu gençler, bu ülkenin evlatlarıdır.

Peki ya kadınlar? Anneler? Anneanneler?

‘Anneannem melekler kadar sabırlıdır’ diyor Kaban bu hazin öyküsünde. ‘On sekiz yıldır bitmek bilmez bir yasın ağır işçisidir, sabrı oradan gelir. Galatasaray’ın önünde taş kesilir. Elinde dayımın fotoğrafı; siyah beyaz, bıyıklı genç dayım... Hep genç kalacak.’

Hep genç kalmak ha!



31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki temasının ‘çocuk ve gençlik edebiyatı’ olduğunu hatırlatalım ve emeği geçen herkese selam edelim buradan. Benim önerim belli: Bir fırsatını bulun çocuklarınızı fuara götürün. Kitaplardan, düşüncelerden, hayallerden korkmasınlar. Risk alabilmenin yaşamak olduğunu, risk almak içinse donanımlı olmak gerektiğini fısıldayıverin onlara.

Şansları bol olsun, yolları açık. Farklı dünyaları özlemenin keyfini çıkarsınlar; özledikleri dünyaların insanları olsunlar.



Ne diyorduk? Çocukların sezgileri gerçekten de güçlüdür.

Onlar anlar ve çoğunlukla susar; talihleri yaver giderse...

Bu ülkedeki gençlerin talihleri yaver gitsin artık! Gitsin... Gitsin ki bizim çocuklar da ünlü Fransız yönetmen François Truffaut’nun 400 Darbe filmindeki o çocuk gibi kendi denizlerine varmanın anlamını er ya da geç bulsunlar.

Ama mutlaka bulsunlar. Yaşasınlar. Yanlış yapsınlar, doğru yapsınlar, bir daha yanlış yapsınlar. Böyle gitsin işte. Yeter ki yaşayarak yaşlansınlar.

Yazının devamı...

Bağışlamayı Bilmek

Öyle bir mektup aldım ki bu yazıyı onun üzerine yazmaya karar verdim. Başlığında ‘Açlık grevlerinin sona ermesini istiyorum... Hepsi gebersin’ yazan bir mektuptu bu.

Öfkeyle sarmalanmış bu satırları okurken kafamda tek bir soru vardı: ‘Bağışlamak bu kadar zor mu?’

Hayır hayır. 65. gününe girmiş ölüm oruçlarındaki bu ülke vatandaşlarına dair bir affedişten bahsetmiyorum.

Bağışlamaktan kastettiğim, mektuptaki satırları yazan, bu satırları yazmasa da bunları zihninden geçirenlere yönelik içten bir sorudur:

Evet, gerçekten de bağışlamak bu kadar zor mu?

Hayır, hayır. Cezaevlerinde yaşamlarını önlerine sermiş insanlar için bir aftan bahsetmiyorum burada. Onların hasarsızca, insani bir biçimde bu grevi bitirmelerini temenni etmenin ötesinde (başka bir şey elimden gelmiyor) farklı bir insan topluluğu için farklı bir bağışlama eyleminden bahsediyorum.

Muhtemelen Korsakof hastalığını hiç duymamış, duysa da bir gün dahi bunu kafaya takmamış, bu ülkede cezaevlerinde yaşanan sorunları uzaydaki bir yıldızmışçasına izlemeyi yeğlemiş, kanunu ‘merkezde olan ve olmayan’ biçiminde düşünmüş, farklılıkları yasak bellemiş, çoğulluğu zehirli bir kelime olarak yaşamış, resmi tarihi yaşam tarihi saymış, kendini hep ve her koşulda haklı görmüş, bu haklılık fikriyle birbirine benzeyen küfür dolu cümleler üretmiş, kendine benzemeyen, kısacası, Sünni, Türk ve erkek olanların dışındakileri küçümseyerek kendini var etmeyi asıl görev saymış, bunun dışındaki cümleleri duymamış öfkeli bir zihnin bağışlama ‘şansı’ndan, ‘olasılığı’ndan, ‘umudu’ndan bahsediyorum.

Üstelik bu zihnin dünyayı, geçmiş, geleceği bağışlaması falan değil, bizzat kendini bağışlamasıdır altını çizdiğim.

Belki bu sayede böylesi zihinlerin dünyayı, savaşta elde edilecek bir ganimet değil de yaşanarak paylaşılacak bir yer olarak görebileceğinden yola çıkmak niyetim. Tek bir gerçeğin dünya üzerinde sadece totaliter rejimlerle mümkün olabileceğini, gerçeğin ancak çok yönlülük ve farklı açılarla keşfedilecek bir sahicilik olduğunu kendinden esirgememe hallerinden.

Önceleri çok kızıyordum bu hallere bürünmüş kimi insanlara. Şimdilerde küfür eden, nefretle kavrulan birini gördüğümde ‘bu insanının yarası ne olabilir?’ diye soruyorum.

Merak eden okurlar için tekrar etmekte fayda var: Bugün şiddeti savunan hiçbir kurumun, örgütün yanında olmam mümkün değil. Ama bildiğim bir şey var ki böyle giderse bu önlenemeyen ve giderek kutuplaşan şiddet bizi kasıp kavuracak. Tam da bu noktada sırt çevrilmemesi gereken bir konudur açlık grevleri.

Korkum şu: Demokrasisi açlık grevlerine yenilen bir ülke olmanın gerçeği, ayıbı ve yıllara yayılan utancı uzun bir süre yakamızı bırakmayacaktır. Yıllarca. Hiçbir şeyle yüzleşemeyen toplumların yaşadığı azap içerisinde yorulup durmaya devam edeceğiz. Yorulup durmaya, kılıflar bulmaya ve her seferinde kendimizden başka herkesi suçlamaya, topu taca atmaya, vb...

Bağışlamayı bilmek herkesi rahatlatır. Hele ki kendimizi.

Böyle giderse, temennim asla bu değil ama böyle giderse, en tepemizdekilerden hepimize sirayet ettiği biçimde bağışlayamadığımız öfkelerimizin, çocukluklarımıza atılmış çentiklerin yetişkin maskeli kurbanları olmaya ve yaşamı, uzatmaya gitmiş berbat bir futbol maçı gibi görmeye devam edeceğiz.



Kadınlar Diyarbakır’a gitti. Ardından bir kısmı Ankara’ya geçti. Barış onların dilinde gelirse gelecek bu ülkeye. Haydi kızlar!

Yazının devamı...

S-70 Skorsky personeli

‘10 Kasım 2012 Cumartesi günü bölgede icrasına başlanan planlı operasyonel faaliyet için Siirt’ten kalkan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ait bir S-70 Skorsky helikopterimiz saat 07:45 sıralarında, Pervari ilçesi Doğanca beldesi Hasan Tepe mevkiinde kaza kırıma uğramıştır. Bu elim kaza sonucunda 17 personelimiz şehit olmuştur.’

Bu Genelkurmay’ın kazayla ilgili açıklamasından.

17 personelimiz diyor yazı. Sonra da kaza diyor, bir şeyler daha. Gerisini tam olarak okuyamıyorum bile.

Planlı operasyonel faaliyet diyor yazıda. Her şey ne kadar temkinli, mesafeli, serinkanlı.

Personel? Bu kadar.

Sonra yazıda S-70 Skorsky ‘helikopterlerimiz’ diyor. Kanım bir kez daha donuyor.

Neden mi?

Buradan gazetelere sirayet edebilecek haberlerdeki satır aralarını da hayal ediyorum belki bu yüzden. Hemen her şeyin sırlanan halini.

Yalanın gücüne boyun eğişin gündelikleşen, sıradanlaşan dokusunu. Hakikat peşinde koşmanın artık manasız bir hale getirilişini.

Hiç değilse ‘şimdi, hiç değilse bu koşullar altında birazcık samimiyet’ derken buluyorum kendimi.

Ben bu yazıyı böyle değil, aşağıdaki gibi okumak istiyorum, bu yüzden:

‘10 Kasım 2012 Cumartesi günü hemen hepimiz güne yeni başlarken, sabahın köründe 8’e çeyrek kala, kazananı belli olmayan bir savaş uğruna dünyalar kadar pahalı, kim bilir kaç yoksul ve yoksun çocuğun okuyabileceği, dünyada düşmanlık yerine barışı, bilimi, sanatı, kültürü tecrübe edebileceği, her dakikası dünyalar kadar para yazan, bizzat bizim vergilerimizle Siirt’ten havalanan havalı S-70 Skorsky helikopterindeki 17 can, bu ülkenin 17 insanı, bu ülkedeki 17 ailenin biricik insanı, insan-insan-insan, nedeni pek de belli olmayan bir biçimde can vermiştir.’

Neden mi böyle okumak istiyorum?

Artık savaşın soğuk, personel ‘ihtiva’ eden yüzünden bıktım da o yüzden.

Diyeceksiniz ki askeri açıklamalar böyle olur, sen anlamazsın. Haklısınız. Böyle açıklamaları anlamaktan uzağım. S-70 Sikorsky helikopterlerinin bu ülkeye getirebileceği kazancın ne olabileceğini de anladığım söylenemez. Savaş taktiklerine ise kafam hiç basmaz.

Ama savaşın, operasyonların insanla yapıldığını bilirim. Bu yaşananların ülkemizdeki bir personel durumunu değil, bir insanlık durumunu hemen hepimize düşündürmek noktasında olduğunu da. Artık olmalı. Gidenlerin ‘can’ olduğunu ve bir daha geri gelmeyeceklerini de.

Yoksa bu tür açıklamaları kısa bir süre sonra sadece şu şekilde okumaya başlayacağız:

‘Planlı operasyonel faaliyet, her şeydir.’



Lafı dolaştırmayacağım.

Açlık grevleri 2 aydır sürüyor ve ülkemizde yaşanan bir başka insanlık durumuyla burun burunayız. Bu grevin en insani biçimde sonlandırılması, bu ülkenin anayasal bir demokrasiyle vermek durumunda olduğu çok önemli bir sınavdır. Bu dönemeci hep birlikte kaçırmak üzereyiz.



Cumhuriyet gazetesi’nde Halil Savda’ya 1300 km’lik ‘Barış’ yürüyüşünün ardından ‘Yol boyu nasıl tepkiler aldığı’ sorusu soruluyor. Onun yanıtı bu uzun barış yolunun da yanıtı sanki:

‘Kiminle karşılaştıysak barışı kendilerinin de istediklerini söylediler. Urfa sınırlarına geldiğimizde dağda hayatını kaybeden bir PKK’linin cenazesi geliyordu. Gencin yakınlarına ait bir taksi önümüzde durdu. Aracın içinde iki genç ve yaşlı bir kadın vardı. Çatışmanın sona ermesini istediklerini, artık başka çocuklarını kaybetmek istemediklerini söylediler. Kadın ağladı, biz de onunla ağladık. Yine Pozantı’ya yakın Gülek beldesi var. Orada taşlı bir evin avlusunun önünden geçerken 60 yaşlarında bir kadın neden yürüdüğümüzü sordu. Anlattık. Kadın ‘Televizyonda asker ölümleri izlemekten bıktım. Artık askerlerimiz ölmesin, siviller ölmesin, dağdakiler ölmesin’ dedi. Bunu derken ağlıyordu. Yürüyüşümüzün birçok yerinde kadınlar ellerini yukarı kaldırıp Allah’a barışın bir an önce gelmesi için yalvardı.’?

Yazının devamı...

Babamın Sesi

Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın yönettikleri Babamın Sesi adlı film Kürt ve Alevi kökenli bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Bunu anlatırken Kahramanmaraş olaylarının yarattığı derin yara öyküdeki hemen her karedeki varlığı ile sizi koltuğa mıhlamaya yetiyor da artıyor. Buna karşın Babamın Sesi, bu çatlağı yüksek sesle tartışan bir film değil. Çarpıcılığı da burada zaten. Üstelik temposundaki ağırlık, mekanın zamanla girdiği yalınlığa da çok yakışıyor. Zamanın ‘durduğu’ izlenimine kapıldığınız filmde aslında anlatılan otuz yıllık bir hikaye. Otuz yılın içerisine sığan sesler ve bu seslere saklanan sözcüklerle birlikte büyüyen çocuklar ve yaşlanan bir anne var. Her cümle, cümlelerin içinde yatan kırılmışlıkların su yüzüne çıkması, çıkarken umudun sessizliğe bölünmesi, sesin sakladığı her anıyla birlikte bilinmeze dönüşmesi de demek. Cümlelerdeki her sözcük sandıklara saklananlar, gazete manşetlerine sinenler, geçmişin kendi içinde kırılıvermesi anlamına geliyor. İşte böylesi ‘zor’ bir yolculuk esnasında -cümlelerden sözcüklere, sözcüklerden hecelere dönüşen böylesi zor bu yolculuk esnasında- büyüyor iki oğlan; sonsuz bekleyişe sığınmış olan kadına düşense ‘siyahlanarak’ yaşlanmak oluyor.

Babayı ise birkaç fotoğraf dışında hiç göremiyoruz. O sadece sesiyle eşlik ediyor bu öyküye. Bu ses ve sesin sürekli olarak tekrarladığı ‘Çocuklar Türkçe öğrensin’ vurgusu öykünün temel izleklerinden de biri aslında. Otuz yılın ardından anne ve oğlu Mehmet, birbirleriyle anadilleriyle yani Kürtçe konuşurken o sırada televizyondan akan başka bir ses dikkatinizi çekiveriyor. Başbakanın Almanya’da yaşayan Türkler için Almanya Başbakanı Angela Merkel’le yaptığı bir konuşma bu. Başbakan diyor ki (hepimiz hatırlarız o konuşmayı): ‘Anadil bir insanlık hakkıdır. İnsan ilk önce anadilini öğrenmeli!’ Üstelik bunu derken ‘seçmeli Türkçe’ dersinin ötesinde bir gerçeğin altını çizdiğini de elbette biliyoruz.

Bilmek.

Sanırım bunu hem yaşlı anne hem de Mehmet biliyor. Özellikle yaşlı anne Base.

Bilmek! Belki de bu yüzden bu ‘tek yanlı’ sözler kadının yaşanmışlıklardan ötürü çizilmiş derin kırışıklıklarında herhangi bir değişime yol açmıyor. Zaten film ağırlıklı olarak bir değişimin değil bir oluşun hikayesi. Bu topraklarda hem Kürt hem de Alevi olarak doğan insanların Türk ve Sünni olarak doğanlara göre baştan yitirdiği irtifanın yalınkat hikayesi... Base’nin o günlerden anlattığı anekdotların bugün hâlâ devam edebiliyor olmasına ise ne diyebileceğimizi bilemiyorum. Bu topraklarda nice insanlık ayıbının yaşanmış olması, bu ve benzeri nice insanlık ayıbının bir daha yaşanmayacağı anlamına gelemiyor ne yazık ki! Hani ne bileyim, en azından umuyorsunuz ki Kahramanmaraş utancını yaşamış bir coğrafyada bir şeyler ‘terbiye’ olmuştur, değişecektir, doğal akış devreye girecek, insanların yaşamlarındaki zulüm ve bu zulmün yarattığı savrulmalar azalacak, hatta bitecektir.

Bitmedi, bitmiyor.

Ancak hemen belirtmeliyim ki sadece bu çerçevede seyredilecek bir film değil Babamın Sesi. Sanatın, yaşananı sunuş biçimindeki rolünü tekrar tekrar düşünebileceğimiz, mağdur dilinin, her zaman rastlayamadığımız bir biçimde evrensellikle nasıl buluşabileceğinin de canlı bir kanıtı.

Emeği geçen herkese içten teşekkürler.

İstanbul Film Festivali’nde En İyi Senaryo, Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerine değer görülen bu filmi kaçırmayın.

Yazının devamı...

Ağaçlar

Tayvanlı yönetmen Wong Kar Wai’ın filmlerinden birinde başkahramanı canlandıran Tony Leung kocaman bir ağaç gövdesine sarılıyor ve onunla konuşuyor, sırlarını anlatıyor, dertleşiyordu. O kadar etkileyici bir sahneydi ki bu sayede ağaçlarla kucaklaşma gibi bir huy edindim! Onların derinliklere inen köklerinde insanın henüz keşfetmemiş olduğu gerçek yaşam sırlarının mevcut bulunduğunu hayal edebilmem aşağı yukarı aynı zamanlara denk düşer. Yıllardır aynı yerde beklemek, uzun uzun beklerken gök kubbe altında yağmurla, rüzgârla, karla, bazen erken gelen bazen geç giden mevsimlerle, gecenin hışmı, gündüzün çıplaklığıyla, derin toprak ve dingin suyla yaşamak diye özetlenebilir mi bu sır? Belki. Peki ya o muhteşem devinim ve tüm bu bileşimlerden doğan o eşsiz bilgeliğe ne demeli! Kısa bir ömre yazgılı biçare insan tarafından pek de önemsenemeyen şu zamanları aşan gizeme? Filmdeki kahraman bu bilgeliğe seslenmeyi başarabilen biriydi. Cevapsız kaldığını ise hiç sanmıyorum!

Elbette ağaçları farklı bir biçimde keşfim sadece bu sahnenin etkileyiciliğine dayanmıyor.

Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okurken okulun efsane hocalarından Pesen Şentürker’in biz öğrencilerine ‘yaşatarak’ okuttuğu Truman Capote’nin Çimen Türküsü (The Grass Harp) romanında da benzer hislere kapılmıştım. Her şeyi geride bırakmış yaşlı bir yargıcın, naif bir kadınla bir ağaç evindeki öyküsüydü bu. Yargıç ağacın tepesinde ‘Hukuk’un farklılıklara imkân tanımadığını’ söylerken sakin bir biçimde koca bir sistemi eleştiriyor ve bulabildiği özgürlüğün o ana mühürlü kısa, yoğun, buruk, geç kalınmış mutluluğunu yaşıyordu. Doğaya, kısaca kendini kendine yakın hissetmenin böylesi!

Bugün ağaçları kesip yerine olmadık binalar dikmeyi ‘mutluluk’ ve ‘ özgürlük’le eş tutan zihniyete pek de bir şey ifade etmeyecek bu duygunun aslında insanı vicdanen insan yapan en önemli duygulardan biri olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı? Özellikle Taksim projesini hayata geçirmeye hevesli hırstan gözü dönmüş ruhların, muhtemelen bir gün dahi bir ağaçla konuşmamış, onu dinlememiş olmalarındaki şanssızlığa zaman zaman fena halde içerleyerek şunu demek istiyorum: Yaptığınız affedilemeyecek bir yanlıştır beyler... Neden derseniz her şey zamanla affedilebilir ama doğaya yapılan katliamın geri dönüşü yoktur.

Nasıl desem, her şeyi bir iktidar unsuru haline getirmek hepimizin başına örülen bir çoraptır. Bizden sonraki nesilleri de soluksuz bırakacak bir çorap. ‘Hizmet getiriyoruz efendim!’ başlığı altında kentte baltalanmadık yer bırakmamanın bedelini er ya da geç hepimiz ödeyeceğiz. Tüm bunları yaparken vicdanları rahat insanların cümlelerini sarf edebildiğiniz için hepimiz, ne yazık ki hepimiz.

Biraz yaşama karşı sorumluluk beyler! Cüzdanlarınıza duyduğunuz sorumluluğun birazı, çok azı yani.

Yazının devamı...

Mola

Cumartesi günü herkes ortalığı doldurmuş. Oradan oraya akıp duran bir kalabalığız. Hırgürüz, şuyuz buyuz ama daha çok yorgun bir kentiz, kendimizce cılız bir moladayız. Derken o yoğunluk arasında bir sessizlik anı oluyor.

Pembe.

Birbirine iyice sokulmuş gencecik bir çiftin adımlarını takip ettiğimi o sırada fark ediyorum. O karambolün içinde kafamda yarattıkları esrarengiz sakinliğe bakıyorum. Bir de kızın pembe, uzun hırkasına, hırkanın iki insana mal olmuşluğuna. Öylesine sarılmışlar ki birbirlerine dünya umurlarında değil. Kent ment derken bu hikaye nereye akıp gidecek diye merak ediyorum. Aklımda okunacak kitapların listesi, yazmaya debelendiğim yeni kitap, başka başka bir şeyler var(dı) ama bakıyorum da bunların hepsinin yerinde yeller esiyor. Yaşamın hakiki bir anı araya girmiş bile. O halde haydi!

Sağırlaşıyor ve Kadıköy Çarşısı’nın içerisinden, bu dağınık ve birbirini çok sevdiği belli çiftin pembeye çalan gözlerini taklit ederek geçiyorum. Önce kitapçılara dalıyorlar. Kız çok satan bir kitaptan bahsediyor oğlana, oğlan 9.99 liraya inmiş filmleri gösteriyor. ‘İkimiz seyredersek bedavaya gelir’ diyen bir hali var. Bir anlık boşluk. Sonra yine sarılıyorlar birbirlerine. Yine pespembe oluveriyor, öpüşüyorlar! Sonra hoppp, her dükkanda ayrı çalan ve tam bir ses cümbüşü yaratan müziğin içerisinden kendi ritimleriyle gökkuşağı gibi geçiveriyorlar.

Galiba orada iyice eskiye dönüyorum. Birbirini çok seven iki arkadaşımın aynı pembelikteki kırpık öyküsüne. Bu çarşı içinden ne çok ama ne çok geçerken, onların sevgilerinin, birlikte yürüdükleri zaman bizlere de bulaşan yanına. Sonsuza kadar birlikte yaşadılar lafını birbirlerinden esirgemeyerek, korkmayarak oracıkta yaşayabildikleri derin aşklarına. Sonsuzun falan olmadığını anlamayı biraz da onlara borçlu olduğum, lise biter bitmez ayrılışlarındaki gerçeğe de, elbette. Yıllar sonra kızın Salinger kahramanlarını anıştırır repliklerine baktığımda aşkın ne tuhaf bir şey olduğunu bir kez daha düşündüğüme de. ‘Onu çok sevmiştim’ deyişine. ‘Ama yaşam bu derinliği, böylesi bir sevgiyi kaldıracak bir şey değil-miş!’ Böyle derken başını eğişine, benimse o sırada tutarsız bir biçimde bugünkü gibi bu çarşı içini hatırlamama. Fallar bakıp kahve kokusunu maziyle karıştırmamıza.

Kafamı kaldırıyorum. Yoklar!

Tam o sırada yeniden görüyorum onları. Çarşı her zaman olduğu gibi kahve kokarken, metronun derinliğine çekilmek üzereler. Telaşla peşlerinden koşturuyorum. Onlar bu eski diyarın yeni metrosunu ister istemez pembeye boyarlarken ben de yazıp duruyorum kafamda, oğlan Bostancı’da oturuyordur, kız Maltepe’de diye. Adettendir şimdi oğlan kızı önce Maltepe’ye bırakır, sonra tekrar Bostancı’ya döner. Ayrıldıktan sonra ise en az birbirlerine on defa telefon ederler. Yaşamın küçük ayrıntıları, sadece böylesi bir sevgide bu kadar net görünür, belki bu yüzden. Sonra her şeyi ama her şeyi anlatırlar birbirlerine. Karşı komşunun kızının saçları, bahçede açmış bir gül, duvarda farklı görünen bir leke, annenin nezlesi, kız kardeşin sınav sonuçlarında yaşadığı aksaklık, içilecek çayın lezzeti... Ama ne yaparlarsa yapsınlar birbirlerinden ayrı kalmanın özlemini dolduramayacak detaylar olur çıkar bunlar. Birbirini gerçekten sevmenin sözcüğü yoktur çünkü.

Sonrası malum. Yürüyen merdivenler sağ olsun, hep birlikte derinlere indik. İndikçe yukardaki canhıraş gürültü hafifledi. Sanırım hafifledikçe iyileştik. Sonra tren geldi. Bekleyenler, inenler, binecek olanlar. Yukarıya oranla daha sakin ama yine de insan yüklü bir başka cumartesi hareketliliği vardı aşağıda. Pembe, rehavete karıştı. Bu tuhaf rahatlık eşliğinde bizimkileri birbirine emanet edip başka bir vagona atladım. Yaşam bal gibi böylesi bir derinliği, olmadık zamanlarda bile kaldırıyordu işte!

Ya istikamet?

Artık neresi olursa.

Yazının devamı...

Çocuklar ve Açlık Grevleri

‘Anlıyorsun değil mi, olay kirişte, okta ya da kabzada değil. Her şey kafada bitiyor.’

Yukardaki satırlar edebiyatımızın genç sesi ON8’den çıkan Damdaki Melek adlı kitaptan. Dört huzursuz ruhun aradığı bir cevabın da özeti sanki. Kitabın dört kahramanı var ve bu karakterlerin dördü de aslında aynı geçmişten kaçıyor !

Bu duygu bana tuhaf şeyleri hatırlattı. Aynı geçmişten kaçmak nasıl bir reflekstir, bu topraklarda yaşayan bireyler olarak sanırım bizler buna epey aşinayız. Hepimizin bir geçmişi var, tamam ama hepimize göre farklı bir geçmiş o. Belki de ‘farklı’ şimdiki zaman algılarıyla yaşadığımız için .

Bu çerçevede daha önce yazdığım açlık grevleri ile ilgili yazıma gelen mektupları yeniden düşündüm. İç burkan okur mektuplarını. Her anlamda...

Ton olarak öfkeli mektuplardı. Kimi hükümeti eleştiriyordu, kimi cezaevinde açlık grevleri yapanları. Beni en çok düşündürense ‘Türkiye’nin başka dertleri var, biraz da ona kalem oynat’ tarzında yazılmış olan bir mektuptu.

Türkiye’nin çok derdi olduğunun farkındayım. Ancak Türkiye’nin en büyük derdinin demokratik hak ve özgürlükler olduğunu bir kez daha burada yinelemek durumundayım. Bireysel yaşam hakkı hâlâ bu ülkede sorunlu bir konu ve bu bizim (evet hepimizin) en temel sorunudur. Ne kadar kaçarsak kaçalım.

Ulusal basında pek yer almadığı için izleyebiliyor musunuz, bilmiyorum. Gelen mesajlar doğrultusunda açlık grevlerinden yayılan halkanın cezaevlerindeki çocuk mahkumları da içine almaya başladığını duyuyoruz. Yaşamın genç bedenlerin kıyısına böylesi bir biçimde vurması çok vahim. Daha da vahimi bu çocukların sayıları konusunda kimse net bir şey söyleyemiyor, açlık grevinin kaçıncı gününde oldukları bilinmiyor, en önemlisi sağlık durumlarının nasıl bir seyir izlediğini bilmek mümkün değil.

Çok ama çok daha vahimi ise bu çocukları, gençleri nasıl bir geleceğin beklediği sorusudur. Yaşama böylesi bir savrulmayla başlayınca yaşamın anlamı da o savruluşun içinde kaybolup gidebiliyor. Belki de bu yüzden ölümün anlamı yaşamın bu halde seyreden anlamsızlığı karşısında kolayca değer kazanabiliyor. Üstelik bu durum, sadece onları, kuşaklarını sarmalayacak bir tehdit değil, insanlık adına kaybedeceğimiz bir arbedenin de adı olmak üzere. Bu çocukların ailelerinin dışarda nasıl bir tedirginlik yaşadığını ise tartışmak bile istemiyorum .

Tekrar başa dönecek olursam, Türkiye’de kalem oynatacak daha çok sorun var. Özellikle çocuk ve gençlerle ilgili sorunlarımız dağ gibi. Ancak bugünkü koşullar altında, tam da bugün beni cezaevindeki gençlerin yaşadığı dram daha çok ilgilendiriyor. Onlara yaşam adına söyleyebilecek bir sözüm, gölgelenmiş yüzlerine bakacak yüzüm kalmadığı için.

Belki de bunun adı çaresizliktir...

Damdaki Melek’teki dört kahraman gibi çocukluklarını en derinlere gömmek durumunda kalan bu insanlara, de diyebilirsen şimdi: ‘Olay kirişte, okta ya da kabzada değil, her şey kafada bitiyor,’ diye.

(İlgilenenlere özel not: Damdaki Melek, dört Fransız yazar tarafından kaleme alınmış dört kitaplık çok ilginç bir serinin ilk kitabı. Damdaki Melek, Yol Filmi ve Acele Etme çıktı, Mavi Ay ise yolda. )

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.