Şampiy10
Magazin
Gündem

İnsan hakları

10 Aralık İnsan Hakları Günü’nden, ılık, puslu ve yağmurlu bir Berlin gününden yazıyorum bu satırları. Buraya çağrılı oluşumuzun çok önemli bir nedeni var: Gezi Parkı’nın Türkiye’nin gelecekteki yüzüne yansımaları.

Dün okurlarla ilk buluşmamızda, onların daha çok Gezi Parkı’na katılmış gençler için duydukları endişeye tanıklık ettim. Belki de geçmişlerinden tanıdık oldukları, onları zamanında Türkiye’den koparıp Almanya’ya sürüklemiş şiddeti çok yakından tanımış oldukları için bu endişe başat konularımızdan biri oldu. Kökenlerinden ötürü haksız yere ödemiş oldukları bedellerdi bu endişenin kaynağı. Kürt’ü, Alevi’si, kadını, genci olarak zamanında onlara ödetilen bedeller yüzünden...

Bedeller

Kimi kapitalizmden kaçış olmadığını, ama hiç değilse bunun Almanya benzeri ülkelerde olduğu gibi, daha kurumsallaşmış bir yapı içerisinde hayata geçirilmesi gerektiğini savunurken, kimi demokrasinin ilk temellerinin üstünkörü atılmasının bedellerini hâlâ ödediğimizi dile getirdi. Nihayetinde gençlere ödetilen de buydu.

Bir yanda bu bedeller ödenedursun demokrasiyi bir ülkeye kimlerin getirebileceği de önemli konularımızdan biriydi. Bir ülkedeki azınlık haklarının demokrasiyle kurduğu bağ, o ülkenin demokrasiyle gerçek anlamda kurduğu bağ olabilir miydi? Bir başka noktadan baktığımızda bir ülkeye asıl azınlıkların demokrasiyi getirebildiklerini savunabilir miydik? Tam da bu noktada, ‘Türkler Almanya’yı demokrasi ve çoğulculuk anlamında değiştirebilmiş midir?’ sorusu devreye girdi. Dinleyicilerden bir bölümü bunu olumlarken ateist olduğunu söyleyen bir okur, dinin bu konudaki baskılayıcılığına dikkat çekti. Birey olmanın özgürlükle kurduğu bağdı bu. Kendi içinde özgür olamamış bir topluluğun başka bir topluma çoğulculuk fikrini aşılayamayacağını ifade etti. Çoğulculuğun gerçek anlamını yeniden düşünmek açısından son derece kayda değerdi bu dediği.

Birey olabilmek

‘Biz zamanında birey olmayı hiç düşünmemiştik’ diyen bir diğer orta yaşlı okurun, birey olmanın kıymetinin altını çizmesi de çok önemliydi. ‘Birey olmayı düşünmek aklımıza gelmemişti’ derken düşüncenin gücüne vurgu yapması da. Bu açmazlardan bizleri kurtarabilecek en önemli eylemin, bizlerden çalınan ‘düşünebilme’ potansiyeli olduğunu ısrarla yineledi bu okurumuz. Ve gençlere inanıp güvendiğini.

Sanırım hemen hepimiz için geçerliydi bu inanç. Ancak bunun ne geçmiş ne de gelecek, şimdiki zamana taşınabilmesi ve yaşamla buluşabilmesi konusunda adımlar atabilmek bizlere düşüyordu. İlk etapta da ‘dün bugündür’ bakış açısıyla helalleşmek ve bugünün dinamiklerini anlayabilmek.

Yazının devamı...

Geçmişle gelecek arasında kalışımız

Bildiğiniz gibi, şimdiki zamanı yaşamamız gerektiğini söyleyen sayısız yaşam koçu var. Teslim etmemiz gerekiyor ki onların işaret ettiği bu alan alabildiğine kişisel bir zaman dilimi. Bununla birlikte, bunun insanlara ve toplumsal boyuta ulaşacak bir zaman olmasını dile getiren sayısız siyaset felsefecisi, yazar ve teorisyen mevcut. Eylediğimiz, düşündüğümüz, ürettiğimiz ve değişimi sağlayabildiğimiz sağlıklı ve gerçek bir şimdiki zamanın imkânından bahsediyorlar bize.

İnsanın savaşı

Kafka, o şahane yazar, geçmişle gelecek arasındaki bu gerginliğin yarattığı girdaba düşmemizin kaçınılmaz olduğunu söyler. Geçmiş ve gelecek sürekli olarak birbiriyle çekişirler; insanın savaşıysa her ikisiyledir. İnsanın bu savaşı hezeyan dolu, umutsuz bir savaştır. Neden derseniz, gerçek olmayan iki zamanla gerçekmişler gibi mücadele etmektedir! Öyle ki her ikisi arasında belki de gerçek gücün yaşama katılabileceği tek zaman olan şimdiki zaman, tam da bu yüzden insanla bir türlü buluşamaz. Yeni bir mekânsallık ve zamansallık olarak yaratılamadığı müddetçe de sadece bir gerilimin adı olur. Başka bir deyişle söyleyecek olursak şimdiki zamanın içerisinde değil sadece şimdiki zaman algısıyla yaşayan canlılar hâline geliriz. Kafka’nın karakterlerinin de başına gelen fazlasıyla budur. Şimdiki zamanın sürekli olarak ötelendiği bir yarıkta debelenip dururlar.

Dışarıda bıraktığımız zaman

Gerçekten de oluşumuzun temel nedenlerinden biri olan şimdiki zaman, sonsuzun kaynaklarından biri olmasına rağmen hep dışarıda bıraktığımız bir zamandır. Kavga, çatışma ve gerilimden kafamızı kaldıramayışımızın en temel nedenlerinden biri de budur. Geçmişin bir ucunu, geleceğin bir diğer ucunu tuttuğu ipte yürümeye çalışmamız, onların aktörleri, hatta köleleri hâline gelmemize yol açar. Ne yaparsak yapalım, o gergin ipte salındığımız müddetçe tanımımız bundan ibaret olacaktır. Başka bir boyutta yakalayabileceğimiz geçmiş ve geleceğe dair öyküler, muhtemelen bugünün içerisinde yaratabileceğimiz farklı ve yaratıcı bağlar ve bu suretle elde edebileceğimiz özgürlük şansımız ise ‘bir başka bahara’ diyerek bize dudak bükmektedir.

Son dönemlerdeki tartışmalar, hükümet ve cemaat arasındaki gergin ip bana bu açmazı çağrıştırdı. Geçmişin ve geleceğin gerginliği arasında sürüp giden bu tartışmanın varabileceği olası noktaları düşündüm. Ama bu arada nihai olanları da düşündüm ve durumu fazlasıyla ‘bizim hâllerimiz’ buldum. ‘Sıfıra sıfır elde var sıfır bir şimdiki zaman’ hâllerimiz yani.

Yazının devamı...

‘Altın Zincir’

Bir toplantıda yazar olmak istediğini söyledi. 9 kız çocuğu annesiydi ve okuma yazmayı yeni öğrenmişti.

‘Yeniden doğmuş gibiyim’ dedi ve bu yazarlık işinde çok kararlı olduğunu belirtti. Sadece o mu? Çoğu onun gibiydi. Hepsi yeni yeni okuma yazmayı öğreniyor ve önlerindeki koca bilinmeze heyecan ve tutkuyla bakıyorlardı. O ve ona benzer kadınların yüzünde gördüğüm ışık bir hafta boyunca zihnimi işgal etti. Her şeye karşı duydukları heyecan, merak... Bu heyecan ve merak duygusunu hangi politika karşılayabilir diye düşünüp durdum. Onların elinden çalınmış bu mutluluğun, zamanında hayata geçirilebilseydi ne büyük dalgalanmalara yol açabileceğini. Bu hâlde bile yoktan var edebilmiş kadınlardı. Göç etmiş, savrulmuş, tutunmuş, devam etmiş kadınlar. Eşiklerden atlama imkânları olabilseydi kim bilir ne olurlardı diye tahmin etmeye çalıştım. Onlar için söylenen o geleneksel ‘söz’ü, o erkek sözünü, kendileri söylemiş olsalardı ne olurdu diye...

‘Kadınlar İçin Söylenmiştir’

Tam da burada o kitabı analım: Gülsüm Cengiz ilginç bir çalışmaya imza atmış. ‘Kadınlar İçin Söylenmiştir’, Anadolu kadınlarının 6 bin yıllık şiirli tarihine uzanmış. Kitap 7 bölümden oluşuyor. Hemen her bölüm çağdaş şairlerimizin bu toprakların kadınları için yazdıkları şiirlerle örülmüş. O şiirlerde kız çocuklardan analara, Doğu’nun kadınlarından doğuran kadınlara bir sürü yüzleşmenin bir araya geldiği kapsamlı bir çalışma bu. ‘Uzun hikâye’ deriz ya, öyle bir tanıklığın içinden geçerek ulaşıyor günümüze kitap. Bir zamanlar Adem’e karşı duran, ‘seninle eşitiz’ diyen Lilith’in tarihten silinmesinden Sümerlere, Penelope’den Dede Korkut Destanları’ndaki kadınların hüznüne selam ediyor. Halk edebiyatımızdaki ‘sevdiğini bekleyen’, kına türkülerinin, asker ağıtlarının acılı kadın görüntülerinden bugüne taşıyor bizleri. Halk şiirindeki katı erkek bakışından, divan şiirindeki kadına, velhasıl yüzyıllarca kalemin kadını değişmez bir kaderin içine nasıl tıkıştırmış olduğuna ayna tutuyor. O öyle bir kader ki yüzyıllar boyunca kadınlar kendilerine erkek toplum tarafından biçilen elbiseleri giymek zorunda kalıyorlar. O ya da bu şekilde kendilerine uygun görülen o kaderi kuşanmak, örmek...

Değişebilir!

O kader değişebilir. En azından bunu umut etmek istiyoruz artık. İstiyoruz ki örgülü saçların kaderi rüzgârla çözülsün:

Örgülü saçlarını çöz, dağıt

Kaderin gibi düğümlenen ardında

O örgüler ki yüzyıllardır kalıt

Savur onları özgürlüğün rüzgârında

Çık kafes ardındaki acılardan

Takma o altın zinciri

Unutma! Zincir altın da olsa

Acıdır kölenin boynunda.

Gonca Özmen’in Altın Zincir şiiri böyle söylüyor. Gülsüm Cengiz kitabını bu şiirle, böylesi bir umutla bitirmiş. Biz de bu yazıyı böylesi bir umutla bitirelim. Kadına ‘en az 3 çocuk doğuracaksın’ diyenlerden ve bunu destekleyerek yakın gelecekte milletvekili olmayı özleyen hemcinslerimizden biraz farklı bir umut biçimi bu, kabul ediyorum.

Yazının devamı...

Rengahenk bir belediye hayal ediyorum

Hayatımız, okul sıralarında bir sürü şeyi ezberlemekle geçti. Bunlardan biri de belediyelerin nasıl işlediğiydi. Çocukluk bu ya, tüm bu çıfıt çarşısı malumatlara rağmen, o yıllarda belediye deyince kafamda hiçbir şey canlanmaz, sadece bir renk belirirdi: Gri. Bunu şarkıya dök deseler herhalde şarkı da şu olurdu: Orada bir belediye var uzakta...

Ne kadar az dokunursak ‘o kadar bizim’ olduğu varsayılan belediyeler hakkında dedikoducu komşular gibiydik. Belediye meclisi ne yapar, belediye encümeni kime denir, belediye başkanının görevleri nelerdir vb. Hepsini bilirdik vallahi. Bu arada belediye başkanının, diyelim ki İzmitli olmasıyla uzaylı olması arasında hiçbir fark yoktu. Nasıl olsa ikisi de bilmem ne kadar ışık yılı uzaktaydı bizlerden.

Hâl böyleyken bugünlere kadar geldik. Bugünlerden kastım artık gökyüzünü pek seçemediğim kentliliğim olsa gerek. Hemen her yerin birer gökdelen yavrusuyla mavi atlası ikiye ayırmaya heveslenmesine çanak tutan bir belediyecilik anlayışının içinden geçiyor oluşumuz başka bir deyişle. Bu arada bendeniz, yaş kemale ermiş olduğu farz edilen biri olarak artık bir kısım belediyelerin ‘Büyük Şehir’ belediyesi olduğunu idrak etmiş biriyim. Kısacası bende bilgiler derinleşti! Artık belediye meclislerinin büyükşehir meclisleri olduğunu falan biliyorum.

Madem bu ‘detaylı’ bilgilere de sahibim, o hâlde bu kez atak davranarak yıllardır kafamı kurcalayan şu soruyu soruvereyim.

Şu basit soru

Evet soru gerçekten basit: Tüm bu olup bitenlere karşın bizler, kısacası halk, yani belediyelerin yıllardır hizmet götürdüğü varsayılan şu ekip nasıl bir belediye istiyor acaba?

Fırsat bu fırsat deyip hemen aklıma gelenleri sıralayayım:

1) Öncelikle bireye değer veren sosyal bir belediye anlayışı. Yani bürokrasinin değil, gerçekten halkın gereksinimlerine cevap verebilen gün batımı bir kırmızılık keyfi;

2) Hiyerarşileri bir yana bırakıp katılımcılığı, çoğulculuğu, paylaşmayı ön plana alan, görev dağılımı yapabilen, bu anlamda halkına güvenebilen, bürokratik olmayan örgüt modelleri geliştirebilen lezzetli bir portakal turunculuğu;

3) Halkına istihdam sağlayabilen; ekonomik büyümeden ona eşit ve adaletli pay sunabilen zengin, bereketli bir altın rengi sarısı;

4) Halkına rant esaslı değil, özünde sağlıklı, onların yaşam kalitesini geliştirecek ve yaşanabilir konutlar tasarlayabilen ağaçların ilkbahar rengi, diri yeşili;

5) Kent içinde ulaşım ve dolaşımı herkes için esas kılan, engellileri kente katan, her türlü ayrımcılık karşıtlığını şiar edinen ve bunu kente yansıtmaktan bir nebze çekinmeyen kentsel politikanın deniz mavisi;

6) Kent mirasının korunmasının olmazsa olmaz laciverdi;

7) Kentte yaşayan herkes için açık alanların, eğlence yerlerinin, kültürel faaliyetlerin gerçekleştiği mekânların ve sanat etkinliklerinin çoğaltılmasına katkı sağlamanın eşsiz moru.

İşte benim hayalimdeki belediye bu!

Dahası, kentin geleceğini etkileyen bütün projelerin halkı içermesi, onlara danışılmadan hiçbir projenin hayata geçirilmemesi gerektiğini anlamış bir belediyecilik anlayışı... AVM’lere ve gökdelenlere, oralardan gelenlere, geleceklere değil insan kalbine bakabilen yaşayan ve yaşatan, ‘rengahenk’ bir belediye.

Yazının devamı...

Mutlu Prens Ali İsmail Korkmaz

‘Oysa dünyada en inanılmaz şey insanların acı çekmesidir. Yoksulluk ve mutsuzluktan daha büyük gizem olamaz.’

Yukarıdaki satırlar bir çocuk kitabından; İrlandalı yazar Oscar Wilde’ın ‘Mutlu Prens’ adlı kitabına adını veren aynı adlı öyküden. Orada bir heykelle bir kırlangıcın öyküsünü anlatır bize Wilde. Yoksul insanlara yardım etmek isteyen bir heykelin yok olma pahasına yaptığı tercihler vardır karşımızda. Hem heykelin hem de kırlangıcın tercihleri desek daha doğru aslında. Fakir insanlara yardım etmek için ikisi de gönüllerinden ne kopuyorsa onu koyarlar ortaya. Ve öykünün sonu hüzünlü de olsa başarırlar. Dahası, içten içe başarının bu olduğunu bize hissettirirler. Tanrı katındaki yerleri sonsuzluktur. Mesajsa bellidir: İyi bir kalp ölümsüzdür, ölümsüz.

Öyküler birbirine benzer

Gezi olayları esnasında gencecik yitirdiğimiz Ali İsmail Korkmaz’ın bir alışveriş merkezinin önüne dikilen heykelinin anlattığı öyküde de bu var aslında. Tanrı katındaki sonsuzluk kadar iyi bir kalbin ölümsüzlüğü. Ellerini kuşlara açmış o heykel, ellerine konan kuşlarla bekliyor. Evet, öylece durmuş bekliyor: O alışveriş merkezine gelenlere yoksulluğu değilse de mutluluğun ne olduğunu bıkıp usanmadan anlatmak için.

Ali İsmail Korkmaz’ın heykeli, o alışveriş merkezinin önünde gece vakti gençler bir daha yaşamdan hunharca koparılmasın diye sessizce duruyor. Öyle bir heykel ki, gençler 38 gün komada kalmasın, yaşamın coşkusu ve gücü hep onlarla kalsın diye orada, kuşlarla şakalaşıyor. Heykel mi insan mı belli değil; ona o şiddeti reva görenlerin aslında ne kadar mutsuz ve acı çeken insanlar olduğunu fısıldıyor etrafa. Doğru mu? Elbette doğru. Her şiddet yanlısının mutsuzluğu ve korkaklığı gözlerinden okunur çünkü.

Öte yandan Korkmaz’ın heykeli, onun adına yaraşır bir şekilde bütün korkuları siliyor. Gölgelerinden korkanların korkularını bile... Şiddeti kalkan hâline getiren bütün korkulara sessizce ellerini açmış bekliyor. Zaferse, zafer bu işte.

Ali İsmail’in o ellerinden sular içiyor kuşlar. Bize korkmamamız gerektiğini söylüyorlar. Yaşamı sevmekten korkmamayı. Asıl mutluluğun bu olduğunu.

Yazının devamı...

Uzun bir ömür için uzun bir elbise

‘Unutulmaz bir şey mutlaka hatırlanır’ diyor İnan Çetin son kitabında. Unutulmazlığıyla hatırlanan birçok hususun yer aldığı ‘Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise’ (Yapı Kredi Yayınları) onun ikinci romanı. Kitap, gerçek yaşamda ışık yerine gölge huzmeleri içerisinde ilerlerken olmadık bir zamanda kırgın bir aşk öyküsüyle buluşturuyor bizi. Kitaba başladıktan birkaç sayfa sonra o kırık aşk hikayesinin bir parçası oluveriyoruz ve dünya dışarıda kalıp bir süreliğine duruveriyor.

Romanın en ilginç özelliklerinden biri ise tarihi bir dönemin içinden geçen bu kurguda neredeyse bir erkeğin gözünden olayları seyrediyor olmamız. Üstelik bu erkek çağımızın romanlarında gezinen ‘o yitik ya da idealize edilebilecek erkeklerden’ de değil! Yalpalayan, geçmişiyle çekişen, dahası egosu çok yüksek ve o egonun sürekli pohpohlanmasını isteyen, gerçekle içli dışlı bildik erkeklerden... Güzel olansa bu gerçeğin romanı bildik kılmıyor oluşu. İnan’ın öykücülükten gelen ustalığı (Onun 2003’te çıkan ‘Bin Yapraklı Lotus’unu mutlaka okuyun) bu hassas ve aynı oranda ham adamı tüm büyümemişliğiyle anlamamıza ve bir yerden sonra, evet evet, yine anlamamıza yol açıyor. Öncülüğünü böylesi bir erkeklik rolüyle sağlamaya ve sağlamlaştırmaya çalışan bir toplumda bu ne kadar işimize yarar bilmiyorum ama romanda yarıyor! Bu dünyaya erkek olarak bakmak ve ona göre şekillendirmek ne demek biraz da bunu keşfediyorsunuz.

Belirtmekte yarar var: Yazarı, kahramanı Fuat’ı seviyor sevmesine ama ondaki zaafları, özellikle cinsellikle ilgili yaşadığı gelgitleri sergileme konusunda bir o kadar da adaletli... Karşılıklı yaşanan bir ilişkide, kısacası Lina ve Fuat’ın aşkında bu çok net karşımıza çıkıyor. Ve yazar tarafsızlığından ödün vermeksizin Lina’nın başka birine duyduğu aşkla buluşturuveriyor bizleri! Bu hengamede olayları ateşleyen zamanın ‘Aşkale zamanına’, gayrimüslimlere Varlık Vergisi adıyla uygulanan zulme de denk düştüğünü fısıldayalım.

Kimliklere biçilenlerle birlikte yaşamlarımızın neye göre ‘biçildiğini’ de düşünerek okumanızda fayda olan bir kitap bu. Tüm yalpalamalar esnasında değişmeyenin ne olduğunu ya da değişimin gerçekte neye denk düştüğünü tartışabileceğiniz bu romanı okuma listenize eklemeyi unutmayın derim. İki günde bir siyasi gündemi değişen bir ülkede lüks gelebilir bu size gerçi.

Gelmesin.

İyi pazarlar.

Yazının devamı...

‘Sizin Dersane!’

Ne yazık ki geçen günlerde Tuncay Özinel’i de yitirdik. Dormen Tiyatrosu’nda başlayan bir serüvendi onunkisi. İyi bir tiyatrocu olmakla kalmadı, iyi tiyatrocular da yetiştirdi. Kendi adına kurduğu tiyatrosu zamanla bir ekol hâline geldi.

Birçoğumuz içinse 1979-80 sezonunda televizyonda büyük beğeni toplayan ‘Sizin Dersane’nin Dilaver’iydi o! Ferhan Şensoy’un senaryosunu yazdığı ve ‘Adnan Pazarlama’ tiplemesiyle karşımıza çıktığı, ekran başındakileri kırıp geçirdiği o dizi çok kısa süreliğine bizlerle oldu. Öyle oldu ama ne o dizi, ne de o diziden bize yansıyanlar kolay kolay unutuldu. Neden derseniz, İlhan Daner, Necdet Mahfi Ayral ve Mete İnselel gibi inanılmaz bir kadronun bir araya geldiği ‘Sizin Dersane’, her yönüyle bizimdi! Eğitimi, yaşamı tiye alan, geçkin yaştaki öğrencilerin üniversite sevdasını, daha doğrusu yaşama tutunma gayretlerini resmeden (hicveden desek daha doğru!) o diziyi anarken bugün neredeyse aynı yerlerde gezinmemizi neye borçluyuz sizce?

O günlerden buralara

Eğitimimizdeki yarıklar büyürken, bu yarıklara kılıflar uydurulmaya çalışılırken, ciddiye aldıkça savrulduğumuz, ancak ve ancak trajikomedi noktasında durduğumuzda kendimizi ferahlatabileceğimiz (en azından bu benim için böyle) bizim ‘dersane’ hâlleri hâlâ devam ediyor... Elbette 80’li yıllardan bu yana köprülerin altından çok sular akmış durumda. Ancak ruhumuzda tam da bu konuda ‘bir arpa boyu yol katedememişlik’ hissi gezindiği müddetçe bilgiç Dilaver’in lafları, Adnan Pazarlama’nın derste araya girdiği reklamlar ve Kıvırcık Kel’in sözleri kulaklarımızda, hatta östaki borularımızda nihavent makamında çınlamaya devam ediyor.

Velhasıl yanlış politikaların yanlış savrulmalarının ülkesindeyiz hâlâ! Yıllar geçiyor, bu katı gerçek değişmiyor... Ülkemizdeki eğitim sistemimiz aynı rampaları benzer teranelerle çıkmaya (ya da çıkamamaya) inatla devam ederken yaşamımızdan güzel insanlar hazan yaprakları gibi geçip gidiyor.

Tuncay Özinel, o günlerden bizlere kalan bir ses değildi sadece. Tiyatrocuydu o. Bunun anlamını bilenler bilir. Onu gerçekten merak edenler, baskısını bulabilirlerse bir de ‘Tek Kişilik Aile’ adlı kitabını okusunlar. Tiyatro yaşamı kadar, satırlarında eşcinselliğini okuruyla paylaşan o özel kişiliği.

Dileğimiz bu kitabın yeniden basılmasıdır. Daha birçok dileğimiz var ama onlar şimdilik kalsın.

Güle güle Özinel, güle güle Dilaver.

Yazının devamı...

Nedir Bu Kadınların Çektiği!

Bugün kadınlara yönelik şiddetin ‘görünür’ kılındığı Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Son Günü.

Geçtiğimiz ekim ayında İstanbul’da kapsamlı bir kurultay gerçekleşti. Türkiye’deki Kadın Sığınakları ve Danışma-Dayanışma Merkezleri’nin 16. kez toplandığı bu kurultayda önemli kararlar alındı. ‘Neo-liberal ve Neo-muhafazakâr Politikalar ve Ayrımcılıklar’ başlığı altında 200 katılımcının eşliğinde birçok konu masaya yatırıldı, yeni liberal muhafazakâr politikaların kadınlara nasıl yansıtıldığı tartışıldı.

Bu kurultayın, tam da bugüne yönelik sonuç bildirgesinin başlıkları şöyle:

1- AKP politikaları şiddeti önleyemiyor, erkek egemenliğini güçlendiriyor.

2- Devlet, erkek şiddetinin sözcüsü olmaktan vazgeçmelidir.

3- Erkeklerin şiddetine ancak kadınları güçlendirecek uygulamalarla son verilebilir.

Kadının rolü

Bildirgenin önemli alt başlıkları var. Devletin şiddetle mücadelede yeni bir merkezi yapı kurmakta olduğu, bu yapının belediye ve kadın örgütlenmelerinin çalışmalarına müdahale riski taşıdığı, devletin bu örgütleri birer devlet kurumu gibi görme eğiliminde olduğu gerçeği bunlardan sadece biri. Kadına yönelik şiddetin sadece aile içi şiddetle sınırlı olmadığı, devlet eliyle de uygulanmakta olduğu hesaplanırsa bu gelişme, son derece tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğumuzun da kanıtı.

Sonrasında sığınma evlerinin durumu geliyor. Sığınma evlerinin yaşamla bağının koparılmaması, buralarda kontrol ve hiyerarşi olmaması; şiddet, gizlilik ve güvenlik konuları haricinde kural konulmaması elzem. Kısaca kadınlar için yeni ayrımcılıklar yaratılmamalı! Dahası, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde sığınak dışı alanların da güçlendirilmesi gerekiyor. Şiddet öncesi ve sonrası gibi ayrımların yapılmaması, sosyal, ekonomik ve hukuksal desteklerin sadece sığınaktan çıkarken değil, süreç esnasında, hatta sığınağa gitmeden önce devreye sokulması önemli. Şiddete karşı tavır almak biraz da bu demek. Kısaca, süreci gözetmek, kesintiye uğratmamak, kadını uğradığı şiddette yalnız bırakmamak.

Yeni politikaların bir diğer önemli sonucu ise kadınlara çocuklarıyla birlikte hizmet veren sosyal kurumların ortadan kaldırılmış olması. Bunların yerlerine inşa edilen Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri ise aynı rolü üstlenemiyor. Sayıları sınırlı ve bu az sayıdaki merkez, kentlerin neredeyse dışında. Bunlara ulaşamayan, karakollara başvurmaktan çekinen kadınların durumuysa belirsizliğini korumaya devam ediyor.

Referans hep ev!

Sonuç olarak atılan adımların hemen hepsinin bağlandığı nokta, gıcır gıcır ambalajlardan çıkmalarına rağmen hep aynı referansa hizmet ediyor. Ne yazık ki bu referans, dolaylı ya da dolaysız biçimde kadına hep ‘ev’i gösteriyor. Gösterilen evde ise ona biçilen rol hep aynı: Geleneksel, uyumlu, fedakâr eş ve annelik rolü.

Yaşadığımız zaman diliminde bu geleneksel rolün hiç ama hiç değişmemesi, hatta giderek dozunu artırması kadınların birey olma şansını sürekli baltalıyor. Onlar adına karar veren erkek bir devlet zihniyetinin olması bu şansın kaçırılmasında çok önemli bir paya sahip. Böyle olduğu müddetçe de kadınlar için yaşam hep ertelenen bir süreç demek. Ertelenen, ötelenen ve sonra tamamen unutulan bir süreç.

Bu da iyimser bakış açısıyla ne demek biliyor musunuz? Mutfaktaki raflarıyla konuşan kadınlar demek. Kötümser tabloda ise korkuyla yaşayan, sonrasında canından olan kadınlar var.

Sonuç: Devletin kadına geleneksel rolleri hatırlatarak günü kurtarmak yerine, şiddetle mücadelede kadından yana kurumsal bir yapı oluşturması artık şarttır. İmzalamış olduğu CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi) ve İstanbul Sözleşmesi ile ilgili sorumluluklarını yerine getirmesi şart.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.