Babamın en güzel fotoğrafı
Gönül’le (Kıvılcım) İstanbul’un pastırma yazına göz kırpan, albenili sonbahar günlerinden birinde buluşup kahve içtik. Arkamızdaki Taksim giderek bir şantiye rengine bürünürken yaşamdan, edebiyattan ve bir süre sonra yürüyerek aşağılara, Kabataş’a doğru inerkense tarihten bahsettik. Tahmin edeceğiniz gibi bahsettiğimiz tarih, resmi tarih değil, o tarihin içersine sıkıştırılmış ve unutulmaya, unutturulmaya yüz tutan detaylardı.
Bir yandan onun Karaköy tarihi üzerine anlattıklarını dinlerken (bu konuda üzerinde titizlikle çalışarak yazmış olduğu ‘Yaşayan Tanıklarla Karaköy’ adlı bir kitabı var) bir yandan da yeni romanı ‘Babamın En Güzel Fotoğrafı’nda, işini seven ve onu iyi yapan bir yazarın kitabına yansıttıklarını zihnimde tutmaya çalışıyordum.
Maraş Olayları’na kadar uzanan kurgu, Gönül’ün Mersin’deki bir kadının yaşamtanıklığıyla daha da renklenmiş. Konuşurken olayları yaşamış bir kadın tanık bulmanın önemine değindi Gönül. ‘Kadınlar çok tuhaf detayları hatırlıyor’ dedi. ‘Kadınlarda bellek daha farklı işliyor.’
Belleği önemseyen bir meslektaşı olarak daha da meraklandım. Gelin görün ki hemen okuyacağımı düşünmeme karşın kitap elimde bir süre durdu bekledi. Onca hayhuy arasında, sonbahar günleri, geç gelen kış derken nihayet sıra ona geldi! Ve elbette söz konusu Gönül Kıvılcım olduğunda beni şaşırtmayan o sonuçla karşılaştım: Karşımda gerçek bir edebiyat metni vardı.
Kitaptan çok belki bundan söz etmem gerekiyor size. Açıkçası kendi zihninizdeki labirentlerle nerelere varabileceğinizi keşfetmeniz için bu yolculuğa kişisel olarak çıkmanız gerekebilir. Gerçek bir edebiyat metninin okura sunabileceği bir nimettir bu. Kısacası günümüzde çok da umursamadığımız bir eşik! O eşikten geçmeyi göze aldığımızda, değişmeyi de göze alıyoruz demektir. Değişmekse bir tehdittir. Bu anlamda, bizi zorlamayacak, ‘bize bizi’ anlatan kitapların pek de bir riski yoktur. Ne bizi ne de yaşamlarımızı değiştirir onlar! Sadece bildik duygularımızın okşandığı zamanlar geçiriririz onlarla. Sadece ‘Aaa kitaptaki kahraman var ya işte bu aynı ben’ deriz! ‘Aaa işte ben de bunları yaşamıştım zaten’! ‘Aaa, işte aynı benim düşündüğüm şeyler! İşte benim muazzam tarihim. Anlı şanlı geçmişim...’
Bugün anlam kargaşaları içersinde yitirdiğimiz ‘edebiyat metni’ olgusu tam burada karşımıza çıkıyor galiba.
‘Babamın En Güzel Fotoğrafı’ farklı duruşu, keşfedilmeyi bekleyen sesi, bizleri değişime davet eden tonuyla bu tavrı destekleyen bir çalışma. Farklı katmanları, değişik kökleri, yaşanmışlıkları, yaşanacakları yeniden düşünebileceğimiz bir yapboz.
Kıvılcım kitabında: ‘Dünyayı unutmak için daha kaç yaprak gerekir?’ diye soruyor. Ben onun kitabının ardından ‘Dünyayı gerçekten hatırlamak için daha kaç yaprak gerekir?’ diye sorma ihtiyacını duydum. Dünyayı ve kendimizi... ‘Dünya içindeki varoluş nedenimizi, kendimize ve yaşamlarımıza gizlenmiş olan gerçek sırlarımızı bulmak için daha kaç yaprağın düşmesi, kaç mevsimin değişmesi gerekir acaba?’ diye.
İstanbul’dan bozkıra, Kızılırmak’ın eşliğinde köklerini arayan bir kadının bu hazin öyküsünü 2012’nin şu son günlerinde kaçırmayın derim.
Ha bir de elbette Notos’un son sayısını ekleyin listenize. Edebiyatta intiharın işlendiği bu sayıda özellikle Gregory Jusdanis’le yapılan ‘Edebiyat Henüz Önemini Yitirmedi’ başlıklı söyleşiyi okumanızı da öneririm. ‘Kurguladığımız bir dünya (yani edebiyat) içinde bulunduğumuz bir dünyayla arasına mesafe koyarak bize bir farkı hatırlatır ve bu fark sayesinde içinde bulunduğumuz koşulları kabul etmek zorunda olmadığımızı ve aslında bu koşulları değiştirebileceğimizi gösterir,’ diyor Jusdanis.
O farkı yansıtmak yazara, onu keşfetmekse sanırım okurlara düşüyor.