Şampiy10
Magazin
Gündem

Kâğıdın yanma derecesi

Ray Bradbury geçen yüzyılın içinden seslenir bize. Sansürü, baskıcı rejimleri, bu rejimlerin dayattılarını, bu dayatılanların kültür yaşamına nasıl yansıdığını tartıştığı Fahrenheit 451’de devletin buyruklarını başarıyla ‘hayata geçiren’ itfayeciler görürüz. Bu itfayecilerin işlerinin yangını söndürmek olduğunu sanabilirsiniz. Hayır! Bu kişiler kitapları yakmakla sorumludur! İnsanların evlerine dalar ve çatır çatır her türlü kitabı yakarlar. Kitabında gelecekteki bir toplumdan bahseder bize Bradbury. Kitabın yazıldığı 1950’lerden çok daha ötesine götürür bizleri. Belki bir yüzyıl sonrasına, belki çok daha ötesine. Gelecekte bahsettiği ekrana yapışmış bu toplum, tutucu bir toplumdur. İnsanlar tüm zamanlarını tuhaf televizyon programlarını seyretmekle geçirir durur. Şov zamanı sanki yaşam zamanı olmuştur. İnsanların ‘kendilerine ayırabilecekleri’ bir kesit kalmamış, dolayısıyla düşünebilme şansları da ellerinden alınmıştır. Düşünseler bile hep ‘aynı şeyleri’ düşünürler. Herkes televizyonlara kilitlenmiş abuk sabuk şeyler seyretmekte; bunların doğru olup olmadığını bile düşünmeye gerek duymamaktadır. Bu toplumda televizyonlara yapışmak yerine kitapları ‘okumayı’ tercih eden insanlar ise cezalandırılmaya mahkûm edilmişlerdir. Onları komşuları, yakınları, eşleri ispiyonlar ve bu ispiyonlamayı gönül rahatlığıyla yaparlar. Neden derseniz sistem bu güvenceyi onlara vermiştir. Kitaplar cayır cayır yanar...

Fahrenheit 451, kâğıdın ateşe gerek duymadan yanabileceği bir derecedir. Bradbury kitaba bu adı verirken kitabı ‘yok etmek’ için ille de ateşe ihtiyaç duyulmayacağını söylemek istemiş olabilir. Bazen ortalık ‘öyle ısınır ki’ ortaya çıkan sıcaklıkla düşünce ‘küle’ döner demek istemiş olabilir, evet.

Ülkemizde, kitapları inceleme ve denetleme amacıyla oluşturulan komisyonların işleyiş biçimi nedense bana bu kitabı hatırlattı. Başka bir deyişle söyleyecek olursak kitapları yakmak için ateşe ihtiyacımız olmaması, bunun yerine düşünceyi küle çevirme mantığının meşruiyet kazanması fikri... Velilerin ‘şikâyetleri’ doğrultusunda kitapların ‘okunabilir’ ya da ‘okunulamaz’ biçiminde değerlendirilmesi, değerlendirilmenin ötesinde kitapların müfredattan kaldırılmaya gidilmesi, uzun vadede bu topluma ‘yol ve elektrik olarak’ dönmeyecektir. Bunu çok net görmek gerekiyor. Bu kanal açılırsa, ki açılmış, öyle görünüyor, okullarda evlerdeki velilerin yaşam görüşlerine göre kitaplar ‘okunacak’ demektir! Takip ettiniz mi bilmiyorum; şu ara bu yöntemle inceleme altına alınan nurtopu gibi bir kitabımız daha oldu! Muzaffer İzgü’nün ‘Zıkkımın Kökü’ adlı eseri de Şeker Portakalı ve Fareler ve İnsanlar’dan sonra mercek altına alındı. Olay bir Türkçe öğretmeninin 7. sınıf öğrencilerine kitabı performans ödevi olarak vermesiyle başladı. Çocuklar kitabı okuyacak ve kitabın özetini çıkaracaklardı. Derken bir veli kitapla ilgili olarak İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şikâyette bulundu. Bunun ardından hemen bir komisyon oluşturuldu ve bu komisyon ‘7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı’ kararına vardı, kararı öğretmene bildirdi! İzgü’nün Adana’daki bir gecekondu mahallesinde geçen çocukluğunu anlattığı bu kitabın ‘ergenliği tehdit eden’ her nesi varsa bunun kamuoyuyla paylaşılması özel ricamdır!

Merak ediyorum: Milli Eğitim ve evdeki veliler ergenliği nasıl bir süreç olarak değerlendiriyorlar? Kendi Fahrenheit 451’leri ile bu çocukları küle çevirmenin kime, ne faydası var? Evlerinde seyrettikleri eğlence programları onların olsun ama bıraksınlar da çocuklar tartışmayı öğrensin... Elbette her okudukları kitabı sevmek zorunda değiller. Ama izin versinler de bir şeyi sevip sevmemeye onlar karar versin.

Belirtmekte fayda var: Burada asıl düşünülmesi gereken okullarda okutulan kitaplar ve içerikleri değil (ki bu çok ayrı ve üzerinde titizlikle tartışılması gereken acil bir konudur), ‘ben dedim oldu’ biçiminde gerçekleşen yasaklama mantığının özgürlük olarak yansıtılmaya çalışılmasıdır.

Yazının devamı...

Yeter ki kararmasın

Onat Kutlar aramızdan ayrılalı nice mevsim geçti. Zaman zaman Kutlar’ın bize anlattıklarını dönüp okurum. Yaşadığımız bu coğrafya öfkeli zamanlardan geçerken onun bildiğimiz dinginliğine yaslanmak isterim. Düşünüp dururum o sakinliği. Yaşamı ve kurguyu, gerçeği ve düşü geçiririm aklımdan. İshak’ı, İshak’ın içinden geçen Kül Kuşları’nı, Horozlar’ı, Çatı’yı.

İshak onun TDK (Türk Dil Kurumu) Ödülü’nü kazanmış öykü kitabının adıdır. Denemelerindeki yalın ve bilge dil, öykülerinde daha katmanlı, şiirsel bir evreye geçmiştir. Şu ara, şiirsiz ve gürültü dolu günlerden geçerken aklıma düşüvermesi elbette bir tesadüf sayılmamalı! O ya da bu şekilde şiddeti öngören gündelik eylemler ve cümleler arasından kayıp, tası tarağı toplayıp onun anlattığı İshak’taki ‘o’ yere gitmek isterim.

‘...Yıllardır buraya gelirim. Ne zaman bir bahar günü o esinti, sessiz tilkiler gibi otların tepelerini karartıp geçtiğinde yüreğimde bir güvensizlik büyüse, kalkar buraya gelirim. Ne zaman yağmurların yağmayacağından, toprağa dökülen buğdayların tuzlu kumlar arasına sığışıp sessizce öleceklerinden, arkalarında ağaçların boz kemiklerinden başka hiçbir şey bırakmayan o korkunç çekirge sürülerinden ve zaman zaman tepeme binen sebepsiz cinayet isteğinden korksam, kalkar buraya gelirim...’

Yeter ki Kararmasın adlı kitabında mektupları vardır Onat Kutlar’ın. Sanki İshak’ta anlattığı o yerden bilinmez başka yerlerdeki, bilinmez okurlara yazılmıştır. Sanki ‘umudunuzu hiç yitirmeyin’ der gibidir. Sanki, yıllarca sonra bulunacak şişedeki sırlar gibidir, sırrı. 15 Ocak 1983 tarihli ‘Balyoz ve Özgürlük’ adlı mektubunda Yugoslav yönetmen Aleksandar İliç’in bir filmden bahseder. Film yalın bir öyküyü anlatır.

Bir bant vardır filmde, bandın etrafında da kadınlar. Bir civciv fabrikasını anlatır film; bozuk ve ölü civcivler bandın etrafındaki seçici kadınlar tarafından ayrıştırılırlar. Sarı, sağlam civcivler akar gider bandın üzerinde. Bozuklarsa çöpe atılır. Bu kez ise durum biraz farklıdır. Karşımızda, bandın üzerinde bir kara civciv vardır. Sağlamdır sağlam olmasına ama bir yanlış üretimdir ‘kara civciv.’ Neden derseniz, kurala uygun değildir!

‘Acımasız bir el iterek bant üzerinde bırakır onu. Yürüyen bant, civcivi uçuruma götürmektedir. Geriye doğru hızla koşar civciv. Kurtulmak için. Eller yeniden iter onu. Sen kuralları bozuyorsun. Git... Bu umutsuz çaba, küçük civciv yumurta kabukları ile birlikte varile düşünceye kadar sürer. Sonra üstüne, düzenli aralıklarla işleyen bir balyoz iner. Varilde çok yer kaplamasın diye.’

Kara civcivin çöpe gitmemek için sarf ettiği çaba sonuçsuz kalmıştır. Sanırsınız ki orası kara civcivin sonudur. ‘Belliydi’ der umutsuzluğa kapılırsınız. Farklı olmanın, kuralları değiştirmeyi istemenin olanaksızlığını, yitmeyi, kaybolmayı düşünürsünüz. Yaşamla şansın kurduğu dengeyi, dengesizliği, kaderi. ‘Biliyordum’ dersiniz. ‘Farklı olmak’ seçeneksizliktir, talihsizliktir, öyledir, böyledir.

Oysa... Film böyle bitmez... Onat Kutlar bize müjdeler:

‘Filmin sonu umutsuz değil. Avluda, arabalara yüklenmek için bekletilen varillerden birinde kimsenin fark etmediği bir kıpırtı. Kara civciv, yumurta kabuklarının arasından başını çıkarır. Atlar varilden ve güneşe uzanan aydınlık bir yolda koşmaya başlar. Düş mü gerçek mi, kim bilir ?’



Onat Kutlar’ı sevgiyle anarken, onun gibi iyi kalpli insanların dünyaya verdiği umudu da düşünüyorum ve o zaman hiçbir şeyin boşa gitmediğini bir kez daha anlıyorum.

‘Her şey çözülür,’ demişti Kutlar İshak’ta. Öyle olsun.

Yazının devamı...

Habercilikteki engel, yaşamdaki engel

IPS İletişim Vakfı 2013’ü yepyeni bir kitapla karşıladı. Emek Çaylı ve Gülsüm Depeli’nin ortak ürünü olan ‘İfade Özgürlüğünün On Yılı 2001-2011’ tahmin edebileceğiniz gibi ifade tutsaklığıyla haşır neşir olduğumuz son on yılı anlatıyor.

Mürekkebi kurumadan bizlerle buluşan bu yeni kitap, ülkemizdeki eski, eski olduğu kadar ‘eskimeyecek’ bir yaraya, hakikate ulaşma konusundaki engellere ve düşünceye vurulan ‘ket’e dikkat çekiyor... Aklınıza bu anlamda neler gelebilirse, onlara: Raporlar, cinayetler, tehditler, RTÜK cezaları, AİHM başvuruları ve kararları...

Bunlardan süzülen ve demokrasi karnemizi ‘zayıflatan’ sonuçları bir kez daha gözler önüne seriyor kitap. Kısacası evrensel insan haklarının sürekli ertelendiği, dolayısıyla koca bir toplum olarak hayatlarımızın sekteye uğradığı o kesif yerin son on yıllık öyküsünü anlatıyor bize. Öyle bir sekte ki sadece günlük yaşamlarımızı değil yaratıcılığımızı ve düşlerimizi de bizden çekip alıyor. Hep aynı şeyleri, hep aynı ritimde, birbirine benzer kaygılarla soluyup duruyoruz.

Kitabın önsözünde Nadire Mater’in belirttiği önemli bir husus var. Çalışmanın AKP hükümetleri dönemine denk düştüğünü; bununsa aynı zamanda dünyada 11 Eylül’den sonra ABD ve Avrupa’da egemen olan ‘güvenlik merkezli bir siyasi iklim’ demek olduğunu belirtiyor Mater. Kısacası yaşadığımız bu son on yılın dünyanın hemen her yerinde özgürlüklerin, özellikle de ifade özgürlüklerinin kısıtlandığı bir dönem olduğunu söylüyor. Gerçekten atlanılmaması gereken bir husus! Bu anlamda AKP hükümetinin ifade özgürlüklerine getirdiği ‘kısıtlamayı’ genelgeçer bir ablukanın uzantısı olarak da okumanın mümkün olduğunu (belki de kaçınılmaz olduğunu) düşünenlerdenim. Mater’in İngiltere’nin eski başbakanlarından David Lloyd George’un ‘Eğer halk gerçekten hakikati bilseydi, savaş yarın durdurulabilirdi. Ama tabii ki bilmiyorlar ve bilemezler’ cümlelerine yaptığı referansı da bu yüzden son derece kayda değer buluyorum. Hükümetlerin böylesi bir bilinmezliği en çok ‘medya’ya getirdikleri sansürle gerçekleştiriyor olmaları da bu anlamda şaşırtıcı değil. Acı olsa bile şaşırtıcı değil!

Halkın hakikati bilmesi demek çok şey demek! Bilmemesi ise her şey demek. Hükümetler bunun ‘dengesini’ çok iyi sağlamış durumda... Medyanın devreye girmesi de burada söz konusu oluyor zaten. İfade özgürlüğünü, ekranda bağırıp çağırarak, karşısındakilere hakaretler yağdırarak yansıtmaya çalışan meslektaşlarımızın aslında hakikate dair pek de bir şey söylemediklerini biliyoruz. Bunun ötesinde cezaevindeki gazetecilerin sayısındaki artış yaşadığımız zaman diliminin en has ‘hakikati’ olarak karşımızda öylece duruyor. Bu gidişle bir müddet daha böyle devam edecek.

Bu kitabı edinmenizi öneririm.

Bu yeni kitabın yanı sıra vakfın Çocuk Odaklı Habercilik ve Kadın Odaklı Habercilik kitapları da ikinci baskıyı yapmış. Özellikle medya alanında çalışanları, medyayı ve dilini anlamak isteyenleri ilgilendiren kitaplar bunlar.

Ben daha önce bu iki kitabı da okumamıştım. Sizler bu satırları okurken Kadın Odaklı Habercilik kitabına bakmaya başladım. 2007 yılından günümüze bu konuda nelerin değişmiş olabileceğini düşünerek sayfaları karıştırıp duruyorum. Tarihler farklı, başlıklar ve bu başlıklarda yer alan adlar değişmiş olsa da medyanın bu konudaki zihniyetinin 2013 yılında aynı yerlerde, aynı takıntılarla devam ediyor oluşu başka bir yazımın konusu olmaya aday.

Unutmayalım ki özgür bir basın etik kaygısı olmayan bir basın değildir. İfade özgürlüğü, herkesin yurttaşlık hakkına ve özgürlüklerine saygı duyulması anlamında bazı hususları yeniden hatırlamamız için de önemli bir kavram olsa gerek. Çocuklara, gençlere ve kadınlara yönelik haberlerin aktarılması esnasında kullanılan dil ve görsel malzeme, onları ‘kurbanlaştırmamalı’. Basınımız bunu hep yaptı, hâlâ aynı umursamazlıkla yapmaya devam ediyor.



Ödemiş Kaymakamlığında araştırmacı olarak görev yapan Özkan Solmaz ilçeye bağlı beldelerde kitaplık ve okuma odaları oluşturduklarını yazmış. Sizlerden kitap desteği istiyor. Okunmuş kitaplar da olabilirmiş. Gerektiğinde kargo bedelini de ödeyebilirmiş.

İletişim: Özkan Solmaz

Ödemiş Kaymakamlığı Afet Bürosu

Mithat Paşa Caddesi 1/1

Telefon:0 232 5453150

0 232 5454772

GSM: 0 536 6158005

Yazının devamı...

Kapıdaki Kürtaj Yasağı

Ne kadar gündeminizde bilmiyorum. Şu ara bizlere rağmen, bizlerden habersiz tuhaf bir yasa hazırlanıyor. Adı ‘Üreme Sağlığı Yasa Tasarısı’. Tüm protestolara rağmen (o geniş katılımı ve devlet elinin kadın bedeninden elini çekmesi yönündeki direnişi hatırlayalım hep birlikte) o yasa çıkıyor, çıkacak... Kürtaj Haktır, Karar Kadınların Platformu, bu yasanın maddelerinin ne olduğunu biz gazetecilerle paylaştıkları bir basın toplantısı yaptı. Toplantıya katılamadım ama sağ olsunlar detayları sonradan gönderdiler. Bu maddelerin bazılarını sizlerle paylaşmak istedim:

- Yeni yasada tecavüz ve cinsel istismar suçlarına ve yasadışı kürtaj yapan hekimlere verilecek cezalar 8 yıla çıkartılarak ikiye katlanıyor.

Sizce hekimler, tecavüzcüler ve cinsel istismarcılarla aynı kefeye mi konmalı?

- Yasal kürtaj süresi geçtikten sonra bebeği kendi düşüren kadınlara verilen bir yıllık hapis cezası da 2 yıla çıkarılıyor.

Bu tasarı maddesi kadını hem yasal olmayan kürtaja itiyor hem de ona bedeninin ‘senin bedenin değildir’ diyor.

- Gebelikte 10 haftalık süresi geçen kadına kürtaj yapan hekim, kadının ölmesine neden olursa en az 20 yıl hapis cezası yatacak.

Üzerinde uzun uzun tartışılması gereken bir tasarı maddesi. Hiçbir hekim kasıtlı olarak hastasının yaşamına son vermez. Hekime ‘cani’ rolü biçilmek isteniyor bu maddeyle.

- İsteğe bağlı kürtaj için 10 haftalık süre korunurken, bunun tam teşekküllü devlet hastanelerinde yapılması şartı geliyor.

Ayşe Arman’ın okur mektubuna tekrar bakmakta fayda var burada. Tam teşekküllü derken tıp fakültelerinde ‘deontoloji’ diye bildiğimiz dersin amacını yani tıp etiğini hatırlayan, kısaca hekimin toplumun ahlakçı tavrını en vasatından üreten merci değil ‘hekim’ olduğunu anladığı, mesleğinin etik kurallarını vicdanında taşıyan doktorlar da kastediliyor mu acaba?

Gelelim 10 haftaya...Sağlık Bakanı Recep Akdağ 10 haftalık sürede bir kısıtlama olmadığını söylüyor. Oysa bu yasal sınıra gelmeden kürtaj yaptırmak isteyen kadınlar 8 haftadan sonra kürtaj yapan hastane bulmakta zorlanıyor. Hükümetin bu konudaki baskıları çok net. Kısacası yasal olarak herhangi bir sınırlama olmamasına rağmen kürtaj yasağı devam ediyor.

- Kürtaj için başvuran kadına, kürtajın riskleri anlatılırken, tekrar düşünmesini sağlamak üzere ceninin kalp atışının dinletilmesi kuralı getirilecek: Yeni ikna odaları! Kadının kendi bedenine yabancılaştırılma yönteminin farklı işleyiş süreci. Kadın açısından insanlık dışı bir yöntem. (İnsanın aklına ‘kadını kim takıyor ki?’ sorusu geliyor. Kadın bir doğurma makinesi midir vb.)

Hatırlatalım: Kürtaj yasağını resmileştirmek amacıyla oluşturulan taslak, kürtaj için başvuran kadınlar üzerinde psikolojik yönden baskı kurmayı, dahası kürtaj kararında kadınların onayını değil, kocanın onayını almayı amaçlıyor!

- Kürtaja karşı olan hekim ‘ret’ hakkına sahip olacak ve hastasını başka meslektaşına yönlendirecek.

Hekimin devlet iradesi yönünde ret hakkı var ama kadının kendi bedeni yönünde ret hakkı yok!

- Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 99. maddesinde yer alan ve kadının mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalınması halinde, 20. haftaya kadar kürtaj imkanı tanıyan düzenleme süre yönüyle korundu. Ancak yasa metnindeki ‘kadının mağduru olduğu bir suç’ ifadesi değiştirilerek yerine, ‘ensest ve tecavüz sonucu mağdur olan bir kadın’ ifadesi getirildi.

Benimse aklımda şu soru kaldı: Ensest ve tecavüz mağduru olmayan kadınlar ne yapacak? Yasaya göre doğurmak zorundalar...



Bir küçük not daha: Bu yasa tasarısı, o ya da bu şekilde bedenlerimizin bizim olmadığını müjdeliyor. Yasanın ‘aileyi korumayı’ öne çıkarması, kadınların ‘doğurup doğurmayacaklarını’ devlet onayına bağlaması gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Gazamız mübarek olsun.

Yazının devamı...

Tepenin Ardı

Yönetmenliğini Emin Alper’in yaptığı bir film Tepenin Ardı. Hiçbir şeyin sarkmadığı usta işi bir kurgu ve iyi oyunculuk mevcut filmde ama bunun çok daha ötesi var. Farklı bir dekorda, bambaşka bir atmosferde bu coğrafyada yaşayanların en temel sorunlarından birini işliyor film: içimizdeki düşmanı. Daha doğrusu içimizdeki korkuyu. O korku ya da düşmanlık hissinin, içimizde bilenenlerle nasıl da ‘gerçek’ kılınabileceğini, insanın ve etrafındakilerin bir yerden sonra bir tür akıl tutulmasıyla buna nasıl da ‘koşulsuzca’ ya da ‘öyle işine geldiği için’ inanabileceğini anlatıyor.

Kahramanımız Faik Bey, hemen hepinizin tanıdığı bir tip. Temel çelişkisi olan ‘kendinden başkasına tahammül edememe’ hali, tepenin ardındaki yörüklerle somutlaşmış biri. Eninde sonunda bu çelişki, filmin bütün kahramanlarına şu ya da bu şekilde siniyor.

Filmin konusunun daha fazla anlatmak istemiyorum. Bu ilginç serüvene bizzat tanıklık etmenizi isteyebilirim sadece.

Buna karşılık, film bana başka bir noktayı düşünmemiz açısından ışık tuttu, belki onu paylaşabilirim sizlerle. Şu günlerde, Türkler ve Kürtlerle ilgili yeni bir açılımın tartışıldığı ülkemizde nerelere, ne şekilde sarılarak ‘mantık’ ürettiğimizi ve o ürettiğimiz mantığın aslında bizlerin yaşama sıkışıp kalmış ‘çelişkilerinden’ nasıl da beslendiğini göstermesi açısından zamanlaması mükemmel bir film Tepenin Ardı. Hemen belirteyim siyasal bir film olarak asla okunmamalı ama insanın kendini yaşam içerisinde nasıl ‘var ettiği’ ve bu var edişin ‘takıntılardan’ nasıl beslendiğini göstermesi açısından da seyredilmeli ve üzerinde düşünülmeli derim.

Seyrederken, bir noktada, şimdilerde yaşadığımız siyasal hengameye nasıl da makul bir cevap verebildiğini düşündüm filmin. Yaraların yeni yaralarla sarılamayacağını, kendi içimizdeki düşmanın en çok bizleri yok etmeye meylettiğini vb.

Olur a filme gitmeye zamanınız olursa lütfen oradaki Zafer karakterine dikkatlice bakın. Askerden yeni dönmüş, arkadaşlarını çatışmada yitirmiş bir gencin nasıl savrulabileceğini, hiçbir şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığını, olmayacağını çok net fark edeceksiniz. Belki o zaman savaşmanın insan bünyesi için doğal ama yaşamı idame ettirmek için bir engel teşkil ettiğini; barışı inşa etmenin ilk önce içimizdeki düşmanla barışmak olduğunu daha net seçebileceksiniz.

Düşmanı tepelerin ötesinde, kırsalda, ekranda, monitörde, retoriklerde, kahramanlık türkü ve şiirlerinde, resmi tarih algısında aramak en kolayı. Zor olanı ruhumuzdaki düşmanı fark edebilmek. Zor çünkü orası çözüldüğümüz yer... Zor, çünkü hep bu ‘korunaklı’ savaş dürtüsüyle büyümüşüz. Düşmanlar gelecek ve her şeyimizi elimizden alacak refleksiyle! Zor işte, zor. Ancak yine orası iç barışımızın başlayabileceği yegâne yer. Orayı bulursak, oranın kodlarını çözebilirsek dünyanın her yerinde barışı inşa edebiliriz.

Tepenin Ardı’nı seyredin...

Yazının devamı...

Fareler... Ve insanlar

Büyük yazardır John Steinbeck. Büyüklüğü insanı yalın bir biçimde anlatmasındaki maharetinde saklıdır. Sanılmasın ki onun ‘Fareler ve İnsanlar’ kitabına yapılan bu ayıp sadece bizim ülkemizin genelgeçer densizliklerine özgüdür. Yazar bizzat kendi ülkesinde Gazap Üzümleri adlı romanıyla da -üstelik ödül kazanmış bir eserdir bu- bir biçimde aforoz edilmiş ve neredeyse yok sayılmıştır. Bu horlanmanın arkasında ise şirketlerin başrol oynadığını hatırlatmakta yarar var. Nihayetinde Gazap Üzümleri bir direnişi anlatır ve bu direnişin kahramanları da şirketlerin başındaki insanlar değildir doğal olarak. Bu noktada Gazap Üzümleri’ni bir insanlık sınavı olarak okumak yerine sisteme indirilmeye hazır bir tokat biçiminde okumak özel bir yetenek, sakınımlı bir bakış açısı gerektirir. Gelin görün ki insanlık tarihimiz böylesi sakınımlı bakışlarla kendine yol çizmeye çalışıp durur.

Bu noktada ‘peki kim kazanır?’ sorusu ise kazanan her kim olursa olsun (ki o çetrefil, tozlu yolda, uzun vadede hemen her seferinde yazarlar ve kitapları kazanır) sonuçta yazarın da et ve kemikten yapılma bir canlı olduğu gerçeğini göz ardı etmemizi gerektirmez. Emek harcadığınız bir metnin yasaklanması, sansürlenmesi, yok sayılması... Felaket şeylerdir bunlar. Bunun bir insanın ruhunda nasıl bir tahribat yapabileceğini anlamak için sadece yazar olmak mı gerekir? Hiç sanmıyorum.

‘Fareler ve İnsanlar’a getirilen yasağı duyduğum zaman ‘İyi ki Steinbeck yaşamıyordu’ diye içimden geçirdim. Sonrasında ise bu kitaba yapılan haksızlık hakkında düşündüm. Bahane olarak gösterilen sayfaları okudum ve gerekçe olarak gösterilenleri edebiyat ve yaşam arasındaki köprüyü yeniden düşünerek çok ama çok insafsız buldum! Edebiyatın işlevi ahlakçılık değildir, hele okuru, her ne yaşta olursa olsun, bu yönde ‘yoğurmak’ hiç değildir. Milli Eğitim’in ‘genç beyinlere yazık oluyor’ tarzında bir kaygısı varsa bu kaygıyı okutulan edebiyat eserlerinde cımbız avıyla bulmalarını değil, yaşamın içinde bulup, bunlara tavır göstermelerini öneririm. Bu ülkede yüzlerce trajik genç insan öyküsü varken, edebiyat metinlerinden yayılanlarla sentetik bir ‘eyvahlar olsun dünyası’ yaratma kaygısı gütmek, olsa olsa sentetik büyükler yetiştirmek anlamına gelebilir. Sentetik bir dünyada sentetik büyükler yetiştirmek... Ki bu sentetik büyükler kendilerine benzer yasaklar koyarak ‘kopyalama’ işlemlerine devam edebilsinler. Ki burunlarının ucundakileri bile göremesinler. Ki yaşamı bir uydurmaca kaydırmaca gibi algılasınlar, bu algıyı yeni yetişenlere aşılasınlar, ahlağı ahlakçılıkla çözmeye çalışsınlar... Ben ‘Fareler ve İnsanlar’a getirilen yasağı sadece böyle okuyorum! Bu yasağı farklı okuyabilenlere ise diyecek söz bulamıyorum.

Milli Eğitim kadroları yasaklama zihniyetine takılmışlıklarını kitapları bahane ederek örtmeye çalışmaktan vazgeçsin. Açıkça çıkıp ‘kardeşim biz yasakları, yasak koymayı, ahlakçılığı pek seviyoruz,’ desinler. Böylece bizi de bu içler acısı durumları anlamaya çalışmaktan azat etsinler. Bu yapılan ayıptır. Bunun ötesi ise yoktur.



Bunları yazma telaşında Şeker Portakalı’na sıra gelmedi. Gelseydi...

İyisi mi ben sizlerle Türk Kütüphaneciler Derneği Genel Başkanı Ali Fuat Kartal’dan gelen metnin bir bölümünü paylaşayım:

‘Milli Eğitim Bakanlığı bir zamanlar kendi yayınladığı kitapları sansürledi.

İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, ahlaki olmayan bölümler içerdiği gerekçesiyle John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı kitabının bazı bölümlerini sakıncalı buldu.

Oysa sakıncalı bulduğu kitap, 1991 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından üçüncü defa 20 bin adet basılmıştı. Yine aynı kitap 1945 yılında yine aynı Bakanlık tarafından basılarak okullara dağıtılmıştı. Acaba geçen zaman içerisinde MEB, söz konusu kitapları okuyan öğrenciler üzerinde ne gibi travma ve davranış bozuklukları gözlemledi ki 2013 yılında böyle bir tutum, yaklaşım değişikliğine gitti?

21. yüzyılda geldiğimiz nokta şahane.’



Katılıyorum. ‘Şahane’ bir noktadayız!

Yazının devamı...

Beni Baştan Yarat

Malum konumuz 2013. Her şey iyi olsun diye başladığımız temennilerle geldi kondu yanı başımıza yeni yıl.

Bütün yapılacak rejimler, yeni hayat görüşleri, başlangıçlar, sözler devreye girdi. O bir türlü bırakılamayan sigaralar bu yıl kesin bırakılacak, iyimser olamayanlar bu yıl kesin ‘öyle olacaklar’ ve elbette çakı gibi bir bedene sahip olmayan kalmayacak...

Umarım dileklerinizin hepsi 2013’te gerçekleşir. Ya da şöyle söyleyeyim: Umarım kendinize ait olan dileklerinizin hepsi gerçekleşir.

Tuhaftır, değişim deyince çoğumuzun aklına ilk olarak beden geliyor. Beden ya da dış görünüş deyince, yeri geldi hatırlatalım. ‘Bugün Ne Giysem?’ diye bir program var. Belki seyrettiniz, gala gecesi de yapıldı. 2012’nin ‘Bugün Ne Giysem’ kadınları taç bile giydiler. Hatta taç giyerken gözyaşı bile döktüler. Galayı merakla izlerken şu soruyu sordum: ‘Nedir bu kadın bedeninin insanlardan çektiği?’ Aslında şunu sormak istiyordum: ‘Nedir bu kültürün kadın bedeniyle alıp veremediği?’

Görünüşte alan memnun satan memnun diye düşünebilirsiniz. Belki de öyledir. Ancak bu tür yarışmaların arka planında, özellikle de orijinal olarak tasarlandıkları ülkelerdeki tavra bakmak gerekiyor. Giyim ve kuşamın, makyaj ve saçların, kısacası dış görünümün neye göre belirlendiğine. Bu ise beğenilerin ‘hangi sınıfın beğenileri’ olduğu konusunda az çok ipucu verebilir.

‘Bugün Ne Giysem’ ABD’deki örneklerine bakıldığında daha makul görünen bir yarışma. Okyanus ötesinde bu tür yarışmaların insana ‘pes’ dedirten çeşitleri var. Örneğin belli yoksunluktaki kadınları (bunlara katılan erkekler de var), sınıf atlatma tarzında bir ‘değişimle’ bir tür peri masalı kahramanına dönüştürüyorlar. ‘Herkes güzel olmak, beğenilmek ister, bunda ne var?’ diyebilirsiniz. İnanın buna itirazım yok.

Sadece kafamı kurcalayan bir konu var. O da şu: Kendini ‘değiştirmek’ ve ‘beğenilmek’ isteyen insanların hangi sınıfsal kaygıyla ya da hangi sınıfın beğenileriyle karşımıza çıkartılmak isteniyor oluşları. Yine ABD’de yapılan ‘feminist’ araştırmalar ve toplumsal cinsiyet üzerine yazılmış kitaplar bu tip yarışma programlarının, kendilerine başvuran insanları, orta sınıf, beyaz ve feminen kadın tipi doğrultusunda değiştirdiğini belirtiyor.

Peki ‘feminen kadın tipi’ deyince ne anlıyoruz? Çok basit. Bugün meşruiyetini kadınlığıyla değil (mecburen ya da isteyerek) dişiliğiyle, kendilerine ait düşünceleriyle değil kendilerine dayatılan bir imaj bulutuyla ‘idare eden’ insanları...

Onlara farklı bir mercekten bakın. Gördünüz onları değil mi? İşte aslında öykünülen kadın tipinin bu olduğunu söylüyor araştırmalar. Öykünülen ve sürekli üretilen ‘kadın’ tipi. Kısacası sistemin öngördüğü bir kalıp var ortada ve hemen herkes o kalıba benzemek istiyor. O kalıbın onları güzelleştireceğinden ise neredeyse eminler.

Peki öyle olsun... Benim sorum bu değil zaten. Bu kalıbın güzellik olduğunu kim, nasıl belirliyor diye soruyorum.

Demin erkekler dedim ya. Bu yarışmalar aracılığıyla imaj değişikliği yapmak isteyen erkeklerin, giyim kuşam vb. hususlarda hedef aldığı (hedef alması umulan desek daha doğru) tipler ise erkek egemen söylemi devam ettirmeye meyil eden, yine üst orta sınıf, beyaz ‘erkekler’miş. Ortalama genelgeçer bir değer. Böyleyseniz beğenileceğinizi düşündürtüyorlar size. Mutluluğunuzun buna bağlı olduğunu hissettiriveriyorlar.

Peki ya 2013’te sadece kendimiz olmak istersek ne yapacağız?

Ben sistemin diliyle söyleyeyim size: Hiç şansınız yok!

Fikrimi soracak olursanız... Ne diyeceğimi biliyorsunuz zaten.

Yazının devamı...

Kurabiyeler

Fellik fellik aradığım yılbaşı kurabiyesi tarifime Füsun yetişti. Bu yazıyı okuduğunuz saatlerde yılbaşı kurabiyesi yapmak da farz oldu elbette.

Kurabiye deyip geçmemeli. Bir ara, haftada 2-3 defa kurabiye yapar, sağa sola dağıtır, paylaşacak kimseyi bulamadığım zamanlardaysa kiloları falan umursamadan oturup bir başıma yerdim! O dönemde yatılı olan arkadaşlarımdan biri geçenlerde hatırlattı: Şubat tatilinde evine dönerken kocaman bir kurabiye torbasını tutup yolluk diye yanına vermişim; o esnada ikimiz de torbaya bakıp bakıp gülmüşüz. Nihayetinde gideceği yer 2-3 saatlik bir yoldu arkadaşımın. Onun dediğine göre torbada yaklaşık otuz-kırk kadar kurabiye varmış. Ama bilin bakalım sonra ne olmuş? Yolda otobüs kara saplanmış, başlamışlar beklemeye. Sonrasında otobüs yolcuları, şoför, muavin oturup bu yumruları bir güzel mideye indirmişler.

Eh, bunda ne var diyebilirsiniz.

Bazen sizin için rutinleşmiş bir şey, başkaları için can simidi olabilir. Bu yüzden yaşamlarımızın birbirine bağlı, iç içe geçmiş halkalar olduğunu düşünürüm tabii, iyimser bir günümdeysem.

‘Hikayelerimiz’ başlıklı yazıma ‘haybeye o kadar can gidiyor ülkemizde, onlara baksanıza’ gibisinden mektuplar geldi. Bir okurumuz ise trafik kazalarını örnek göstermiş. Oysa o yazımda işaret etmek istediğim, belki de trafik kazalarını da içerebilecek mantaliteye dikkat çekmekti. ‘Can’ın ülkemizdeki ‘kıymetsizliği’ne vurgu yapmak ve bunun hepimiz için geçerli olduğunu söylemekti.

Trafik kazalarındaki en büyük kaybın ‘önce ben’ düşüncesinden kaynaklanan bir çarpıklık olmadığını söyleyebilir miyiz? Dahası da şöyle gelir: ‘Ben, hep ben, sonrasında da mümkünse ben...’ İnsanın kendini önemsemesi, özgüveni ve özsaygısının olması çok kıymetli, bunlar olmadan sağlıklı bireyler ve bu bireylerin oluşturacağı bir toplumun varlığına inanasım gelmiyor. Sözünü ettiğim ise farklı bir ‘benlik’ takıntısı. Kendinden başka kimseyi önemsememek, sadece kendine benzeyen insanlar ve düşüncelerle haşır neşir olmak, yaşamı ‘siz’ ve ‘biz’ diye ayırmaya çalışmak, cepheleşmek, cepheleştirmeye çabalamak, sürekli bir çatışma ve savaş gerginliği yaratmak, kişiliğinin tehdit altında olduğunu sanmak vs. Bu takıntıyı aklamak için sürekli tetikte durmaya çalışmak, gergin bir atmosfer yaratmak, bu havayı meşru kılmak, bu takıntıyı farklı mecralarda meşru kılacak ezberci kuklalar bulmak, şiddet kullanarak benliğini güçlendirmeye çalışmak... Bunlar kişinin kendisi de dahil olmak üzere, kimsenin kimseye hayrının dokunmayacağı durumlar.

2012 de bu debelenmelerle geçti. Ne zaman kendimize ve dolayısıyla karşımızdakilere güveneceğiz sorusu ise Kaf Dağı’nın ötesinde bu yılın en önemli ‘ilk on sorusu’ndan biri olarak bizleri özlemle beklemeye devam ediyor.

Beklesin bakalım.

Sizlere sağlıklı, mutlu ve güzel bir yıl diliyorum.



Ve elbette meraklılarına 2013’te öykü kitabını beklediğim Füsun Çetinel’in (o da bir arkadaşından öğrenmiş, detaylar için http://mutfakpenceremden.com bağlantısına bakabilirsiniz) yılbaşı kurabiyesi tarifini de ekliyorum:

200 gr. tereyağı

200 gr. esmer şeker

500 gr. un

100 gr. fındık veya badem tozu

1 yumurta

Yarım tatlı kaşığı dolusu özel baharat karışımı. (3 ölçü tarçın,1 ölçü kakule tozu, 1 ölçü karanfil tozu, 1 ölçü kişniş tozu, 1 ölçü muskat tozu ve istenirse bir miktar zencefil tozu.) Baharat karışımı biraz kafa karıştırabilir. Siz tarçın ve karanfille idare edebilirsiniz.

Sonra karıştırın, hamur yapın, kalıplayıp doğru sıcak fırına... ‘Royal icing’ dedikleri süsleme içinse 3 yumurtanın akı, 1 fiske tuz, 350 gram pudra şekeri, 1 tatlı kaşığı limon suyu yeterliymiş. Bence siz royal icing’i falan boşverin kurabiyelerinizin üstüne süs diye umutlarınızı serpin! Bakarsınız en umulmadık anda o ‘sıradan bulduğunuz’ umutları birileri bulur, umudunuz onların da umudu olur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.