Şampiy10
Magazin
Gündem

Radikallerle savaşmak ılımlıları güçlendirmez

ABD öncülüğündeki IŞİD’e karşı mücadele koalisyonu, dün Suriye’de düzenlediği saldırılarda IŞİD mevzilerinin yanı sıra El Nusra Cephesi’ne ait olduğu bildirilen bir karargâhı da vurdu. Hatırlayacak olursanız, daha önceki saldırılarda da yine El Nusra hedefleri bombalanmıştı. Yeni bir durum değil…

Ancak, ilk bakışta burada bir gariplik var gibi görünüyor. Bir defa koalisyon IŞİD’le mücadele için oluşturuldu. Söz konusu örgütün Palmira’yı da ele geçirdikten sonra Suriye’nin yarısından fazlası üzerinde kontrol sağlamış olduğu bugünlerde IŞİD mevzilerinin vurulması gayet anlaşılır bir karar. Ancak aynı zamanda IŞİD’le sahada kıran kırana çatışmakta olan bir örgütün hedef alınması Koalisyonunun önceliğinin IŞİD’in etkisizleştirilmesi olmadığı şeklinde bir algı doğmasına yol açabilir.

Elbette El Nusra Cephesi de ideolojik anlamda IŞİD’den farklı bir yapıya sahip değil. Nihayetinde El Kaide’nin Suriye kolundan bahsediyoruz. Ama IŞİD tehlikesinin aciliyeti dolayısıyla oluşturulan koalisyonun öncelikli hedefinin El Nusra olmaması gerektiği de düşünülebilir. Peki, Amerikalılar niçin böyle düşünmüyorlar? Çünkü IŞİD’in boşaltacağı arazide bilahare bir başka istenmeyen gücün kontrolü ele almasından endişe ediyorlar.

Peki, hem IŞİD’in hem de El Nusra’nın etkisiz hale getirilmesi durumunda sahaya hangi güç hâkim olacak? İşte burası bir parça karanlık nokta… Çünkü batılı ülkelerin “ılımlı muhalefet” diye destek verdikleri grupların silahlı gücü yetersiz. En başından beri bu böyle. Suriye rejim güçlerine karşı sürdürülen mücadelede ılımlı gruplardan ziyade radikal gruplar etkili sonuçlar aldılar. Ne de olsa savaşan kişilerin motivasyonu bağlı bulundukları ideolojinin “ılımlı” olması durumunda fazla güçlü olamaz. Daha sert ideolojik angajman içindeki kişiler daha sert bir mücadeleye atılabilirler.

İkinci bir nokta, gerek IŞİD’in gerekse El Nusra’nın insan malzemesi daha deneyimli. Afganistan’da, Çeçenistan’da, eski Yugoslavya’da ve başka yerlerde silahlı mücadele tecrübesi olan insanlar var bu örgütlerin içinde. Özellikle IŞİD’in komuta heyetinde ise düzenli ordu tecrübesine sahip kişiler olduğu da biliniyor.

Diğer yandan, Suriye’deki radikal grupları askeri operasyonlar yoluyla ortadan kaldırmak da kolay değil. Suriye’de baskıladığınız bir anlayışın başka bir coğrafyada gün yüzüne çıkması tehlikesi de var. Üzerlerine bomba yağdırdığınız grupların ideolojisini zayıflatamazsınız. Aksine “ABD İslami kimliği olan grupları bombalıyor” diyerek başka yerlerde yeni sempati halkaları oluşturmaları mümkün.

Oysa radikal grupların etkisiz hale getirilmesi için önce ılımlı zihniyetin güçlenmesi gerekir. Silah yardımıyla bir zihniyeti güçlendirmek de mümkün değil. Dolayısıyla Suriye’deki radikal grupların tasfiye edilmesi durumunda ılımlı güçlerin vaziyete hakim olmalarını beklememek lazım. İç savaş boyunca toplumda oluşan karşılıklı nefretin ve Suriye’yi laboratuvar alanı gibi gören dünya kamuoyuna karşı oluşan öfkenin bu ülkede ılımlı bir zihin evreni oluşturması imkânsız.

Ne var ki başta ABD olmak üzere batılı devletlerin meselesi bu değil.

Yazının devamı...

Ak topraklarda kara bayram

18 Mayıs Kırım Türklerinin “kara bayram” dedikleri matem günü... Yarımadada Kırım Türklerinden bir kişi bile bırakmayacak şekilde icra edilen o korkunç etnik temizliğin yıldönümü bugün. Kırım’ın bütün dünyanın gözü önünde Rusya tarafından tarihte ikinci defa ilhak edildiği bir dönemde büyük sürgünün yıldönümü bir kat daha öfkeyle karşılanıyor. Acıyı ve öfkeyi arttıran bir şey daha var: Ne dün ne de bugün Kırım’da yaşananlar hakkında dünyada ne lanet okuyan görüldü ne de “geçmişimizle yüzleşelim” edebiyatı yapan...

Daha da acısı, tarihte yaşanmış bu tür olaylar hakkında daima duyarlılık göstermeye çalışan kendi aydınlarımızın Kırım’da yaşananlar gündeme geldiğinde başka türlü bir tutuma girmeleri... Sadece Kırım için değil, son iki yüz yıl içinde Rumeli’de veya Kafkaslarda yaşanan hiçbir “ortak acı”mız için ses çıkarmamaları… Nedense bizim kendi başımıza gelen zulümler ve kendi yaşadığımız acılar karşısında beton duvar sessizliği içinde olmaları...

Hem kamuoyu şekillendirme imkânına sahip bu okuryazar sınıfımızın aktif ilgisizliği (veya ideolojik tercihleri) yüzünden hem de devletimizin geleneksel “acıları unutarak yok sayma” politikası neticesinde bugün ne Kırım’da, ne Balkanlarda ne de Kafkaslarda daha bir asır önce yaşanan facialardan habersiz bir toplumumuz var. Üstelik bugünkü Türk toplumunun demografik yapısı büyük ölçüde son asırdaki göçler neticesinde oluşmuş olduğu halde... Daha açık ifadesiyle, dedeleri Osmanlı’nın son döneminde yaşanan “büyük ricat” sırasında Rumeli’nden, Kafkaslardan veya Kırım’dan anavatan topraklarına geri dönmüş olan insanlar dedelerinin yaşadıklarından habersizler.

Uzun asırlardan beri Kıpçak Türkleri’nin yurdu olan Kırım yarımadası on sekizinci yüzyılda Rus yayılmasının neticesi olarak işgale uğramış ve o tarihten sonra yavaş yavaş Rus nüfusun yerleştirilmeye başlandığı yarımadada Türk nüfusun çeşitli yollarla eritilmesi için de harekete geçilmişti. Müslüman ahali din değiştirmeye zorlanıyor, toprakları ellerinden alınıp Rus göçmenlere dağıtılıyor, akla gelmeyecek mezalim görüyorlardı. Bu insanlık dışı baskılar karşısında Kırım Türkleri önce Rumeli topraklarına doğru göçe başladılar; aradan bir asır bile geçmeden orası da elden çıkınca bu sefer göç kafilelerinin yönü Türkiye’ye yöneldi. On dokuzuncu yüzyıl başından Cihan Harbi sonuna kadar “Ak topraklar” adını verdikleri Anadolu’ya göç eden Kırım Türkleri’nin toplam sayısının iki milyona yakın olduğu tahmin ediliyor.

Bütün bu yaşananlara rağmen İkinci Dünya Savaşı sırasında bile anavatanda hâlâ 200 bini aşkın Kırım Tatarı yaşıyordu. İşte bunların tamamı, çocuk-yaşlı veya erkek-kadın denilmeksizin tamamı, bir gece trenlerin yük vagonlarına istiflenerek Orta Asya ve Sibirya steplerine sürüldü. İnsanların birçoğu bu acımasız yolculuk şartlarına dayanamayarak hayatını kaybetti. Stalin idaresi, Kırım’ın işgali sırasında Almanlarla işbirliği yapmakla suçladığı bir halkı bu şekilde cezalandırıyordu.

1915’deki Ermeni Tehciri’ne benzetenler var bu olayı. Evet, bazı benzerlikler var. Ama farklar daha çok: Öncelikle Ermeni Tehciri, neticesi ne olursa olsun, bir cezalandırma olarak gündeme gelmedi. Ermenilerin tamamını kapsamıyordu. Sürekli değil, süreli bir tedbir olarak düşünülmüştü. Bunlar önemli farklar...

Şu da var: Vatanları kısa süre önce Rus işgaline uğramış bir halkın bir bölümünün topraklarını bu işgalden kurtarma ümidiyle silaha sarılmalarına mukabil daha büyük bölümü komünizme inançları dolayısıyla Kızıl Ordu’da Almanlara karşı savaştı... Bu da çok önemli bir fark... Diğer yandan, Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşan başka Sovyet halkları da vardı. Onların cezalandırılması söz konusu olmadığı halde Kırım Tatarları’nın tamamı “Almanlarla işbirliği” suçlamasıyla cezalandırıldı. Hatta Kızıl orduda savaşan askerler bile savaştan sonra kendi vatanlarına dönemedi.

Başka bir fark da şu: 1915’te gerçekleşen olay o günden bu yana bütün Hıristiyan dünyasında soykırım olarak nitelenip lanetleniyor. 1944 için öyle bir durum yok.

Yazının devamı...

Körfezdeki dalgın suya bir bak

ABD Başkanı Obama’nın Körfez ülkelerinin liderleriyle bir araya gelmek üzere Camp David’de düzenlediği zirve “fiyasko” kelimesiyle anılıyor. Körfez’in en güçlü ismi Suudi Arabistan Kralı Selman’ın katılmayacağını açıklamasından itibaren akıbeti belli olan zirvede dişe dokunur bir görüşme olması veya ciddi bir karar alınması beklenmiyordu zaten. Zira hep sarsılmaz bir çıkar ilişkisine dayalı vaz geçilmez müttefikler olarak görülen Körfez ülkeleriyle Beyaz Saray’ın arası bir süredir açık bulunuyor.

Görünürdeki sebep ABD’nin eski “ortak düşman” İran’la arasını düzeltmeye yönelik girişimleri. Başta Suudiler olmak üzere Körfez monarşileri Washington’da atılan bu adımları kendi akıbetleri bakımından hayırlı bir gelişme olarak görmüyorlar.

Haddi zatında bu ülkeleri bir kurumsal çatı altında bir araya getiren ve giderek başta güvenlik ve ekonomi olmak üzere birçok alanda birleştiren Körfez İşbirliği Konseyi bile 1979’daki İran devrimi sonrasında ortaya çıkan tehdit algılamasına cevap olarak 1981’de kurulmuştu. Fikir babası da Suudilerden önce Amerikalılardı. Üyeler ise Körfez’de kıyısı olan Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri...

İran’ın da Körfez’e kıyısı var ama bu teşkilata üye olması düşünülemez bile. Çünkü teşkilatın varlık sebebi ve kuruluş amacı İran’ın buradaki kontrolünü dengelemek zaten. Ayrıca bazı ülkeleri de Körfez’in dışında tutmak...

Buna mukabil bir ara Fas ve Ürdün gibi ülkelerin de Konsey’e üye olması gündeme gelmişti. Yemen hakeza... Demek ki mesele coğrafi müştereklerden ibaret değil.

Biliyorsunuz, bizim Basra Körfezi dediğimiz yere İranlılar “Fars Körfezi”, Araplar ise “Arap Körfezi” demeyi tercih ediyorlar. Yani mesele gayet açık... Sadece 1979’dan sonra değil, İslam devriminden önceki zamanlarda da -Körfez bölgesinde çatışan çıkarlar muvacehesinde- Arap monarşilerinin hep tehdit unsuru olarak algıladıkları İran devletine karşı bir işbirliği ve güç birliği arayışı normal.

1979’a kadar ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olarak görülen İran’ın jandarma görevinden istifa edip kendi milli çıkarlarını kendi başına elde etmeye yönelmesi Washington’u da İran konusunda Körfez monarşileriyle benzer kaygılar etrafında buluşturmuştu. Zaten İran da Körfez’deki komşuları açısından asıl tehdit niteliğini 1979’dan sonra göstermişti. Zira bölge ülkelerinde Şii kartını açarak kendisine bir nüfuz alanı oluşturma politikası her biri ciddi oranlarda Şii nüfusa sahip Körfez ülkeleri için fitili ateşlenmiş bir dinamit anlamına geliyordu. Mesele mezhep konusu olmasa bile İran’ın “devrim ihracı” politikası çok korkutucuydu. Ülkelerinin milli çıkarlarından önce rejimlerinin geleceği tehdit altındaydı. Hanedanlar için bu daha önemliydi elbette. Bu yüzden de rejimlerine yönelik tehdit nereden gelirse gelsin aynı derecede korkutucuydu. Nitekim başta Suudiler olmak üzere Körfez Arapları aynı şekilde İhvan-ı Müslimin cemaatinin etkilerinin yayılmasından da deli gibi korkuyorlardı. Yani bu ülkelerin İran’a karşıtlığını Sünni hassasiyetlerinde aramaya kalkışanlara sadece gülünür...

Ortak kaygıların harekete geçirdiği Körfez krallıklarıyla ABD yaklaşık otuz yıldır İran rejiminin yayılmasını durdurmak ve hatta boğmak için epeyce ortak çaba harcadılar. Mesela Saddam’ın Irak’ını İran tehdidine karşı bir jandarma gücü olarak kullanmaya kalkıştılar. Sonucu hüsran oldu... Saddam gitti, Irak parçalandı; İran rejimi yine ayakta kaldı.

Şimdiyse en yakın müttefikleri ABD onca yıllık siyasetini terk edip Körfez’deki monarşilerin korkulu rüyasını gerçekleştirmeye yönelmiş bulunuyor. Aradaki soğukluğun en azından görünen sebebi işte bu...

Ancak daha önce Suriye meselesinde su yüzüne çıkan, bazen Suudilerin Katar’la veya Türkiye ile ilişkilerine yansıyan daha derin birtakım ihtilaf konuları da var. Onları başka zaman konuşalım.

Yazının devamı...

Seçimin sonucu şimdiden belli

Seçimin soncuyla ilgili tahmini sorulanların başında gazete yazarları geliyordur herhalde. “Maşallah, her konuda söyleyecek bir lafın var. Her şeyi biliyorsun, bunu da bil bakalım” der gibi yöneltilen bu tür sorulara ben kendi adıma kolay cevap veremiyorum. Çünkü, öncelikle, “Şu kazanır, bu kaybeder” anlamına gelecek bir tahmin ifade etmeniz “yönlendirme” ve hatta “propaganda” gibi anlaşılabilir. Burası Türkiye!

İkincisi, tahmininiz yüzde yüz doğru çıkmadığı takdirde “çuvallamış” sayılıyorsunuz. Söz gelimi üç partinin oylarını doğru tahmin edip dördüncüde yanılırsanız “adam güya gazete yazarı ama seçimin sonucunu bile öngöremedi” eleştirisine muhatap olabiliyorsunuz.

“İyisi mi, bu konuya hiç bulaşmayayım” deme lüksünüz de yok ama! Gazetede size ayrılan sütun çiçekten, böcekten söz etmeniz için değil… Mecburen bir şeyler söyleyeceksiniz. Söyledikleriniz isabet kaydederse de şansınıza.

Şaka bir tarafa, seçmen davranışı denilen olay neredeyse insan psikolojisi kadar karmaşık bir mekanizma aslında… Onun için ölçülmesi zor. Onun için ne kadar ciddi ve bilimsel temelli olursa olsun- anketlerle öngörülemiyor.

Gerçi bir tarafta işimizi kolaylaştıran alışkanlıklar, aylar öncesinden kendini gösteren birtakım toplumsal sinyaller ve artık kural haline gelmiş davranış modelleri var ama buz dağının görünmeyen kısmı görünen kısmından kat kat daha büyük yine.

Seçimin sonucunu yani hangi partinin ne kadar oy alabileceğini- öngörmek konusunda en büyük zorluk seçmen adı verilen kitlenin tercihlerini tek başına somut faktörlerin belirlememesi… İşin içine duygusal, yani düpedüz psikolojik faktörler de giriyor.

Seçmen tercihleri akla, mantığa veya teoriye uygun bir tarzda şekillenmiş olsaydı diyelim ki dar gelirlilerin veya çalışan kesimin neo-liberal politikaları savunan bir partiye oy vermeyeceğini kestirebilirdik. Ama bir işçinin veya emeklinin neo-liberal partinin temsilcileriyle paylaştığı kültürel müşterekleri daha fazlaysa kendi sosyal-ekonomik haklarını savunan solcu partiyi gözü görmeyebilir.

Hatta, bırakın kültürel müşterekleri falan, bazen parti liderinin yakışıklı veya güzel olması bile seçmen davranışlarını etkileyebiliyor. Dolayısıyla, seçmen tercihlerinin tek başına akılla, mantıkla kavranması da zor... Sosyal atmosferi iyi gözlemleyerek genel yönelimleri kestirebilseniz dahi, kesin sonucu öngörmeniz kolay değil. Çünkü adeta insan davranışının sırlarını çözmekten söz ediyoruz burada.

Yanlış hatırlamıyorsam, rahmetli Erbakan’ın Konya’da yaptığı son mitinge katılanların sayısı o seçimde Hoca’nın partisine oy verenlerin yedi-sekiz katı kadardı. Demek ki sevdiğimiz, alkışladığımız adama da oy vermeyebiliyoruz. Böyle de bir durum var. Yani bakacaksınız, birtakım coşkulu kitlelerin bir siyasi partinin liderini veya temsilcilerini bağrına bastığını göreceksiniz ve “bu kitleden bu partiye oy çıkmaz” diyeceksiniz… Zor.

Bu hadisenin mantıklı bir analizini herkes yapabilir. Ama seçim sonucunu gördükten sonra… Seçimden iki hafta önce o meydandaki kalabalığa bakarak aynı analizi yapmak her babayiğidin harcı değil.

Şu da var: Bazen bazı siyasi partiler “Hubb-ı Ali’den değil, buğz-ı Muaviye’den” dolayı da oy alabilirler. Yani savunduğu siyaset desteklendiği için veya iktidara gelmesi arzusuyla değil, karşı tarafın hedefe ulaşmasına engel olsun diye…

Bugün CHP tabanından HDP’ye taşınmak istenen oy kitlesini böylesi bir psikolojinin motive ettiği var sayılıyor. Ancak, tam da işin içine psikoloji faktörü girdiği için, bu yönelimin hangi boyuta ulaşabileceğini kestirmek imkânsız. Zaten kestirmeye çalışan da pek yok. Daha ziyade kendi dileklerini ifade edenler var.

Ama ne olursa olsun, seçimin sonucu şimdiden belli: Birileri o sonucu öngörememiş olacak; birileri de “ben demiştim” diyecek.

Yazının devamı...

12 Eylül hakkında üç yanlış inanış

12 Eylül’ün üstünden çok zaman geçti. Onun için özellikle bugünkü kuşağın bu travmatik süreci çok da sağlıklı değerlendirmesi kolay değil. Kenan Evren’in ölümünün ardından yapılan yorumlara bakıldığında bazı problemli ve ezber yargıların yaygın biçimde paylaşıldığı görülüyor. En başta “halka karşı gerçekleştirilmiş olan bu kanlı darbeye halkın tepkisi” doğru değerlendirilemiyor. Bazıları darbe anayasasına ve Evren’in cumhurbaşkanlığına halkın yüzde 92’sinin kabul oyu vermesini sorguluyor. Bazıları ise tam aksine halkın “bugün” 12 Eylül’le hesaplaşma talebinin olduğunu düşünüyor. İkisi de yanlış.

12 Eylül bizim tarihimizdeki darbelerin en kanlısı, en zalimi. Ama toplumun geniş çoğunluğunun nefretini üzerine çekmiş bir hadise olmadı hiçbir zaman. Bunun sebebi 12 Eylül’ün belirli bir toplumsal kesimi veya onların siyasetteki temsilcilerini değil, bir bütün olarak siyaset kurumunu ve aydınları hedef almasıydı. İkincisi, topluma kolayca kabul ettirebileceği bir meşruiyet iddiası vardı: Terörü önleyememiş sivil siyaseti devreden çıkararak sokaklarda akan kanı durdurmuştu bir günde.

Bir başka sebep 12 Eylül’ün belirli bir zümre hesabına yapılmış görünmemesiydi. Kenan Evren ve arkadaşlarının sağdaki partilerle birlikte soldaki partileri ve hatta CHP’yi de kapatmış olmaları bu algıyı geliştirmeye yaramıştı. İdamlarda bile sözüm ona “denge” aramıştı darbe rejimi. Biliyorsunuz, Kenan Evren “adaletli olsun diye bir sağdan bir soldan astık” demişti.

Ne var ki Evren’in ölümünün ardından sosyal medyada çıkan yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla, “12 Eylül’ün sadece solu vurduğu” iddiası da solcularımızın ürettiği bir şehir efsanesi olarak dolaşımda hâlâ. Bunda da medyanın çoğunlukla solun veya sol kökenlilerin kontrolünde olmasının payı var. Dönem hakkındaki fikirlerini seyrettikleri TV dizilerinin şekillendirdiği kitlelerden söz ediyoruz ne de olsa.

Oysa 12 Eylül rejiminin Ülkücülere karşı daha acımasız olduğu bile söylenebilir. Çünkü 12 Eylül’den sonra yargılanan sol eylemciler kısa zamanda cezalarını çekip çıktılar ama onlarla aynı suçları işleyen sağcı mahkûmlar kolay kolay çıkamadılar. Peki, neden oluştu bu fark? Çünkü solcuların aksine Ülkücü eylemciler işledikleri suçlar “örgüt suçu” kabul edilmediği için solcu eylemcilere göre kat kat daha fazla ceza aldılar.

12 Eylül ve Kenan Evren dendiği zaman derhal gündeme gelen bir başka ezber “Güya darbelere karşıyız ama hâlâ darbe anayasasıyla yönetiliyoruz” lafları… Burada iki büyük yanlış var: İlki, 12 Eylül darbecilerinin hazırlattığı anayasayı baştan sona yeniden yazılmış, orijinal bir metin zannetmek. Oysa 1924 ve 1961 anayasalarının -belli başlı birkaç maddesi darbecilerin istedikleri şekilde değiştirilerek- tadil edilmiş şekli bu metin.

Bundan daha da önemlisi, her ne kadar siviller baştan sona yeni bir anayasa metni yazmaya muvaffak olamamış olsalar da, bugüne kadar 1982 metni üzerinde yapılan değişiklikler 12 Eylülcülerin bir önceki anayasa metni üzerinde gerçekleştirdiği değişikliklerden daha fazladır ve bunlar çok daha esaslı değişikliklerdir. Neredeyse 12 Eylül’ün metinde bir izi kalmamıştır. (YÖK’ün mevcudiyetinin devam etmesi gibi konular ise anayasayı değiştirmekten aciz oluşumuzla ilgili meseleler değildir, tercihtir. Keza Diyanet’in varlığı veya zorunlu din dersleri de sivil siyasetin tercihleridir; bunların darbenin devam eden etkileri diye gösterilmesi çarpıtmadır.) Dolayısıyla “hâlâ darbe anayasasıyla yönetiliyoruz” lafının aslında bir gerçekliği yok.

Görüyorsunuz, 12 Eylül darbesi daha üzerinden yarım asır bile geçmeden zihinlerde aslından çok farklı şekillere sokulmuş bir tarihî olay. Varın, asırlar öncesinde yaşananların bugüne yansımasının sıhhatini siz hesap edin.

Yazının devamı...

Hangi anket doğru sonucu veriyor?

Anketsiz seçim düşünemez haldeyiz artık. Neredeyse anketler bir tür “ön seçim” gibi algılanır hale geldi. İnsanlar anketlere göre oy veriyorlar. Dünyanın her yerinde böyle aşağı yukarı… Ama bu mekanizmanın sıhhati konusu nedense seçimlerden önce pek gündeme gelmiyor; her zaman seçimden sonra konuşuyoruz bu konuyu.

Biliyorsunuz, İngiltere’deki seçimin sonuçları bu ülkedeki siyaseti darmadağın etti. Önde gelen üç partinin birden lider kadrolarını değiştirecek kadar büyük bir deprem yarattı. Ama bana sorarsanız İngiltere’deki seçimin en büyük mağlubu anket şirketleri oldu. Çünkü görebildiğim kadarıyla böyle bir sonucu öngörebilen yoktu aralarında. Hepsi iktidardaki Muhafazakâr Parti’nin oy kaybedeceğine ve yeni koalisyon hükümetini muhalefet partilerinin oluşturacağına ilişkin bir tablo öngörüyorlardı. Sonuç böyle olmadı. Demek ki anketçiler halkın nabzını tutmakta başarılı olamadılar. Dolayısıyla bu mesleğin veya bu sektörün saygınlığı da ciddi bir yara almış oldu.

Peki, bizde durum nasıl gidiyor? Anketçilik Türkiye’deki seçim kampanyalarının da ayrılmaz bir parçası artık. Çünkü “anket sonuçları” adı altında açıklanan oy oranı iddiaları siyasi partilerin toplumun algısı üzerinde manipülasyon yapmasına yarıyor. İşin doğrusu, insan psikolojisi bu tür yönlendirmelerden etkilenmeye müsait bir yapıya sahip. En başta hiç kimse verdiği oyun boşa gitmesini istemez. Dolayısıyla vereceği oyun spesifik anlamda bir işe yarayacağını düşünen kişinin sandığa gitme motivasyonu daha güçlü olur. En azından zaten oy vermeyi düşünebileceği bir partinin yaygın şekilde destek bulduğunu gördüğünde tercihi güçlenebilir.

Söz gelimi muhalif bir partinin iktidara gelmesinin ihtimal dâhilinde olduğunun görülmesi iktidardan memnun olmayan kesimlerde o partiye yönelik bir ilgi oluşturabilir. İktidar partisi ise bunun tam aksi yönde bir algının oluşmasını arzu eder.

Anket sonuçları tam da bu noktada işlev görür...

Ama “falanca partinin oyu şu kadar” dendi mi insanların koşa koşa gidip anılan partiye oy verecekleri düşünülmemeli... Ne de olsa seçmen tercihlerinin oluşmasında yüzlerce farklı dinamik rol oynuyor. Buna rağmen Türkiye’de siyasetçiler anket sonucu yaymaya haddinden fazla meraklılar. Böylece bir iddiayı sürdürülebilir hale getirmenin de bir yolunu bulduklarını düşündüklerinden herhalde...

Ne var ki anketçilik işi o kadar itibarsızlaşmış durumda ki bu enstrümanla toplumda belirli yönlerde algı oluşturmak artık geçmiştekinden çok daha zor. Çünkü, sektörü bilmeyen insanlar olarak, sadece seçim dönemlerinde adını duyduğumuz ve doğal olarak hangisinin işini doğru yaptığını bilemediğimiz anket şirketlerinin açıkladığı rakamlar arasında dağlar kadar fark oluyor nedense.

Görülen o ki her anket şirketinin bir partiyle angajmanı var ve dolayısıyla açıklanan rakamlar toplumdaki eğilimleri göstermekten ziyade toplumu manipüle etmeye yönelik. (İşin aslı tam öyle değil tabii. Sadece seçim dönemlerinde faaliyet göstermeyen, yılın 365 günü kurumsal müşterileri hesabına kamuoyu yoklamaları yapan ciddi ve saygın araştırma şirketleri de var ülkemizde. Onları tenzih ederim. Ancak bunlar sükûnetleriyle sektörün saygınlığını korumakta yetersiz kalıyorlar.)

İngiliz anket şirketleri aşağı yukarı benzer sonuçları öngörerek hiç değilse beraberce yanıldılar. Bizdeyse öylesine bir laubalilik var ki A partisinin % 32 oy alacağını tahmin eden de var, aynı parti için % 49 oranını öngören de… Aradaki fark birkaç milyon oy demek!

Demek ki bu anketçilerin en azından bir bölümünün seçim akşamında rezil olacağı şimdiden belli… Ama siyasetçilerin anketlere ihtiyacı bitmeyeceği için bu sağlıksız yapının yakın zamanda sona ermesini beklemek de sözde anketçilerin sözde öngörüleri kadar gerçekdışı bir tahmin olur.

Yazının devamı...

AK Parti’nin vizyonu: Dün ve bugün

Ana muhalefet partisinin seçim kampanyasını ve bu kampanyada kullanmayı tercih ettiği dili analiz etmeye çalıştığımız yazının sonunda “iktidar partisinin giderek hizmet ve icraat odaklı söylemden uzaklaşıp ideolojik veya sembolik bir siyaset diline savrulması”ndan söz etmiştik. Sözünü ettiğimiz konu sadece bu seçim dönemiyle ilgili bir durum değil; AK Parti epeyce bir zamandır icraat dili yerine sembolik-ideolojik bir dil kullanarak toplumla diyaloğunu sürdürmeye çalışıyor. Elbette bunun anlaşılabilir gerekçeleri var. En başta 13 yıllık iktidar süresince yapılan işlerin bu alanda yeterli bir referans teşkil ettiğine yönelik inanç ve güven.

Ne var ki icraat derken sadece bayındırlık, sağlık, eğitim vb alanlardaki reform ve hizmetleri düşündüğünüzde bile vaat ettiğiniz sürekliliğin sağlanacağına toplumu ikna etmeniz gerekir. İkincisi, geçmişte hemen her alanda gerçekleştirilen icraatın dayandığı bir ana “vizyon” vardı. AK Parti kadrolarının iktidara geldiklerinde hem kendilerinin heyecanla sahip çıktıkları hem de topluma benimsetmek yolunda çaba gösterdikleri bir yeni Türkiye modeli -veya tahayyülü- vardı zihinlerinde.

Bütünüyle paylaşıp paylaşmamak ayrı bir konu ama bu model, artık büyük çoğunluğu şehirlerde yaşayan nüfusun, artan eğitim seviyesinin, büyüyen ekonominin ve uluslararası sahnede rol almak isteyen toplumsal dinamiklerin tazyikiyle şekillenmiş bir ülke tasavvuruna dayanıyordu.

Öncelikle Türkiye’nin bölgesindeki ve dünya sahnesindeki yeriyle ilgili bir vizyonu vardı 2002’de iktidar gelen kadronun. Bir yandan AB’ye tam üyelik hedefi, öbür yandan Ortadoğu coğrafyasındaki tarihî ve jeopolitik derinliğimizi araçsallaştırmaya yönelik bir dış politika vizyonu… Geçen sürede yaşanan tatsız gelişmeler yüzünden bugünlerde eleştiri konusu olan “komşularla sıfır sorun” söylemi bahsettiğimiz vizyon içinde anlam kazanan pragmatik bir bakış açısını ifade ediyordu aslında.

Türkiye’nin iktisadi ve siyasi modernleşme arayışı içindeki Müslüman ülkelerde model olarak görülmesi de Batı dünyasında itibarının giderek artması da bu gerçekçi ve pragmatik bakış açısının kazanımları olarak ortaya çıktı. (Bilahare bu kazanımların göz göre göre heba edilmiş olması bu gerçekçi ve pragmatik bakış açısından uzaklaşılması yüzünden bana göre.)

İçeride ise… Devletle milletin barışık yaşadığı, milli ve manevi değerlerle modernitenin kazanımlarının karşı karşıya getirilmeden muhafaza edildiği bir toplum ideali AK Parti’nin vizyonu olarak belirmişti. Diğer yandan devlet gemisinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek donanıma kavuşturulması bu vizyonun öbür yüzüydü… Daha az kırtasiye, daha çok hizmet anlayışı… Halkın günlük hayatının ve devletin gündelik işlerinin sürdürülmesine engel hale gelen eski yasal ve idari mevzuatın toplumun yeni ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi için uzun zamandır çeşitli sebepler yüzünden ertelenmiş idari ve yasal reformların hayata geçirilmesi… vs…

Konjonktürün ve özellikle “AB çıpası”nın da yardımıyla gerçekleşmesi kolaylaşan bu büyük dönüşüm hamlesi esas olarak modern bir toplum ve modern bir idare tasavvuruna dayalıydı.

AK Parti’nin girdiği ilk seçimde bile tek başına iktidar olacak oranda oy alabilmesi sadece toplumun icraata verdiği destekle açıklanamaz; o icraatı mümkün kılacağı düşünülen “vizyon”a da verilmiştir o oylar.

Ancak AK Parti’nin bir süredir “vizyoner” kimliğini ihmal ettiğini, vizyon yenilemeye ve tabiri caizse bu alanda kendi rekorlarını kırmaya yönelmek yerine cepten yemeye başladığını söylemek durumundayız. İktidar temsilcilerinin -2002 dönemindeki gibi- yeni bir Türkiye vizyonu veya özgün bir gelecek tasavvuruyla ortaya çıktıkları söylenemez. Bunun yerine toplumda var olan değer ve aidiyet hissi temelindeki ayrışmanın sosyolojisine dayanan bir siyasi kavganın tarafı olarak görünüyorlar. “İktidarın sembolik-ideolojik bir dile savrulması”ndan söz ederken bu durumu kastediyorum.

Bu meseleyi konuşmaya seçime kadar, belki seçimden sonra da devam edeceğiz gibi görünüyor…

Yazının devamı...

CHP için yolları çatallanan bahçe

Partilerin seçim beyannamelerinin ortak noktası ekonomi. Özellikle muhalefet partileri için söylüyorum bunu. Artık eskisi gibi ideolojik boyutta muhalefet yürüterek vatandaşın desteğini alma çabasından vaz geçilmiş görünüyorlar. Bunun da sebebi 13 yıllık AK Parti iktidarının hem ekonomi temelli icraatıyla toplumdan aldığı destek sayesinde ideolojik taarruzlara karşı bugüne kadar direnebilmiş olması, hem de merkez sağ parti kimliği itibarıyla ideolojik zemindeki kavgadan daima kârlı çıkan taraf olması. Muhalefetin, özellikle de CHP’nin bu gerçeği anlaması çok fazla vakit aldı. Dinî sembollere yönelik olumsuz ve hatta aşağılayıcı ifadeler kullandıklarında bunun kendilerine zarar verdiğini bile yeni yeni anlamaya başlamış görünüyorlar.

Şu da var: Çok partili demokratik düzene geçildikten sonra hiçbir seçimde tek başına iktidar olabilecek kadar oy almayı başaramamış olan CHP’nin aslında halktan oy almayı çok umursadığı da yoktu geçmişte. Çünkü başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere, Anayasa Mahkemesi, Genelkurmay, Basın, Sermaye ve bürokrasi halkın seçtiği iktidarın yanında fiilen bir paralel iktidar oluşturuyorlardı. Bütün bu kurumlar daima CHP’nin ideolojik çözüm ortakları rolünü oynamakta oldukları için bu partinin seçim kazanıp hükümet olmasına çok fazla ihtiyaç duyulmuyordu. Parti yönetimi elbette halktan oy almayı ve iktidar olmayı istiyordu ama partinin doğal çevresinde bu yönde esaslı bir talep ve arzu bulunmayışı seçim yarışında bu partiyi donanımsız bırakmaktaydı. Dolayısıyla sivil ve asker bürokrasiyi, aydınları ve büyük sermayeyi memnun edecek bir politik söylemin sürdürülmesi halkın desteğini getirebilecek politikalar geliştirilmesine tercih ediliyordu.

Bu kısır döngü yakın zamana kadar devam etti. Hem dünyanın hem Türkiye’nin geçirdiği büyük değişimler artık Soğuk Savaş döneminin yarı demokratik rejimlerinin ayakta kalmasına izin vermiyordu. Ayrıca sivil ve askeri bürokrasinin vesayetine dayalı bir devlet idaresi ülkenin biriken sorunlarını çözme yolunda atılması gereken adımlara engel teşkil ediyordu. Türkiye’nin ihtiyaçlarıyla AK Parti kurucu kadrosunun vizyonu bu noktada örtüştü. Ama ülkedeki vesayet düzeninin sonunu getiren asıl faktör 28 Şubat ertesinde iktidara gelen muhafazakar/dindar kimlikle kadroya karşı bürokrasinin akıl dışı tepkilerinin oluşturduğu mağduriyet ve vesayet cephesinin ideolojik aşırılıklarına toplumun gösterdiği tepki oldu. Neticede bugün Türkiye’de halkın oyunu alarak iktidara gelen bir kadro kendisine verilen bu iktidar yetkisini hiç kimseyle paylaşmak zorunda değil.

İktidardaki AK Parti için ve genel olarak merkez sağ siyaset geleneği için büyük bir zafer bu noktaya gelmek. Ama bugüne kadar merkez sağ iktidarlara karşı ideolojik denetim mekanizmasının bir parçası olarak işlev görmeyi ve bu anlamda mecliste ana muhalefet olmayı yeterli gören CHP için “yolların çatallandığı bahçe” burası. Bir taraftan kendisine biçtiği “devletin kurucusu” elbisesini üzerinde taşımaya devam etmek istiyor ama bir taraftan da artık ideolojik sermaye ortaklarının desteğini kaybetmiş olarak halktan destek almak zorunda kaldığını görüyor. Bir taraftan seçimlerde aldığı toplam oyun yaklaşık yarısının sahibi olan Alevi vatandaşların hassasiyetlerini, diğer taraftan ise bu oyun öbür yarısını aldığı büyük şehirlerdeki hali vakti yerinde vatandaşların beklentilerini yönetmek zorunda zaten.

Bunlar yetmiyormuş gibi şimdi bir de oyunu artırmak için tabiri caizse- komşu esnafın müşterisini kendisine çekmek zorunda. Bu yüzden asgari ücret diyor, elektriği ucuzlatacağız diyor, kredi kartı borçlarını sıfırlayacağız diyor, şuna buna para dağıtacağız diyor... Eskisi gibi ideolojik söyleme sarılmış olsa daha önce kendisine oy vermemiş olan kesimlerin gönlünü ısıtacak şeyler söyleyemezdi. Bunları söyleyecek olsa bu sefer mevcut oylarını elde tutması zora girecekti. HDP’ye oy kaptırmamak için zaten ne yapacağını şaşırmıştı. Dolayısıyla “biz hükümete gelirsek herkese para dağıtacağız” diye özetlenebilecek popülist söyleme sarılmaktan başka çaresi yoktu ana muhalefet partisinin.

Buna mukabil, iktidar partisinin giderek hizmet ve icraat odaklı söylemden uzaklaşıp ideolojik veya sembolik bir siyaset diline savrulması var.

İktidar partisinin durumunu bilahare konuşalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.