ABD ile masaya oturmak
.
Türkiye-ABD ilişkileri iki ülkenin güvenlik ve bölgesel çıkarları bakımından stratejik bir öneme sahip olsa da geldiğimiz aşamada aslında tek başına iki ülkenin ilişkilerinden ibaret değil. Başta Türkiye-Rusya, Türkiye-İran, Türkiye-AB ve Türkiye-İngiltere/Yunanistan ilişkilerinin taktiksel yönelimini bir tarafta tutarak yapılan açıklamaları ve niyetleri çözmek kolay olmayacaktır.
Geriye dönüp bakıldığında Amerika’nın ticari ve misyoner faaliyetleri 1820 yılında İzmir’de başlamış, 1830 yılında da Osmanlı ile Ticaret ve Dostluk Antlaşması imzalanarak resmi ilişkilere adım atılmıştır. Türkiye ile ilk diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlamıştı. Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönemde bu ticaret ve misyonerlik faaliyetleri öne çıkmıştır. Bu dönemde ABD’yi Türkiye topraklarından uzak tutan hususlardan biri Monroe doktrini gereği Avrupa’nın işlerine karışmama ilkesidir.
Bugün de benzer şekilde AB sahasının kendi güvenliğini sağlaması gerektiği ABD’nin silahlanma yaklaşımları arasında gözüküyor. Dün Yıldırım-Merkel görüşmesinden çıkan uzlaşma AB’nin öncü ülkelerinin çatırdayan NATO konseptini Türkiye üzerinden yeniden onarma hamlesinin de bir tezahürüdür.
Diğer yandan Türkiye’nin Suriye özelinde Rusya ile sürdürdüğü diyalektik sahada karşılıklı çıkar ilişkisine dayanıyor olsa da tarihsel birikiminden ayrı tutulamaz. Zira yalnızca 20. Yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 250 yıllık dönemde Türkler ve Ruslar 12 kez karşı karşıya gelmişlerdir. Rusya tarihsel bakımından ya doğrudan Türk tezine yönelik hamleler yürütmüş ya da Türkiye’yi Batı ve Doğu Avrupa gibi çevrelemek istediği coğrafyaların güvenliği konusunda dolaylı bir hamle alanı olarak görmüştür.
İkinci Dünya Savaşı sürecine gelindiğinde Türkiye-ABD ilişkileri İngiltere merkezli ilerlemiş ve ardından ABD ile SSCB mücadelesi, yani iki kutuplu dünyayı ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere 1943 yılında Türkiye’nin savaşa girmemesi durumunda Sovyetler karşısında yalnız kalacağı tehdidinde dahi bulunmuştur. SSCB’nin çevrelenmesi ve Ortadoğu sahasındaki petrolün himayesine yönelik politikalar 2.Dünya Savaşı sebebiyle yalnızlaştırılan Türkiye’yi kilit bir konuma taşımıştır. İncirlik üssünün inşası da işte bu döneme denk gelir.
Soğuk savaşın sonlandığı 1991 yılından bu tarafa Türkiye-ABD ilişkilerinde dikkat çeken husus AB’nin Türkiye ile tanzimi ve sınır ötesindeki çevrelemenin salt Rusya tehdidinin dışında İran ile şekillenmesidir. 11 Eylül saldırıları da Türkiye’nin içerisinde yer aldığı Ortadoğu’nun yeni devlet ve yönetimlerce tanzim edilmesi sürecini gün yüzüne çıkarmıştır.
Tüm bunlara bakıldığında yakın tarih bizlere şunu söylüyor.
ABD ile masaya otururken hemen arkamızda başka sandalyelerin de olduğunu ve her an bunlardan bir veya bir kaçının masaya eklenebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu çerçevede dün ABD Dışişleri Bakanı Tillerson ile yapılan görüşmelerden çıkan netice Afrin ve Menbiç arasında sıkışan iki ülkenin kopma noktasına gelen ilişkilerini uçurumun kenarından alma girişimidir. Çünkü bu uçurum bir sonraki aşamada NATO, Rusya, İran ve AB ile ilişkilerin de yaşam çizgisini belirleyecektir.
Milis güç değil terörist
Özellikle bir haftadır ABD tarafından yapılan açıklamalartrajikomik. Ama öyle bir tanesi var ki düzeltmeden geçilmemeli.ABD Kongresine sunulan istihbarat raporunda YPG için“PKK’nın Suriye’ deki milis gücü” tanımlaması kullanıldı. Bizde “ABD YPG’nin terör örgütü olduğunu kabul etti” gibi haberler de çıktı. Oysa bu bilinçli bir çarpıtma. Milis ile terörist farklı şeylerdir. Orduların, devletlerin milis gücü olur. Terör örgütlerinin ise olsa olsa başka kıyafet ve başka söylemlerle çatışan teröristleri vardır.