Hikayelerimiz
Amerikalı araştırmacılar Mary Jo Maynes, Jennifer Pierce ve Barbara Laslett’ın 2008 yılında ortak imzalı bir kitabı çıktı: Telling Stories. İçeriğini düşündüğümüzde ‘Anlatmak’ diye çevirebileceğimiz bu kitap bizlere sözlü tarih, otobiyografi ya da biyografi türleri için yapılmış görüşmeler aracılığıyla insanların yaşadıkları toplumlardan bağımsız ele alınamayacağını aktarıyordu. Yaşadıkları toplum ister post-modern ister modern olsun, insanların kişisel tarihleri ve bu tarihlerin kayda düşmesi hemen her zaman bu çerçevede gerçekleşiyordu. İnsanlar, anlattıkları düşünüldüğünde, yaşadıkları toplumdan bağımsız değildiler, olamıyorlardı.
Kitap insan yaşamlarındaki hikayelerin tek başına, bağımsız yaşamların hikayeleri gibi görülemeyeceğinin altını çiziyor, anlatılan yaşam hikayelerinin toplumla ne kadar iç içe olduğunu gözler önüne seriyordu. Bu anlatılan hikayelerde saklı olan insan güdüleri, refleksleri ve hatta düş gücünün bile kazanılmış yaşam deneyimleriyle etkileşim içinde olduğu vurgulanmaktaydı.
Beni en çok düşlerle ilgili olan bu bölüm ilgilendirmişti. ‘Hani hiç değilse düşlerimizde özgür olacaktık’ fikri kafamı kurcalamıştı. Ancak istesek de istemesek de fark etmemiz gereken önemli bir husustu bu: ‘Düşler’in bile (o çok ulaşılmaz, dokunulmaz, özerk bulduğumuz düşlerin bile) içinde yaşanılan toplumla soluk alıp verdiği... Buradan çıkarabileceğimiz belki şuydu: Bir toplum insanlarına ne kadar özgürlük sunabilirse, o toplumun insanlarının yaşamları ve elbette düşleri de o kadar renkli, farklı ve çeşitli olabilir!
Uludere-Roboski’yi düşündüğümüz bu günlerde kitabı yeniden hatırladım. Üstelik tam da yukarda sözünü ettiğim mesajla birlikte. Kısacası Roboski’yi yaşamanın, orada geçen sene olup bitenleriyle hemen hepimizi ilgilendiren devasa bir öykü olduğunu fark ettiğim sırada.
Bugün orada anlatılanları yalanlayan, yok sayan, hafifletmeye çalışanlar için bile geçerli olan bir durumdu bu. Kısacası orada ‘yaşanmış’ olan birinci tekil şahıs anlatıcılarla bitmeyen, bitmeyecek bir hikayeydi. Roboski hepimizin hikayesiydi. Orada hepimiz vardık, varız.
Bugün, diyelim ki evladını yitirmiş Uludereli bir kadının o faciayı dillendirirken, kopuk kopuk anlattığı hikayesinde, o hikayenin çatlaklarına ve kabuslarına düşen sesinde, o sesin kısıklaşması ve kaybolmasında hepimiz varız. Yani resmi ‘dillerin’ dayattığı gibi çok da ‘farklı’ ve ‘uzak’ değiliz birbirimizden. Hikayelerimiz, bilardo topları gibi birbirine çarpıp ayrılsa da, nihayetinde aynı çuhanın üzerindeyiz. Farklı düşlerin içinde gezindiğimizi sansak da üzerinde inşa ettiğimiz yaşam çuhanın kurallarıyla düşlemek durumunda olduğumuz kısıtlı bir ‘yaşam.’ (Belki düşlerimiz de bu yüzden bu kadar kısıtlı!)
Doğu ya da batı... Kuzey ya da güney. Bu ülkedeki anneler yıllardır tek bir sesle ağlıyor yitirdiklerinin arkasından. O seste ise hepimizi ilgilendiren bir nokta var. Gençlerini heba etmeye meyil eden bir toplumun sarsak kurallarıyla yaratılmış olan bir çatlağın varlığı. İnsan yaşamını pek de önemsemeyen bir yapının yarattığı çukur. Dün Uludere’de, bugün ODTÜ’de, yarın kim bilir nerede ve nasıl karşımıza çıkacak. Bizler kendi aramızda suçlu arar ve bu uğurda düşlerimizi aklamaya çalışırken kim bilir kaç genç, kaç çocuk, kaç kadın daha kopuk anıların içinde soluklaşacak.
Belki de, tam da bu yüzden birbirimizin hikayelerine inanmamız gerekiyor. Çuhanın bütününü görebilmek için hiç de azımsanamayacak bir adım!
Şimdilik burada duralım ve yeni yıla hazırlanan yaşlı dünyamıza el edelim. Geçen gün elime neşeli bir takvim tutuşturdular. Sayfaları karıştırdım. Neler yok neler. Bir sürü mesaj. Sizlerle paylaşayım istedim bir bölümünü: Hayatı kucakla, hızını kesme, gücünü artır, değişimi yakala, sıcacık gülümse ve yaşama bağlan...
Böyle insanların yaşadığı bir toplumda yaşam öyküleri de bambaşka olurdu diye düşündüm.