Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir aydının gözüyle 24 haziran…

Siyasetteki baş döndürücü gelişmeler ve yakın gelecekte olabilecekleri irdelerken kişiler ve hesaplaşmalar üzerinden sürdürülen tartışma iklimi yaklaşan tehlikeleri bertaraf edebilmekten uzak gözüküyor. Yeni hükümet sisteminin getirdiği merkezileşme ve neticeye ulaşmak için ittifak yapma zorunluluğu vatandaşlar için karmaşık bir hal alıyor. Bu koşullar altında ilkelerin, değerlerin ve ülkeyi yeniden sıçramaya geçirecek yol ve yöntemlerin ortaya konulması kolay olmayacak. Haliyle keskin karşıtlıklar, ön yargılar ve diğer tarafı alt etme anlayışı bir kez daha seçmen tercihlerini zorlayacak.

Ancak eksikliklere rağmen Türkiye’de seçmenlerin gizli bir okuma alışkanlığının olduğu ve seçim günü yaklaştıkça bu sorumluluğun gün yüzüne çıkacağı söylenebilir.

Böylesi dönemlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey milli birliğin azami öcüde sağlanması, siyasette niteliğin yükselmesi ve ülkeye yön veren aydınların milli bir bakış açısıyla pozisyon almasıdır. Bu sebeple geçtiğimiz gün, vefatının sene-i devriyesinde andığımız Prof.Dr.Erol Güngör ve fikirleri çok kıymetlidir. Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü görevini yürütürken genç yaşta (45) kaybettiğimiz Erol Güngör yeni nesillerimiz için vazgeçilmez bir başucu kaynağı…

Türkiye’nin özellikle son dönemde yaşadığı problemler, toplumun değerler sistemindeki kopuş ve siyasetin her alana tahakküm edişi Güngör’ün fikirlerini daha da önemli hale getiriyor. Bakıldığında Erol Güngör’ün fikir sistemi 3 temel dinamik üzerine kuruludur.

(1)Türk kültür ve tarihinin İslam’ın yükselişi ile iç içe olması, (2) Sosyolojik ve etnik farklılıkları zenginlik sayan bir millet tasavvuru ve (3) Sağlam köklerle batıya yönelmiş bir modernleşme/kalkınma projesi...

Türkiye bugün bu üç dinamik açısından da sorunlu bir güzergâha evrilmektedir. Güngör’ün o dönem İslam Dünyasında tespit ettiği “uyanış” bir tür uyku haline bürünmüştür. Küresel projeler yine bu dünya üzerinde ciddi kırılmalar ve ayrışmalar meydana getirmiştir. Türkiye’nin bu yönde atacağı adımlar ise ekonomik bağımsızlığının ölçüsüyle sonuç verebilir. Bu çerçevede Erol Güngör’ün “batılılaşma” yerine “modernleşme” olarak ifade ettiği ekonomik/teknik kalkınma hamlesi buna hazırlıklı bir siyasi kadroyu gerekli kılmaktadır. Yani bir yandan Türk-İslam çizgisinde net sınırları olan bir anlayış bir yandan da batı medeniyeti ile en güçlü ilişkilerin yürütülebilmesi. İşte bu yönelim başladığında ülkede yaşayan insanların kendilerini azami ölçüde bir ve beraber kabul edebileceği bir çatı inşa edilebilecektir. Dolayısıyla 24 Haziran seçimlerine, onun taşıdığı anlama ve ülkenin gerçekten neye ihtiyacı olduğuna bu gerekliliklerle bakmak mecburiyetimiz vardır.

Bu zemini sunabilecek en geniş imkanlar hangi siyasal fotoğrafta kendisini göstermektedir? Kim ya da kimler kök değerleriyle barışık ve kendi kültürünü bir medeniyet davası haline getirebilecek iddiaya sahiptir?

Hangi hedef ve projeler Türkiye’yi gerçekçi bir kalkınma sürecine yönlendirebilir?

Biliyorum bunları görmek ve anlamak için bize sunulanlarla yetinmek durumundayız. Ancak seçmenler olarak bizi yönetmek iddiasında olanların her söz ve eylemini yukarıda kapsamını çizdiğimiz sorumluluklarla karşılaştırmak zorundayız.

Değilse bu seçim ardından yeni bir seçimin de habercisi olacaktır.

Yazının devamı...

Muhalefetin stratejisi ve endişeler

Bir ülkenin siyasal karakterini tahlil etmek için bakılması gereken öncelikli unsurlar, öncü kuvvetler vardır. Örneğin Anayasa’da çizilen çerçeve, siyasal partilerin pozisyonları, seçim sistemleri, liderlik türleri ve söylemleri gibi…

Bunların içinde belki de en önemlisi iktidar-muhalefet diyalektiğinin nasıl geliştiği, alternatif bir fotoğrafın halk nezdinde görülüp görülmediği ve bağlantılı olan çoğulculuk meselesidir.

Hani tartışma programlarında kimi zaman seslendirilen “muhalefet sorunu” dedikleri şey...

Bu konu öylesine önemlidir ki geçmişte iktidarı yönetenlerin “böyle muhalefete can kurban” şeklindeki ifadesi hatırlanmalıdır. Bu süreç göstermiştir ki bu ifadenin vatandaş tarafından teyit edilmesi demek “yine bunların içinde en iyisi” şeklinde bir yaklaşımın oy verme davranışına dönüşmesi anlamına gelir. Yani hayal edilen veya ideal olan değil, mevcudu koruyabilenle idare edilmesi hedefi seçmenin rasyonel davranışı oluverir. Aslında bu bir siyasal sistem için en karmaşık güzergâhlardan biridir. İstenen ve beklenenin dışında nereye varacağı belli olmayan bir dolu kavşak ve sapakla yüzleşmek zorunda kalan “milli irade” retoriği siyasal hayatı etkisine alır.

Bununla birlikte geçen 16 yıllık dönemde (7 Haziran dışında) oylarını sürekli artıran bir iktidar ve lider odaklı/güçlü bir merkezileşme süreci yaşanmaktadır. Yeni hükümet etme sistemi ile daha da güçlendirilen yürütme erkinin ülke yönetiminde kendisini hissettirdiği bir gerçektir. Hükümet, bürokrasi ve ilişkili unsurlar Cumhurbaşkanlığı sistemindeki değişikliğe çoktan konumlanmış durumdadır.

Haliyle ülkenin iki parçaya bölünmüş siyasal yapısı, toplumsal sistemi de yönlendirmekte ve bir tarafın her şeyi sürekli kazandığı diğer tarafın ise her şeyi sürekli kaybettiğine inandığı bir umutsuzluk sarmalı hakim olmaktadır. Bu içinden çıkılması en zor kutuplaşmadır. Çünkü ilkeler, değerler giderek önemini kaybetmekte ve insanların temel ihtiyaçları, benlik duyguları piramidin tepesine oturmaktadır.

Üstelik bu problemin aşılması için adım atması gerekenler kutuplaşmanın beslendiği oy yelpazesine yönelme eğilimindedir. Yeni sistem %50+1 ile hükümet etme gücünü bir kişiye verirken diğer kesimin neticeye “varlık yokluk” meselesi olarak bakması yakın gelecek için ülkenin daha büyük bir problemle yüzleşme ihtimalini pekiştirmektedir.

Dolayısıyla birbirine karşı iki ittifakın doğduğu bugünlerde vatandaşların seçim neticesinden azami doyumu sağladığı, meşruiyetin olabildiğince yükseldiği bir seçim süreci oluşturulmak zorundadır. Bunun bir yolu iktidar kanadının atacağı adımlarla vatandaşları ikna etmeye çalışması diğeri de muhalefetin çok alternatifli bir fotoğrafı seçmenlerin karşısına koyabilmesidir.

Yani bu seçim çoğulculuğu esas alan bir yarışla yürütülmelidir.

Eğer böyle bir yaklaşım hakim kılınırsa, hangi ittifak ya da kim kazanırsa kazansın ülke adına meşru ve kabul edilebilir bir yönetime adım atmakta avantaj sağlanacaktır. Mesela son günlerde öne çıkan “Çatı aday” formülü... Mevcut koşullar dahilinde ülkedeki kutuplaşmayı daha da artırabilir. Zira yakın geçmişte güven algısını sarsmış ve netice alınamamış bir örneği olduğu unutulmamalıdır.

Yazının devamı...

‘Türkiye, Orta Asya işbirliğinin tabii üyesidir’

Kazakistan Dışişleri Bakanı Abdrahmanov, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan’ın bölgesel işbirliğinin memnuniyet verici olduğunu anlatırken, Türkiye için de “Bu birliğin tabii üyesi” dedi

Kazakistan Dışişleri Bakanı Kayrat Abdrahmanov resmi temaslarda bulunmak üzere önceki gün Ankara’daydı. İki günlük ziyaret kapsamında Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı İsmail Kahraman ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile bir araya geldi. Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Toplantısı gerçekleştirildi.

Abdrahmanov, çok tecrübeli bir isim. Daha önce Kazakistan’ın BM temsilcisi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) daimi temsilciliği görevlerini yerine getirdi. Bölgesel ilişkilerin geliştirilmesi, EXPO 2017 Organizasyonu, Astana Süreci gibi önemli diplomatik süreçler onun bakanlığı dönemine rastladı. Mütevazi ve samimi tarzıyla Kazakistan’ın bu yoğun diplomasi sürecini yönlendiriyor hem de Türkiye ile ilişkileri güçlendiriyor. Türkiye-Rusya ilişkilerinin normalleşmesinde etkili olan Kazakistan bugünler de Türkiye-Özbekistan arasındaki ilişkilerin de gelişmesi adına ciddi bir zemini harekete geçiriyor. Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki Orta Asya Devletle Birliği oluşumu yakın gelecekte Türkiye açısından da çok önemli hale gelecek.

Bu vesileyle Ankara’daki yoğun trafiğine rağmen Kazakistan Dışişleri Bakanı Abdrahmanov ile bir araya geldik. Ziyaretin amacı, Astana Sürecinin geleceği ve Türkiye ile ilişkiler konusunda VATAN’a özel açıklamalarda bulundu.

Latin alfabesine geçişte Türkiye modeli

Öncelikli hedefimiz Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev’in bu yıl yapılması düşünülen Türkiye ziyaretini planlamak. Bununla birlikte Türkiye-Kazakistan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 3.Toplantısı hazırlıklarını gözden geçirdik. Daha önce Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’ın Astana ziyaretinde ulaştırma, altyapı ve lojistik alanında çok sayıda anlaşmalar imzalanmıştı. Bu çerçevede iki ülke ticaret hacmini artırmak gayesindeyiz. Öncelikle 5 milyar dolarlık bir seviyenin yakalanması için Cumhurbaşkanlarımız bizlere talimat vermişti. Ne mutlu ki bugün 10 milyar dolarlık bir hedefi konuşuyoruz. Elbette bu biraz zaman alacak ancak bizlere büyük görev düşüyor. Kazakistan bugünlerde ekonomisinin modernizasyonunu gerçekleştiriyor. Bu süreçte Türk şirketlerinin büyük katkı sağlayacağına inanıyoruz. Aynı şekilde Cumhurbaşkanımız Nazarbayev tarafından kurulan bir diğer program Kazakistan kimliğinin modernizasyonunu içeren “Ruhani Yükseliş” hakkındadır. Kazakistan ve Türkiye uluslararası arenada en yakın partnerler arasındadır. Birbirini tamamlayan birikimlere sahiptirler. Örneğin bizim Kiril alfabesinden Latin alfabemize geçiş sürecinde M.K.Atatürk dönemindeki yol haritasını çok önemsiyoruz. Burada bir şeyi vurgulamak isterim. Kiril alfabesiyle bağlı olan Rus dili ve diğer kullanılan alfabeler de daha önce kullanıldıkları tarzda devam edecektir.

Türk liderler zirvesini bu yıl toplamak istiyoruz

Biliyorsunuz Kazakistan BM Güvenlik Konseyinin seçkin üyelerinden birisi. Ve Türkiye bizim BM’deki adaylığımız ve kampanyamızda büyük destek verdi. Bunun için minnettarız. İslam İşbirliği Teşkilatındaki çalışmalarımız da çok değerlidir. İlk kez bilim ve teknoloji konusunda zirve gerçekleştirdik. Bununla da sınırlı değil Türkiye ve Kazakistan Türk dili konuşan ülkeler olarak Türk Keneşi, Türksoy, TÜRKPA, Türk Akademisi gibi kuruluşlarda ortaktır. Şimdi üye ülkelerle bu yıl içinde yeni zirveyi toplamak için çalışmalar yapıyoruz.

Orta Asya Devletler Birliği ve Türkiye

Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan’ın bölgesel işbirliğini inşa etmek için bir araya gelmeleri ve hızla bunun ilerletmeleri memnuniyet verici. Bu işbirliğinin artışı ile yatırımları bölgemize çekmek ve uluslararası bir takım tehlikelere karşı bir arada olmayı arzu ediyoruz. Örneğin uluslararası terörizm ve kaçakçılık gibi meseleler çok önemlidir. Bu noktada Afganistan’a özellikle ekonomik açıdan yardımcı olmak zorundayız. Bu bakanlığımız bu yıl ki önceliklerden birisi. Beş Orta Asya ülkesi olarak NewYork’ta gerçekleşen bakanlık toplantısına katıldık. Orada Afganistan’ın geleceğini barış güvenlik ve sürdürülebilir gelişmenin bir model ülkesi olarak konumlandırdık. Afganistan’ı basit olarak terörizm ve istikrarsızlığın bölgesi olarak düşünmeyin. Bölgedeki partnerlerimizle birlikte Afganistan’da daha pozitif bir resim ortaya koyacağız. Dışişleri bakanları arasındaki işbirliğini artırıyoruz. Bu komşu ülkeler arasında müzakere ortamını güçlendiriyoruz. Böylelikle yapay bariyerleri kaldırıyoruz. Ticareti, insan etkileşimini ve her türlü ulaşım güzergahlarını teması daha da artıracak şekilde düzenlemenin gayesindeyiz. Türkiye’nin bu birlikte yer alması mümkün mü? Elbette Türkiye zaten bu birliğin tabi bir üyesidir. Bu işbirliğinin bölge dışı partneridir. Türkiye bağımsızlığımızı ilk tanıyan ülkedir. O günden bu yana bizi sürekli destekledi. Ticaret ve kültür alt yapımızı güçlendirecek ilk yatırımları yaptı. Bakınız Türkistan’a gelen ilk ülkedir. TİKA burada anlamlı işler yapmıştır. Hoca Ahmet Yesevi’nin dünyaya anlatılmasında önemli bir yere sahiptir. Bakın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile bizim Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev Arakan’daki müslamanlar için kullanılmak üzere TİKA’ya beş yüz bin dolarlık bir bütçe verilmesini sağladı. Sayın Çavuşoğlu ile TİKA, resmi kalkınma ajansı arasındaki mu htemel işbirliğini de irdeledik.

Astana süreci yoluna devam edecek

Astana süreci başarılı bir şekilde devam ediyor. Türkiye, Astana sürecindeki garantörlerden birisi. Yapısal olarak bu sürece bağlı ve etkili çalışmalar yürütüyor. Barış ve istikrarın sağlanması adına sonuçlarını da veriyor. Artık Suriye’nin ekonomik ve mimari açısından yeniden inşasında da bu rolü devam edecektir. Astana’da ateşkes Aralık 2016’da imzalanmıştı. Şimdiye kadar yaklaşık 65 ülke müzakerelerin öyle ya da böyle parçası oldu. Çatışma alanının Astana süreci ile ciddi biçimde azaldığını ölçtük. Bu süreç çatışmaların önlenmesi dışında rehine/tutukluların serbest bırakılması, hayatını kaybeden ya da yaralıların tahliyesi, kayıpların bulunması gibi insani konulara da odaklanıyor. Rusya, İran ve Türkiye ile birlikte oluşturduğumuz çalışma grubu bu konularda çok hassas. Şimdi Mayıs ayı içerisinde yeni bir Astana buluşmasına hazırlık yapıyoruz.

Yazının devamı...

Erken seçim çağrısındaki detay

Erken seçim mi olacak? Yerel seçim önce mi yapılacak? derken dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin grup konuşması ve “26 Ağustos 2018’de (Malazgirt Zaferi) erken seçim yapılsın” çağrısı gündemin ilk sırasına oturdu.

Bunu bekliyor muydum? Evet...

Ülkenin iç ve dış politikada sıkışmışlığı, ilk fırsatta böyle bir çıkışın gelebileceğini işaret ediyordu.

Sayın Bahçeli’nin konuşmasına dönersek öne çıkan 3 temel husus vardı:

BİRİNCİSİ “İç ve dış tehditlerin ağırlaştığı zaman diliminde” denilerek böyle bir sürecin içinde olunduğu vurgulanıyor ve “Kaos üretme çabalarının şimdiden ortaya çıktığı” belirtiliyor. Daha önce seslendirilen “beka tehlikesi” gibi bu genel yaklaşım tarzının da analizciler tarafından epey irdeleneceği kesin.

Dış tehdit... ABD, İngiltere, Fransa’nın Suriye’ye müdahalesi ve asıl hedefin Türkiye olduğu yönündeki iddialarla ilişkilendirilmeli mi? Zira bu adımın Türkiye’nin kuşatılması için yeni bir senaryonun parçası olduğu yorumları da yapılıyordu.

İç tehdit... Son haftalarda terör saldırılarının yoğunlaşması, dövizdeki hızlı ve durdurulamayan artış, artan cari açık ve pek çok sektörün daralması ekonomi odaklı bir sorunlar yumağının büyüdüğünü gösteriyordu.

Böyle bakıldığında iki tehdit alanı da birbiriyle ilişkili bir çerçeve sunuyor.

Şimdi burada asıl soru şu. Gerçekten Türkiye’nin yeni hükümet sistemine geçmesinden önce ya da 2019 genel seçimlerine giderken bu tehditler etkisini daha mı artıracak? Ve en önemlisi seçimin erkene alınması bunu nasıl önleyecek?

Dünki konuşmada erken seçimin “milli irade” aracılığıyla bu tehditleri bertaraf edeceği ifade ediliyor. 2002’de TBMM ve hükümeti neredeyse tamamen değiştiren erken seçim için benzer bir çağrıda bulunan Devlet Bahçeli 7 Temmuz 2002’de Bursa Kocayayla’da şöyle demişti: “Türkiye’nin, belli çevre ve odakların yönlendirmesi, uluslararası finans kuruluşları veya basın desteğiyle Türkiye’de iktidarlara şekil verme gayreti içinde olanlara Millet olarak bir cevap vermeliyiz.”

İKİNCİSİ yerel seçimler önce yapılırsa bu seçimde alınabilecek muhtemel sonuçlar ve ardından yaşanacak kaotik gelişmeler ciddi bir risk olarak görülüyor. Özellikle “Seçim güvenliği” meselesi ile burada ortaya çıkabilecek kutuplaşmalar öne sürülüyor. Belirtmek gerekir ki yerel seçimde test edilecek ittifak süreci 2019 Kasım’da yapılacak bir genel seçim için her şeye açık bir zaman dilimi arz ediyor.

ÜÇÜNCÜSÜ ise açıklamada mahalli idareler seçimine her partinin kendi adaylarıyla katılacağı vurgusunun yapılması. Dolayısıyla MHP yerel seçimlerde, AKP ile ittifak konusunda getirilen eleştirilerle bağlantılı olarak yasalaşan ittifak mantığının dışında bir yarış ve bir yönüyle yerel seçimlerde partinin kurumsal kimliğini korumak istiyor.

Bu üç temel vurgunun dışında konuşmanın satır aralarında dikkatimi çeken bir başka detay daha vardı. Yüksek Seçim Kurulu 19.01.2018 tarihli kararında bu tarihten 6 ay öncesini dikkate alarak seçimlere katılma yeterliliği olan 9 partiyi açıklamıştı. Bu partiler arasında İyi Parti bulunmuyordu. Açıklamanın ardından özellikle soysa medyada polemik konusu olmuştu. Sayın Bahçeli’nin dün ki konuşmasında “10 partinin seçimlere girdiği dikkate alındığında” ifadesi olduğu görülüyor. Eğer bir erken seçim kararı alınırsa kaç partinin seçime katılacağı tartışmaları yeniden gündeme gelebilir. Zira İyi parti’nin seçimlere katılması veya aksi bir durumda gerek olası ittifaklar gerekse oy dağılımları ciddi şekilde etkilenebilecektir.

Yazının devamı...

Azerbaycan’da sonuç değişmedi

Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip etmek üzere Azerbaycan’daydık. Her ne kadar Suriye gündemi ile yoğrulsak da Azerbaycan’daki gelişmeler Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Azerbaycan en yakın müttefikimiz olmasının yanında, küresel mücadelenin iki önemli alanından birisi. Özellikle Kafkasya’ya yönelecek yeni coğrafya tanziminde gözlerin çevrildiği ilk yer Azerbaycan olacak. Bu süreçte ülkenin istikrarı ve yapısal düzenlemelerin sürmesi çok önemli. Örneğin burada konuştuğumuz bazı uzmanlar ülkedeki e-devlet dönüşümünün Türkiye’den daha başarılı olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan yönetiminin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini erken bir tarihe alması da temel olarak böyle bir gerekçe ile ilişkilendiriliyor. Bununla birlikte Rusya’da konuşlanmış bazı sermaye gruplarının Azerbaycan siyasetine olan yakın ilgisi biliniyordu. Yakın bir tarihte yapılan devlet başkanlığı seçimleri sebebiyle Rusya’nın iç gündemiyle meşgul olması Azerbaycan’daki erken genel seçimin zamanlamasına da işaret eder nitelikte.

Türkiye ile ilişkiler

Türkiye-Azerbaycan ilişkileri giderek yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanları seviyesinde artan görüşme trafiği bürokratik kurumların ilişkilerine de yansıyor. Türk Konseyi, TÜRKPA, Türk Kültür ve Miras vakfı, Türk Akademisi gibi kuruluşlar eğitim ve kültür alanındaki çalışmaları hızlandırıyor. Ekonomide potansiyelin gerisinde olsa da ikili ilişkiler artış eğiliminde. Türkiye ve Azerbaycan’ın dış ticaret hacmi yaklaşık 2 milyar dolar. Türkiye’nin Azerbaycan’a 9 milyar dolar, Azerbaycan’ın da Türkiye’ye 5 milyar dolarlık bir yatırımı var. Türkiye’ye Azerbaycan’dan gelen turist sayısı 750 Bin dolayında ve bunun 1 milyonun üzerine çıkarılması mümkün. Devam eden ulaşım ve enerji projeleri iki ülkenin de diplomatik ağırlığını pekiştiriyor. Bakü-Tiflis-Kars (BTK) demiryolu projesi, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı , Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi (TANAP), Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı en önemli projeler.

Seçimin galibi Aliyev

Ülkeyi 15 yıldır mevcut Cumhurbaşkanı İlham Aliyev yönetiyor. 2009 yılında yapılan bir referandumda “iki dönemden fazla seçilemez” kuralı kaldırılmıştı. 2016’da da Cumhurbaşkanlığı görev süresi 5 yıldan 7 yıla çıkarılmıştı. Her iki referandumda da %70’e yaklaşan bir katılım oranı vardı. Muhalefetin küçük bir bölümü referandumda olduğu gibi dün sona eren seçimleri boykot etme kararı aldı. Takip edebildiğimiz kadarıyla sakin ve olaysız bir seçim gerçekleşti. Sokaklarda afiş vb tanıtım görselleri yoktu. Oy verme işlemi sabah saat 8.00’da başladı. Saat 18.30 itibariyle 5 Milyon 300 Bin seçmenin %70’i sandık başına gitti. Türkiye’ye göre düşük bir katılım gibi gözükse de namzet bir adayın bulunmadığını dikkate alırsak yine de ciddi bir oy verme oranı... Beklendiği gibi oyların ezici bir çoğunluğu pusulanın ilk sırasındaki İlham Aliyev’den yanaydı. Bu sonuçlara göre 2025’e kadar ülkenin yönetimi Aliyev’de olacak.

Cumartesi işgal altındaki Karabağ’dan çok özel izlenimlerimizi paylaşacağız...

Yazının devamı...

Başbakan’ın Moğolistan seyahati neden önemliydi?

Başbakan Binali Yıldırım’ın önceki gün tamamlanan Moğolistan seyahatini önemsiyor ve değerli buluyorum. Moğolistan belki tarihsel dinamiklerinin gerisinde bir ekonomik birikime sahip. İkili dış ticaret hacmimiz de oldukça düşük. Eğer ulaşım yollarında radikal tedbirler alınmaz ve maliyetler düşürülmezse bunun artması oldukça zor görünüyor. Ancak Türkiye açısından Moğolistan ekonomik göstergelerin ötesinde anlam ve etkiye sahip. Ne yazık ki bu etki alanının bölgesel bir ivme yakalaması için atılan adımlar yeterli değil.

Yıllar önce, 2005’te, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde yine bir Moğolistan seyahatini kaleme almıştım. Tarihte ilk kez Türkiye’den Başbakan düzeyinde bir ziyaret yapılıyordu. O seyahatte Karakurum’dan Orhun Yazıtlarının bulunduğu yere giden yolun 45 km’lik kısmı Türkiye tarafından asfaltlanıyordu.

13 yıl sonra Başbakan Yıldırım tarihte ilk kez “Türk” adının geçtiği Tonyukuk Yazıtına dokunuyordu.

Bunlar olumlu gelişmeler. Etkileşim daha da artırılmalı...

Peki neden?

Moğolistan salt bozkır ve göçebe yaşamla ilişkilendirilmemeli. Tarihsel bir doğuş ve kopuşun coğrafyası konumunda... Bakınız “Tarihçinin Kayıtları” yazarı Sima Qian (Pulat Otkan’ın üzerinde çalıştığı çevirisi onun vakitsiz ölümünün ardından öğrencisi Giray Fidan’ın danışmanlığında yayınlandı ) Orta Asya tarihinin Kuzey’in atlı göçebeleri ile Güney’in tarım alanları arasındaki çatışmayla şekillendiğinden söz eder. Bu görüşe göre Orta Asya’nın kuzey yarısında etkinlik gösteren atlı göçebelerin çoğunun anavatanı Moğolistan Yaylası’dır. Orta Asya’yı boydan boya Türkleştirmiş olan (Gök)Türkler ve ardından yine Moğolistan’da kurulan Uygur Devleti’de bu coğrafyanın ruhuna nakşedilmiştir. M.Ö 3.yüzyılda Moğolistan yaylalarının Güneyinde muhtemel Altay dillerini konuşan kabilelere Çin kayıtlarında “Di”ler denilmektedir. Bunun daha sonra Türk ya da Türkler kelimesinin çevriyazı şekli olduğu anlaşılmış. Bu yönüyle bakıldığında Tarihçinin Kayıtları gerçekten tarihe önemli bir kayıt düşüyor. Buna göre Karahanlılar, Abbasi Hanedanı içindeki Türk askerleri, Hindistan’da kurulan Türk hanedanlıkları ve hatta Selçuklular ile Osmanlı Devleti’ni kuranların aslında kaynağı Moğolistan Yaylası’dır. Bu iddia üç bakımdan çok önemli ve değerlidir. Birincisi Türk tarih ve medeniyetinin sadece Kuzey-Güney ekseninde değil aynı zamanda Doğu-Battı ekseninde de kurucu ilişkiler ağına sahip olduğunu gösterir. İkincisi Türk tarihini Bin yıl öncesinden başlatıp geri kalan kısmına “at biniciliği” ya da “et pişirme” olarak bakanların yanılgılarını bir kez daha ortaya koyar. Üçüncüsü ise Türkiye’nin Moğolistan’ı klasik Moğol karşıtlığı ile değil bu topraklara nakşedilmiş Türk izleri ile değerlendirip ilişki kurmasını gerekli kılar.

İşte bu gerekçelerle başta siyaset alanının ve alınan kararları hayata geçirecek bürokratik kurumların bu hassasiyetle Moğolistan’a eğilmesi vazgeçilmez bir görev olarak kabul edilmelidir.

Yazının devamı...

Türkiye’de liyakat ve aydın olmak

Önceki gün Osmangazi Üniversitesinde bir araştırma görevlisi, öğrencilerin de okulda olduğu bir vakitte elinde silahla çalıştığı kuruma gelip 4 akademisyeni öldürdü. Olayla ilgili çeşitli iddialar yargı sürecinde netleşecek olsa da 4 insan yaşamını yitirdi. Onların aileleri, evlatları... Gerçekten düşünmesi acı, sabrı güç meseleler.

Bu olay münferit ve kendi doğasındaki sebep/sonuçlarla irdelense de genel fotoğrafı anımsamamız için bir vesile kılabilir. Ne yazık ki sistemsel düzensizlik ve sosyal kırılganlık üzerinde yükselen ciddi sorunlarımız var. Bununla birlikte özellikle son birkaç yıldır bu olumsuzlukları manipüle etmeye çalışan dış çevrelerin verdiği tahribat da göz ardı edilemez.

Yönetsel bakımdan büyük tehlikeler barındıran bu sürece “entropi” diyoruz. Entropi, o sistemin enerjisinin tükenmesi, faaliyetlerinin aksaması, dengesinin bozulması ve düzensizlikanlamına geliyor. Ülkemizde siyasal sistem, bürokratik sistem ve belki de en önemlisi sosyal sistem bu sürecin kıskacı altında. Üstelik kurumlarımızın bütünsel olarak söz konusu bozulmaya cevap veremeyişi derhal ek tedbirler alınmasını zorunlu kılıyor.

Peki ne yapmalı?

Bunu durdurmanın iki etkili yolu var. Birincisi aksayan sisteme dışarıdan doğru bilgi, liyakatli personel, uygun materyal ve uzlaşma ikliminin entegre edilmesidir. Ve demokrasi uygulamalarının olabildiğince yaygınlaştırılması. Zira demokratikleşmenin gerisindeki kapalı sistemlerde entropi dediğimiz sorun çözülemez.

İkincisi bizim gibi gelişme olan ülkelerde kamuoyuna etki eden ve vatandaşların ruh halini, uzlaşmaya yatkınlıklarını, birbirlerine saygı düzeylerini, yani birlikte yaşamaya ne kadar istekli olduklarını belirleyen aktörler vardır. Siyasetçiler, basın-medya dünyası ve en önemlisi bu ülkenin entelektüel/aydın sayılan insanlarının toplum karşısında nasıl bir resim ortaya koydukları o toplumun akıbetini tayin edebilir.

İşte televizyonlardaki her türlü tartışma programının etkisini böyle değerlendirmek gerekir. Aslında her birisi toplumun nasıl yaşayacağına ilişkin bilgi ve ruh halini oluşturma sorumluluğuna sahip. Bu programlardaki katılımcılar entropi hastalığıyla mücadele ya da bu hastalığı bizzat artıran unsurlar haline gelebilirler.

Bu noktada rahmetli Erol Güngör’ün “bir zihin yapısının tahlili” başlığında açıkladığı aydın türleri hatırlanmaya değerdir. Güngör bu insanların vazgeçilmesi gereken iki önemli özelliğe sahip olduğunu ifade eder. Egosantarizm ve laf salatası yapmak...

Laf salatası, adı üzerinde çok konuşmak/çok vaatte bulunmak fakat konuştuğunun gerçekte karşılığının olmayışı... Genellikle politikacılar halka sempatik gelmek, oy kazanmak vb sebeplerle çok konuşup, çok vaatte bulunabilirler. Doğrusu vatandaş bu durumu çabuk kanıksar. Ancak o ülkenin aydınlarının bu tuzağa düşmesi hazindir. Güngör bu tür kişilere “egosantrikler” der. Kendi zihin dünyasındakilerin başkaları için de geçerli olduğunu kabul eder ve kafasındaki düşüncenin gerçek hayatla ne kadar uyumlu olduğunu sorgulamazlar. Bu çelişki ortaya çıktığında yüzleşmek yerine başkalarını “fesadlıkla” suçlarlar. Yöneltilen karşı fikirlerle tartışmak yerine karşıdaki insanı hedef alırlar. Planlarını uygulamak için her yolu geçerli kılabilirler. Bu tür yönelime sahip olanların her türlü siyasi görüşe kolaylıkla uygum sağlayabilmesi mümkündür. Örneğin bir gün İslamcı, bir gün Türkçü bir gün sosyalist olunması sürpriz değildir. Güngör bu bahsi tamamlarken aydın olduğu düşünülen kişilerde bu iki olumsuz özelliğin görülmesi durumunda, rakiplerinin ancak “cahiller ve hainler” olacağını da iddia eder.

Sözün özü toplumlar birden bire çözülmüyor, sistemdeki sorunlar/rahatsızlıklar kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Böylesi dönemlerde gerçekten liyakatli insanlara ve gerçek aydınlara ihtiyaç duyuluyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.