Körfezdeki dalgın suya bir bak
.
ABD Başkanı Obama’nın Körfez ülkelerinin liderleriyle bir araya gelmek üzere Camp David’de düzenlediği zirve “fiyasko” kelimesiyle anılıyor. Körfez’in en güçlü ismi Suudi Arabistan Kralı Selman’ın katılmayacağını açıklamasından itibaren akıbeti belli olan zirvede dişe dokunur bir görüşme olması veya ciddi bir karar alınması beklenmiyordu zaten. Zira hep sarsılmaz bir çıkar ilişkisine dayalı vaz geçilmez müttefikler olarak görülen Körfez ülkeleriyle Beyaz Saray’ın arası bir süredir açık bulunuyor.
Görünürdeki sebep ABD’nin eski “ortak düşman” İran’la arasını düzeltmeye yönelik girişimleri. Başta Suudiler olmak üzere Körfez monarşileri Washington’da atılan bu adımları kendi akıbetleri bakımından hayırlı bir gelişme olarak görmüyorlar.
Haddi zatında bu ülkeleri bir kurumsal çatı altında bir araya getiren ve giderek başta güvenlik ve ekonomi olmak üzere birçok alanda birleştiren Körfez İşbirliği Konseyi bile 1979’daki İran devrimi sonrasında ortaya çıkan tehdit algılamasına cevap olarak 1981’de kurulmuştu. Fikir babası da Suudilerden önce Amerikalılardı. Üyeler ise Körfez’de kıyısı olan Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri...
İran’ın da Körfez’e kıyısı var ama bu teşkilata üye olması düşünülemez bile. Çünkü teşkilatın varlık sebebi ve kuruluş amacı İran’ın buradaki kontrolünü dengelemek zaten. Ayrıca bazı ülkeleri de Körfez’in dışında tutmak...
Buna mukabil bir ara Fas ve Ürdün gibi ülkelerin de Konsey’e üye olması gündeme gelmişti. Yemen hakeza... Demek ki mesele coğrafi müştereklerden ibaret değil.
Biliyorsunuz, bizim Basra Körfezi dediğimiz yere İranlılar “Fars Körfezi”, Araplar ise “Arap Körfezi” demeyi tercih ediyorlar. Yani mesele gayet açık... Sadece 1979’dan sonra değil, İslam devriminden önceki zamanlarda da -Körfez bölgesinde çatışan çıkarlar muvacehesinde- Arap monarşilerinin hep tehdit unsuru olarak algıladıkları İran devletine karşı bir işbirliği ve güç birliği arayışı normal.
1979’a kadar ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olarak görülen İran’ın jandarma görevinden istifa edip kendi milli çıkarlarını kendi başına elde etmeye yönelmesi Washington’u da İran konusunda Körfez monarşileriyle benzer kaygılar etrafında buluşturmuştu. Zaten İran da Körfez’deki komşuları açısından asıl tehdit niteliğini 1979’dan sonra göstermişti. Zira bölge ülkelerinde Şii kartını açarak kendisine bir nüfuz alanı oluşturma politikası her biri ciddi oranlarda Şii nüfusa sahip Körfez ülkeleri için fitili ateşlenmiş bir dinamit anlamına geliyordu. Mesele mezhep konusu olmasa bile İran’ın “devrim ihracı” politikası çok korkutucuydu. Ülkelerinin milli çıkarlarından önce rejimlerinin geleceği tehdit altındaydı. Hanedanlar için bu daha önemliydi elbette. Bu yüzden de rejimlerine yönelik tehdit nereden gelirse gelsin aynı derecede korkutucuydu. Nitekim başta Suudiler olmak üzere Körfez Arapları aynı şekilde İhvan-ı Müslimin cemaatinin etkilerinin yayılmasından da deli gibi korkuyorlardı. Yani bu ülkelerin İran’a karşıtlığını Sünni hassasiyetlerinde aramaya kalkışanlara sadece gülünür...
Ortak kaygıların harekete geçirdiği Körfez krallıklarıyla ABD yaklaşık otuz yıldır İran rejiminin yayılmasını durdurmak ve hatta boğmak için epeyce ortak çaba harcadılar. Mesela Saddam’ın Irak’ını İran tehdidine karşı bir jandarma gücü olarak kullanmaya kalkıştılar. Sonucu hüsran oldu... Saddam gitti, Irak parçalandı; İran rejimi yine ayakta kaldı.
Şimdiyse en yakın müttefikleri ABD onca yıllık siyasetini terk edip Körfez’deki monarşilerin korkulu rüyasını gerçekleştirmeye yönelmiş bulunuyor. Aradaki soğukluğun en azından görünen sebebi işte bu...
Ancak daha önce Suriye meselesinde su yüzüne çıkan, bazen Suudilerin Katar’la veya Türkiye ile ilişkilerine yansıyan daha derin birtakım ihtilaf konuları da var. Onları başka zaman konuşalım.