Şampiy10
Magazin
Gündem

Özbekistan’da gösterişten uzak düğünler dönemi...

Dün Özbekistan’da çıkarılan bir kararnameyi okurken ilginç bir düzenleme yapıldığını fark ettim. Ülkenin yeni Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in buyruğu ile düğünlerde en fazla 200 kişinin davetli olarak bulunabileceği yazıyordu. Sabah çok erken saatlerde pilav dağıtılması da yasaklanıyor ki Özbek pilavı dünyaca meşhurdur.

Tabi düzenlemeyi görünce kendi oğullarım aklıma gelmedi değil! “Bizde durum, genel eğilim nedir?” diyerek sorgulamaya başladım.

Ama öncesinde Özbekistan’daki yeni düzenlemeyi anlatalım. Aslında bu kararname Nevai bölgesinde Cumhurbaşkanının yaptığı bir konuşmayla gün yüzüne çıkıyor. Şöyle diyor Şavkat Mirziyoyev: “Devlet memurlarının tek görevi halka hizmettir. Lüks içerisinde bir bürokrasi olmayacak. Yarın bir kararname imzalayacağım. Bakanların, hakimlerin, yüksek bürokratların düğünlere katılmasını engelleyeceğim. Bugün bir resmi aracı bir çayevinin önünde gördüm.”

Cumhurbaşkanı şöyle devam ediyor: “Taşkent’te bir adamın 4 kızı varsa o adam ne yapacak? Kesinlikle bütçesi yetmeyecek ve sadece düğün için para biriktirecek.Yeri gelince doktora gitmeyecek sağlığına dikkat etmeyecek.”

Şimdi bu açıklamalardan bir çoğumuz böyle bir sınırlamanın demokrasiyle nasıl bağdaştığını sorabilir. Ancak bu tür konuları irdelerken her ülkenin kendi kültür sistemine ve gerekliliklerine bakmak gerekiyor.

Burada temel gerekçe, son yıllarda giderek artan biçimde gösteriş ve israf boyutlarında gerçekleştirilen abartılı kutlamaların sınırlanarak israfın önlenmesi üzerine kuruluyor. Ayrıca bu kutlamalar yoluyla kamudaki yozlaşmanın önüne geçilmesi hedefleniyor.

Bu sıralar çevrede çok duyuyorum “Bu kadar masrafı yapacağıma, tatile giderim, ev ya da araba alırım” diyenleri... Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’de böyle bir yaklaşımla hareket ediyor olmalı.

Yine de bu uygulamanın zaman içerisinde gözden geçirileceğini düşünüyorum. Amaç toplumda ani bir etki meydana getirmeye yönelik. Üstelik Özbekistan yeni Cumhurbaşkanı ile ülkeyi dış dünyaya açan, belirli özgürlük alanlarını genişleten kademeli bir demokratikleşme süreci geçiriyor.

Türkiye ile ilişkiler de her geçen gün güçleniyor. Mayıs ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan Özbekistan’a gidiyor. Vizeler kalkıyor, işadamları yüzünü buraya çeviriyor.

Bizim evlatlara gelince Türkiye’de her yıl ortalama 600 bin çift dünya evine giriyor. Yemekli düğünlerin kişi başı 35 TL’den başladığı düşünülürse diğer masraflarla bir kişinin evlenmesi 50 Bin TL ve yukarısı... Elbette biz böyle bir sınırlamaya tabi olamayız. Ancak şu var ki şatafatlı düğünler yerine sade nikah merasimlerinin azımsanamayacak şekilde arttığı görülüyor.

Yazının devamı...

Deli Petro Ne Yapmak İsterdi?

Bugün Suriye ve Irak başta olmak üzere coğrafyamızı çevreleyen Ortadoğu kuşağında yaşanan gelişmeler salt günümüz askeri/diplomasi sorgulamasıyla açıklanamaz. Zira Türkiye’nin çevrelendiği mücadele alanında tarihi gerekçeler ve hedefler iç içe geçmektedir. Eğer bu bölgede konuşlanan güçlü devletlerin stratejisini kavramak ve tedbirler geliştirmek istiyorsak tarihte nasıl bir duruş ve tutum sergilediklerini irdelemeliyiz.

Bu ön kabule önem kazandıran 2 temel dayanağımız vardır. (1)Yanı başımızda adeta kök salan ve aynı zamanda işbirliğine yöneldiğimiz Rusya, Türk devletler çizgisinin her bir noktasında kendisini göstermiş bir devlet. (2) Bu devletle olan diyalektiğimizin yüzyıllar boyu Avrasya’ya hakim olma mücadelesi şeklinde geçtiği hatırlanırsa ne %100 iyi ne de kötü bir Rusya’dan söz edilebilir. Yani ebedi bir düşman ya da dost ile karşı karşıya olmadığımızı hatırlayalım.

Putin Rusya’sının gerek bölgedeki hedefleri gerekse Türkiye ile yürüttüğü taktiksel ilişkilere mütevazi bir pencere açması bakımından 1725’te ölen Çar I.Petro’nun 14 maddeden oluşan vasiyetini hatırlatmak istiyorum. Bunlar mutlak doğrular olmadığı gibi tamamen reddedilmesi de düşünülemez.

Şu önemli kısımları sunalım:

- Sıcak denizlere açılma hedefi devletin çıkarları açısından tam bir bütünlük arz edene kadar Güney’e doğru ilerleme devam etmelidir.

-Ordu olabildiğince diri tutulmalı ve teyakkuz halinde kalmalı. Her an bir savaşa hazırlık yapılmalı. Bu yaklaşımın o zaman ki karşılığı Osmanlı’nın zayıflatılması ve parçalanmasıdır.

-Kuzeyde Baltık Denizi’nin kuzey kısmı, Güney’de ise Karadeniz asıl hedeftir. Bu alanda Ermenistan’a ait toprak parçası dahil edilmelidir.

-Bununla ilişkili olarak İstanbul ele geçirilmeli, Boğazlar çevrelenmelidir. Bu hususta Türkiye’nin Rus tezlerine makul ölçüde şüpheyle bakmasında yarar vardır.

-İran-Türkiye arasında nifak yaratılmalı ve iki devletin yakınlaşmasına asla müsade edilmemelidir. İran, Azerbaycan ve Ermenistan üzerinden zayıflatılarak kontrol edilmelidir. Burası çok mühimdir. Rusya-İran-Türkiye birlikteliği, Astana sürecinin evrilişi ve alandaki kimi provokasyonlar bu açıdan da sorgulanmalıdır.

-O günkü Türkistan parçalanmalı, hanlıklarda bölünmelidir. Zaten SSCB ile bu amaç güdülmüştür.

-Yunanlılarla iyi ilişki kurulmalı; savaşta onlar Ruslara mutlaka yardım edecektir deniliyor.

İşte bunlar Rusya’nın uzak hedeflerinin zeminini oluşturan unsurlardan bazıları. Böylesine kırılgan bir zeminde mücadele ederken tarihsel gerçeklerden ve denge siyasetinden kopmadan geleceğe yön vermek kaçınılmaz gözüküyor.

Yazının devamı...

Asıl tehlikenin farkında mıyız?

Önceki gün Afrin’de kaybettiğimiz kahraman askerlerimiz/şehitlerimiz, içinden geçmekte olduğumuz sürecin tehdit boyutlarını bir kez daha hatırlamamızı sağladı. Yerleşim merkezlerinde ilerlemekte olduğumuz çatışma alanı, bir terörist grubun ortadan kaldırılmasının çok ötesinde, coğrafyamızı tanzim etmek isteyen terör destekçilerinin direnç eşiği olarak kendisini gösteriyor.

Bakınız... Türkiye ile ortak komisyon kararına rağmen daha geçen gün ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Joseph Votel “YPG’ye ihtiyaçları olduğunu, destek vereceklerini” ifade ediyor. Menbiç konusunda muhatap aldığımız ABD’nin özellikle Fırat’ın doğusunda terörist tahkimatını sürdüreceği anlaşılıyor.

Ancak tüm bunlar olurken Türkiye’deki bir başka tehlikeye dikkat çekmek gerekiyor. Öyle ki bu tehlike birbiriyle bağlantılı 3 alt unsurdan meydana geliyor.

(1) Milli bütünleşme sorunu,

Türkiye bugün sadece terörle mücadele etmiyor yapılan hata ve yanlışlıkların etkisiyle aynı zamanda iç bütünlüğünü de sağlamaya çalışıyor. Burada elbette tek tip bir ideolojiden veya tek seslilikten bahsetmiyoruz. Çoğulculuğun hakim olduğu bir sistemde temel ve milli meselelerde ortak sesi çıkarabilmenin öneminden söz ediyoruz. Milli mücadelenin başarısında liderlik faktörü kadar değerli olan şey, karşı duruşun toplumun milli direnç merkezlerinden yükselmiş olmasıdır. Bu yönüyle bütünleşmenin milli olması milli bir şuur, milli bir ahlak ve milli bir bakış açısını gerekli kılar. İktidarından muhalefetine kadar Türkiye’nin geleceği için kafa yoran kurumların bu kapsam içerisinde siyasal bir duruş ortaya koymaları beklenmelidir. Örneğin terörle arasında mesafe koyamamış HDP çizgisinin bu ülkenin milli bir kurumu olduğundan söz etmek mümkün değildir.

(2) Ortak amaç ve ortak yaşama iradesinden uzaklaşma,

Devleti oluşturan parçalar ve kurumlar olağanüstü dönemlerde olağandışı bir çalışma görünümündedir. Böyle olduğunda alışılagelmiş kurallar ya da işleyişin dışına çıkılması toplumu sorgulamaya ve kendi içinde ayrışmaya sevk eder. İşte bu durum milletleşme seviyesinde gerilemelere neden olur ve birlikteliğin asgari alanı giderek daralır. Haliyle dış etkilere açık hale gelir. Rahmetli Kamran İnan Türklerin devletleşme serüveni hakkında şöyle diyordu: Tarihimizde Türklerin en büyük düşmanı yine Türkler olmuştur.” Öyle ki 8.Yüzyılda Orhun Abidelerinde Türklerin zaaflarının Çinliler tarafından nasıl kullanıldığından bahseder. Bugün Türkiye’de olağanüstülüğün getirdiği olağan dışılık kadar etkili olan ayrışma, güven temelinde yaşanmaktadır. Bir tür güven bunalımı...

(3) Karşı propaganda mücadelesinin gerektiği ölçüde yapılamaması,

Alman komutan Ludendorff “topyekün savaş stratejisi” bağlamında toplumların sadece cephede değil cephe gerisinde düşmana güç veren dirence karşı da mücadele edilmesi gerektiğinden söz eder. Bu noktada mücadele ettiğimiz terör ve onun destekçilerine karşı bir propaganda geliştirmemiz gerektiği çok açıktır. Çünkü propaganda kesin kanaatleri olmayan bireyler ve hatta kitleler için ciddi bir etki gücüne sahiptir. Mao, “Propagandanın kansız bir savaş, savaşında da kanlı bir propaganda” olduğunu söyler. Bunu bilenler hedef aldıkları kitlelerin zaaflarından azami düzeyde fayda sağlamaya çalışırlar. Özellikle siyah ve gri propaganda yöntemiyle kaynağı belirsiz bilgilerin, hilelerin, yalan ve gerçeğin iç içe sunulduğu haberlerin servis edildiği süreçler yaşanır.

İşte tüm bunları her birimize verilmiş bir mesaj, yüklenmiş birer sorumluluk olarak değerlendirelim. Özellikle TV’lerde konuşanlar, sosyal medyada klavye oynatanların yukarıda bahsettiğimiz tehlikeyi unutmadan hareket etmesi şarttır.

Yazının devamı...

Azerbaycan - Türkiye ilişkileri kimleri rahatsız ediyor?

Türkiye ve Azerbaycan ilişkileri ekonomik veriler bakımından potansiyelinin gerisinde olsa da son dönemdeki gelişmeler “iki devlet bir millet” yaklaşımının ne kadar önemli olduğunu daha net ortaya koyuyor. Kafkaslar ile Anadolu’nun bütünleşmesine imkan sunan iki ülke ilişkilerinin “stratejik ortaklık” kavramının ötesinde anlam ve etkileri bulunuyor. Öncelikle siyasal ve diplomatik meselelerinde TEK BİR DİRENÇ MERKEZİ sağlayabilmeleri dünyada çok rastlanmayan imkanlar sunuyor. İktidarlar değişse bile “kader birliği” anlayışı değişmiyor ve halklar arasındaki ortaklıklar her türlü spekülasyonu bir süre sonra bertaraf edebiliyor. Aynı dil grubuna (Güney-Batı Oğuz Türkçesi) dahil olmaları karşılıklı güveni üst düzeyde tutuyor. İnsanlar “Afrin’de şehit olmaya hazırım” diyebiliyor. Dolayısıyla “Azeri yerine” “Azerbaycan Türkleri” denilmesi kadar doğal bir tanımlama olamaz. Ekonomide ise özellikle ulaşım ve enerji üzerinden tesis edilen projeler iki ülke ekonomisine KALDIRAÇ GÖREVİ üstleniyor. Bugün Azerbaycan’ın %20’si Ermenistan’ın işgali altında. İşgal edilen bu toprakların BM kararlarına rağmen varlığını koruması Türkiye ile Azerbaycan arasına set örme amacının bir tezahürüdür. 90’lı yıllara gelirken Ermenilerin arkalarına aldığı güçlerle Zengezur adlı bölgeyi işgal etmesi de Nahçivan ile Bakü’nün arasındaki bağı koparmak içindir. Hatta 1991’de Irak’taki çekiç güç ve son olarak Suriye’nin kuzeyine terör koridoru kurulmak istenmesinin bir sebebi de Türkiye’nin Ortadoğu/Akdeniz bağlantısını koparmaktır.

Bu tespitler Azerbaycan’ın bağımsızlığını elde ettiği 1991 yılından bu yana rahatlıkla irdelenebilir. Ancak gelinen noktada Azerbaycan ve Türkiye aynı ufka bakma zorunluluğu olan iki gözdür. Öyle ki siyasiler ve/veya parlamentolar bugün karar verseler ve iki ülkeyi birleştiriyoruz deseler bunu dünyaya anlatabilecek onlarca sebep ve imkanımız vardır. Muhakkak ki bu uzak hedef bir ülkü, bir yönüyle Kızılelma’dır. Devlet yaşamında böylesi hedefler nitelikli işbirliği hamleleri ile görünür hale gelir. Onun içindir ki İsmail Gaspıralı düşüncesinde “dilde, fikirde, işte birlik” vardır. Biliyorum…Bu tarz yaklaşımlar panturkist eğilimler olarak damgalanıyor ve tarihsel hesaplaşmaların aracı olarak kullanılıyor. Hatta son dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Aliyev arasında güçlenen mutabakat Ermenistan basınında bu eğilimle ilişkilendiriliyor. Ermenistan’ın eski savunma bakanı Vagharshak Harutyunyan bu iddiayı açıkça dile getirenlerden.

Belirtmek gerekir ki bugünlerde iki ülkenin hassas meselelerde ortaklaşması bazı çevreleri rahatsız ediyor. Geçen hafta İsrail Parlamentosuna sunulan sözde Ermeni soykırımı tasarısı reddedildi. Kamuoyuna fazla yansımadı ama Cumhurbaşkanı Aliyev’in bilgisi dahilinde Azerbaycan’dan giden heyet etkili görüşmelerle pek çok milletvekilini ikna etmeyi başardı. Daha önce de Karabağ konusunda sonuç alamayan Erivan yönetimi İsrail’i suçlamıştı.

İşte böylesine önemli “kardeşlik” dediğimiz kavramın ete kemiğe bürünebilmesi...

Bununla birlikte can sıkıcı konular da var. Azerbaycan’da görüştüğüm bazı yetkililer işgal altındaki topraklara izinsiz biçimde Türkiye’den giden ve gitmek isteyenler sebebiyle serzenişlerini aktardılar. Bunun sembolik bir anlamı var. Azerbaycan’ı aşıp Ermenistan ile irtibatlı giderseniz o toprakların onlara ait olduğunu tanımış oluyorsunuz. Hatırlarsanız 4 Türk vatandaşı bu şekilde Karabağ’a gitmiş ve Azerbaycan soruşturma başlatmıştı. Hatta daha önce öyle isimler oraya gidip, Türk tezine aykırı beyanlarda bulunmuşlar ki bugün toplum karşısında, ekranlarda söz söyleyebilmelerine de şaşırmıyor değilim.

Yazının devamı...

İttifak modelinde seçmeni bekleyen püf noktası

16 Nisan referandumuyla birlikte hükümet etme sisteminin değişmesi bu değişikliğin etkilediği kanunlarda da uyumlaştırma gerektiriyordu. “Uyum yasaları” adıyla yapılacak bu değişikliklerin ilki önceki gün TBMM Başkanlığı’na sunuldu. İlki diyoruz çünkü yerel/genel seçimler öncesinde eksiklikleri gidermeye yönelik bir veya 2 kanun teklifi daha verilebileceği belirtiliyor. Özellikle il seçim çevrelerindeki muhtemel düzenlemeler ve ittifakta yeni arayışlar bunu zorunlu kılabilir.

Daha önce AKP-MHP görüşmelerinde öne çıkan, tartışılan önerileri yazmıştık. Yeni sistemin toplumda meydana getireceği algı, olumlanan bir yelpazenin olabildiğince genişliği üzerine inşa edilecek. Bu sebeple en azından şu aşamada BBP’nin ittifak dışında hareket etmesi arzu edilmiyor. Diğer partilerin ittifak konusundaki kararları henüz belli değil. Örneğin CHP ve HDP’nin bir arada yer alacağı bir ittifak pusulasının sağ/muhafazakar seçmen nezdinde etkileri olacaktır. Fakat bu kez denklemin içerisinde Saadet Partisi ile yeni kurulan İyi Parti’nin de bulunacağını göz ardı etmemek gerekiyor.

Bunların hepsini önümüzdeki günlerde değerlendireceğiz. Gelelim 26 maddeden oluşan uyum paketine...

-Beklendiği gibi siyasal partilerin seçimlerde başka bir partiyi desteklemesini engelleyen hüküm kaldırılıyor. Seçim ittifakları yasal hale geliyor. Seçmenler sandığa gittiklerinde oy pusulasında daha önce partilerin protokolle belirledikleri unvana bakıp tercihini bulacak. İlk ortaya çıkan unvan ise “Cumhur İttifakı”...

-İttifakın toplam oyunun %10’u geçmesi halinde ittifaktaki tüm partiler %10’u geçmiş sayılacak. Burada bizim önerimiz Anayasa değişikliğinin ruhuna uygun olarak barajın %5’e çekilmesiydi. İki sebeple. Birincisi partilerin bir araya gelerek Cumhurbaşkanı adayı gösterebilecekleri oran %5’tir. İkincisi halen devam edecek olan %10 barajına rağmen ittifak yoluyla barajın aşılabilirliği söz konusu %10 kısıtıyla çelişebilir. Yani bu uyum yasası “barajsız bir parlamento için ittifak” diyor. Barajın %5’e çekilmesi ittifak yapmak istemeyen partilerin temsilde adalet ölçüsünde hareket alanı bulmasını sağlayabilirdi. Bu görüşümüzü hem yazdık, hem ekranlarda dile getirdik.

-Bir diğer önemli değişiklik ittifak içerisindeki partilerin milletvekili dağılımlarının belirlenmesi yöntemi... İttifak yapan siyasal partilerin oyu her partinin kendi oyu ile ortak oylardan gelen payın toplanmasıyla bulunacak. Ortak oy dağılımı ise her parti için belirli bir katsayının ortak oylarla çarpılması sonucu belirlenecek. Buna göre ittifakın büyük partisi ortak oyların %50’den fazlasını alabilme imkanını elde edecek. Bu sebeple son seçimde oy düzeyi daha düşük olan partiler ittifak içerisinde yer aldığında partilerin seçmenleri şu PÜF NOKTASINI hatırlayacak. Daha fazla milletvekili için kendi partisinin amblemine mühür vurmak zorunda. Bir yönüyle aidiyet duygusunun ve seçmen bilincinin yüksek olduğu partiler avantajını artırabilir.

Bu düzenlemede uzun süredir irdelediğimiz hususların dışında eleştirilere maruz kalan değişiklikler de var. Özellikle ikisi uzun süre gündemde kalacak gibi görülüyor. İlki 16 Nisan referandumunda da tartışmalara sebep olan YSK mührü olmayan seçim zarflarının ve oy pusulasının geçerli sayılmasını düzenleyen madde. Eğer YSK mührü olması şart değilse, bu mührün basıldığı zarf ve pusulaların hukuksallığı yeni bir tartışmayı beraberinde getirebilir. Diğer madde ise seçmen ittifak çatısı altındaki partilerin hepsine mühür basarsa yine de geçerli sayılacak. Acaba bunlar partilere nasıl dağıtılacak? Ortak oy olarak mı dağıtılması düşünülüyor?

Yazının devamı...

Rusya neden böyle yapıyor?

Suriye’deki denklem ve gelecek beklentisi çok hızlı değişiyor. Bölgenin kaygan zemini ve vekaletler savaşında kullanılan araçların yeni kullanım alanlarına açık olması bir tarafa, siyasi ve hukuki sürece adım adım yaklaşırken herkes oturduğu yeri sağlama almaya çalışıyor. Özellikle ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un ziyaretinden önce Rusya Dışişleri Bakanlığının “onlara güvenmeyin” şeklindeki yaklaşımı bir tavsiyeden ziyade uyarı niteliği taşıyordu. Çünkü Astana süreci, S-400 savunma sistemleri, İdlib’de askeri işbirliği ve Afrin’de hava sahasının Türkiye’ye açılmasının ardından Türkiye-ABD ilişkilerini uçurumun kenarından alma girişimi Rusya’yı yeni hamlelere sevk etmiş görünüyor.

Rusya temel olarak Türkiye’den iki beklenti içerisinde: Birincisi Türkiye’yi NATO-Rusya dengesinde kendi lehine değişebilecek bir pozisyona teşvik ediyor. Hem de Türkiye’nin PKK-YPG çekincesi üzerinden PYD üzerindeki ABD etkisini kırmaya çalışıyor. İkincisi İdlib’de Heyet Tahrir Şam’a karşı daha etkin bir rol üstlenmesini istiyor. Bu çerçevede Türkiye’nin Afrin merkezine kadar ilerleyerek hedefine ulaşması Azez-Afrin-İdlib hattında kendi dengesini öne çıkarabilecek bir Türkiye’yi ve üstelik ABD ile çatışmaya varabilecek ihtimalleri ötelemiş bir Türkiye’yi öne çıkarıyor.

ABD’ye gelince…

ABD’nin Suriye’de yeni dönem stratejisinde önemli bir değişme dikkat çekiyor. Kontrol ettiği alanlarda kalma iradesini ve süresini artırarak gerekli tahkimatı gerçekleştirmek. Bu noktada Fırat’ın doğusu hayati bir önem taşıyor. Başbakan Binali Yıldırım haklı olarak “Fırat’ın doğusu, batısı diye pazarlık olmaz” şeklinde açıklamada bulunsa da ABD’nin doğu-batı ayrımıyla değer atfettiği çıkarlarını Zeytin Dalı Harekatında test ettiği anlaşılıyor. Yani buradaki yığınağa ve Suriye-Irak sınırının kontrolüne devam edilirken Afrin’deki süreç de bunun zorunlu bir koşulu olarak görülüyor. Her ne kadar bu faydacı-çıkarcı anlayış YPG’nin “terkedilme” korkusunu ayakta tutsa da ABD’nin uzun süredir vaat ettiği haritada kendilerine ayrılan alan iştahlarını hala diri tutuyor.

İşte bu sebepledir ki Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ilk kez bu kadar güçlü biçimde “Türkiye’nin güvenlik çıkarları, Şam’la doğrudan diyalog yoluyla tamamen korunabilir” açıklamasında bulundu. Tam da Esat’a bağlı güçlerin kontrolü YPG’den almak için Afrin’e gireceği haberlerinin hemen ardından…

Çok açık ki Rusya kendi denkleminin ve Türkiye’den temel beklentilerinin tehlikeye girmesini arzu etmiyor. Esat ise yakın geçmişte ki başka örneklerde olduğu gibi bu durumdan kazançlı çıkmaya çalışıyor. “Artık gitmesine günler kaldı” denilirken bugün ülkenin %60’nı denetim altına almış olması buna işaret ediyor.

Putin ve sıfır toplamlı oyun

Brooking Enstitüsü araştırmacılarının geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir raporda ABD-Rusya dengesinin sağlanması konusunda önemli tespitler yer alıyor. Raporda Putin Rusya’nın uluslararası stratejisi kendisine yönelen tehditleri bertaraf edebilmek için sürdürülen bir tür “sıfır toplamlı oyuna” benzetiliyor. Yani bir tarafın kayıplarının diğer tarafın kazancına denk geldiği bir konumlanma. Bu sebeple NATO gibi konularda Rusya ile anlaşabilmek mümkün değil. Özellikle bu doğrultuda Trump’un partnerlerine olabildiğince ABD üzerinden silahlanmayı teşvik etmesi “düşman ülke” algısını pekiştiriyor. Ancak Rusya ve Çin’in küresel güçlerini artırmaya çalışırken “NATO Tehlikesini” bu işin gerekçesi olarak kullandığı da ileri sürülüyor.

Yazının devamı...

ABD ile masaya oturmak

Türkiye-ABD ilişkileri iki ülkenin güvenlik ve bölgesel çıkarları bakımından stratejik bir öneme sahip olsa da geldiğimiz aşamada aslında tek başına iki ülkenin ilişkilerinden ibaret değil. Başta Türkiye-Rusya, Türkiye-İran, Türkiye-AB ve Türkiye-İngiltere/Yunanistan ilişkilerinin taktiksel yönelimini bir tarafta tutarak yapılan açıklamaları ve niyetleri çözmek kolay olmayacaktır.

Geriye dönüp bakıldığında Amerika’nın ticari ve misyoner faaliyetleri 1820 yılında İzmir’de başlamış, 1830 yılında da Osmanlı ile Ticaret ve Dostluk Antlaşması imzalanarak resmi ilişkilere adım atılmıştır. Türkiye ile ilk diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlamıştı. Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönemde bu ticaret ve misyonerlik faaliyetleri öne çıkmıştır. Bu dönemde ABD’yi Türkiye topraklarından uzak tutan hususlardan biri Monroe doktrini gereği Avrupa’nın işlerine karışmama ilkesidir.

Bugün de benzer şekilde AB sahasının kendi güvenliğini sağlaması gerektiği ABD’nin silahlanma yaklaşımları arasında gözüküyor. Dün Yıldırım-Merkel görüşmesinden çıkan uzlaşma AB’nin öncü ülkelerinin çatırdayan NATO konseptini Türkiye üzerinden yeniden onarma hamlesinin de bir tezahürüdür.

Diğer yandan Türkiye’nin Suriye özelinde Rusya ile sürdürdüğü diyalektik sahada karşılıklı çıkar ilişkisine dayanıyor olsa da tarihsel birikiminden ayrı tutulamaz. Zira yalnızca 20. Yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 250 yıllık dönemde Türkler ve Ruslar 12 kez karşı karşıya gelmişlerdir. Rusya tarihsel bakımından ya doğrudan Türk tezine yönelik hamleler yürütmüş ya da Türkiye’yi Batı ve Doğu Avrupa gibi çevrelemek istediği coğrafyaların güvenliği konusunda dolaylı bir hamle alanı olarak görmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sürecine gelindiğinde Türkiye-ABD ilişkileri İngiltere merkezli ilerlemiş ve ardından ABD ile SSCB mücadelesi, yani iki kutuplu dünyayı ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere 1943 yılında Türkiye’nin savaşa girmemesi durumunda Sovyetler karşısında yalnız kalacağı tehdidinde dahi bulunmuştur. SSCB’nin çevrelenmesi ve Ortadoğu sahasındaki petrolün himayesine yönelik politikalar 2.Dünya Savaşı sebebiyle yalnızlaştırılan Türkiye’yi kilit bir konuma taşımıştır. İncirlik üssünün inşası da işte bu döneme denk gelir.

Soğuk savaşın sonlandığı 1991 yılından bu tarafa Türkiye-ABD ilişkilerinde dikkat çeken husus AB’nin Türkiye ile tanzimi ve sınır ötesindeki çevrelemenin salt Rusya tehdidinin dışında İran ile şekillenmesidir. 11 Eylül saldırıları da Türkiye’nin içerisinde yer aldığı Ortadoğu’nun yeni devlet ve yönetimlerce tanzim edilmesi sürecini gün yüzüne çıkarmıştır.

Tüm bunlara bakıldığında yakın tarih bizlere şunu söylüyor.

ABD ile masaya otururken hemen arkamızda başka sandalyelerin de olduğunu ve her an bunlardan bir veya bir kaçının masaya eklenebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu çerçevede dün ABD Dışişleri Bakanı Tillerson ile yapılan görüşmelerden çıkan netice Afrin ve Menbiç arasında sıkışan iki ülkenin kopma noktasına gelen ilişkilerini uçurumun kenarından alma girişimidir. Çünkü bu uçurum bir sonraki aşamada NATO, Rusya, İran ve AB ile ilişkilerin de yaşam çizgisini belirleyecektir.

Milis güç değil terörist

Özellikle bir haftadır ABD tarafından yapılan açıklamalartrajikomik. Ama öyle bir tanesi var ki düzeltmeden geçilmemeli.ABD Kongresine sunulan istihbarat raporunda YPG için“PKK’nın Suriye’ deki milis gücü” tanımlaması kullanıldı. Bizde “ABD YPG’nin terör örgütü olduğunu kabul etti” gibi haberler de çıktı. Oysa bu bilinçli bir çarpıtma. Milis ile terörist farklı şeylerdir. Orduların, devletlerin milis gücü olur. Terör örgütlerinin ise olsa olsa başka kıyafet ve başka söylemlerle çatışan teröristleri vardır.

Yazının devamı...

Seçim barajında gözden kaçan detay

16 Nisan Referandumunda kabul edilen değişikliğe göre siyasal parti grupları ve en son genel seçimlerde toplam oyların tek başına veya birlikte %5’ini alan siyasi partiler Cumhurbaşkanlığına aday gösterebilecek. Ayrıca noterden en az 100 bin imza toplayan kişiler Cumhurbaşkanı adayı olabilecek. Uyum yasaları bu değişikliğin siyasal partiler ve seçim kanunlarındaki uyumunu sağlayacak.

Buna göre AKP-MHP temsilcilerinin sürdürdüğü temaslarda Cumhurbaşkanı adaylığı için bir araya gelerek ortak aday çıkarabilecek partilerin milletvekilliği genel seçimlerinde de birlikte hareket edebilmesinin önü açılıyor. BBP bu heyette yer almasa da farklı yollarla görüşlerini aktarıyor.

Öyle anlaşılıyor ki yeni hükümet sistemine göre bir partinin veya bir araya gelecek partilerin milli iradenin %5’ni temsil ediyor olması yürütme erkine aday olabilmenin asgari koşulu kabul ediliyor. Dolayısıyla çoğulculuk ve temsilde adalet ilkeleri bir arada değerlendirildiğinde %5’lik orana sahiplik son derece önemli bir hal alıyor.

Yeri gelmişken bahsedelim. “Temsilde adalet” ve “çoğulculuk” birbirini bütünleyen kavramlardır. Biri olmadan diğeri işlevini sürdüremez.

Çünkü sizlerin tercih ettiği, seçtiği siyasal temsilcilerin belirli baraj ve kısıtlamalarla milli irade temsilinden yoksun kalması aynı zamanda ülkedeki farklı söz ve düşüncelerin milli irade içerisinde yer alamayışı demektir.

Öyle ya da böyle toplam seçmenin sandığa giderek oy kullanmış kısmı şeklen de olsa bir irade ortaya koyuyor. Ancak temsilde adalet-çoğulculuk dengesi iyi kurulamazsa bir süre sonra çoğunlukçu dikta anlayışı siyasal, sosyal, ekonomik sistemleri kuşatarak toplumsal kutuplaşmayı artıyor. Çoğulcu bir sistem birbiriyle yarışan partileri, onlara etki amacı taşıyan baskı gruplarını (örn.sendikalar) ve tek bir merkez elinde toplanmamış, denetlenebilir bir iktidarı gerekli kılıyor. Klasik çoğulcu düşünürlerden Robert Dahl demokrasinin ne azınlığın ne de çoğunluğun diktasına uygun olduğunu ifade eder. Ama ona göre asıl soru şudur: “Kararlar üzerinde kimler etkili? Bu kararlar belirli bir kesimin temsilcileri tarafından mı alınıyor?”

Şimdi “yönetimde istikrar nasıl sağlanacak?” diye soranlar olabilir. Bir defa sistem değişti. Yürütme organı ayrı bir oylama ile ve 50+1 ile seçilmekte. Böylece yetkileri tamamen üzerinde toplamakta. Burada barajın düşürülmesi daha çok TBMM’deki dağılımla ilgili.

Diğer yandan Avrupa genelinde hükümet sistemi fark etmeksizin seçim barajının olduğu ülkelerde en yüksek oran %5. Güçlü başkanlık modeli ile yönetilen Rusya’da bu oran %7’den, %5’e çekildi.

Bize gelince bu haliyle yürütmeye talip olan adayların -100 bin imza dışında - siyasi partiler nezdindeki ülke barajı %5 olarak belirleniyor. MHP’nin komisyon çalışmalarında önerisi barajın düşürülmesiydi. Kamuoyun yansıdığı kadarıyla barajın %10 şeklinde devam edeceği belirtiliyor.

Bu sebeple gerek uygulamada meydana gelecek ikilik gerekse temsilde adaletin zarar görme ihtimali açısından bir sorun gözüküyor.

Yürütmeye adaylık için %5 olan baraj, yasama organı için %10 seviyesinde öngörülüyor. Bu oranın da referandumdaki değişikliğin lafzına ve ruhuna uygun hale getirilebilmesi için %5 seviyesine çekilmesinde büyük yarar vardır.

Bu detay göz ardı edilmemelidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.