Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye için yeni bir fırsat...

Afrin harekatının 22. gününde Türk ordusu ilerlemeye devam ediyor. Batıdaki bazı yayın organları askeri ilerleyiş kadar kullanılan askeri malzemelerin %75 oranında Türk malı oluşuyla ilgileniyorlar. Zira 1965’ten bu yana ABD menşeili silah sektörünün %66’sı Ortadoğu pastasını yiyor. Dolayısıyla Türkiye sınır ötesini güven altına alırken diplomasi ve güvenlik hattını daha yukarıda karşılamaya dönük stratejileri atlamamalı.

DEAŞ’ın Afganistan’da yeniden örgütlenerek Ortadoğu-Orta Asya bağlantısına yönelişi uluslararası çevrelerce de takip ediliyor. Bu kapsamda Türkiye’nin Ortadoğu’daki askeri ve diplomatik manevra alanını etkileyen iki gücün, Rusya ve ABD’nin yukarıda, Orta Asya’da başlayan mücadelesinde Türkiye’de yerini almalı.

Neden Orta Asya?

Türkiye’nin tarihsel bağlarının olduğu Orta Asya stratejik bir öneme sahip. Rusya-Avrasya, Orta ve Yakın Doğu, Asya ve Güney Asya arasında bir tampon bölge ve önemli bir geçiş noktası. Bir süredir beklendiği gibi ABD Dışişleri Bakanlığı Orta Asya sorumlusu H.Enscher Tacikista n ve Kırgızistan’ı ziyaret ederek Trump’un Orta Asya açılımını başlattı. Ziyaretin yapıldığı gün Rusya Devlet Başkanı Putin Kırgızistan’ın 240 milyon dolar borcunu sildi. Görüşmede ABD’nin Kırgızistan’a bir askeri üs açması teklifi de vardı. Çok açık ki Washington Orta Asya ’ya ilgisini artırıyor, Rusya ise karşılık veriyor.

Bu sürece nasıl gelindi?

ABD, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılında sahada etkinliği yok denecek kadar azdı. Diplomatik ilişkilerin kurulmasıyla birlikte adım adım ilgisini artıran baba Bush, döneminde Orta Asya Türkiye üzerinden bir sıçrama unsuru olarak görüldü. Zaman içerisinde ABD nezdinde saha uzmanları yetişti ve ekonomik-sosyal alanda gerek yardımlar gerekse yatırımlar bağlamında etki gücü artmaya başladı. 1992-2008 yılları arasında Tacikistan dahil ABD’nin Orta Asya’ya maddi yardımı 4 milyar dolara ulaştı.

Özellikle 11 Eylül saldırısının ardından Afganistan’dan bölgeye dahil olmayan çalışan radikal gruplar ABD’nin odağı haline geldi. Kırgızistan’da Manas, Özbekistan’da Hanabad askeri üsleri kuruldu.

Fakat aynı tarihlerde Putin’in Rusya’sı “post-Sovyet” bir yapıya yönelik hamleleri sıklaştırıyor; Avrasya Ekonomik Birliği’ne giden yolu açıyordu. Soğuk savaş döneminde Rusya’ya karşı yöneltilen çevreleme politikası bu dönemde turuncu devrimlerle şekillendirilmeye çalışılsa da enerji ve demografi kartını çok iyi kullanan Ruslar Orta Asya’daki gücünü tahkim ediyordu. Bu yönelim güçlü başkanlık-yarı başkanlık modeliyle yönetilen kurucu liderlerin yönetimlerini devam ettirebilmelerinin de en önemli denge unsuru görülüyordu. 2014 yılına gelindiğinde Kırgızistan Rusya’yı tercih ederek ABD üssünü kapattı. Özbekistan ise 2005 yılında ülkenin güneyinde çıkan olaylarla ilgili ABD’nin sert eleştirileri üzerine Hanabad üssünü kapatmıştı.

Türk Keneşi için fırsat

Kamuoyuna yansımıyor ama bugünlerde Türkiye-Azerbaycan-Kazakistan-Özbekistan arasında hiç olmadığı kadar sıcak ilişkiler kuruluyor. Bir anlamda Orta Asya-Kafkaslar-Anadolu bağlantısı yeni bir fırsat yakalıyor. Uzun zamandır durağan olan Türkiye-Özbekistan ilişkileri vizelerin 30 gün süreyle kaldırılması ile giderek hızlanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’da önceki gün mevkidaşını arayarak teşekkür etti. Hatırlarsanız Kazakistan Lideri Nazarbayev’in Orta Asya Devletler Birliği projesi vardı. Şimdi bu zemin kuvvetleniyor.

Ve güzel bir haberi ilk kez verelim. Mart ayında Türk Cumhuriyetlerinin Cumhurbaşkanları Türk Zirvesinde bir araya geliyor.

İşte bu gelişmeler bağlamında Türkiye, Afrin’deki mücadelenin kodlarını Orta Asya stratejisiyle bütünleştirmeli.

Yazının devamı...

İstikamet neresi: Kızılelma

Son dönemdeki gelişmeler yüzleştiğimiz zorluklar kadar umudumuzu ayakta tutan olaylara da vesile oluyor. Afrin harekatı ile sınır ötesine taşınan terörle mücadele süreci yeterince anlaşılamamış, değeri fark edilememiş kavramları, bilgileri açığa çıkarıyor. Böyle olağanüstü dönemlerde millete umut veren, ortaklık paydasına çimento olan belki de en etkili unsur milliyetçilik olgusu. Buna günlük siyaset açısından bakmamak gerekir. Zira yaşadığımız kavramsal karmaşa devletin uzun süre uzak kaldığı ve siyasilerin örselediği kültürel milliyetçiliğin kendini gösterme arzusuyla ilişkili. Anderson’un ifadesi ile: “Milliyetçiliğin büyüsü, rastlantıyı yazgıya dönüştürmesidir.”

Bu dönüşüm sahasında tartışmaya açılan kavramlardan biri de “Kızılelma”...

Dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin grup konuşmasında “istikamet neresi sorusuna tankın üzerindeki asker Kızılelma cevabını veriyorsa tarihi ülküler vicdanlardadır” sözleri tartışmanın kaynağına götürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Ankara Sanayi Odası Ödül töreninde yaptığı konuşmada askerin bu sözünü kast ederek “Biz o hedefe doğru gidiyoruz” demişti .

Peki nedir bu Kızılelma?

Yazılı kaynaklarda Kızılelma’nın belirdiği yer İstanbul’da, Ayasofya’nı önünde bir sütun üzerinde, Bizans imparatorunun elindeki kızıl bir küreye (veya altın bir top) dayandırılıyor. Ayasofya’nın kubbesindeki bu top Bizans’ın dünya hakimiyetini temsil ediyor. Justinyanus heykelin Anadolu’ya dönük yüzünü göstererek “Beni yıkacak olanlar buradan gelecek” demesi, halk arasında dolaşmaya başlamış. Evliya Çelebi ise Hazreti Muhammed’in doğumu ile birlikte Ayasofya’nın kubbesinin çöktüğünü ve Kızılelma’nın yere düştüğünü belirtir. Böylelikle Kızılelma, kesintisiz devam eden Türk devlet çizgisinin varmak istediği nihai nokta olarak tezahür eder.

Nevzat Köseoğlu’nun şu ifadeleri açıklayıcıdır: “Kızılelma sabit ve belirli bir şey yahut yer değildir; soyut bir ülkü kavramıdır. Her dönemin kültürü, gerilim gücüne göre onu isimlendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. O zamanın Kızılelma’sı bilinen bir yer olur; ancak, oraya varıldığında Kızılelma ele geçirilmiş olmaz. Daha ileride ve yine belirli bir yere gider. Türk milletinin yükseliş dönemlerinde Kızılelma, cihan hakimiyeti ülküsü olarak algılanmıştır.”

Kızılelma kavramının edebi yansımaları da son derece önemlidir. Bunlardan birisi Ömer Seyfettin’in 1917’de yazdığı “Kızılelma Neresi?” adlı hikâyesidir. Burada Kızılelma için “şirk koşmaktır” diyenlere önemli bir mesaj vardır. Hikâyenin ana kahramanı Kanunî Sultan Süleyman’dır. Kanunî, bir sefer öncesi askerlerin “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya” bağırışlarını duyar ve neresi olduğunu araştırır. Yöneticiler Kızılelma’nın halkın uydurduğu bir efsane olduğunu, ilim ve örfte yeri olmadığını söylerler. Ancak Süleyman “halkın dediği, hakkın dediği!” diyerek askerlere sorar ve Kızılelma adlı yerin Allah’ın bir müjdesi gibi padişahın işaret verdiği ve halkın da arkasından yürüdüğü uzak hedef ülkü olduğunu idrak eder.

Bu hikayede olduğu gibi Nihal Atsız da Kızılelma’nın önce halkın arasında vücut bulduğundan söz eder. Nihal Atsız bunu “delilik”, “macera” sayanlara “sadece büyüklükten vazgeçmeye değil, haritadan silinmeye razı olmalıyız” diyerek karşılık verir .

Kızılelma aslında şifrelenmiş fikir, bir bilgidir. Öyle ki; Ziya Gökalp 1913 yılında yayınlanan “Kızıl Elma” adlı şiirinde şöyle demektedir:

Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;

Fakat onun semti başka diyardır.

Zemin mefkure, seması hayâl...

Sözün özü Kızılelma Türk milleti için ne emperyal bir hedef, ne inanışına aykırı bir kavramdır. Aksine ihtiyaç duyduğumuz başarıların ve dünyada hak ettiğimiz yere ulaşabilmenin manevi ve beşeri ifadesidir.

Yazının devamı...

Yaklaşan seçim ittifakı ve 1991 örneği

Türkiye hızla seçime doğru ilerlerken önemli iki değişikliği test etmeye hazırlanıyor.

(1)Yeni hükümet sistemi...

Seçmenler aynı gün hem parlamentodaki milletvekillerini hem de yürütme gücünü bütünüyle üstlenecek olan Cumhurbaşkanını seçecek. Tercih ettiği cumhurbaşkanı ile parlamentoda bulunmasını istediği parti ya da milletvekili adayı farklı olabilecek. Her ne kadar partili cumhurbaşkanı sistemiyle bu farklılık algısı giderilmek istenmişse de seçmenin yürütme ile yasama arasında belli bir denge kurma isteği gün yüzüne çıkabilir. Çünkü kuvvetler dengesinin bozulduğu kanısı 16 Nisan referandumunda “hayır” oylarının sebepleri arasındaydı.

(2)Siyasal partilerin kendi amblemleri ile seçmenin karşısına çıkabileceği birliktelik/ittifak modeli. 16 Nisan referandumunda %5’lik oy oranına ulaşan partilerin ortak cumhurbaşkanı adayı çıkarması yasalaşırken mevcut anayasa partilerin resmi olarak ortaklık kurmasına izin vermiyordu. Şimdi bu düzenleme yapılıyor. Yani partiler hem ortak cumhurbaşkanı adayı hem de parlamentodaki dağılım için halkın karşısına birlikte çıkabilecekler. Böylelikle parlamenter sistemde seçim sonrası oluşan koalisyon ihtimali bu kez seçim öncesinde 50+1 zorunluluğu ile şekilleniyor.

Bu kapsamda Cumhurbaşkanlığı için sunulacak pusulada ortak cumhurbaşkanı adayı, diğerinde ise her partinin ambleminin yan yana bulunduğu ittifak pusulası olacak. İlk ittifakın AKP-MHP-BBP arasında kurulması kesin gibi.

1991’de ne olmuştu?

Bugün farklı koşullar ve gereklilikler öne çıksa da 1991 genel seçimlerinde Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP), Refah Partisi (RP) ve Islahatçı Demokrat Parti (IDP) arasında gerçekleşen seçim ittifakını hatırlamakta fayda var. Zira bu ittifak hem kuruluş süreci hem de ardından Türkiye’de oluşan siyasi tablo açısından irdelenmeye değer.

O gün yapılan tartışmalarda bugün ile benzer yanlar var. RP içerisindeki bir kesim MÇP ile yapılacak ittifak sebebiyle Güneydoğu’daki oyların kaçacağını ileri sürer. Bu eleştirilere rağmen Erbakan İç Anadolu’da kazanılacak oyların daha fazla olduğuna karar verir. Böyle de olur. Özellikle MHP’nin geleneksel oy sahasında yer alan illerde ittifak ciddi bir çıkış yakalar.

%16.88 oy ve 62 milletvekili... 52 gün sonra 19 Milletvekili MÇP’ye, 3’ü IDP’ye, 40’ı da RP’ye dahil olur. Bu arada Erbakan ve Türkeş arasında ittifak kararı alındığında görüşmede partilerin genel sekreterleri Oğuzhan Asiltürk ve Devlet Bahçeli ’de hazır bulunuyordu. Hatta MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Alparslan Türkeş’in ittifaktan aday gösterilmeme önerisine karşı çıkar.

Bunlar neden önemli?

Öncelikle sayın Bahçeli bizzat yönlendirdiği ittifak meselesinde ve onun geçmişe dönük muhtevasında ciddi bir tarihsel birikime sahip. Bununla birlikte 1991’deki ittifak Türk siyasi hayatına ciddi etkiler yapmıştır. Örneğin o seçim sonrasında RP kanadının oy grafiği giderek artarken, MÇP’den MHP’ye dönüşen ülkücü hareket özellikle mahalli idarelerde ivme yakalamıştı. Biz belki sadece seçimde alınacak oyu konuşuyoruz ama sonrasında neler olabileceği en az onun kadar önemlidir. 1991 seçim ittifakının başka bir önemi daha bulunmaktadır. 20 Ekim 1991’de Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan milletvekili adayı olup, seçildiği halde tercih li oy sistemi nedeniyle TBMM’ye girememiş ve böylelikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına taşıyan süreç başlamıştı.

Ayrıca o dönem İl Başkanı olan sayın Erdoğan’ın 1991 seçimlerinden yaklaşık 2 ay sonra Erbakan’a bir Kürt raporu sunduğunu Gazeteci Ruşen Çakır yazmıştı. Raporun hazırlanma gerekçelerinden birisi ittifak sebebiyle Güneydoğu’da RP’ye küsen insanların yeni politikalarla geri kazanılmasıydı. Muhakkak ki her rapor kendi döneminin koşullarında daha farklı anlamlar içerir.

Yazının devamı...

Dün Soçi’de neler oldu?

Rusya’nın Soçi şehrinde dün sona eren Suriye Ulusal Diyalog Kongresi bölgenin kaygan ve kırılgan zemininde gerçekleşti. Astana görüşmelerinin de garantörü olan Rusya, İran ve Türkiye arasındaki görüş ayrılıkları dikkat çekerken rejim ve muhaliflerin baskılanan mücadelesi öne çıktı. Muhaliflerin önemli kanadı SDGM ve Yüksek Müzakere Heyeti Soçi’de yer almayacaklarını daha önceden duyurmuşlardı. Hiçbir kuruluşun doğrudan davet edilmediği Soçi zirvesinde PYD’de resmi olarak temsil edilmedi. Zira toplantının Suriye’nin toprak bütünlüğü ve terörden arındırılması gibi iki önemli ilke üzerine geliştiği hatırlanacak olursa Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği bir yapıyla aynı masada yer alması düşünülemezdi. Üstelik Afrin’de Zeytin Dalı Operasyonu sürerken böyle bir etkileşim Türkiye açısından imkansızdı. Hiç şüphesiz Türkiye’nin ortaya koyduğu kararlılık gerek Soçi’de gerekse Afrin’deki varlığı ile karşılık bulmuş oldu.

Fakat yine de PYD/YPG’nin her an farklı bir konuma sürüklenebileceğini unutmamak gerekiyor. PYD’nin hala Moskova’da bir ofisinin bulunduğunu ve Rusya’nın YPG’yi bir terör örgütü olarak görmediğini unutmamalıyız. Bununla birlikte Türkiye’nin ilerleyişi karşısında YPG’nin rejim ile anlaşarak burayı Esat’a devredebileceği birkaç gündür Rus medyasında seslendiriliyor. YPG ise bunu yalanlamıyor, sadece “hassasiyetlerimize uygun olursa” şeklinde bir açık kapı bırakıyor. Esat rejiminin böyle bir anlaşma için Fırat’ın doğusunda, bilhassa enerji kaynaklarının olduğu alanlarda pazarlığı genişleterek karar vermesi pek muhtemel gözüküyor. Bu süreçte ABD’nin tavrı, PYD üzerindeki etkisi ve Türkiye’nin olası Menbiç hamlesi önemli bir kırılma meydana getirebilir.

Türkmenler çekildi mi?

Soçi’deki toplantının önemli anlarından biri Türkmenlerin de içerisinde yer aldığı muhalif grubun Ankara’ya dönme kararıydı. Araplar ve az sayıda Kürtlerin de bulunduğu heyetin toplantıya katılmama gerekçesi organizasyon logosunda rejim bayrağının olması ve salonda çoğunlukla bu bayrağın kullanılmasıydı. Doğrusu günler öncesinden bu logonun ilan edildiği ve heyetin de bunu bilerek oraya gittiği dikkate alınırsa daha farklı gerekçeler gündemde olmalı. İşte geçen yazımında ifade ettiğimiz gibi burada rejim ve muhalefet arasındaki “güven” ve “geleceğin inşası” sorunu açığa çıkıyor. Suriye muhalefeti bir yandan Türkiye’nin garantörlüğünü sürdürecek ölçüyü muhafaza ederken bir yandan da Esat’sız bir siyasi çözümün arkasında duracağını her fırsatta ortaya koyuyor. Türkmenlere gelince Türkiye ile koordinasyona büyük önem veriyorlar ve dün katılmamaları onlardan ziyade tüm heyetin aldığı bir karardı.

ABD’nin hamlesi

Soçi‘de Suriye’nin geleceği için 1500’e yakın temsilci bir araya gelirken toplantıya katılmayan ABD’den Rusya’ya yönelik Kremlin Raporu hamlesi geldi. Buna göre Rusya’da içerisinde üst düzey pek çok devlet görevlisinin -ki neredeyse kabinenin tamamı- bulunduğu 200 kişiye belirli koşullarda yaptırım uygulanacak. Ruslar bunun bir tedbir niteliği taşıdığını söylese de Suriye sahasında süren ABD-Rusya mücadelesinin diplomatik ve ekonomik sahaya taşınacağını söylemek yanlış olmaz. Aslında Kremlin’de bunun farkında. Zira Putin’in ekonomi danışmanı Sergey Glazyev bir Rus gazetesine yaptığı açıklamada “ABD kendisinin başlattığı küresel savaşı kaybediyor bunun için ekonomik sahada kozlarını kullanacak” dedi. Glazyev ABD’nin bu hamlelerin küçümsenmemesi gerektiğini söylerken Çin’in İpek Yolu projesine atıf yaparak ABD’yi Hindistan ve Afrika’da zorlamakta olduğunu vurgulaması, Şanghay İşbirliğinin iki önemli ülkesi olan Rusya ve Çin’in ortak çıkarlarını işaret ediyor.

Yazının devamı...

Soçi zirvesinin detayları ve Türkmenlerin durumu

Suriye’de çözümün en etkili platformlarından biri haline gelen Soçi Zirvesi, Türkiye/Rusya/İran’ın garantörlüğünde 29-30 Ocak tarihlerinde toplanıyor. Dün Viyana’da sona eren görüşmelerin istenen neticeye ulaşamaması Astana’nın ardından Soçi’deki görüşmelere büyük anlamlar yüklüyor. Özellikle garantör ülkelerin sahada attıkları adımlar karşısında beklentileri yükselmiş gözüküyor. Ancak muhalefetin beklentisi bu ölçüde değil. Çünkü tek parçalı ve ahenkli bir muhalefetten söz etmek mümkün değil. Türkiye bu konuda belirli ilerlemeler sağlasa da sahadaki denklem kaygan ve değişken bir nitelik arz ediyor.

Esat rejiminin Soçi’ye İran ve Rusya garantörlüğünde gelecek olması Türkiye’nin garantör olduğu muhalefet kesimini baştan bu yana süregelen kimi endişelerle karşı karşıya bırakıyor. Belki de en önemlisi defalarca masaya oturmaktan kaçınan Rejimin “geçici yönetim” ve “geçiş sürecinin belirlenmesi” konusunda uzlaşmaya yanaşmıyor olması. Rusya ve İran’ın da öngörülebilir ve hatta belirli tarihler sunmayışı Suriye’nin yeniden inşasında Esat ağırlığı ne ölçüde olacak? sorusunu hala gündemde tutuyor. ABD ise bu parçalı yapıyı ve soru işaretlerini pekiştirerek Astana birlikteliğini geriye götürebilecek hamleler yürütüyor. Halen muhalefet içerisinde ABD’nin stratejisine yakın kısımların bulunduğunu belirtmekte fayda var.

PYD’nin durumu

İşte bu beklenti ve kaygılar eşliğinde Soçi Zirvesine doğru gidiliyor. Türkiye’nin PYD’nin davet edilmesine karşı çıkması sonucu Soçi zirvesi için hiçbir parti ve kuruluşa davet gönderilmedi. Ara bir çözüm olarak tespit edilen kişilere doğrudan davet mektubu iletildi. PYD’ye de doğrudan bir davet gitmedi fakat 19-20 Ocak’taki teknik toplantıda onunla ilişkili bazı isimlere davet gönderilmesi kararlaştırıldı. Zira Rusya ABD ile kurmak istediği dengeyi gözeterek PYD’ye yakın isimlerin Soçi’de mutlaka bulunmasını istiyor. Gelinen aşamada özelikle rejim üzerinden belirli diyaloglar yürütülüyor. Önümüzdeki birkaç gün içerisinde Kürtleri temsilen davet edilenler arasında belirli değişimler olabilir.

Kaç kişi katılacak?

Zirveye BM Güvenlik Konseyi üyeleri, Mısır, Ürdün, Irak, Kazakistan, Lübnan ve Suudi Arabistan’da resmi olarak davet edildi. Bu kapsamda toplam 1500-1700 arasında bir davetli listesi oluşturuldu. Ancak çeşitli gerekçelerle katılmayanları/katılamayacakları dikkate alırsak bu rakamın 1300’ü geçmeyeceği belirtiliyor. Türkiye’de muhalefetin garantör ülkesi olarak liste konusunda titiz bir çalışma yürüttü. Dışişleri Bakanlığı ve MİT koordineli biçimde sahada görüşmeler gerçekleştirdi. İlk etapta belirlenen listeler son bir haftada yeniden gözden geçirildi. SMDK yani Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu ve Yüksek Müzakere Heyeti içerisinden davet gönderilen isimlerin katılıp katılmayacakları henüz belli değil.

Peki ya Türkmenler…

Daha önce Suriye Türkmen Meclisi’ni ziyaret etmiş ve “Soçi’ye katılmak istiyoruz” şeklindeki mesajlarını paylaşmıştık. Farklı kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Türkmenler Soçi’de temsil edilecekler. Türkmenlerden oluşan 40-50 kişiye davet gönderildiği belirtiliyor. Ancak katılım sayısı kesinleşmedi. Suriye muhalefetinin bir bölümünde gerek Rejim çekincesi gerekse kişisel sebeplerle Soçi’ye katılanlara yönelik ağır ithamlar da söz konusu. Türkmenlerin durumuyla ilgili Suriye Türkmen Meclisi Başkanı Emin Bozoğlan’la görüştüm. Kendisine de bireysel olarak bir davet gönderilmiş. Bu eleştirilerin de farkındalar. Ancak Bozoğlan “Suriye’nin toprak bütünlüğü, barışın sağlanması ve bilhassa Esat’sız bir çözüm için bu sürece katkı sunmak istiyoruz.” diyor. Bu arada Suriye Türkmen Meclisinin 10-11 Şubat’ta Genel Kurul yaparak yeni başkanını seçeceği bilgisini verelim.

Teknik detayların dışında zirvenin resmi logosunda zeytin dalının yer alması Türkiye’nin Soçi sürecine etkisini gösteren bir işaret olarak kabul edilebilir.

Yazının devamı...

Afrin’den Fırat’ın Doğusuna Bakmak…

Uluslararası stratejilerin başarısında önemli faktörlerden birisi de taahhütlerinizin ve hatta tehditlerinizin, rakibinizin sizin olası davranışlarınıza yönelik beklentisini değiştirebilmesidir. Bir başka değişle attığınız ya da atacağınız adımların karşı tarafa neler kaybettirebileceği konusunda geri döndürülmesi mümkün olmayan bir yol haritası da sunmak zorundasınız. Devletlerarası ilişkilerde bu algıya yön verenler diplomasi sahasında elini kuvvetlendirebilmektedir.

Dolayısıyla kaos, çatışma ve savaşların iç içe geçtiği bu coğrafyada askeri imkan ve yeteneğinizin görünürlüğü masadaki kabulünüzü artıran güçlü bir araç haline gelmektedir. Yakın geçmişe bakıldığında Türkiye’nin ciddi bir süredir yapamadığı bu etkiyi Afrin operasyonu kapsamında ortaya koymaya başladığı söylenebilir. Elbette ki Fırat Kalkanı ile tahkim edilen bölgenin varlığı bu zemini kuvvetlendirmiştir. Bu bakımdan bugünün koşulları ve gereklilikleri çerçevesinde “Türkiye neden buradadır?” yerine “Ne kadar kalacaktır veya kalmalıdır?” sorusuna cevap aranmalıdır. Uluslararası karşı operasyonların işlevselliğini belirleyen husus da burası olacaktır.

Harekatın 4.Günü

Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekatında dördüncü günü geride bıraktık. Öncelikle harekatın çok yönlü ve stratejik bir planlamayla başlatıldığı görülüyor. Bu kısa sürede 200’e yakın hedefin vurulması ve 19 noktanın terörist unsurlardan temizlenmesi gerek dünya kamuoyunda gerekse Türkiye’de beklentileri değiştiriyor/yükseltiyor. Öyle ki ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un, “Güvenli bölge için Türkiye ile birlikte çalışabiliriz” demesi Afrin’den ziyade Fırat’ın doğusundaki kurgunun manevra kabiliyeti için getirilmiş bir teklif gibi duruyor. Ayrıca Savunma Bakanı Mattis’in DEAŞ’la mücadelede özellikle İncirlik Üssünün kullanımı için Türkiye’ye teşekkür etmesi ve ardından Beyaz Saray Sözcüsü Sanders’in “Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerini biliyoruz” şeklindeki açıklamaları Türkiye’nin ilerleyişinin yarattığı bölgesel dengelerdeki değişim beklentisiyle de ilişkili. ABD’nin kısa vadeli çıkarları açısından Rusya’nın İdlib sınırındaki Afrin’de etki sahasını daha da genişleteceğinin anlaşılması Türkiye’ye zamanlama açısından belirli imkanlar sunuyor.

Doğrusu…Pentagon’dan gelen sınır güvenlik güçleri kurulacağına yönelik açıklama hem Türkiye’nin hamlesine meşruluk katmış hem de Rusya nezdindeki beklentileri lehimize yönlendirmiştir. Putin’in basın sözcüsü Dimitri Peskov sert bir şekilde reddetse de PYD’den gelen “Rusya bize ihanet etti” açıklamasının Soçi sürecine de kısmi etkileri olacaktır. Böylelikle Türkiye bölgedeki karmaşık denklemde ciddi bir tehditle yüzleşirken aynı zamanda yeni bir fırsatı da yol haritasına konumlandırabilir.

ABD’nin Endişesi

Öte yandan ABD’deki kimi yorumcular “Obama’nın yaptığı hatanın aksine Suriye’de DEAŞ sonrasında kalacağız” şeklindeki bir politikanın bölgedeki koşullar çerçevesinde mümkün olup olmadığını sorguluyorlar. Eleştirilerin yoğunlaştığı noktalardan biri de Rusya, Türkiye, İran arasındaki dengelerin gerektiği biçimde dikkate alınmadığı görüşü. Bu durum ABD’nin Suriye’nin Kuzeydoğusuna yönelik hedeflerini Türkiye’nin odağında yer aldığı bir senaryoya yönlendiriyor. Washington Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nden Andrew J. Tabler Newyork Times’ın haberinde şu önemli soruyu gündeme getiriyor: “Türkiye Afrin’le birlikte kontrol alanını genişlettiğinde diğer yerlere itilecek mi?”

Yani Fırat’ın Doğusuna…

İşte bu başarılı operasyon sürerken Türkiye-ABD ilişkileri ve hatta bölgedeki dengeler buraya kilitlenebilir.

Yazının devamı...

Afrin bir son olmayacak...

Suriye için oluşturulan ABD kontrolündeki Koalisyonun 30 bin kişilik “Sınır güvenlik güçleri” kuracağını açıklamasının ardından Türkiye’nin Afrin operasyonu için yüklendiği motivasyon meşruluk sahasını daha da genişletti.

Fırat’ın doğusunda YPG komutasında kurulacak bu yapılanma PKK-PYD devletinin inşa sürecinin ilanı anlamına geliyor. Üstelik bunun işaretleri bir süredir veriliyordu. Farklı düzeydeki askeri yetkililer ABD’nin sözde DEAŞ tehlikesini dikkate alarak bölgede kalmayı sürdüreceğini ifade ediyorlardı. Kasım ayında onaylanan ABD bütçesinde YPG’ye yapılacak yardım miktarı 500 Milyon dolarla 8 katına çıkarılmıştı. Son bir yıllık süreçte Afrin’deki unsurları dahil olmak üzere SDG görünümlü YPG terör örgütüne 4000 Tırdan fazla silah ve mühimmat yardımı ulaştırılması açık bir bilgi...

Belli ki bu kez daha büyük bir ilerleyiş ve çatışma kuşağı için hazırlık yapılıyor. Türkiye’nin “Afrin helal-i hakkımızdır” şeklindeki yönelimi, “sınır güvenlik güçleri” söylemini “saha kontrol unsurlarına” dönüştürse de asıl niyetlerinin değişmediği görülüyor. Sadece önceliklerinin Fırat’ın batısındaki Afrin olmadığını beyan ediyorlar.

Peki biz ne yapacağız?

Türkiye için Afrin operasyonu kaçınılmaz bir hal almıştır. Hükümetin kararında bir değişme olsa bile kamuoyları, sosyal katmanlar ve yaklaşan seçimlerin aritmetiği bu operasyonun geri çekilmesine/ötelenmesine izin vermeyebilir. Afrin’deki terör varlığının sona erdirilmesi hem sınır hattının güvenliği hem de orta vadedeki diğer hamlelerde Türkiye’nin ciddiyetini göstermesi bakımından oldukça önemli.

Fakat şu iki husus bir arada dikkate alınmalıdır. (1)Siyasi kararın yüksek ölçüde hedefine ulaşması sağlanmalı (2)Daha büyük bir terör kuşağının geliyor olmasını da dikkate alarak en az kayıp/hasarla sürdüreceğimiz bir stratejik planlama olmalı.

İlkesel içerik

Afrin operasyonunu askeri ve güvenlik boyutunda değerlendirdiğimizde iki alternatif öne çıkıyor. Birincisi ve görece en güvenilir adım Rusya’nın hava desteğinin sağlanmasıdır. Bu durumda Türkiye ÖSO ile şehrin merkezine yönelirken önceden tespit edilmiş hedeflerin hava unsurları ile bertaraf edilmesi ilerleyişin hızını ve başarısını artıracaktır. Böylelikle kapsamlı bir neticeye ulaşmak daha mümkün hale gelecektir.

İkinci alternatif ise hava desteğinin daha doğrusu izninin alınamaması halinde yapılacak bir kara operasyonudur. Burada Afrin’in coğrafi ve demografik durumu diğer alternatife göre daha da önem kazanmaktadır. Kürt ve Arap nüfus yoğunluğu olan Afrin’de merkezde büyük ölçüde Kürt nüfusu bulunmaktadır. Sivillerin dışında PKK-YPG varlığının güçlüğü olduğu kısım şehrin merkez ve çevresi ile kuzey kısımlarıdır. Yani operasyon iç kısımlara doğru ilerledikçe kullanılan silahların çeşitliliği, çatışmanın yoğunluğu artacak ve pek çok tuzaklama ile karşı karşıya gelinecektir. Bu alternatifte süre uzayabileceği gibi muhtemel kayıplarımız tahminlerden yüksek olabilir.

Dolayısıyla eğer ikinci alternatif yani hava desteği olmaksızın bir operasyon başlarsa Kilis ve Reyhanlı üzerinden, bununla birlikte Telrıfat’ı hedefleyen kontrollü bir ilerleyiş başlatılabilir. ÖSO’nun omurgasını oluşturacağı bu kontrollü ilerleyiş Türk askerinin doğrudan çatışmaya girme olasılğını zaman ve mekan bakımından sınırlayacaktır. Böyle bir yöntemle Halep’in kuzey batısı dışında terör varlığı büyük ölçüde baskılanmış olacaktır. Tali bakımdan Amanos dağlarından gelecek PKK sızmalarının önüne de geçilecektir. Türkiye hem doğrudan terör hedeflerini hem de arkasındaki odakları test edecek ve kendi çıkarlarının gelişimine göre ilerleyişine yön verebilecektir. Bu aşamada sürece Munbiç operasyonu da rahatlıkla eklemlenebilir.

Bakalım fiilen başladığını gözlemlediğimiz harekat nereye doğru evrilecek?

Yazının devamı...

Afrin’de milli mutabakat ve zor sorular....

ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde 30 bin kişiyi silahlandırarak eğitim vereceğinin belli olmasının ardından Türkiye’nin Afrin konusundaki söylemleri daha da sertleşti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan dün grup toplantısında Afrin ve hatta Münbiç’e bir operasyon yapılacağını açıkladı. Gün boyunca sınıra askeri sevkiyat devam etti. Bu gelişmeler ülkemizin her an savaşa hazır olduğunu gösteriyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Afrin’e girmek helal-i hakkımızdır” sözleri ise hükümetin hareket alanını güçlendiriyor. Zira böyle bir süreçte sınır ötesindeki askeri başarı kadar önemlisi, içeride de yüksek bir mutabakat ve motivasyon sağlanması. Hükümet açısından MHP’nin bu duruşu ittifak etkileşiminden daha da önemli. Doğrusu ülke bir savaş haline girerse bölücü siyasi partiler dışında tüm kesimlerin benzer bir hassasiyet içerisinde olacağına şüphem yok.

Ancak herşeye rağmen tüm ihtimaller, fırsat ve tehditler bir arada irdelenmeli. Siyasi kararlar başta Milli Güvenlik Kurulu olmak üzere, her kesimden yetkin kişilerin görüşleriyle nihai noktaya taşınmalıdır. Burada şu 2 ilke geçerli olmalıdır. (1)Siyaset üstü bir milli mesele olarak herkesin yapıcı görüşler ortaya koyması beklenmeli, (2)Muhtemel tehlikelere dikkat çekenler ya da yapılan hataları seslendirenler susturulmamalıdır. Ortak akıl veya milli mutabakat için yol alacaksak ki almalıyız bunun yolu duygu ve düşünce dünyasına katılımı artırmaktan geçer.

Açıkçası bu kez son derece donatılmış, “Kobani”, “Rojava” adında öykülerle Türkiye içerisine eklemlenmiş ve Irak’ta provası yapılmış sistemli bir saldırı ile karşı karşıyayız.

Daha dün Demokratik Suriye Güçleri (DSG) yani YPG terör örgütünün sözcüsü “ABD bu 30 bin kişiyi sadece silahlandırıp eğitecek. Bunlar Kuzey Suriye Federasyonunu koruyacaklar” diyerek asıl hedeflerine çok yakın olduklarını göstermiş oldu. Biz bunların amaçlarının ne olduğunu yıllardır söyleyip durduk. Maalesef o günlerde yaklaşan tehlikeyi seslendirenler linç edilmek istendi. O gün ekran köşelerinde “Rojava”, “Kobani” diyerek söze başlayanların kimler olduğunu sizler daha iyi biliyorsunuz. Doğrusu bu yönelimin bir benzerini Irak’ta, Barzani’nin gayrimeşru referandumunda da görmüştük. Saddam’ın Kuveyt’i işgalin in ardından onu oraya gönderenlerce nasıl yok edildiği unut ulmasın. Suriye’deki terör maşalarının sonunun da böyle olmayacağının bir garantisi yok.

Bu noktada Washington Post yazarlarından David Ignatius’un 2016 yılındaki bir makalesini hatırladım. Ignatius kendi ülkesinin Ortadoğu’daki tarzıyla ilgili “baştan çıkar ve terk et” yakıştırmasını yapıyordu. Gerekçesi ise bugünlerde “beka sorunu” olarak gördüğümüz YPG’nin geleceğiydi. ABD bölgede kullandığı maşaları gerektiği gibi tutmuyor ve işine gelmediğinde bir çırpıda silip atıyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi 20 Ekim 2016’da Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde belli noktaları Afrin’e uzanan bir terör koridoru oluşmasın diye bombalıyordu. Kimi uzmanlar “YPG’ya sahip çıkmazsak Rusya’ya yakınlaşabilir” şeklinde değerlendirmeler yapıyordu.

Aradan geçen 2 yıllık sürede bu diyalekte köklü değişiklikler olmadığı görülüyor.

ABD bölgedeki çıkarları için PYD-YPG’yi kullanıyor. Türkiye kendi sınırındaki bu konumlanmayı bir tehdit olarak görüyor. Rusya ise kontrollü biçimde ABD-PYD ilişkisini Türkiye değişkeniyle irdeliyor.

Şimdi bu aşamada 3 önemli soruya cevap aramalıyız?

-Hiç şüphesiz Türkiye bu operasyonla karşısındaki terör gruplarını belirl i bir sürede oradan kazıyacaktır. Peki sonra ne olacak? Burada ne kadar süre ve hangi gerekçelerle kalmaya devam edeceğiz? Suriye’nin toprak bütünlüğü yaklaşımı sürece nasıl etki edecek?

-Türkiye Afrin’e girecek olursa yerel unsurlar dışında Rusya-Esat bloğundan bir hava desteği sağlanacak mı? Rusya bu operasyona sıcak bakmazken Astana sürecinin akıbeti nereye doğru evrilebilir?

-ABD özellikle YPG’ye bu küstah açıklamaları yaptırarak Türkiye’yi Afrin’e çekmek ve ülkenin Kuzey/Doğu kısmında asıl askeri-siyasi süreci mi inşa etmek istiyor?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.