Şampiy10
Magazin
Gündem

Soçi sonrası Türkiye ne yapacak?

Cenevre ve Astana’nın ardından Soçi’deki zirvenin bölgedeki dengeler ve özellikle Türkiye açısından etkileri sürüyor. Üçlü zirve sonrası liderlerin açıklamalarına bakıldığında ilkesel ortaklaşmalar kadar her ülkenin kendi hassasiyetleri de öne çıkıyor.

Rusya elde ettiği askeri başarının ardından çatışma potansiyelini en aza indirmek ve rejimi kalıcı kılabilmek için siyasi sürec in taşlarını döşemeye hazırlanıyor. Belli oldu ki Esad en azından geçiş sürecinde bulunacak. Bunu Soçi’deki tüm ortaklarına ilettiği görülüyor.

İran’da Esad için benzer bir ilkesel tutum içerisinde. Bununla birlikte sahadaki etkinliğini korumak ve Suriye’den gelebilecek tehditleri olabildiğince uzakta karşılamak istiyor. Ülkede ABD askeri gücünü istemiyor. Özellikle S.Arabistan ve İsrail gibi ülkelerden gelecek tehlikelere karşı Doğu Akdeniz’e açılan yolu diri tutabilmek gayretinde...

Rejim açısından ise ortada ciddi bir kazanım var. Rus askeri gücünün ülkeye adım attığı güne kadar “gitmesi yıllar değil, artık aylar ve haftalar” denilen Esad zaferini ilan ederken siyasi diyalog başlığı ile Türkiye’ye olası bir işbirliği için mesaj veriyor.

Türkiye’nin durumuna bakıldığında meselenin 3 önemli boyutunun olduğu görülüyor.

Birincisi Soçi’den Cenevre’ye uzanacak siyasi çözüm başlığında yer alacak yol haritasının güzergahı ve aktörleri nasıl belirlenecek?

İkincisi üçlü zirvenin muhataplarının PYD-YPG konusundaki tutum ve hedefleri nereye doğru evrilecek? Bunun test edileceği en güçlü zemin Suriye Ulusal Diyalog Kongresi olacak.

PYD buraya çağrılacak mı?

Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda geri adım atmayacaklarına yönelik vurgusu, siyasal süreçte Kürtleri temsilen yeni bir yöntemin geliştirilmesini gerekli kılabilir. Suriye muhalefeti içerisinden bir takım isimler ya da farklı gurupların birleşmesi gündeme gelebilir.

Bu biraz da meselenin üçüncü boyutuyla ilgili...

Özellikle Rusya’nın İdlib’de Türkiye’den beklentisi ve Türkiye’nin Afrin hassasiyeti nasıl ortak bir noktada buluşabilecek?

Öyle görülüyor ki Soçi’deki tüm aktörler Türkiye’nin PYD/YPG’ye yönelik açık ve net tavrından rahatsız değil. Hatta Türkiye bunu yüksek perdeden ifade etmeye devam ettikçe PYD’nin Rusya bloğuna yaklaşması söz konusu olabilir. Ayrıca ABD’nin askeri gücünü çekmesi ihtimali ve K.Irak’ta Barzani’nin “yarı yolda bırakıldığına” yönelik kanaat ABD çıkarları ile Rusya’nın sahadaki hamle gücü arasında bir seçim yapmaya zorluyor. Diğer yandan 50 binin üzerinde silahlı gücü ve ABD’den aldığı 3000 Bin tır dolusu mühimmat ve teçhizat ile ülkenin kuzeyinde fiili bir durum yaratmak isteyen PYD cephesinde Türkiye’nin Afrin motivasyonu büyün önem taşıyor. İşte burada Rusya hem Türkiye ile PYD’yi oyunun içinde ve kendi kartları arasında tutmak istiyor hem de PYD’nin Afrin’deki varlığı ile Türkiye’yi İdlib’te daha etkin olmaya zorluyor. Üstelik Diyalog Kongresindeki temsil sorunu Türkiye için kabul edilebilir bir şekilde çözümlenirse Putin, siyasal süreci rejim ile PYD arasında petrol/doğalgaz üzerinden bir kısmi anlaşmaya doğru götürebilir.

Bu zor denklemde Türkiye’nin yapması gereken PYD’yi olabildiğince rahatsız etmek, bu hassasiyetinden geri adım atmamak ve İdlib’teki etkinliği ile müzakere yeteneğini olabildiğince artırmak. Bir de Suriye’deki Türkmenler meselesi var ki onu bir sonraki yazımızda değerlendirelim.

Yazının devamı...

Türkiye Soçi’den ne çıkaracak?

Bugün Soçi’deki zirvede Türkiye, Rusya, İran ve görünen o ki Esad rejiminin siyasi sürecin hızlanmasına yönelik adımlar atacağı anlaşılıyor. Dün Rusya Devlet Başkanı Putin ve Esad’ın bir araya gelerek verdiği mesaj bölgenin muhataplarına, özellikle de Türkiye ve İran’a ciddi göndermeler içeriyor.

Nitekim Putin’in Esad’a bakarak “Sizinle siyasi sürecin oluşturulması prensiplerini görüşmek istedim” sözleri ve Esad’ın da siyasi sürecin ilerletilmesine Rusya’nın destek vereceğini aktarması dikkat çekiciydi. Esad bu görüşmede “herkesle diyalog kurmaya hazırım” derken Türkiye’ye de çağrıda bulunuyordu.

Bununla ilgili sayılabilecek bir adım da Türkiye’den geliyordu. Moskova’dan kalkan bir Rus askeri uçağı Türkiye hava sahasından geçerek Suriye’deki Hmeymim Hava Üssüne iniş yapıyordu. Yani Rusya askeri uçaklarına hava sahasını kapatan Türkiye 4 yıl sonra bu yasağı kaldırıyordu.

Dolayısıyla Türkiye ile Esad arasında doğrudan olmasa da Suriye alanındaki ilişkisel bağlam üzerinden temasa geçtiği söylenebilir. Bunun Türkiye açısından zamanlaması, yerindeliği ve neticeleri ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte ABD-Rusya bloğunda meydana getireceği kırılmalar ve vekalet görevi üstlenen terör örgütlerinin akıbeti düşünüldüğünde oldukça önemlidir.

Başta DEAŞ-YPG diyalektiği, sınır güvenliğinin sağlanması ve Afrin’e yönelik bir operasyon için Türkiye ve Esad arasındaki bu yönelimin ilerleyişi hayati bir nitelik kazanıyor. Daha geçenlerde BBC’nin yayınladığı DEAŞ’ın Rakka’dan YPG ve dolayısıyla ABD tarafından tahliye edildiği görüntüler sıradan bir olay değil. Bu görüntülere ilişkin pek çok iddianın geçmişte dayanakları bulunuyor. Zira DEAŞ’ın 2014 yılından itibaren Suriye ve Irak’taki ilerleyişinde cevap bulmamış kimi sorular büyük resmi daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Hatırlanacak olursa o dönem Rusya/Esad cephesi DEAŞ’a koridor açtığı ve teröristleri rejimin üzerine gönderdiği konusunda ABD’yi suçluyordu. ABD ise DEAŞ’la mücadele etmediği gerekçesiyle Rusya’yı… Irak’ta da benzer bir durum vardı. Yerel askeri kaynaklar defalarca ABD’nin DEAŞ’a havadan destek sağladığını ileri sürüyordu.

Çok açık ki dünyanın yok etmek için üzerine yürüdüğü terör örgütü DEAŞ belirli bir düzeyde araçsallık görüyordu. Böylelikle bölge dengelerindeki ikincil düzey hedefler için kullanıldığı yönünde bir algı yükseliyordu. Sadece ABD ya da Rusya değil gayrimeşru referandum sonrası Kerkük’ten çekilen peşmergenin çekilirken elinde bulunan DEAŞ’lılar ı serbest bırakması da buna örnek verilebilir.

Aslında şaşırtıcı değil. Dünyada terör ve terör örgütlerinin araçsallığı her coğrafyanın ortak problemi. Dün kendisi için bir eylemi terör eylemi sayan bir ülke aynı eylem başka bir ülkede meydana geldiğinde “özgürlük”, “insan hakları” kavramlarına sığınabiliyor. Bunu anlamak için uzağa gitmeye de gerek yok. Yanı başımızda “kanton” adını verdikleri topraklara demir atan PYD-YPG yapılanmasının binlerce insanın katili olan PKK ile aynı şey olduğunu düşünmek yeterli. İşte küresel sermayenin değişimi ve yeni ulus devlet kurgusunun oyun alanı burada beliriyor.

Bir terör örgütünü başka bir terör örgütü ile yok etmek ya da bir ülkeyi tanzim etmek için terör örgütlerini havuç/sopa ikilemine sürüklemek. İşte YPG, DEAŞ ve PKK’nın ortaklaştığı nihai yer de burası...

Yazının devamı...

Nasıl bir seçim sistemine gidiyoruz?

MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin %10’luk ülke barajına yönelik çıkışı, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gazetecilere yaptığı “seçim ittifakını konuşabiliriz” açıklaması ile Türkiye yeni bir iç siyaset yapılanmasına yöneliyor. Cumhurbaşkanı sistemiyle değişim göstermekte olan seçmen davranışları yeni yapılanmada tahminlerin dışında siyasi neticeler meydana getirebilir.

Hem de 2018 sonunda!

Bu yönelimde kimin kime kazançlı çıkacağından öte ülkede demokrasi ve çoğulculuk adına hangi adımlar atılmalıdır sorusuna cevap aramak gerekiyor.

Bir de öyle bir mesele var ki...

Milletvekilleri nasıl seçiliyor? Ya da TBMM’nin niteliği nasıl artırılabilir?

Bu çerçevede seçim ittifaklarına yol açacak düzenleme, barajın düşürülmesi ve nisbi temsil sisteminde değişikliğe gidilmesi ihtimalleri Türkiye açısından bir avantaja dönüştürülebilir. Elbette bunun için sağlıklı bir inceleme ve tartışma ikliminin oluşması esastır.

Doğrusu giderek tek sesliliğin hakim olduğu kitlesel iletişim sahasında bu iklimi tesis etmek hayli güç gözüküyor.

Yine de biz bunun gerçekleşiyor olduğu ön kabulü ile meseleye katkı sağlayama çalışalım. Türkiye’de 1946-196 0 arasında Liste Usulü Çoğunluk, 1960 sonrasında Nispi Temsil Sistemi uygulanmıştır. %10’luk ülke barajı ise 12 Eylül sonrasında getirilen bir yöntemdir. 199 5’den bu yana d’Hondt sistemi %10 ülke barajı ile bir likte uygulanmaktadır.

Şimdi Cumhurbaşkanlığı sistemi ile yürütmenin oluşumunda istikrar sağlanacağı ve artık temsilde adalete ağırlık verilmesi düşüncesi haklı olsa da AKP’nin buna bir çırpıda “evet” diyeceği şüphelidir. Zira bu sistemde vatandaşın yürütme ve yasama arasında denge kurabilmesi mümkün olduğundan 2019’da hem Cumhurbaşkanlığı hem de parlamento oylamasında benzer bir netice elde edilmek isteniyor.

Öyle ki Sayın Erdoğan’ın açıklamasında barajın düşürülmesinden ziyade aynı kalacağı yönünde düşünsel bir alan daha güçlüdür. Çünkü %10’luk sistem (ittifaklar usulünde) barajı aşamayacağı tahmin edilen ve birinci/ikinci tercihinden birisi AKP olan seçmenleri neredeyse tamamen AKP bloğuna kaydırabilir. Oysa baraj düşerse, örneğin %5 olursa Saadet Partisi gibi bir çok muhalefet partisi ikinci tur için pazarlık gücü kazanacağından seçim ittifakları geniş yelpazeli yasama ve yürütmeyle neticelenebilir.

Belki de burada odaklanmamız gereken seçim ittifaklarının yasalaşmaya hazırlandığı bir süreçte %50+1 gerekliliğine uygun bir seçim sistemi kurgulamak. Öne çıkan nihai zemin ise iki turlu dar bölge ya da daraltılmış bölge sistemi olabilir.

600 milletvekilinin dar ya da daraltılmış bölgelere göre yeniden dağıtılmasına literatürde garrymandering deniliyor. Mesela Yozgat’ın 4 milletvekilinden birinin Boğazlıyan, Şefaatli, Yenifakılı ve Yerköy ilçelerinde bir diğerinin Çekerek, Kadışehri ve Sorgun’da oy kullanan seçmenlere tek bir aday için oy kullanma imkanı sunması…Dar bölge sisteminde alt ve üst sınır iyi belirlenirse halihazırdaki dağılıma göre sapma lar azaltılabilir. Bu işlemin iktidar eliyle gerçekleştirilmesi muhalefet için olumsuz neticeler meydana getirebiliyor. (1)Hiçbir bölgenin en az seçmen sayısına sahip bölgenin altında kalmaması (2)Her bölgenin il idari sınırları içinde olması (3)Birleştirilen merkezlerin mutlaka sınırdaş olması dikkat edilecek hususlar.

Fakat bu sistemin kurgulanmasında olmazsa olmaz ölçütler çoğulculuk ve şeffaflıktır. Bu şekilde hem mevut sistemdeki sorunlar azaltılabilir hem de Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri arasında bir ilişkisel bağlam kurulabilir.

Yazının devamı...

Baraj tartışmasının ardındakiler...

Siyaset biliminin önemli kavramlardan biri “milli irade”dir. Yönetimin özü ve odak noktası burada kendini gösterir. Günümüz demokrasilerinde egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu düşüncesiyle mutlak ve devredilemez hükümdarlık tacının milletin tepesinde durması beklenir. Farklı ülkelerdeki hukuk metinlerinde genellikle durum böyledir. Ancak uygulamada milli iradenin nasıl tecelli ettiği şüphelidir. Bugün milli irade dediğimiz şey seçimlerde sandığa giderek oy kullanmış seçmen çoğunluğudur. Bu noktada yönetim sorumluluğunu üstlenenler benzer bir yanılgıya düşerler. Sanılır ki egemenliğin millette oluşu onun temsilcilerinin mutlak ve sınırsız bir yetkiyle donatılmasını gerektirir. Oysa böyle değildir. Milli egemenlik ve milli irade iktidarın halka dayalı ve meşruluğunu ondan alması gerektiği yaklaşımından ibarettir.

Bu yönelim bir ülkedeki seçim sistemi ve siyasi partiler yasasının içeriğini de belirler. Türkiye’de de bu konular hep tartışılır ama istenilen değişiklikler yapılamaz. Yönetimde istikrar ve temsilde adalet ilkeleri uygun ölçülere kavuşturulamaz.

Gelinen aşamada Türkiye %10’luk ülke barajını indirmeye (ya da tartışmasına) hazırlanıyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin gazetecilere yaptığı “baraj düşürülsün” açıklamasını biraz araştırınca birbiriyle bağlantılı 4 temel gerekçe öne çıkıyor.

BİRİNCİSİ kamuoyunda seslendirildiği gibi temsil edilmeyen oyların mecliste temsil edilebilmesinin sağlanması. Yani temsilde adalet...

İKİNCİSİ anketlerin gelecekte hangi noktaya evrileceğini kestirmek zor olsa da mevcut oy yüzdelerinin etkili olduğu iddiası. Belirtmek gerekir ki ülke barajı uygulaması partiler arasındaki oy geçirgenliğini de etkileyen bir bariyer. Seçmeni sürpriz kararlara yönlendirebiliyor. Mesela 2011 seçimlerinde seçmenin MHP lehine gösterdiği refleks... Fakat yeni sistem iki ayrı seçim ve iki ayrı mantık getiriyor. Parlamenter sistemin denklemi ve kurgu alanı büyük ölçüde değişiyor. Seçmen seçeceği cumhurbaşkanı ile parlamentoda görmek istediği partiye ayrı oylar kullanabiliyor.

Bu değişiklik ÜÇÜNCÜ temel gerekçeyi şekillendiriyor. Eğer birinci turda cumhurbaşkanı seçilmek için kimse yeterli oyu bulamazsa ikinci turda meclisteki sandalye dağılımı seçmenin oy verme davranışını etkileyebilir. Zira sistem doğası gereği bloklaşmaları ve nispeten küçük partileri bu bloklaşmalara yönlendirmeye teşvik ediyor. %10 barajı ile bir çok partinin meclise girememesi veya mevcutların meclis dışında kalması oy oranı yüksek ve konsolide olduğu öngörülen parti adaylarını sosyo-psikolojik bakımında güçlendirecek. Bu durum kimin kimi destekleyeceği konusundaki bir takım değerlendirmeler için erken olduğu gösteriyor. Telafisi zor bir müzakere süreci başlıyor.

DÖRDÜNCÜSÜ AK Parti uzun süredir dar bölge ya da daraltılmış bölgeli seçim sistemi için çalışma yürütüyor. Bu hedef partinin programında var. Hatta %10 barajlı, daraltılmış bölgeli ve tercihli sistem. Dolayısıyla bu hem bir araç hem de amaç niteliği taşıyor. Dar/daraltılmış sistem 600 milletvekilinin ülke genelinde yeniden dağıtılması anlamına geliyor. Coğrafi sınırlar oy verme açısından yeniden belirleniyor. Bu belirleme sırasında iktidar partisinin avantajı göz önüne alındığında daha baştan yapısal olarak kime yarayacağı açık. Bir de tüm imkanların seferber edildiği daha dar çevrelerde yapılan oylamaların güçlü partiler lehine sonuçlar üreteceği söylenebilir. MHP bu seçim sistemini istemiyor.

İşte bu tespitler Sayın Bahçeli’nin çıkışıyla alevlenen baraj tartışmasının %10 meselesinden öte olduğunu gösteriyor. 2019’a giderken MHP uyum yasalarında gücünü artırmaya, Türkiye ise çok bilinmeyenli bir denklemi çözmeye hazırlanıyor.

Yazının devamı...

Kiralık demokrasi

İdeal bir durumun ifadesi olarak öne çıkan Demokrasi kavramı günümüz siyasal ve yönetim mecrasında belirli dönüşümlerden geçerek şekilleniyor. Antik Yunan dönemine atıf yapmak çoktan geçerliliğini yitirdi. Abraham Lincoln’ün “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi ” yaklaşımı bir teoriden ileri gidebiliyor mu? Bunu dünyada tam anlamıyla içselleştirmiş, kurumları ve hukuku ile taçlandırmış bir ülke olmadığı gibi demokrasiyi amaç edinen pek çok ülkede de amaca ulaşma derecesi farklılık gösteriyor.

Burada üç önemli sebepten söz edilebilir. (1) Ülkenin içinde bulunduğu coğrafyanın demokrasi kavramına yüklediği anlam. (2) Her ülkenin kendi tarihsel yolculuğunda meydana getirdiği kazanım ve fırsatlar. (3) Toplumun kültür dokusuyla ete kemiğe bürünen siyasal/yönetsel anlayış...

Kime göre demokratik?

Elbette her vatandaş demokrasiyi hak ediyor. Ancak hukuksal/kurumsal açıdan yerleşik bir kültür meydana gelmemişse sistemler demokrasiden sapmalar gösteriyor. Dolayısıyla batı ile doğu arasındaki farklı kamplarda halkın bir bölümünün demokratik bulduğu kararlar diğer bir bölümü için demokratik sayılmayabiliyor.

Mesela Rusya’nın SSCB sonrası demokrasiyi yönetime taşıma süreci kendilerine özgü bir demokratik sistem meydana getirdi. Buna da “egemen demokrasi” dediler. Etki ve çekim alanı öylesine güçlüydü ki bağımsız devlet olmalarına rağmen eski Türkistan coğrafyası bu demokrasi ölçütünün kıskacında kaldı. Yönetim sistemleri, bürokrasiye yön verme biçimleri ve yaşama tarzları birbirine benziyor. Demokrasinin bir süreç olduğunu dikkate alırsak söz konusu ülkelerin vardıkları her yeni kilometre yenileşmenin bir adımı sayılıyor.

Öte yandan dünyada sistemli bir demokrasiden bahsedildiğinde öne çıkan ülkelerin başında ABD geliyor. Almanya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya , Kanada, Lüksemburg, Norveç gibi ülkeler de benzer tasniflerde yer alıyor. Aslında buradaki manzara ideal tip demokrasiye ulaştıkları için değil mevcutlar arasında koşulları en çok yerine getirmelerinden kaynaklanıyor.

Demokrasi nasıl bir tehlikede?

Bugün demokrasinin karşı karşıya olduğu tehlikelerden birisi de halkla ilişkiler firmalarının tekdüzeliği, kamuoyu araştırmalarının siyasal sistemle yaşadığı ikilem ve kimi analistlerin kurumsal müşterileri için ürettiği propagandist raporlamalar...

İşte William Greider buna “KİRALIK DEMOKRASİ” diyor .

Greider kendi ülkesi ABD’de siyaset ve yönetim mekanizmasını hızla ele geçiren bu rüzgarın demokrasiyi sadece ekranlarda ve ağdalı cümlelerde bıraktığına vurgu yapıyor. Reklam ve haber arasındaki ince çizginin nasıl kaybolduğundan söz ediyor. Trump’un seçim kampanyasıyla gündeme gelen sınır ötesi manipülasyon böylesi bir demokrasi konumlanmasının ürünü. Dünya bu konuya öylesine önem vermeye başladı ki Japonlar daha 1980’li yıllarda ABD içerisinde ortalama 300 milyon dolar harcıyorlardı.

Tüm bu tespitler Türkiye’nin demokrasi seviyesi ve varması gereken hedef açısından yol gösterici olmalı. Değilse “siyaset, propaganda ve ekonomik güç” arasındaki ilişki toplumda her geçen gün daha fazla kabul görüyor ve siyasal kültür burada sıkışıp kalıyor. Ve Greider’in bahsettiği Kiralık Demokrasi aşamasına geçiliyor.

Yazının devamı...

Arabistan’dan Türkiye’ye uzanacak kırılmalar...

Dünkü yazımızda S.Arabistan’daki gelişmelerin güç ve iktidar yönünü irdelemiştik. Bu kapsamda belki de en önemli hedef Milli Muhafızların başındaki Prens Mitab bin Abdullah ve yolsuzluk perdesine konuşlandırılan El Velid bin Talal’ın alıkonulmasıydı. Her iki prens Kral Salman’ın yeğenleri ve veliahtın tahta namzet kuzenleriydi. Üstelik Sadakat Konseyinde ciddi ağırlıkları vardı.

S.ARABİSTAN MONARŞİSİNE NASIL FORMAT ATILIYOR?

Şimdi daha geniş operasyonların gelmesi muhtemeldir. Zira yolsuzluk/rüşvet üzerinden Arap siyasal-bürokratik mekanizmasına ışık tutulursa hiç beklenmedik kişilerin karanlıkta olduğu ortaya çıkabilir. Bunun iki önemli sebebi var. (1)Ülkedeki petrol gelirlerinin önemli kısmı binlerle sayılabilecek prensler kampı tarafından kullanılıyor. Bunu sağlamak üzere farklı çıkar ağları kuruluyor. (2) Yabancılar ülkede iş yapabilmek için kralın ailesinden ya da yakın çevresinden birilerini resmi/gayriresmi ortak alarak kalıcı olmaya çalışıyor. Yüzdeler havada uçuşuyor. Eğer bu sistemin içi oyulursa Körfezde ciddi kırılmalar olur.

Doğrusu bu ölçüde ve böyle bir motivasyonla hareket edilmediği kanaatindeyim. Sadece önceden belirlenen ya da süreç içinde karşı koyan bazı isimler bundan etkilenecektir.

Gelelim meselenin bölgesel ve Türkiye odaklı etkilerine...

ABD Başkanı Trump ülke içinde yaşadığı sorunları da ötelemek için “yeniden büyük Amerika” sloganını realize etmeye çalışıyor. Dünyanın en büyük petrol şirketi Suudi ARAMCO’nun hisselerinin NewYork borsasında arz edilmesi talebi yaklaşık 2 trilyon dolarlık bir sermayenin ABD’nin kontrol sahasına konuşlandırılması demek. Böylelikle ülkedeki yatırımlar ve Ortadoğu’daki maliyetler açısından bir çıkış noktası yakalanmış olacak. ABD’deki bazı yorumcular Trump’ın ARAMCO hisselerinin kendi ülkesinde halka arzıyla ilgili çağrısının Arabistan’da ki depremin öncü sarsıntısı olduğuna dikkat çekiyorlar. Ayrıca bu sadece ABD ekonomisinin değil Suudi ulusal sermayesinin de yeniden şekillenmesini sağlayacak önemli bir aşama. Ve Rakka’nın Arap sermayesi ya da bizzat onlarca inşası, Suriye’de yeni bir oyun kurulacağını gösteriyor. Bölgedeki Ulus-Devlet-Sermaye sistematiğinde böyle bir değişme meydana geldiğinde sınırların, etnik dağılımların çizilmesi çok daha kolay olacaktır.

Bir diğer mesele İran üzerinden kurulacak yeni denge noktası. Daha doğrusu önce mevcut dengelerin bozulması ve ardından ABD-İsrail-Körfez lehine bölgesel terazinin konumlanması. İran bir süredir Irak ve Suriye’deki milis güçleri aracılığıyla ciddi bir saha avantajına ulaşmış, Lübnan’daki vekili Hizbullah ise Suriye-İsrail sınırında yapılanma inşa edecek bir motivasyon sağlamıştı. Lübnan Başbakanı Hariri’nin istifası ile başlayan kaos yine Lübnan özelinde yeni bir vekalet savaşına dönüşebilir. Bu gelişme Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Öncelikle İran’ın saha gücünün Irak ve Suriye’den yeni çatışma alanına kayması demek ki bu durumun rejim üzerinden PKK-YPG etkinliğini artırmaya aday olduğu görülmeli. Diğer bir tehlike Türkiye’nin İran ile yapısal bir işbirliği içinde olduğu algısının ABD-Körfez-İsrail bloğu tarafından farklı bir kuşatma gerekçesine dönüşebilmesi ihtimali... Çünkü Türkiye ve İran aslında doğrudan bir işbirliği içinde değiller sadece Irak ve Suriye ölçeğindeki ortak bazı hassasiyetler benzer tavırlara sebep oluyor. Açıkçası Rusya’nın da PYD-YPG’nin siyasi hamiliğine soyunuyor olması muhtemel çatışma alanından etkili bir avantaj yakalayabilme hedefinin işareti kabul edilebilir.

İşte tüm bu tespitler çerçevesinde Türkiye’nin bekle-izle-gör stratejisini proaktif bir zemine taşıması hayati bir önem taşıyor.

Yazının devamı...

S.Arabistan Monarşisine Nasıl Format Atılıyor?

Yaşı oldukça ilerleyen S.Arabistan Kralı Salman, (81) Haziran ayında oğlu Muhammed Bin Salman’a veliaht prens unvanını vermişti. Bu karar ekonomik buhranın eşiğindeki S.Arabistan için küresel etkileri olabilecek bir iktidar mücadelesinin de başlangıcıydı. Ancak Muhammed Bin Nayif’in azledilerek yerine oğul Salman’ın getirilmesi kararın veriliş şekliyle de önemli.

Monarşiyle yönetilen S.Arabistan’da kralın devri için uygulanan gelenek, anayasada da belirtildiği gibi öteden beri “kurucu lider Abdulaziz bin Abdurrahman bin Suud’un oğulları arasından seçilmesidir.” Kral Salman bu yöntemle iktidara gelen altıncı kraldır. Oğullar ve dolayısıyla kardeşler arasından yapılan belirleme kralın belirli bir yaşında üzerinde olmasını ve genellikle ölene kadar görevde kalmasını sağlıyordu. Kral Faysal 60, Kral Faht 61, Kral Abdullah 82 yaşında Kral olmuştu. Belki de S.Arabistan’da gelişmeciliğin geri kalmasını başka sebepler dışında bu yaş aralıklarıyla da ilişkilendirmek gerek.

İşte bu geleneksel yöntem Muhammed Bin Salman için değiştirilerek Anayasanın 50’nci maddesi “Ülkeyi yönetecek olan kişi, kurucu lider Abdulaziz bin Suud’un oğulları ve torunları arasından seçilir” şeklinde yapıldı.

Böyle bir değişikliğin beraberinde veliahtın kral olmasını sağlayan süreci de etkilemesi mümkün. Kurucu Abdulaziz’den sonraki kralların büyük bölümü doğal ölümlerle değişmiş. Sadece Kral Faysal suikast sonucu, ikinci kral Saud ise çekilme yoluyla Kral Faysal’a görevi devretmiş. Bir süredir Kral Salman’ın ilerleyen yaşını da öne sürerek veliaht prense görevi devredebileceği ihtimaller arasında seslendiriliyordu. Bir başka ihtimal de yurtdışı gezilerinde olduğu gibi hastalık sebebiyle yetkilerinin oğluna devretmesiydi.

Peki Prens Salman’ın gelişi bu kadar görünürken aralarında prens ve bakanların olduğu çok sayıda insan neden gözaltına alındı?

Ortaya çıkan resmi görüntüde yolsuzluklar gerekçe gösteriliyor. Düzenlemeyi yapan da yine Prens Salman’ın başında olduğu yolsuzlukla mücadele komitesi…Ancak yakın geçmişin izleri bu fırtınanın sadece yolsuzluklarla açıklanmasını imkansız kılıyor. Burada 2 önemli tespiti ortaya koymak gerekiyor.

Birincisi yukarıdaki iki yöntemde de kalıcılık için olası rakiplerin bertaraf edilmesi gerekiyor. 32 yaşındaki Muhammed bin Salman’ın “tecrübesiz olduğu”, göreve hak etmeden geldiği”, usulün çiğnendiği” gibi söylemlerle Suud ailesindeki kimi prenslerce mercek altında olması. Memnuniyetsiz bu kesimin Salman’ın her an açığını kolladığı biliniyordu. Bir de Kral Salman’ın ölmeden önce görevi devretme seçeneği dikkate alınırsa böyle bir muhalefetin varlığı oğul Salman için tehdit potansiyeline sahipti. İkin gün önce görevden alınanlar arasında bulunan Ulusal Muhafızlarının basındaki Prens Mitab bin Abdullah, tıpkı Muhammed bin Nayif gibi rakipler arasındaydı. Prens Mitab’ın bertaraf edilmesi için Ulusal Muhafızların Savunma Bakanlığı içerisinde eritilmesi bile planlanıyordu.

İkincisi S.Arabistan vahabizmin radikal selefilikle buluştuğu siyasal-sosyal kültürü inşa etmekle kalmıyor, ülke dışında yaygınlaşmasına da zemin hazırlıyordu. Bu durumun mevcut toplumsal dinamikler açısından sürdürülebilirliği tartışmalı. Ülkedeki gençlerin dörtte biri işsiz. Düşen petrol fiyatları ile memurların maaşları eziliyor. Kadınların stadlara girişlerine ve araç sürmelerine izin verilmesi, Yemen’deki savaş sebebiyle geniş kesimlerin konsolide edilmesi olayın boyutlarını açıklamak için yetersiz kalıyor. Bu sebeple Prens Salman değişim beklentisinin devir sürecinde kendisine zarar vermemesini hem de değişimin yüzeysel yönetimini tek başına yapmak istiyor.

Meselenin küresel ve bölgesel etkilerini de yarın değerlendirelim.

Yazının devamı...

Sakın unutmayın, biz onları unutmayacağız!

Hakkari ve Diyarbakır’daki şehitlerimizi uğurlarken acı tabloyla bir kez daha yüzleştik. Zira şehit sayımız son bir yıllık dönemde yüzlerle ifade edilebilecek düzeye erişiyor. Terör örgütlerinin bu noktaya gelişinde geçmişten bugüne alınan yanlış siyasi kararların etkisini görmezden gelemeyiz. Bunu da etraflıca irdelemek lazımdır. Ancak son aylarda gerek terör yapılanmasının yoğun olduğu iller gerekse diğer bölgelerde çok sayıda operasyon gerçekleştiriliyor. Önemli bir kısmında güvenlik güçlerinin ciddi neticeler elde ettiği görülüyor. Bu neticelerde PKK, DEAŞ, FETÖ ve aşırı sol olarak ifade edilen terör gruplarıyla birlikte mücadele edildiği düşünülürse hayli kaotik bir dönemden geçtiğimizi ifade etmek mümkün.

Daha geçen hafta bir AVM otoparkında muhtemeldir ki yüzlerce insanın hayatını kaybedeceği bir saldırı hazırlığında olan DEAŞ mensupları yakalandı. Özellikle Ekim ayında Jandarma Özel Harekât (JÖH), Polis Özel Harekât (PÖH), Jandarma Komando Birlikleri ve TSK’nın ilgili birimlerince 3 binden fazla operasyon yapıldığı anlaşılıyor. Ortaya çıkan karşılaştırmalı rakamlar tehlikenin ve mücadelenin boyutlarını gözler önüne seriyor.

Bu kapsamda 9-30 Ekim tarihleri arasında 3325 terörist gözaltına alınırken bunların 404’ü PKK/KCK terör örgütü, 401’i de DEAŞ terör örgütüyle bağlantılı. Aynı sürede 129 PKK’lı terörist etkisiz hale getirilmiş. Bunun 114’ü Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki operasyonlarda elde edilmiş. Etkisiz hale getirilen teröristlerin illere dağılımına bakıldığında Hakkari’de 41, Şırnak’ta ise 40 sayısı dikkat çekiyor.

Verilen bu rakamlar kaybettiklerimizle ve onların bizim için taşıdığı değerle ölçülemez. Şehit haberinin düştüğü ocağın neler yaşadığını idrak etmek ise mümkün değil.

Ancak bir ŞEHİT ailesi için “1” rakamı tarifi mümkün olmayan şeylerle dolu.

Acı, hüzün, öfke ve gurur iç içe...

Ülkede olan şeylere baktığımızda ise sayıların anlamsızlaştığına ve kimileri için sıradanlaştığına şahit oluyoruz. Ve zamanla geniş kesimlere yayılma potansiyeli olan böyle bir kamuoyu meydana geliyor. Bu gelişme sosyolojik savaşın da kırılma anlarından birisi.

Aldığımız acı haberlerin dışında yüreğimizi yakan bir başka gerçek de bu olsa gerek...

Dolayısıyla onların isimlerine, doğduğu topraklara ve onları yetiştiren kocaman yüreklere selam göndermek istiyorum. İşte ülkesi için şehadete eren yiğitlerimiz:

Sözleşmeli erler;

Sercan Kara (Isparta)

Emre Karaaslan (Bursa)

Ömer Küçük (Hatay)

Tayfun Kavun (Kırşehir)

Piyade uzman çavuş Gökhan Kurak (Zonguldak)

Piyade er Erhan Karaca (Samsun)

Ersin Özyurt (Bingöl)

Polis Ahmet Alp Taşdemir (Manisa)

Korucularımız;

Osman Yeşil

Alaattin Tekin

Biliniz ki aldığımız her nefes, onların son nefesinin bir tecellisi...

Saygıyla anıyor, rahmet ve duayla uğurluyoruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.