Kimlik siyaseti mi, hizmet siyaseti mi?
.
Her seçim döneminde yeniden hatırlanan bazı tartışma konuları var. Bunlardan biri de “kimlik siyaseti mi, hizmet siyaseti mi daha çok kazandırır?” tartışması. özellikle Kürt yurttaşlarımızın siyasi tercihleri bağlamında sürdürülen bir tartışma bu.
“Doğu ve Güneydoğu halkı hizmet siyasetine değil, kimlik siyasetine oy veriyor.” İktidar cenahının böyle bir serzenişi var. “Genel seçim olsa neyse de.” diyorlar, “yerel seçimlerde bile durum değişmiyor. Belediye hizmetleri sahasında yetersizlikleri ve başarısızlıkları aşikâr olan Kürt etnik milliyetçisi partilerin kendilerini hizmet alanında az çok kanıtlamış olan partilerden daha yüksek oranda oy alması çok tuhaf.”
Haklı bir serzeniş olarak görülebilir bu. Haddizatında yollar, hastaneler, okullar, barajlar vb. somut hizmetlerin en sıradan sloganlar kadar etki gücüne sahip olmaması, oy verme tercihlerinin futbol kulübü taraftarlığı seviyesinde bir fanatizmin boyunduruğunda bulunması demokrasi kültürünün bizim toplumumuzda fazla gelişmediğinin habercisi.
Ama bu problem sadece Doğu ve Güneydoğu’da değil toplumumuzun hemen her kesiminde mevcut. Bölgelerin sosyokültürel gelişmişlik dereceleri de bu noktada fazlaca bir fark yaratmış görünmüyor. “Feodal Kültür”ün bütün ihtişamıyla ayakta durduğu yurt kesimlerinde elbette demokratik kültürün gelişmesi daha fazla vakit alacak ama bizim İstanbul’un göbeğinde gözlemlediğimiz oy verme tercihleri de doğu ve güneydoğu illerinde olandan çok çok farklı değil. Hizmet siyaseti burada da ancak bir yere kadar işliyor. Sonra yerini kimlik duygularını harekete geçirecek- hamasete bırakıyor.
Bizzat gözlemlediğim, daha doğrusu deneyimlediğim bir örneği var bu durumun: Benim yaşadığım ilçenin bir önceki belediye başkanı X Partisindendi ve -hangi siyasi görüşte olursa olsun- ilçe sakinlerinin tamamının nefretini toplamaya muvaffak olmuş beceriksiz (ama başka bakımlardan birçok meslektaşı gibi “becerikli” olduğu söylenen) bir siyasetçiydi. Daha formel olarak ifade etmem gerekirse, halk belediyenin verdiği hizmetin kalitesinden memnun değildi. Ne var ki herkesin nefret ettiği bu adam üç defa üst üste seçim kazandı. Çünkü “bizim başkan namussuzun teki... hepimizi soydu, soğana çevirdi... ilçeye bir çivi çakmadı” diye konuşup duranlar önlerine sandık geldiğinde “Tamam, bu adam şöyle böyle... Ama ne yapabiliriz? Y Partisine oy verecek halimiz yok!” demeye başladılar. (İlçe geleneksel olarak ve nüfusun sosyokültürel özellikleri itibarıyla X Partisi çizgisinde. Y Partisi ise hemşehrilerimizin çoğunluğunun gözünde kendi hayat tarzları veya inançları için tehdit olarak görülüyor. Tıpkı Y Partisi sempatizanlarının da X Partisini kendi hayat tarzları veya inançları için tehdit olarak görmeleri gibi. )
Açıkçası benim hemşehrilerimin çoğunluğu sırf Y Partisi kazanmasın diye X Partisi mensubu olan mevcut Belediye Başkanı’nın yaptıklarını sineye çekmeye razıydılar. O kimsenin beğenmediği, sevmediği belediye başkanı böyle böyle üç dönem üst üste girdiği bütün seçimleri kazandı. Nihayet parti içi hizip çekişmeleri dolayısıyla son seçimde aday gösterilmedi; onun yerine yine X Partisinden başka biri belediye başkanı oldu.
Bu hikâyede X ve Y diye kodladığım partilerin asıl isimleri önemli değil. Çünkü X yerine de, Y yerine de herhangi bir partimizin adını yazsanız yanlış bir şey yapmış olmazsınız. Benim yaşadığım -ve sosyokültürel gelişmişlik seviyesi itibarıyla ortanın üzerinde bir yerde bulunan- ilçede gözlemlediğim vaziyet Türkiye’nin her tarafında yaşanan realitenin bir parçası. Yani bizim insanlarımızın siyasi partilere yaklaşımı pek de gelişmiş demokratik toplumlardaki standartlara uymuyor.
“Bu durumun sebebi ne?” ve “oy verme tercihlerinin nispeten daha rasyonel bir temele oturması nasıl mümkün olur?” sorularının cevabını arayalım.