Şampiy10
Magazin
Gündem

Desteğiniz fark yaratacak

Dershanelerin kaldırılması konusunun bütün Türkiye’de tartışıldığı, buna karşın ülkemizdeki gerçek eğitim sorunlarının alabildiğine es geçildiği bir haftanın içerisindeyken KALEV’in (Kadıköy Anadolu Lisesi Vakfı) bir çağrısı düştü mektup kutuma...

Vakıf, ‘Desteğiniz fark yaratacak’ sloganıyla kendi bünyesine basamak teşkil edecek, camiaya ait bir ilköğretim okulu kurmak istiyordu. Bunun, eski adıyla Kadıköy Maarif, yeni adıyla Kadıköy Anadolu Lisesi’nin kurumsallaşmış özgün değerlerini ve yıllara damgasını vurmuş geleneklerini yansıtacak bir okul olması hedefleniyordu. Bu açıdan bakıldığında belli öncelikleri olacaktı bu okulun. Bunların başında da eğitim ve eğitimciye değer veren, yatırım yapan bir okul fikri geliyordu.

Eğitimden kastedilenin 21. yüzyılda bu ülkeye yaraşan bir eğitim sistemi olduğunu, dogmalardan ve klişelerden beslenen değil, yaratıcılığı kendine temel alan bir yapıya işaret ettiğini belirtmekte fayda var. Elbette bu sistemden anlaşılması gerekenin, tornadan çıkar gibi insan yetiştirmek olmadığı da aşikâr. Bu sistemin hedefi, kendi ayakları üzerinde durabilen, iyi eğitimli, kendi iç yaratıcılığını harekete geçirebilen, farklı düşünce ve inançlara saygılı, bilgiyi üreten ve kullanabilen, dahası içinde bulunduğu şartları sorgulayabilen, anlamayı önemseyen bireyler yetiştirmek...

Patronsuz Okul

Bunların hepsini kuşatan ve en ilginci, bütün camia mensuplarının küçük-büyük bağışlarıyla oluşturulacak bir model var karşımızda. Böylelikle bir ‘patron okulu’ değil rekabetin hem dışında hem de üzerinde konumlanacak ‘içerden’ bir vakıf okulu yaratma esası temel alınıyor. Bu da günümüzde hemen her şeyin öncelikli biçimde para olarak algılandığı ve eğitimin de maalesef bundan nasiplendiği ticari bir kısırdöngünün dışına çıkabilme şansını sunabilir.

KALEV, bu ilköğretim okulunu 2014-2015 eğitim yılında açmayı hedefliyor. Camiadan gelecek olan desteklerle kurulacak bu okul sadece camianın yeni kuşaklarına yönelik olmayacak. Belirlenen vizyonu ve misyonu önemseyen ailelerin çocuklarına da kapılarını açacak.

Amacı Kadıköy Maarif eğitim geleneklerini sürdürmek olan bu projeye bir Maarifli olarak destek vermek isteyenler www.desteginizfarkyaratacak.com adresinden tüm detayları öğrenebilirler.



Projenin tanıtıldığı akşam eski mezunlar olarak Moda Deniz Kulübü’nde, o bildiğimiz eski manzara eşliğinde epey eğlendik. Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa ve 84 dönemi okul birincimiz Kaan Başaran ile eğitimi, yaşamı konuştuk. Kaan’la, aynı dönemde mezun olduğumuz, adı Fenerbahçe’yle özdeşleşen arkadaşımız Hulusi’nin (Belgü) kulaklarını da çınlattık.



Öğretimi bir araç, eğitimi ise yaşama yayılacak bir amaç olarak gören bütün öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun.

Yazının devamı...

Doris Lessing’in ‘Altın Defter’i

Altın Defter’de, genç bir yazarın, Anna Wulf’un yaşamı üzerinden bir kadının var olma şansını, ihtimalini ve mucizesini bizlerle paylaşmıştı Doris Lessing. 1960’lı yılların başında yazdığı bu roman, kadınlara var olmak anlamında çok önemli ipuçları sundu; hâl böyleyken bir kısmını çok kızdırdı, bir kısmını büyüledi, velhasıl kısa sürede kült bir roman hâline geldi. Toplumla yüzleşirken aynı zamanda kendisiyle yüzleşen bir kadının öyküsüydü kitap. Bir bakıma retoriklerle gerçeklerin nerelerde ayrıştığını, öte yandan gerçeklerle hayallerin nasıl buluşabileceğini anlatıyordu.

94 yaşında onu yitirdiğimizi öğrenir öğrenmez kütüphanemden bulup çıkardım Altın Defter’i. Dürüst bir yüzleşmenin kitabı olarak okumaktan hiç vazgeçmeyeceğim satırlarına yeniden göz attım. Tanışma fırsatını hiç yakalayamadığım bir yazarın tanıdık, dirençli, samimi, güçlü satırları arasında bir kez daha dolaştım.

Cesaret!

1919’da İran’da doğan, ardından 1925’te ailesiyle birlikte Rodezya’ya taşınan yazarın yapıtlarındaki en belirgin motifti ırkçılık. Bu konuda cesurca yazdı, cesurca eleştirdi.

‘İsterseniz yanlış düşünün ama her durumda kendi kafanızla düşünün’ cümlesinin ardında yatan gerçekse onun okullarda verilen ezber eğitim sistemine karşı aldığı net tavır olarak özetlenebilir. Yazar daha 13 yaşında Katolik eğitiminden vazgeçip yaşamının yelkenlerini keşif rüzgârlarıyla doldurmaya cesaret edebilmişti. Altın Defter’le birlikte sayısız kitaba imza atmış Nobel’li Lessing’i Lessing yapanın öncelikle bu cesareti olduğunu teslim etmek durumundayız. Öyle ki yazdığı her kitapta yaşam karşısındaki bu duruşundan vazgeçmedi, ödün vermedi.

Zaman zaman bunun bedellerini ödedi elbette, eleştirildi. Ancak eleştirmenler konusunda da kafası rahattı. Onları da, birçoğu gibi, ezbere kayıtlı bir eğitim sisteminin halkaları olarak görüyordu:

- “Bu eğitim, çocuğun beş ya da altı yaşlarında okula gitmesiyle başlar. Notlar, ödüller, mevkiler, eğilimler, yıldızlar ve çizgilerle başlar bu süreç. Bu at yarışı zihniyeti, kazanan ve kaybeden biçimindeki düşünüş yazar X, yazar Y’den birkaç adım ileride, geride yorumlarına kadar gider. Çocuk, başından beri başarı ve başarısızlık terimleri kullanarak, karşılaştırmalı düşünmek için eğitilmiştir. Bu bir ayıklama sistemidir. Zayıf olan umudunu yitirir ve aradan çıkar; birbirleriyle devamlı yarışacak birkaç kazanan kişi yaratmak için planlanmış bir sistemdir bu.”

Bu durumu eğitimin sonuçları olarak kaçınılmaz buluyordu Lessing. Hatta çocuğa öğretilen ‘özgürlük, demokrasi, özgür bir ülkede yaşama prensipleri’ gibi hususların karşılığının olmadığını, esasen aynı çocuğun çağının ‘tutum ve dogmalarının kölesi’ olarak yetişmekten başka şansının bulunmadığını da belirtiyordu. Bir eğitim sisteminin öğrencilerini kendileri dışındaki insanların düşüncelerini beğendirmeye şartlandırdığı müddetçe işlevsiz olacağına inanıyordu. Sonuçta böyle bir eğitim sisteminden çıkanlar kendilerini otorite temsilcilerine beğendirmekten başka bir yol bulamayacaklardı hemen her alanda. Ve daha da beteri, bir türlü kendileri olamayacak, yaşam dendi mi sadece taklit etmeyi anlayacaklardı.



Okulun bu kurallar üzerinde yükselen prensiplerini ve bu prensiplerin yaşama kodlanışını hiç benimsememiş, yaşamı genel geçer ikilikler üzerinden yaşamamayı tercih etmiş ve düşüncelerini cesurca kâğıt üzerine aktarmış bu yeryüzü ustasının öncelikle Altın Defter’ini okumanızı öneririm. Ardından “Türkü Söylüyor Otlar“, “İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler“ ve “Kedilere Dair“i kaçırmayın derim.

Yazının devamı...

‘Kırmızı Pabuçlar’

Geçen yüzyılın 40’lı yıllarındayız. Küçük bir kız bir film izlemekte: Kırmızı Pabuçlar! Dünyaca ünlü bir balerinin hayatının anlatıldığı filmdeki hüzünlü sona kilitlenmiş durumda kız. Yıllar sonra yazacağı nice kitapta bu hüznün kaderine teslim olmuş insanları, kadınları anlatacak. O öykülerde birçok kadın yazarın kalemle kendi arasında nasıl çetrefil bir mücadele verdiğinin kanıtları da olacak hiç kuşkusuz. Bu mücadelenin kanıtlarının farklı sembollere doğru kayışı kadar, o dipsiz mücadeleden sonsuzluğa uzanan yolun, yeni bilinmez yollara çatallanan öyküsü de.

Everest Yayınları’nın ‘Unutulmayan Kadınlar’ serisinden çıkan bir kitap var elimde. Kitabın yazarı Rosemary Sullivan’ın ‘sanatlar içerisinde en kişisel ve en teşhirci olanı’ diye tanımladığı edebiyatın o büyük ustasının ilk adımlarını bizlerle paylaştığı bir kitap bu. O büyük usta kim mi? Dünya çapında bir yazar olan Kanadalı Margaret Atwood!

Sullivan yazarın sanatından yola çıkarak biyografik bir kitap kaleme almış. Aslında insanın biyografik demeye dilinin varmadığı bir çalışma bu. Kırmızı Pabuçlar bir yazarın ayak izlerini takip ederken, yaşamın da izini takip ediyor. Abartılı, dedikodu mahiyetindeki aktarımlar yerine canlı bir Atwood’u gözler önüne seriyor.

Cesaret edebilmek!

Yaylım ateşine tutulan bir yazar olarak asla hız kesmemiş bir yetenek Atwood. Bu kitaptaki aktarımlarıyla kendi kuşağı kadın yazarların ayakta kalabilme yeteneklerini de paylaşıyor bizlerle. Böylece kendisinden sonra gelecek yazarlara da yol gösterebilecek bir pusula sunuyor. Ona göre güven ve cesaret duygusunun eksikliğinde yazar olma projesi sadece bir şakaya dönüşüyor. ‘Yazar olarak güveniniz’ diyor Atwood, ‘büyük ölçüde kendinize duyduğunuz güvenle ilgili.’ Ve onun da kökleri belli: Çocukluk!

Sullivan’a göre Atwood’un dayanma gücünün asıl kaynağı çocukluğundan gelen o içsel özgüveniydi. Bu sayede o ve onunla aynı kuşaktan gelen birçok kadın yazar edebiyatın bir erkek oyunu olmadığını, kadın sanatçıların sanat dünyasındaki yok sayılışının bir safsata olduğunu yapıtları ve o yapıtlardaki dirençli sesle kanıtladılar. Dahası sanatın yaşam demek olduğunu, gerçek dünyayla içli dışlı bir ilişkisi bulunduğunu da.

Özlem Sevim Gayretli’nin dilimize kazandırdığı bu kitabı okuyun derim.

Cesarete ihtiyacı olanlar, özellikle sizler okuyun. Kırmızı Pabuçlar kaderlerine kafa tutabilen kadınlara, erkeklere ve gençlere çok şey sunabilir. Özellikle de yazmaya cesaret bulamıyorlarsa. Elbette yaşamaya da.



Bu yazıyı yazarken cesareti bizlere öğreten büyük bir ustayı yitirdiğimizin haberi geldi. Ölümsüz Altın Defter’in

Doris Lessing’iydi o.

Yazının devamı...

Eğitimde eşitlik esastır

Yağmur yağıyor. Kendinden neredeyse üç kat büyük bir çöp yığınıyla zorlukla yürüyor önümden. Buna karşın tuhaf bir hırsı var. Mukavvalara sarılmış kağıtların içinden türlü türlü kağıtlar ve o kağıtlara iliştirilmiş envai çeşit yaşam belgesi fırladıkça bedeni bir yay gibi geriliyor. Kontrol altında tutmaya çalıştığı yığının onu geçme hevesi giderek artıyor; hızlanan yağmurla daha da ağırlaşan yükü zorluyor genç çocuk bileklerini, dar alnı kırışıyor.

Yaşı olsa olsa 16, bilemedin 17. Günün o yaştaki bir genç için imkansız bir saatinde imkansızı başarıyor, o devasa yüke diz çöktürüyor. Niyeti belli; oturacak birazcık. Oturacak ne kelime dinlenecek. Dinlenirken deniz kıyısının oralarda yükselen yeni Türkiye’nin yağmurda grileşen silüetine bakacak. Şehrin uğultusuna karışan o sisli görüntüde kendine dair hiçbir şey bulamayacak. Dahası bunu umursamayacak, karşı koymayacak. Ne geri çevirecek ne de kabul edecek. Dalgın ve uzak bakacak olup bitenlere. Dalgın ve çok uzak. Hayalin anlamını ne soracak ne de merak edecek. Tereddüt etmeyecek. Beklemeyecek. Ummayacak.

Onun için yolunda gitmeyenler:

1-Giderek hızını artıran yağmur

2-Çöp konteynerlerinden toplayacağı kağıtların yumuşama riski; dahası kendi çuvalındakilerin de heba olma tehlikesi.

Hedefi: Ne dershane ne üniversite. Önündeki yokuşu tökezlemeden inme özlemi. Günü kazasız belasız atlatmak. Yaşama kıyısından köşesinden öylece akmak. Öylece.
Gelecekten beklediği: Karnını doyurmak.

Siyasi çekişmeler arenası Türkiye

Bilsem ki dershanelerin kaldırılması gerçekten eğitim cephesinden tartışılıyor, durup düşünürüm. Eğitimin verdiği firelerin dershaneleri yarattığını, bu firelerden kimlerin nasıl cebini doldurduğunu, öğrenciler ve ailelelerinin bu döngüye nasıl muhtaç haline getirildiğini vs. Ancak işin tamamen farklı siyasi bir çekişmenin ipuçlarını taşıdığını hemen hepimiz biliyoruz.

Öte yandan adına eğitim eşitsizliği denilen o yalın gerçek derin dondurucularda buz tutmaya devam ediyor. Bırakın dershaneleri, okulları, müfredatı, eğitime dahil olamayan nice genç insanımız var. Hal böyleyken neyi tartışıp duruyoruz?

Sahi gençleri gerçekten önemsiyor muyuz?

Yazının devamı...

Berkin Elvan

Seninle bizim aramızdan yapraklar, hızlı trenlerin görkemli açılışları, yalanlar, dolanlar uçup gidiyor. Geceleri havai fişekler atılıyor, gündüzleri kâh soğuk kâh sıcak oluyor. Mevsimin ilk gripleri vücuda yürüdü. Derken aşure zamanı çat kapı geliyor.

Nuh’un Tufan’dan sonraki bu ilk yemeği insanlığın kurtuluşunu müjdeliyor. Hıristiyanları, Müslümanları, Musevileri aynı masaya çağırıyor. Yer ve gök, dirlik ve birlik şimdinin adı oluyor. Bugünün tadı ve tuzu geçmişin kuru üzümleri, şimdiki zamanın buğdayları, geleceğin baklagilleriyle yeryüzünden semaya karışıyor.

Bereket bu.

Bütün savaşlara galip gelen iyiliğin bereketi, kurtuluşun kerameti, şiddetin sonu.

Balığın karnından çıkartılan bir yaşam. Nemrut’un ateşinden selametle kurtulmak, belalardan sıyrılmak, arşı göğüslemek, yaşamı kutsamak demek bu bereket... Öyle bir bolluk ki Kerbela’dan sonra bir daha savaşın kol gezmeyeceğine inanmak ve bunun duasını etmek demek.

Yaşam bu. Öğrenmek için geldiğimiz yaşam. Hakikati idrak ettiğimizde, belki yeniden, bu kez yeni bir şeyleri anlamak için döneceğimiz şu kavanoz dipli dünya. Ama şimdilik şununla idare etmeli: Niçin yaşıyoruz? Aşurenin tılsımında bu sorunun yanıtı var, ancak rant ve iktidar elde etme derdine düşmüşlerden kim, neyi, ne kadar fark edebiliyor? Derin bir aymazlık içerisinde uykusuz, kan çanağı gözleriyle kaptan kaba boşaltmaktalar suni pompalarla şişirilmiş yaldızlı biteviye cümlelerini. O kadar.

Ve sen. 16 Haziran’dan bu yana ameliyatlar içerisinde yaşamın kıyısında tutunmakta, direnmektesin Berkin.

Ekmek almak için çıktığın, sonrasında bir gaz bombası fişeğiyle derin bir uykuya daldığın bu yaşamda, bizim de bir yanımız seninle durmuş bekliyor.

Yapraklar, hızlı trenler, havai fişekler, soğuk ve sıcak geçiyor aramızdan.

İyileşmeni bekliyoruz Berkin. Adının marifetiyle rengârenk aramıza katılacağın günü.

Daha iyi bir Türkiye’yi bekliyoruz.

Cevizimiz, narımızla gönül masamızdaki yerin seni bekliyor evlat.

Yazının devamı...

Okumak mı okumamak mı?

‘Çifte Kapıların Ötesi‘, ‘Topaç‘ gibi önemli romanların yazarı Gülayşe Koçak, yönettiği Sabancı Üniversitesi’ndeki yazma atölyelerinden yola çıkarak, sadece edebiyat meraklılarına değil, okuma ve yazmayı yaşamın öncelikleri arasına koymuş kişilere de hitap eden ‘Yaratıcı Yazmanın Hazzı’ diye yeni bir kitap kaleme aldı. Alfa Yayınları’nın edebiyat dizisinden çıkan kitap, yazmanın etrafında birikmiş konuları içten bir dille paylaşmasıyla da dikkat çekiyor.

Yazmaya başlarken

Kitapta ‘Okumak mı Okumamak mı’ diye bir bölüm var. Tam da İstanbul Kitap Fuarı’nı geride bıraktığımız bu günlerde, fuar esnasında sıkça muhatabı olduğum ‘yazar olmak için ne yapmalı?’ gibi önemli bir soruya yalın bir yanıt veriyor bu bölüm: Yazar olmanın ön koşulu okur olmak, hatta çok iyi bir okur olmaktır!

Aynı bölümde Gülayşe, yazmaya oturmadan hemen önce bunun değişebileceğini söylüyor. Gerçekten de yazmaya oturmadan hemen önce hiç okumamayı, hatta kelimelere tamamen uzak durmayı tercih edenleri biliyoruz. Ancak unutmayalım: Bu, yazmaya çok yaklaştığımız bir süreç için geçerli. Yoksa işi kelimelerle olanların ilkin kelimeleri yaşamlarına açmaları gerekiyor. Sonrasında cümlelere, cümlelerden paragraflara, öykülerden romanlara taşınan iyi serüvenlere kucak açmaları.

‘Yazmanın kendimizi teşhir etmek, iç korkularımızı aşmak’ olduğunu ifade eden Gülayşe, böylelikle zihnimizin katmanlarındaki otosansürün bizlere nasıl ket vurduğuna da ışık tutabileceğimizi fısıldıyor sanki.

Ya kelimeleri umursamayanlar?

Yazar olmayacağıma göre kelimeleri ne yapayım diyenlere boynumuz kıldan ince elbette. Ancak iş bununla sınırlı kalmıyor. Etrafımızı daraltmaya çalışan sansürün en çok beslendiği yerin içimizde dolanan otosansür olduğuna inanan biri olarak, okumak ve yazmanın bu dipsiz kilidi açma konusunda ne kadar işlevsel olduğunu bizzat biliyorum. İçine ışık tutmaktan korkmayan bir insanın zalim, sansürcü ve baskıcı olamayacağını, kısacası kendi yaralarını başkasına yaftalayamayacak kadar dürüstleşebileceğini de...

Dünyayı anlamak, dahası değiştirmek istiyorsak yazmadan çok daha önce okumayı yaşamlarımıza sokmamız şart! Elbette bunun için de okuma uğraşında biraz da seçici olmamız... Bir yayıncı arkadaşımın (kulakları çınlasın!) dediği gibi: ‘Yazanla yazarı ayırt edebilmemiz için’ biraz seçici olmamız.

Yazının devamı...

Her işin başı sağlık

Genç bir hemşire, ‘her işin başı sağlık’ deyip hafifleyerek çıkmaya hazırlandığım bir hastanede, muayene odasının eşiğinde beni yolcu ederken gülümseyerek şöyle söyledi: ‘Şu kız-erkek meselesini yazın n’olur!’

O bana bunu söyleyinceye kadar bu konu hakkında tek bir kelime yazmamaya kararlıydım. Diyeceksiniz ki kadın ve gençlerle ilgili konulara hassas birisi olarak neden?

Haklısınız.

Ama bir de şöyle bir gerçek var:

Gerçekten de her işin başı sağlık! Beden, akıl ve ruh sağlığı! Bu gidişle hepimiz tümden dengemizi kaybedeceğiz. (‘Kaybetmedik mi?’ sorunuzu duyar gibiyim) Olacak iş değil ama diyelim ki anayasa ihlallerini bir kenara bıraktık. Şu özel hayatın gizliliğine dair haklarımızın hunharca tırpalanmasını, züccaciye dükkanına girenlerin sürekli kırıp döktüklerini, dahası kırıp dökebileceklerini. Evet bir anlığına bırakalım tüm bunları... Sürekli casus ruhuyla yaşamaya zorlanan bir insan topluluğundan geriye ne kalır, onu düşünmekteyim bir haftadan beri.

Savulun düşmanlar!

Alt kattaki komşusu sosyal demokrat, demek ki düşman, üst kattaki kiracı, şu bekar yaşıyan kadın kaltak, onun eşcinsel kardeşi ahlaksız marjinal, mahalle bakkalı alkol sattığı için baş alkolik, çocuğunun öğretmeni Edip Cansever’i sınıfta okuttuğu için fişlenmesi gereken zanlı, yan binadaki avukatın oğlu Gezi Parkı’ndaki direnişe katıldı diye Marmaray’ı sabote eden vatan haini, o oğlanın ODTÜ’de okuyan arkadaşı AVM düşmanı, dolayısıyla ülkenin gelişmesini engelleyen dinden nasibini almamış dejenere genç... Böyle, ayağımızı frenden çekmiş gidiyoruz. Tüm bu olup bitenlere her daim eşlik etmek durumunda bırakılan kadın bedeni ise insanda ufka boş boş bakma hissiyatı uyandırıyor. Kürtaj konusundan girip bir türlü yeryüzüne kavuşamayan bir dehlizin içinde kala kalmış durumdayız. Bas basabildiğin kadar imdat butonuna... Marmaray değil ki dursun!

En son tanık olduğumuz hal, kimilerinin utanç duyduğu, kimilerinin yuvarlamaya çalıştığı, kimilerininse hemen savunmaya geçtiği bir haldir. Kısaca ülkemizin halidir. Esasen iki gün sonra yine ve hâlâ şaşırmaya devam edeceğimiz başka bir konuda benzeri tepkilere tanık olacağımız haller kümesidir. Şimdiki ve gelecek zaman hesapları, saf tutmalar, tutmamalar, tutar gibi olmalar, bırakır gibi yapmalar... Bu arada sürekli olarak toplumun ikiye bölünmesi, değerlerin dünyayı yeniden keşfedercesine ölçülüp biçilmesi. Taciz ve tecavüzle yüzleşemeyen, kadınlık olgusuyla çekişip duran bir toplumken bu tür olguları daha da pekiştirecek söylemleri ısrarla, ha babam kaşımak...Tüm bu işlerden en fazla, zincirin en kırılgan halkalarının, gençlerin, kadınların, çocukların etkilenmesi, zaten ‘namus’a takmış bir toplumda bu grupların bir kez daha zarar görmesi.

Yok yok burada durayım.

Benim bu ve benzeri konularda diyebilecek bir iki cümlem var sotada bekliyor. Ne mi onlar? Birkaç tanesi şöyle sıralanabilir:

Yahu siz gençleri, kadınları ne sanıyorsunuz? Onlar sizden çok ileri kardeşim.

Bir de elbette yazının başında belirttiğim ‘her işin başı sağlık’ cümlesi. Özellikle de, bu tür konularda ruh ve akıl sağlığı.

Yazının devamı...

Ev

Ülkemizde evin anlamı ‘basılan’ yer şeklinde dayatılmaya ve algılatılmaya devam ededursun, size gerçekten kendinizi iyi hissedebileceğiniz bir evden bahsetmek istiyorum bugün. Kısacası, dışarıdan dayatılan hiçbir güçle temas etmeyeceğiniz, durduk yere ‘suçlu’ kimliğiyle yaftalanmayacağınız ve sıkı durun, kadınlı/erkekli yan yana durabileceğiniz sıcak bir yerden.

Geçtiğimiz hafta gazetemiz yazarlarından Mutlu Tönbekici bunu size çıtlattı. Ben de ondan heveslenerek işi biraz daha genişletmek istedim. Konuyu yeniden hatırlatmakta fayda var: Gümüşlük Akademisi’nin yıllardır Bodrum’da sürdürdüğü etkinliklere Arnavutköy’de ev sahipliği yapmaya hazırlanan bir mekân var artık. Bir hafta sonra resmi olarak faaliyete geçiyor. Haydi bakalım! 16 Kasım Cumartesi günü ‘resmen’ demir alıyor ve Öykü Atölyesi’ni başlatıyoruz. Sonrasında şiir, roman, senaryo, müzik, hepsi akın ediyor; birbirinden değerli ve güzel insanın ev sahipliğinde ev şenleniyor.

Ev buluşmaları

Programın koordinatörü, sevgili arkadaşımız Haydar Ergülen bu ‘ev buluşmaları’ konusunda bakın neler söylüyor:

‘Eski bir ahşap ev. Tam şiirlerdeki, öykülerdeki, şarkılardaki gibi. Güngörmüş, orta hâlli, tam bir mahalle evi. Beyazgül Caddesi’nin esnaf lokantasından tuhafiyecisine, kırtasiye dükkânından bakkalına, tüpçüsünden berberine, meyhanesinden nalburuna, onların yanında. Onların önünden geçerek geleceğiniz, köşede, boyalı merdivenlerin karşısında, asmalı, sarmaşıklı, yapraklı bir ahşap hane.

İçi de evlere şenlik... Sayılır mı? Gelip görünce kendiniz karar verin. Ama tam bir ev hâli. Sıcak, rahat, çaylı, kahveli, konuşmalı, gülüşmeli, anlatmalı, paylaşmalı... Çeşit çeşit koltuk, farklı farklı sandalye, hangisini beğenirseniz oraya oturun. Sonra da hangi hocayı seçtiyseniz onu cankulağıyla dinleyin. Şaka şaka, ne hocası, hepsi de sizin gibi hâlâ öğrenmeyi sürdüren birer öğrenci. Onlar size bir şeyler anlatırken, kim bilir sizden de neler öğrenecekler! Şimdilik Küçük İskender’den Müge İplikçi’ye, Mario Levi’den Haydar Ergülen’e, Harun Tekin’den Ümit Ünal’a, İsmail Gezgin’den İdil Akoğlu’na ve Ruşen Çakır’a pek çok tanıdıkla buluşacaksınız bu ahşap hanede. Sonra kimbilir kimler kimler gelecek...

Bekliyoruz, buyurun gelin, bir dizi filmde söylendiği gibi, ev sizin!’

Evet bu ev sizin!

Önce okuru, sonra meslektaşı, en nihayetinde arkadaşı olma keyfini yaşadığım Gümüşlük Akademisi’nin bilge mimarı, usta yazarımız Latife Tekin İstanbul’daki bu ‘ev buluşmaları’ kararı için ilginç bir hususa parmak basıyor:

‘Bizim için böyle bir imkân hep vardı, Vakıf tüzüğümüze göre şubeler açabiliyoruz, ama Gümüşlük’teki bahçe bırakmıyordu mu desem bilemiyorum işte. Aklımızdan geçirmiyorduk pek. Bu yaz bir şey oldu, gözümüz kulağımız İstanbul’da, İstanbul çağırıyor bizi dedik. Öyle doğan bir karar...’

Özetle, Beyazgül Caddesi Kireçhane Gediği sok. Numara: 6 Beşiktaş-Arnavutköy’deki evdeyiz, bekleriz.

Ayrıntılı bilgi, kayıt ve iletişim için:

info@gumuslukakademisi.org

www.gumuslukakademisi.org 0554 345 2991

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.