Şampiy10
Magazin
Gündem

Hikayelerimiz

Amerikalı araştırmacılar Mary Jo Maynes, Jennifer Pierce ve Barbara Laslett’ın 2008 yılında ortak imzalı bir kitabı çıktı: Telling Stories. İçeriğini düşündüğümüzde ‘Anlatmak’ diye çevirebileceğimiz bu kitap bizlere sözlü tarih, otobiyografi ya da biyografi türleri için yapılmış görüşmeler aracılığıyla insanların yaşadıkları toplumlardan bağımsız ele alınamayacağını aktarıyordu. Yaşadıkları toplum ister post-modern ister modern olsun, insanların kişisel tarihleri ve bu tarihlerin kayda düşmesi hemen her zaman bu çerçevede gerçekleşiyordu. İnsanlar, anlattıkları düşünüldüğünde, yaşadıkları toplumdan bağımsız değildiler, olamıyorlardı.

Kitap insan yaşamlarındaki hikayelerin tek başına, bağımsız yaşamların hikayeleri gibi görülemeyeceğinin altını çiziyor, anlatılan yaşam hikayelerinin toplumla ne kadar iç içe olduğunu gözler önüne seriyordu. Bu anlatılan hikayelerde saklı olan insan güdüleri, refleksleri ve hatta düş gücünün bile kazanılmış yaşam deneyimleriyle etkileşim içinde olduğu vurgulanmaktaydı.

Beni en çok düşlerle ilgili olan bu bölüm ilgilendirmişti. ‘Hani hiç değilse düşlerimizde özgür olacaktık’ fikri kafamı kurcalamıştı. Ancak istesek de istemesek de fark etmemiz gereken önemli bir husustu bu: ‘Düşler’in bile (o çok ulaşılmaz, dokunulmaz, özerk bulduğumuz düşlerin bile) içinde yaşanılan toplumla soluk alıp verdiği... Buradan çıkarabileceğimiz belki şuydu: Bir toplum insanlarına ne kadar özgürlük sunabilirse, o toplumun insanlarının yaşamları ve elbette düşleri de o kadar renkli, farklı ve çeşitli olabilir!

Uludere-Roboski’yi düşündüğümüz bu günlerde kitabı yeniden hatırladım. Üstelik tam da yukarda sözünü ettiğim mesajla birlikte. Kısacası Roboski’yi yaşamanın, orada geçen sene olup bitenleriyle hemen hepimizi ilgilendiren devasa bir öykü olduğunu fark ettiğim sırada.

Bugün orada anlatılanları yalanlayan, yok sayan, hafifletmeye çalışanlar için bile geçerli olan bir durumdu bu. Kısacası orada ‘yaşanmış’ olan birinci tekil şahıs anlatıcılarla bitmeyen, bitmeyecek bir hikayeydi. Roboski hepimizin hikayesiydi. Orada hepimiz vardık, varız.

Bugün, diyelim ki evladını yitirmiş Uludereli bir kadının o faciayı dillendirirken, kopuk kopuk anlattığı hikayesinde, o hikayenin çatlaklarına ve kabuslarına düşen sesinde, o sesin kısıklaşması ve kaybolmasında hepimiz varız. Yani resmi ‘dillerin’ dayattığı gibi çok da ‘farklı’ ve ‘uzak’ değiliz birbirimizden. Hikayelerimiz, bilardo topları gibi birbirine çarpıp ayrılsa da, nihayetinde aynı çuhanın üzerindeyiz. Farklı düşlerin içinde gezindiğimizi sansak da üzerinde inşa ettiğimiz yaşam çuhanın kurallarıyla düşlemek durumunda olduğumuz kısıtlı bir ‘yaşam.’ (Belki düşlerimiz de bu yüzden bu kadar kısıtlı!)

Doğu ya da batı... Kuzey ya da güney. Bu ülkedeki anneler yıllardır tek bir sesle ağlıyor yitirdiklerinin arkasından. O seste ise hepimizi ilgilendiren bir nokta var. Gençlerini heba etmeye meyil eden bir toplumun sarsak kurallarıyla yaratılmış olan bir çatlağın varlığı. İnsan yaşamını pek de önemsemeyen bir yapının yarattığı çukur. Dün Uludere’de, bugün ODTÜ’de, yarın kim bilir nerede ve nasıl karşımıza çıkacak. Bizler kendi aramızda suçlu arar ve bu uğurda düşlerimizi aklamaya çalışırken kim bilir kaç genç, kaç çocuk, kaç kadın daha kopuk anıların içinde soluklaşacak.

Belki de, tam da bu yüzden birbirimizin hikayelerine inanmamız gerekiyor. Çuhanın bütününü görebilmek için hiç de azımsanamayacak bir adım!



Şimdilik burada duralım ve yeni yıla hazırlanan yaşlı dünyamıza el edelim. Geçen gün elime neşeli bir takvim tutuşturdular. Sayfaları karıştırdım. Neler yok neler. Bir sürü mesaj. Sizlerle paylaşayım istedim bir bölümünü: Hayatı kucakla, hızını kesme, gücünü artır, değişimi yakala, sıcacık gülümse ve yaşama bağlan...

Böyle insanların yaşadığı bir toplumda yaşam öyküleri de bambaşka olurdu diye düşündüm.

Yazının devamı...

Benim üniversitelerim

‘Kötülük her yerdeydi ve kimse nedenini bilmiyordu.’

Maksim Gorki’nin ‘Benim Üniversitelerim’ adlı romanının girişinden alıntıladığım bu cümlesini düşünmeme yol açan bir neden var. Aslında birçok neden var da ben şimdilik aklımı kurcalayıp duranı sizlerle paylaşayım.

İki gün önce adres kutularımızı dolduran mektuplar geldi.Türkiye’nin önde gelen üniversite rektörlüklerinin bu uğurda sıraya girdiği bir ‘resmiyetle’ karşı karşıyaydık. Satırları okudukça şaşkınlığım arttı. Bir üniversite fikrinin kafamdaki anlamını tekrar tekrar bulmaya çalıştım. Bir üniversiteyi üniversite yapan nedir diye düşündüm.

Olay ODTÜ’deki öğrenci hareketinin resmi dille protesto edilmesiydi. ‘Resmi dil’i özellikle kullanıyorum çünkü bu dilde hemen hepimizin şapkasını önüne koyup düşünmesini gerektiren bir merkeziyetçilik fikri hakimdi. Akademi dilinin iktidarın dili haline geldiğinin çok net göstergesiydi bu dil. Bu açıdan da son derece kaygı vericiydi. Hemen belirteyim, burada iktidarı sevip sevmemeyi tartışmıyorum bile. Tartıştığım, üniversite fikrinin özgürlük, demokrasi ve bağımsızlıkla kurduğu, kurması gereken, beklenilen, umulan ‘doğal’ ilişkisidir. Hatta bir üniversiteye 3000 kişilik bir ‘polis’ koruma ekibiyle girilmesinin yaratabileceği teyakkuz da değil; üniversitede bunu protesto eden genç insanların tepkisinin ön plana çıkarılması bile değil. Bu da nihayetinde, içinde önemli açmazlar barındırsa da bir vicdan ve algı sorunudur, bir yere kadar anlayabilirim. Asıl tartıştığım, asıl tartışmamız gereken nokta ise, tüm bu olaylar yaşandıktan sonra basına ve kamuoyuna yansıyan akademi dilinin artık ‘akademik bir dil’ falan olmadığıdır.

Bu halde akademiden ne bekleyebiliriz? Böylesi bir biat etme ve razı olma dilinin içinden gerçek bilim insanları, yani yaşamı, evreni, bilgiyi, dogmayı sorgulayacak beyinleri nasıl çıkaracağız? Böylesi bilim insanlarının bize tuttuğu ışık ve gölgeden, yaratıcılığı, bilinmez olana yapılabilecek yolculuğun heyecanını, buradan beslenecek bir heyecanın sanata, yaşama ve hepimize sunacağı derinliği nasıl bulabileceğiz ve tüm bunlardan değişik, katmanlı, farklı anlamlar (ve elbette farklı inançlar) çıkarabileceğiz? Daha yalın söyleyeyim: Sığlığı, vasatlığı, günü kurtarmayı, korkuyu ve ezberi nasıl aşabileceğiz?

Diyeceksiniz ki tüm bu işaret ettiklerin son on yılın sorunu değil. Katılırım. Ancak son on yılın sorunu olmaması bugün çözülmeyeceği ya da eleştirilemeyeceği anlamına gelmemeli.

Tekrar tekrar düşünmemiz gereken bir eşikteyiz: Üniversite nedir ve kimler için vardır diye.?

Bu arada rektörlerden gelen metinleri çok sayıda akademisyen karşı bildirilerle protesto ediyor. Kendilerine buradan teşekkürü bir borç biliyorum. Çoğu araştırma görevlilerine ait olan bu kıymetli imzaların üst kadrodakiler tarafından da destekleneceğini umuyorum. Unutmasınlar ki emeklilik gelir, kadrolar geçer. Kalacak olansa başka hususlardır. Üniversitenin gerçek anlamını barındıran hususlar...

Bu yazıyı sizlerden gelen bir mektupla bitireyim. İnançla ilgili yazdıklarıma Kemal Tümerkan şöyle demiş: ‘Düşüncelerimiz, başkalarının düşünceleri olarak oluşur, biz onları içtenlikle sorgulamadıkça başkalarının düşünceleri olarak kalırlar.’

Üniversitelerle ilgili yazdıklarıma da iyi bir referans oldu bu. Akademi biraz da bunun için var. Beyni beyinle buluşturmak ve bambaşka düşünceleri ufka taşımak için. Dahası bundan korkmayan, böylesi bir korkunun kötülük üretmekten başka hiçbir şeye yaramayacağını anlamış ‘bireyler’ yetiştirebilmek için.

Yazının devamı...

Başkan Babamızın Sonbaharı

Bir okurumuzdan Cumartesi günü yazdığım ‘İnanç’ başlıklı yazıma bir mektup geldi. İlginç bir mektup. Sizlerle de paylaşayım:

‘Anlattıklarınız, benim bir süredir izlediğim yaşanan olaylardan çıkardığım sonuçla bire bir örtüşüyor ama bunu sanki kendi düşüncem gibi algılıyordum. Sizin yazınızı okuyunca gördüm ki, benim gibi düşünenlerin olmasının yanı sıra, neredeyse bilimsel olarak bile ispatlanmış diyebiliriz. Ama düşünüyorum da, benim de bir inancım var. Mesela bu hayatta karşıma çıkabilecek hiçbir şeyin Allah’a olan inancımı sarsamayacağını düşünüyorum. Ama hep şunu söylerim, eğer ki biri çıkarsa ve bana mantıklı bir açıklamayla Allah’ın olmadığını ispat ederse, Allah’a olan inancımdan vazgeçerim. Bir başka örnek de, şu anda Suriye’de bazı terörist grupların insanların kafalarını keserken görüntüleri. İslam adına Allahuekber diyerek bu vahşeti icra ediyorlar. Bunu ben izlemekte zorlanırken, onlar bunu sıradan bir şeymiş gibi yapıyorlar. Onlara bunu yaptıran da yine bir inanç. Bu iki örnekten şunu çıkarabilir miyiz? İnanç normal bir insani durumdur, belki de ihtiyaçtır; çevreyi, doğayı, hayatı sorgulayıp ulaştığımız doğrulardır bir nevi. Bu sorgulamalara bir cevap bulma ihtiyacı hissederiz çünkü. İnsanoğlunun merakından olsa gerek. Ama bir şeye inanırken, aklımızla değil de, başka bir şeyle, mesela dürtülerle ya da başkasının yönlendirmesiyle hareket edip, inancımızı bu şekilde belirleyince olayın boyutu değişiyor sanırım. O zaman pes dediğimiz durumlar ortaya çıkıyor. Sizin bu konudaki fikrinizi merak ediyorum açıkçası.’

Okurumuzun Suriye örneğini görünce, bu mektuba bir edebiyat metniyle yanıt vermek istedim.

1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in bir romanı vardır: Başkan Babamızın Sonbaharı. Bu kitapta yazarımız sevgiden nasiplenememiş, kafayı sıyırmış bir başkan çıkartır karşımıza. Onun kendince yaşama tutunmak adına işlediği cinayetleri tek tek gösterir bize. Kan ve şiddet, bu adam için yaşamına belki de anlam yükleyebildiği yegane araçlar haline gelmiştir.

Bu noktada iktidarı, iktidarı temsil edeni görmemizi arzu eder Marquez. Ancak aynı zamanda bu zatı ‘lider’ kılanın, bir biçimde onun yaşamına tanıklık eden ‘tipler’ olduğunu da bilmemizi ister. Başkanın meşruiyetini, kan dökücülüğünü asıl meşru kılanlar bu adamın icraatına o ya da bu şekilde tanıklık edenlerdir. Başka bir deyişle, siz dikkatli okurlar olarak, yazarın o şahane üslubunda saklı olanın aslında şu gerçek olduğunu anlarsınız: Bu kişiyi ‘başkan’ kılanın, onun eyledikleri karşısında sessiz kalanlar, teslim olanlar, dümen suyuna gidenler olduğunu; sistemin de bir biçimde kendine böyle yol çizdiğini. Dahasını da keşfetmeniz mümkündür: Başkan’ı yaratan gerçek dışı düzenin kökeninde de bu türden bir teslimiyetçilik vardır.

Okurumuzun şiddete işaret ettiği inanç burada devreye girer. Gerçek dışılığın ‘gerçekmiş’ biçiminde algılanması ve sürekli olarak ‘makul’ bir şeymiş gibi üretilmesi.

Kitaptan bağımsız olarak şunu söyleyebilirim: Diktatörler bunu üreten kişilerdir. Ancak şunu unutmamak gerekiyor: Asıl üretim bunun yankılanmış halinde gerçekleşir. O ya da bu şekilde bu şiddete onay verenler sayesinde. O ya da bu şekilde bu şiddete ‘razı’ olanlar sayesinde. O ya da bu şekilde bu şiddeti ‘şiddet’ gibi görmeyenler sayesinde.

Bunu alenen bir şiddet değil bir ‘inanç’ biçiminde algılayanlar sayesinde...

Dolayısıyla benim gözümde çağımızda ‘inanç’ denilen şey, aslında bir ‘başkan’ın ya da bir ‘diktatör’ün kendini sarabildiği, kendine inananlardan feyz aldığı güruh mantalitesinden yansıyanlardır. Yaşama tutunmak adına şiddeti meşru kılan liderlerin ‘sıradan’ ve o çok tanıdık, karbon kopya öyküleri değil. Bu tür başkanların gerçek öyküleri, onları yaratan gerçek dışı düzenin öyküsüdür. Ve asıl öykü de budur zaten!

Yazının devamı...

İnanç

Sosyal psikolog Leon Festinger, Henry Riecken ve Stanley Schachter 1956 yılında ortak bir çalışmanın altına imza attılar: When Prophecy Fails-Kehanet Boşa Çıktığında. Ekip, UFO’lara meraklı küçük bir grubun Kıyamet Günü’ne dair inanışlarını mercek altına aldı. Bu olayın gerçekleşmesine duyulan inanç kadar, bu olay gerçekleşmediğinde grubun inanç sisteminin nasıl işlediğine dair bulunanlar, araştırmanın temel noktalarından biriydi.

Kısaca özetlemek gerekirse Kıyamet Günü’nün geldiğine inanan bu grup, olay ‘zuhur ettiğinde’ başka bir gezegenden birilerinin bir uzay gemisi içerisinde gelip onları kurtaracağına inanıyor, bunu dillendirmiş olan grup liderinin direktiflerini harfiyen yerine getiriyordu. Öyle ki olayın gerçekleşeceği gün ve yerde uzay aracına binmelerine engel olacak bütün metal eşyaları üzerlerinden çıkardılar. Aklınıza gelebilecek her türlü metal. Fermuarlar, tokalar, sutyen klipsleri, yüzükler, küpeler... Amaca kilitlenmişlerdi bir kez. Dünya bitmek üzereydi ama kurtuluş ‘onlar’ için yakındı! Nasılsa grup liderlerine olan bağlılıkları tamdı ve gün o gündü: 21 Aralık. Buradan inancın, insanın en temel ‘beyin’ dürtülerinden biri olduğunu çıkarabilirdik. Ancak çıkarabileceklerimizin hepsi bu değildi!

Tahmin edebileceğiniz gibi beklemek uzun sürdü. Ancak ne gelen vardı ne giden. Saatlerce beklediler. Bu esnada beklemenin sözcük olarak ne anlama gelebileceğini, yan anlamlarını, metaforlarını da düşünmüş olabilirler. Beklemenin bir eşik olabileceğini, yeryüzündeki rollerinin neler olduğunu, gelecek günlerde yaşamın nasıl hasıl olabileceğini vb.

İşin aslı bu çalışmanın bizlere sunduğu en önemli husus bu da değildi. Bir şeye inanırsanız beklerdiniz. Sonuçta beklemenin kısmen rasyonalize edilebileceği yanlar da olabilirdi. Hayır çok daha kaydadeğer olan başka bir şey vardı!

Başka bir şey! İnanmaya dair bambaşka bir husus.

Gruptaki insanlar Kıyamet Günü’nün gelmediğini gördüklerinde, ‘ne gelen var ne giden’ noktasından sonra sizce nasıl bir kanıya kapılmış olabilirler? Aldatılmışlık hissi olabilir mi bu? Ya da kendini saf biri gibi hissetme duygusu? Pişmanlık? ‘Bir daha asla’ duygusu? Hayır. Hiçbiri değil!

Peki ne mi?

İnsan beyninin, iş ‘kuvvetli’ bir inanca geldiğinde olup bitenleri nasıl meşru kıldığının ya da akladığının güzel bir örneği sayılabilecek bir kanıya vardı bu insanlar: Liderimiz bizi felaketin eşiğinden kurtardı! Ona inanarak yarattıkları ışığın yoğunluğu sayesinde Yaradan’ın dünyayı kurtardığına inanıyorlardı.



Bu yazıyı Şirince’deki kıyamet örneği için yazmadım. Gerekçesi Şirince olsa da inanç sisteminin biz insanları nerelere vardırabileceğini hatırlayabilmemiz için kaleme aldım. Bu satırları yazarken aklımda daha çok ODTÜ’lü öğrenciler ve onlara uygulanan şiddet vardı. Okuldaki protesto gösterisinden sonra ertesi gün onların evine dalanların inanç sistemini düşündüm. O gençlere uyguladıkları şiddeti hemen her koşulda nasıl haklı görebildiklerini. Kendilerini nasıl haklı gösterebildiklerini. Ve tahmin edebileceğiniz gibi bu tuhaf inanç sistemi karşısında ‘pes’ dedim.

Yazının devamı...

En Uzun Gece

1-Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.

Bir simit parası istedi benden.

11-12 yaşında ya var ya yoktu. Kağıt toplayan, şu erken büyüyen çocuklardandı.

21 Aralık’a 1-2 gün kalmıştı. Maya Takvimi’ne göre kıyamet kopacak ve İzmir’in Şirince köyüne gidenlerle, Fransa’nın bilmem ne köyünde kalanlar kurtulacak ve arşa ereceklerdi.

Köye gidenlerin isimlerine baktım. Otellere döktükleri paralara, sığındıkları konaklarda gece başına harcadıklarına. Bu satırları okudukları zaman ‘sana ne, paramı istediğim gibi harcarım kardeşim’ diye mırıldandıklarını duyar gibi oldum. ‘Bu dünyada özgürlük var, seçim benim, para benim’ deyişlerini duyar gibi oldum, evet.

Bir de karşımda duran çocuğa baktım.

Maya Takvimi’nin kıyametten kastettiğinin dünyadaki adaletsizlik olduğunu, bu yüzden kıyametin zaten çoktan beridir kopmuş olduğunu bir kez daha teslim ettim.

2-Birileri sürekli konuşur birileri sürekli bakar, kıyamet ondan kopar

Yağmur deli gibi yağıyordu. Zar zor kendimizi şehir hatları vapuruna attık. Nicedir Karaköy’deki iskeleye uzay gemisi gibi yanaşıyordu gemiler, pek eğlenceliydi. Kapakları onlar gibi açılıp, onlar gibi kapanıyordu. Işınlanır gibi içeri giriyordunuz. İçerisi sıcak ve alımlıydı. Herkes şemsiyelerini açıp önüne yaydı. Birazdan çay servisi de başlayacaktı. Derken o da ne! Ekranlar! Her yere bir ekran kondurmuşlardı. Orada birileri sürekli ama sürekli konuşuyordu. Ses yüksek, ekrandaki icraat cümleleri müthişti. Ekran sayısı o kadar çoktu ki kaçmanız mümkün değildi. Kendi kendinize kalmanız mümkün değildi! Kendi kendinize düşünmeniz mümkün değildi! Varolmak mümkün değildi... ‘1984’ diye iç geçirdim.

Uyandığımda uzay gemisi Kadıköy’e yanaşıyordu.

Kıyamet beynimize işlemişti de haberimiz yoktu.

3-Biri sürekli işkence eder, ben haklıyım der; kıyamet ondan ürer.

Gülten Kışanak Diyarbakır Cezaevi’nde koğuştan alınıp işkence gördüğü yeri ve günleri anlatıyor, 12 Eylül darbesinin en meşhur işkencecilerinden olan bir kişinin köpeğinden bahsediyor. ‘Köpeği çok kıymetliydi. Ona özel bakılır, et getirilirdi. Köpeği çıkartıp beni oraya koydular. Günde iki üç kez gelip kendisi beni dövüyordu. O günden sonra koğuşta Türküm diyeceksiniz, marş ezberleyeceksiniz baskısı başladı. İki ay kadar sürdü. Koğuştaki arkadaşların bir kısmı bunu kabul etti. Kabul etmeyenleri de benim yanıma getirdiler. Küçücük odada 6 ay kadar 6-7 kişi işkence çektik. Koğuşa geçirdikten sonra da aynı uygulamaya devam ettiler. 2 ay yalnız kaldığım dönem korkunçtu. Günün 24 saati işkence görüp tuvalete dahi çıkartılmadığımız o pisliğin içinde oturduğumuz zamanlardı.’

‘Bugünü konuşmadan geçmişi konuşmamalıyız’ diyen Kışanak, Diyarbakır Cezaevi’yle yüzleşmenin önemini vurgularken ‘Uludere’de anaların yaşadığı benimkinden daha mı az?’ diye soruyor.

4-Şimdi ve gelecek geçmişin aynısı olur çıkar; kıyamet ondan kopar

Okul deneylerinde bir el fenerinin içinden süzülen ışık, yivli lastik bir topu gelişigüzel döndüren pofuduk bir çocuk elinin üstüne düşen mevsim olabilir. Aynı o el, topu fenerden uzak bir noktaya çekip döndürmeye kalktığında, mevsimlerden kış gelmiş, yivli topsa uzun gecelerin içinde demektir. 21 Aralık! Sonra yaz gelir, sonra bahar. Genç bu, yaşayarak, deneyerek, masallar dinleyerek ve en çok da bu masalları sorgulayarak öğrenecektir.

Bu masallardan farklı anlamlar çıkarabilenler, onlara her anlatılana razı olmayan çocuklardır. Bu razı olmayışın karşılığı ise biber gazı ve cop değildir. ODTÜ’de yaşananlar buna örnektir. ‘Hayır’ diyebilen bir gençliği cezalandırmaksa, kıyamettir, kıyamet. (Gençler her şeye evet derlerse asıl bundan korkmalıyız!)

En iyisi bu masallarda ve geçmişlere anlatılanlara bir kez daha bakmalı, yanlışları çekip almalı, gideni gittiğiyle bırakmalı, yaraları sarmalı, tekrar tekrar düşünmeli. Düşünmeli ki yeni yıllar bir önceki yıllar gibi olmasın. Aynılığın kıyameti içerisinde kimse yanmasın. Yanandan nemalanmasın.

Bu nemalardan vazifeler çıkarmasın, küfrü, iftirayı en kral söz saymasın. Şimdinin gücü şimdide ve yaşanmakta olanın kudretinde kalsın.

Galiba bir Mayalı olsaydım da böyle düşünürdüm... 22 Aralık’ta görüşmek üzere.

Yazının devamı...

Şiddet ve Şiddetsizlik

2013 iyice yaklaştı. ‘Bu yıldan neler bekliyorsun?’ diye soranlara ‘şiddetsizlik’ diye başlayan cümleler kuruyorum. Ardından da gelen soru şu oluyor: ‘Şiddetsizlik bir çözüm müdür?’

Şiddetin kesinkes çözüm getirmediğini biliriz bilmesine. Dahası şiddetin tek işlevinin kendi dünyalarımız içerisinde yeni şiddet tohumları yarattığı da bilinen bir gerçektir. Peki ya şiddetini içine gömenler için ne söylenebilir? Basit: ‘Şiddet hiçbir zaman bu yolla sakinleşmez!’ Siz sakinleştiğini düşünebilirsiniz ama o bir gün yeniden fişekleneceği umuduyla kuytuda durup bekler. Dolayısıyla şiddeti tanımlarken şiddetsizliğin de ne olduğunu düşünmek durumundayız.

Elimdeki bir kitap tam da bunu anlatıyor.

‘Şiddetsizlik her zaman çözüm değildir’ diyor. Üstelik çatışmaların bu şekilde daha da uzayacağına dikkat çekiyor. ‘Şiddetsizlik her durumda başarılı olmaz!’ diyerek şiddetin tanımını bir kez daha masaya yatırmamızı istiyor bizlerden. ‘Çatışma bir kez yerleşmeye görsün, iyi çözüm yoktur,’ diyor. Aranması gerekenin ‘zararları sınırlandıracak ve olabildiğince az acıya neden olacak çözümlerden geçtiğini’ vurguluyor.

Ne şiddet yanlısı ne de şiddet karşıtı olmanın bazı durumlarda işe yaramadığına tanık olmuşuzdur ya, kitap tam da bu noktada bizlere ‘çatışma karşıtı’ olmayı öneriyor. Kendinizi sürekli frenlemek yerine çatışmanın doğmasına olanak sağlayacak durumlara yenik düşmemekten bahsediyor. Çatışmadan kaçınan insanların ‘dünyanın pısırık, korkak, ezilen ya da kaçan’ insanlarından olmak anlamına gelmediğinin altını çiziyor.

Üstelik yaşadığımız zaman diliminde cesurluğun tanımının artık ödleklik karşıtı bir sözcük olmadığını ve cesaretin ihtiva ettiklerini tam olarak içermediğini (ya da içeremediğini) de biliyoruz. Ne de olsa gerçeğin kaygan zemindeki hali ortada.

Dahası çatışmadan kaçınmanın bir cesaretsizlik örneği olmadığını da teslim etmek önemli. Zaten yaşamımız savaşlarla, çekişmelerle ve çatışmalarla dolu. Bunu değiştirebilmenin koşulları yeni şiddet sayfaları açmak ya da kendini şiddetsizliğin tutsağı haline getirmeden de sağlanabilirmiş gibi geliyor bana da.

Bu köşede daha önce çıkan kitaplarını da tanıttığım Brigitte Labbe’nin, ‘Şiddet ve Şiddetsizlik’ (Günışığı Kitaplığı, Çıtır Çıtır Felsefe Dizisi) adlı çalışmasından alıntıladığım yukardaki bazı satırlar, 2013 yaklaşırken bana, çatışmayı tercih etmeyen insanların etraflarına duyarlı, enerji ve isteklerini çözümsüzlüğe değil, çözüme, konuşmaya ve yaşama odaklandırmış insanlar

olduğunu bir kez daha hatırlattı. Belki de cesaretin tanımını yeniden keşfetmemiz gerektiğini de.

Küçük çocuklar ve gençler için yazılmış olan bu kitabı, öfkesi bir türlü dinemeyen ve cesareti farklı yerlerde arayan yetişkinlere de öneririm.



1978-1982 yılları arasında Berlin ve Köln’de çalışmalarına devam etmiş olan ressam arkadaşımız Funda Tarakçıoğlu’nun ‘Öyküsü Olan İşler’ sergisi bugün açılıyor. Onun figüratif, sürrealist ve sembollerle dolu yapıtlarını seveceksiniz. Narlara ve denizatlarına özellikle dikkat edin!

Sergi, Vakıfbank’ın İstanbul 1. Levent’teki Genel Müdürlük Fuayesi’nde, ay sonuna kadar açık.

Yazının devamı...

Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya

Bu bir öykü adı.

Oğuz Atay, bu ilginç öyküyü edebiyatımıza bırakıp aramızdan ayrıldığında takvimlerimiz 13 Aralık 1977 tarihini gösteriyordu.

Dikkatlice bakıldığında yazarın okur karşısında giderek büyüyen çaresizliğinin, anlattıklarının havaya karışmasının, varlığının karıştığı havanın giderek daha da ağırlaşmasının hazin öyküsüdür bu. Öyküde üç yazar vardır. Bir de tren istasyonu şefi. Şef, iktidarlara soyunan bütün şefler gibi zamanla hemen her şeye ve elbette yazarlara da karışmaya başlar. Neyin yazılıp neyin yazılmayacağına, neyin nasıl yaşanacağına karar verme mekanizması haline gelir. Düşünceye, yaşama her şeye müdahale etme hakkını kendinde görmektedir istasyon şefi! Zamanla başarılı da olur ve bu yaptırım sadece yaşama değil, yazarlara da sirayet eder. Yaşamın dinamiği açısından, uzun vadede kesin bir yitiriştir bu. Öyle ki son bölümde kahramanımızı yapayalnız buluruz. Tutunacak hiçbir şeyi kalmamıştır. Hatta istasyon şefi de gitmiştir, trenler ve elbette yolcular da. Yine de umudunu yitirmemiştir yazar. O kırık umuduyla, nereye, kime göndereceğini bilmediği bir mektup kaleme alır ve o meşhur cümleleri yazar. ‘Ben buradayım ey okur! Sen neredesin acaba?’

Bu öyküyü ne zaman okusam öyküdeki yazar kahramanın düştüğü çatlağı, temsili olarak ülkemizdeki düşüncenin içine yuvarlandığı çatlak ya da çelişki olarak görürüm. İşin ilginç yanı o yıllardan bu zamana kadar bu çelişkinin izlerinin hemen hepimizin üzerinde olduğuna da inanırım.



13 Aralık aynı zamanda, 1980 yılında yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren demekti. Onun annesine yazdığı mektubu: ‘Ben buradayım ey insanlar. Siz neredesiniz acaba?’ diye okudum.

Yazarlarına, düşünceye, gençlerine olmadık baskılar dayatan ‘istasyon şeflerinin’ yüzsüz siluetlerini bir kez daha hatırladım.

Bugün idam yasasını yeniden hayata sokmak isteyenleri , askerden medet umanları unutmaya çalışarak okudum gencecik mektubunu.

O mektubu zamanında yok saymış olanları düşündüm. O mektup gibi nice mektuba düşen genç sözcüklerin havaya karışırken bıraktığı sesi. Bugün farklı senaryolarla yaşananları.



Ve o da ne! 13 Aralık gecesi televizyonda bir açık oturuma denk geldim.

Böylesi vodvillerden izleyici toplamayı amaçlayanlara söyleyecek söz bulamadım ve bol bol yeni istasyon şeflerini, yeni istasyon şeflerinin yaratmaya çalıştığı yazar tiplerini düşündüm.

Yazının devamı...

Yaşam ve götürdükleri

O reklamı biliyorsunuzdur.

Havuzun içinde insanlar var; çil çil para içinde ‘hapsolup’ kalmışlar. Hapsolup kalmışlar diyorum çünkü kıpırdayamaz haldeler. Oysa reklamın verdiği mesaj tamamen farklı. Ancak ben onları paraya (ya da para fikrine) boğulmuş, edilginleşmiş insanlar olarak görüyorum. Algı farklılığı bu olsa gerek! Reklama tekrar tekrar bakıyorum: Kendi halinde insanlar bunlar. Sonuçta, çağımızda insanların parayla, dahası yaşamla kurduğu ilişkiyi özetlemesi açısından ilginç bir reklam bu.

Reklamı izlerken orta sınıfın değişen görüntüsü ve bir şekilde ‘etkisizliği’ bu olsa gerek diye düşündüm. Orta sınıf fikrinin değiştiğini, dolayısıyla orta sınıfı oluşturanların da değiştiğini. Belki de bu yüzden orta sınıfın canlılığından, bıçkınlığından söz edemiyorduk artık. Kısacası asıl sorun, iktidarın her kim ve her ne olursa olsun dayatmacı tavrındaki hırsı değil, bunu sorgulayacak konumdaki orta sınıfın katı olan her şeyle birlikte buharlaşmaya yüz tutmasıydı galiba. Artık kuralları, olup bitenleri pek de sorgulamayan, esasen bunu pek de önemsemeyen bir orta sınıf vardı karşımızda. Dahası, artık kendini direksiyonda gören, gidişata yön verebilecek bir orta sınıf fikri mevcut değildi.

Paraların içinde tıkış tıkış, boğulmaya yüz tutmuş, hareket kabiliyetini yitirmiş o kendi halindeki insanları görünce zihnimden bunlar geçti işte.



Pınar Selek davası için bir şeyler yazmak istiyordum. Ancak en güzel yazı Esmeray’dan geldi. ‘Kendimi İhbar Ediyorum’ başlıklı bu yazının bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:

‘Pınar Selek ile ben 95-96 yılları arasında tanıştım. Şaşkındım, bir arayış içindeydim. Artık bana zorla dayatılan seks işçiliğini ve bedenimi satmak istemiyordum. Böyle bir arayış içindeyken Pınar ile yolumuz bir atölyede kesişmişti... O atölyede başka bir hayat vardı. Bütün sokağa attığınız herkesler oradaydı. Travestiler, eşcinseller, tinerci çocuklar, selpak satan çocuklar...Günler geçti. Bir de tiyatromuz olmuştu. Sokaklarda tiyatro yapıyorduk. Bu inanılmaz bir şeydi bizim için. Travestilerle, tinerci çocuklar hani size göre en iğrendiğiniz bu iki grup...

Ben Pınar’la tanıştığımda ilkokul mezunuydum, evet, ama kitap okumayı unutmuştum. Bakın şu an bir köşem var! Bilmem anlatabildim mi? Cümle kurmayı unuturken, şu an tiyatro yapıyorum! Yüzlerce bazen binlerce insanın karşısına çıkıp rahat bir şekilde kendimi anlatıyorum. İşte bütün bunlarda Pınar’ın bakışı, enerjisi, bana verdiği gücün çok büyük etkisi var.’

Bu enerjiye tanık olanlardan biriyim.

Bildiğiniz gibi üç beraat kararının ardından Pınar’a müebbet cezası verilmek isteniyor.



Vahit Kiler’in açıklaması

Kiler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nahit Kiler 6 Aralık Pazartesi günü bu köşede çıkan ‘Kader’ başlıklı yazım hakkında bir açıklama yolladı. Kiler, 17 Eylül 2010 tarihinde meydana gelen ve Serkan Çetin isimli işçinin hayatını kaybettiği kazanın, mesai saatleri ve çalışma bölgesi dışında ve tamamen bireysel ihmal kaynaklı olarak gerçekleştiğini, buna rağmen kazanın ardından İstanbul Sapphire olarak, maddi ve manevi olarak Çetin’in ailesinin yanında olduklarını belirtiyor.

Kiler, yazımızda sözü edilen haklarını alamadıklarından şikayet eden işçilerin de iş akdi feshedilmiş olan bir alt yüklenici firma tarafından istihdam edildiğini, daha sonra kendilerinin söz konusu çalışanların da mağduriyetinin giderilmesi amacıyla görüşmeler yapıp, alt yüklenici tarafından ödenmeyen ücretlerini ödediklerini ifade ediyor.

Okurlarımın dikkatine sunarım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.