Şampiy10
Magazin
Gündem

Şimdi ne olacak?

18 Şubat’ta bu sütunda çıkan “İki Partinin Seçimi” başlıklı yazıda şunları söylemişim: “Haziran’a topu topu dört ay gibi bir süre kalmışken ülkedeki siyasi atmosfere şöyle bir baktığınızda seçime sadece iki parti girecekmiş gibi bir hisse kapılabilirsiniz. Dışarıdan biri gelip seçimle ilgili yazılanları okusa veya bugünlerde sağda solda konuşulanlara kulak verse bu seçime sadece AK Parti ile HDP’nin katılacağını düşünebilir. Çünkü herkesin dilinde bu iki partiyle ilgili senaryo taslakları var. Bütün bir siyasetin gündemi varsa yoksa bu iki partinin performansına ve gelecek hesaplarına bağlı olarak şekilleniyor.”

Geçen dört ay boyunca değişen bir şey olmadı. Seçim nihayet dün yapıldı ama gündemde yine iki partinin aldığı oylar var. HDP’nin barajı aşacak miktarda oy almış olması. Buna karşılık AK Parti’nin tek başına iktidar imkanı ortadan kalktı.

Davutoğlu’nun zor seçimi

Başbakan Ahmet Davutoğlu, partisinin son dönemde kendi doğal tabanıyla ilişkilerine yansıyan problemlerin üstesinden gelmeye güç yetiremediği için, genel başkan olarak ilk defa girdiği bir seçimde arzu ettiği oy başarısını sağlayamadı.

Zor bir seçimdi Davutoğlu için. AK Parti’nin “doğal lideri” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da seçim kampanyası boyunca aktif görünmesi partide liderlik sorunu olduğuna ilişkin bir tartışmaya yol açmış, muarızları Davutoğlu’nun liderliğini polemik konusu yapmışlardı.

Diğer yandan parti tabanında gerek bu tartışmayla ilgili olarak gerekse 12 yıllık iktidar sürecinin biriktirdiği tortular sebebiyle ortaya çıkan bazı tepkiler ve oy verme konusunda oluşan kararsızlık ve tereddütler seçim öncesinde yapılan kamuoyu araştırmalarının sonuçlarına da yansımıştı.

Ayrıca seçim barajını aşmak için olağanüstü bir kampanyaya girişen HDP’nin partinin tabanındaki Kürt seçmenin bir kısmını çekmesi AK Parti oylarının arzu edilen seviyeye ulaşmasını zorlaştıran faktörler arasındaydı.

Bütün bunlara rağmen Davutoğlu moralini hiç bozmadan seçim kampanyasını sürdürdü. 81 ilin tamamında miting düzenleyerek, tabiri caizse, bir performans rekoruna imza attı. Ama partisinin son dönemde doğal tabanıyla arasında oluşan olumsuz gerilimi tamir etmeye muvaffak olamadı.

Ancak Davutoğlu’nun “genel başkanlık” kariyerinin çok kısa sürede “liderliğe” evrilmiş olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli. Seçimin sonucu ne olursa olsun, Davutoğlu’nun hem AK Parti hareketi içinde hem de Türk siyasetinde kalıcı bir yeri olduğu muhakkak.

Siyasi liderler kolay yetişmiyor. Hem entelektüel birikimi, hem de en zor zamanlarda ve en kritik konumlarda yaptığı görevlerde edindiği devlet ve siyaset tecrübesi itibarıyla Davutoğlu muhafazakar Türk siyasetinin kolayca vazgeçebileceği bir değer değil.

Başkanlık sistemi tartışması ne olacak?

Bu sonuçlar itibarıyla Başkanlık sistemi konusunun en azından bu dönem süresince gündemin ilk sıralarında yer almayacağı söylenebilir.

Zira AK Parti mecliste tek başına anayasayı değiştirebilecek sayıda sandalye elde edemediği gibi, bir anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilmesi için gereken 330 milletvekilini bile çıkaramadı.

Diğer yandan, mecliste yer alacak partilerin hiçbiri bu konuda AK Parti ile işbirliği yapmaya da hazır görünmüyor. Dolayısıyla Başkanlık sistemi artık gündem konusu değil.

Çözüm sürecinin geleceği ne olacak?

Kamuoyunda “çözüm sürecinin tarafları” olarak görülen AK Parti ile HDP’nin seçimde karşı karşıya gelmiş olmaları ve iki partinin sözcülerinin kampanyalar sırasında birbirleri hakkında oldukça sert ifadeler kullanmaları bir tarafta… Çözüm sürecinin toplumun kahir ekseriyeti tarafından benimsenmiş olması dolayısıyla bundan geri dönüşün bütün aktörler açısından ağır bedeller ödemeyi gerektirmesi öbür tarafta… Şimdi sandıktan HDP’ye çıkan nispeten yüksek oy süreç için yeni bir yol ayrımı oluşturacak görünüyor. Eş genel başkan Demirtaş başta olmak üzere kimi parti sözcüleri seçim öncesinde yaptıkları açıklamalarda barajı alarak meclise geldikleri takdirde masayı devirme tehditlerinde bulunmuşlardı. Dolayısıyla şimdi sürecin geleceği konusunda bir kaygı var toplumda.

Her ne kadar parti sözcülerinin seçim akşamı verdikleri pozitif mesajlar memnuniyet verici olsa da HDP örgütünün veya genel anlamda Kürt siyasi hareketinin homojen bir yapı olmadığı düşünüldüğünde kaygılar bütünüyle giderilebilmiş sayılamaz.

Seçim süreci boyunca yoğun ve coşkulu bir şekilde HDP’ye destek veren çevreler bu konuda ağırlıklarını koyup söz konusu partiyi Çözüm Süreci’ni sürdürmenin hem ülke için hem de kendilerini için zorunlu olduğunu anlatmak durumundalar. Bu görev bence onlara düşer…

Yazının devamı...

Siyasette ‘fatih’ler ve ‘işgalci’ler

İnsanlık tarihi boyunca muhtelif topluluklar arasında yaşanan türlü çeşit egemenlik mücadelesinde nihai sonuç daima bir tarafın karşı tarafın elindeki araziyi, şehri veya ülkeyi ele geçirmesiyle alınıyordu. Tarih kitaplarında anlatılanlardan bunu çıkarıyoruz. (Yağma amaçlı ve vur-kaç şeklindeki akınları tek başına egemenlik mücadelesi saymıyoruz.)

Ancak bir şehri veya ülkeyi ele geçirmenin başlıca iki şekli vardı: Kalıcı ve geçici istilalar. Kalıcı olana fetih, geçici olana işgal diyoruz. Peki, farkları ne bu ikisinin? Mezopotamya’nın tarihine bakalım örnek olarak...

Önce Sümerler’in, sonra Akadlar’ın, ardından Babilliler’in istilaları fetih hüviyetindeydi. Zira adı geçen kavimler istila edip yerleştikleri bu coğrafyaya iktisadi, sosyal ve idari alanlarda orijinal bir anlayış, yani yeni bir kültür getirmiş; hatta buraya geldiklerinde buldukları topluluklara kendi sosyal-siyasi düzenlerinin yanı sıra dünya ve evren telakkilerini de benimsetmeyi başarmışlardı.

Sonraki asırlarda gerçekleşecek olan gerek Pers gerekse Roma istilaları için de aynı durum geçerli olacaktır. Nihayet İslam fütuhatı bu coğrafyaya yepyeni bir inanç ve tasavvur dünyasıyla birlikte özgün bir iktisadi-sosyal-politik nizam yerleştirmiş ve Müslümanlar bu topraklar üzerindeki kültürü İslam medeniyetinin en önemli unsurlarından biri haline getirerek bugüne kadar yaşatmışlardır.

Türklerin Anadolu ve Rumeli fetihleri de aynı şekilde yeni bir düzen inşası çerçevesinde mümkün olmuştur. Osmanlı Devletinin daha küçücük bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren sadece bir asır içinde bütün Anadolu’ya ve Rumeli’ne peyderpey egemen olması ve bu egemenliğin beş asır gibi çok uzun bir süre daha sürdürülebilmesi sadece kılıç gücüne bağlanarak izah edilebilecek bir hadise olamaz.

İstanbul’un fethi için de aynı şey geçerli. Bakmayın siz fethin hep askeri başarı boyutunun öne çıkarılmasına. Hem Doğu Roma İmparatorluğu’nu İstanbul’un surları arasına sıkıştıran Osmanlı genişlemesinin hem de bu şehrin fethedilmesinin gerisinde medeniyet boyutundaki başarı önemlidir. Yani halkın ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmiş olan eski siyasi-iktisadi sistemin yerine yeni bir sistem getirebilme başarısı... “Bu şehirde Latin külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi” tercih etmeleri bu yüzden...

Çünkü yarım asırdan fazla süren Latin işgali Ortodoks İstanbul’a Katolisizm’den hiçbir şey katmadan sona ermişken, aynı şehir Osmanlıların fethinden kısa bir süre sonra sosyal hayattan mimari dokuya kadar her şeyiyle değişip dönüşerek bütünüyle yeni bir kimliğe bürünmüştür.

Latin istilasının tarihte benzerleri çok... Bir coğrafyayı misli görülmedik askeri zaferler neticesinde ele geçiren ama yeni bir nizam getirip buradaki insanlara benimsetemediği için egemenlikleri gelip geçici olmuş olan milletler az değil. En başta Moğol istilası böyle bir örnek... Moğollar istila ettikleri İslam topraklarında yeni bir düzen kuramadılar, kendi inançlarını ve değerlerini egemenlik altına aldıkları toplumlara benimsetemediler. Tam tersine bir-iki nesil sonra gittikleri yerin kültürünü kendileri benimsediler. Çin’dekiler Budist oldu, Ortadoğu’dakiler Müslümanlaştı.

Bugün artık egemenlik mücadeleleri silahsız da olabiliyor. Daha doğrusu iç egemenlik mücadeleleri modern çağlarda epeyce şekil değiştirmiş bulunuyor. Bir ülkenin yönetimini ele geçirmek için asker toplayıp mevcut hükümdarın üzerine yürümek zorunda değilsiniz. Onun yerine bir parti kurup iş dünyasından ve medyadan destek alarak seçime girmeniz gerekiyor.

Peki, bugün seçim yoluyla veya başka silahsız yollarla bir ülkenin yönetimini ele geçirmek tarihteki fetih/işgal ikilisinden hangisine tekabül ediyor? Galiba her iki kavram da yaşamaya devam ediyor. Çünkü iktidarı ele geçirmenin hâlâ iki yolu var. Bazı iktidarlar yeni bir anlayış, yeni bir ufuk getiriyorlar. Kişiler ve kadrolar olmasa da getirdikleri anlayış kalıcı olabiliyor. Bazıları ise gelip geçici işgal hüviyetinde kalıyor. İz bırakmıyor.

Söz gelimi YÖK’ü ele geçirmek, adliyeyi veya maliyeyi ele geçirmek, hatta hükümeti veya devleti ele geçirmek... Ele geçirdiğiniz yeri orada bulmuş olduğunuz anlayışla ve mevcut kurallarla yönetmeye devam ediyorsanız başardığınız işin adı fetih değildir. Sadece işgaldir. Geçicidir. Kalıcı değildir.

Cemaat deneyimi ortada...

Yazının devamı...

Sandıkla bugün tanışmış değiliz

Seçim sandığı bugün tanıştığımız bir nesne değil. 1876’dan beri parlamentomuz var ve milli iradeyi temsil edecek kadroları belirlemek üzere -bazı fasılalarla da olsa- o tarihten bu yana seçim yapıyoruz.

Hatta mahalli idare seçimlerindeki tecrübemizin geçmişi 1830’lara kadar gidiyor. Tanzimat’tan hemen sonra köylerde ihtiyar heyetleri, şehirlerde belediye meclisleri halkın oyuyla belirlenmeye başlamıştı.

Demek ki kabaca iki asra yakın bir süredir tanışıyoruz seçim sandığıyla. Üstelik bahsettiğimiz seçimler bugün bazı Asya ve Afrika ülkelerinde gördüklerimiz gibi “göstermelik türden” seçimler de değildi.

Çok partili demokratik sisteme ise bazılarının sandığı gibi 1946’da değil, daha 1908’de geçmiştik.

Bu tarihten itibaren seçimden hiç vazgeçmedik. Bazıları bu dönemde gerçekleştirilen seçimlerin adil olmadığını, çünkü ittihatçıların baskısıyla seçmenin manipüle edildiğini ileri sürerler. Bu abartılı bir yorumdur. Söz konusu dönemde memleketteki demokratik kültür bugünkü İskandinav ülkeleri seviyesinde olmasa da bugünün ölçüleriyle AGİT gözlemcilerinden geçer not alacak ciddiyette seçimler yapıldığı da bir hakikattir.

İkinci Meşrutiyet döneminde 1908, 1912, 1914 ve 1919 yıllarında dört defa milletvekili genel seçimi yapıldı. Hiçbirinde ittihatçılar bugünkü bazı ülkelerde yapılan seçimlerde olduğu gibi yüzde 98 vs. oranında bir sonuç alamadılar. Öyle ki savaş sırasında yapılan seçimler bile iyi kötü usulüne uygun şekilde gerçekleştirildi.

Demek ki savaşı bahane ederek memlekette baskı rejimi kurdukları söylenen ittihatçılar sandığı manipüle etmeyi ya bilmiyorlardı ya da beceremiyorlardı!

Gelgelelim cumhuriyet dönemindeki seçimler için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Bu dönemdeki hiçbir seçimde adayların belirlenmesi aşamasından oyların sayılması aşamasına kadar demokratik ve şeffaf bir süreç yaşandığını söylemek imkansız maalesef. Mesela “açık oy, gizli tasnif” sistemi gururla savunabileceğimiz bir seçim uygulaması değil.

Tek parti rejiminin seçim rejimi de 1946’ya, hatta gerçek anlamda 1950’ye kadar böyle devam etti. 1950’den sonraki demokrasi tarihimiz de güllük gülistanlık değildir belki ama o tarihten bu yana gerçekleştirilen seçimlerin hiçbiri için adil olmadığı iddiası ileri sürülememiştir. Lokal kademede bazı usulsüzlükler her zaman ve her yerde olabilir tabii ama seçimin sonucuna etki edecek şekilde bir manipülasyon yapılması sistemik bakımdan imkansızdır.

Zira...

Seçimler, bir defa, yargı denetimi altında yapılıyor. İkincisi, ve daha önemlisi, siyasi partilerin denetimi altında yapılıyor.

Sandıklarda oy kullandırılması, oyların sayılması ve zabıt altına alınarak ilçe seçim kuruluna ulaştırılması çoklu bir denetim mekanizması içinde gerçekleşiyor.

İlçe seçim kurulları bir hakim, o ilçenin kıdemli iki devlet memuru ve ilçede en çok oyu alan 4 siyasi parti temsilcisinden oluşuyor.

Oyların sayılmasında veya tutanağa geçirilmesinde kasıtlı veya kasıtsız herhangi bir yanlışlık varsa en ufak bir itiraz halinde bile sandıklar yeniden açılıp oylar tekrar tekrar sayılabiliyor.

Örneklerini hemen her seçimde görüyoruz. Keza tutanaklar ve birleştirilmiş tutanaklar defalarca yeniden gözden geçirilebiliyor.

Bütün bu denetim ve süzgeçlere rağmen yine de bir usulsüzlük yapılmışsa bile bunun seçimin sonucunu etkileyecek boyutta olması düşünülemez. Yani bir parti diyelim ki yüzde on oranında oy almış olsun, bütün Türkiye birleşip de bir manipülasyon yapmaya kalkışsa bile seçimin sonucunu değiştirip bu partinin oyunu mesela yüzde 9 yapamaz.

Benim görebildiğim kadarıyla, bu seçimin en zayıf halkası kamu güvenliğinin adeta yok seviyesinde olduğu bazı Doğu vilayetlerindeki sandıkların silahlı terör örgütünün baskısına açık oluşu. Özellikle köylerdeki sandıklarda bütün partilerin temsilcisinin bulunmayışı dolayısıyla denetim mekanizmasının işletilmesi de kolay değil. Umulur ki demokratik tecrübemize yakışan ve demokrasimizi zenginleştirecek bir seçim olsun.

Yazının devamı...

Peki, Çözüm Süreci ne olacak?

Daha önce de yazdım: HDP’nin seçimde iktidar karşısındaki cephede yer alması -tabiri caizse- “çözüm ortaklığı”nın sorgulanması gereğini ortaya çıkardı. Çözüm Sürecinin ortağı olduğu düşünülen Kürt Siyasi Hareketinin seçimde işbirliği yapacağı cephe olarak müzakere yaptığı tarafı -yani “çözüm ortağı”nı- değil, Sürecin muhaliflerini seçmiş olması normal mi?

Diyeceksiniz ki Kürt siyasi hareketinin mevcut iktidarı yıpratmak istemesi ve pazarlık masasında karşısında daha zayıf bir hükümetin oturmasını arzu etmesi normal. Böyle olsa neyse… Parti en yetkili sözcüsünün, yani bizzat Demirtaş’ın ağzından Çözüm Sürecinin akıbetinin sandıktan çıkacak sonuca bağlı olduğunu deklare ederek seçime gidiyor!

Öyleyse süreç ipotek altında… HDP barajı aşarsa başka, aşamazsa başka bir akıbet bekliyor Çözüm sürecini. Aslında parti barajı geçse de geçmese de Sürecin geleceği parlak görünmüyor. Barajı geçerse Demirtaş muhtemelen “zafer kazanmış ordu komutanı” gibi ortaya çıkıp “Şu şartları yeniden konuşalım” diyecek gibi görünüyor. Yani masayı devirmek niyetinde bir masa arkadaşı... Hem de belki Öcalan’a rağmen…

Partileri barajı geçemediği takdirde neler yapacaklarını ise açık açık yaptıkları tehditlerle ortaya koydular. Oy oranı yüzde onun altında kalırsa bu sonucu tanımayacaklarını, 6-7 Ekim benzeri bir “serhildan” başlatacaklarını şimdiden söylüyorlar.

Yani her iki durumda da Çözüm Süreci risk altında. Zaten Demirtaş’ın veya diğer HDP’lilerin konuşmalarına dikkat ederseniz Çözüm Süreci diye bir konunun pek de umurlarında olmadığını görebilirsiniz. Sadece bugün değil, bütün bir süreç boyunca takınılan tavırlar bunu gösteriyor. Çünkü... HDP’nin aslında çözüm sürecinin tarafı olmadığı, bu sürecin İmralı ile hükümet arasında bir konu olduğu belli. Buna mukabil Kürt siyasi hareketinde Öcalan dışındaki aktörlerin sürece olumlu yaklaşmadığı da ortada. Bu aktörlerin söz konusu girişimi kendi güçlerini hatta varlık sebeplerini ortadan kaldıracak bir gelişme olarak algıladıkları söylenebilir.

Bu yüzden Sürecin gereklerini yerine getirmek konusunda daima ayak dirediler. Bugüne kadar Öcalan’ın ne silah bırakma çağrısına itibar edildi ne de kongre toplama önerisine. Gerek HDP’nin gerekse Kandil’in, mesela 6-7 Ekim olayları gibi, Süreci tehlikeye atacak adımlar atmaları da bu kapsamda değerlendirilmeli.

Öyle anlaşılıyor ki seçimdeki stratejiyi de Öcalan’a karşı şekillenen HDP-Kandil ittifakı belirledi. İmralı’nın itirazına rağmen seçime bağımsız adaylarla değil, parti olarak girilmesine karar verildi; ancak bu karar Kürt kamuoyuna Apo’nun arzusu olarak yansıtıldı. Muhtemelen Öcalan da şimdilik seçimin sonucunu beklemeyi tercih ettiği için sesini çıkarmıyor, sandığın durumuna göre bir tavır geliştirecek.

Ama sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun, Öcalan’ın kendi şahsi meselesi olarak algıladığı Çözüm Süreci’ni Kandil’deki eski arkadaşlarına veya kendisinin yerine “yeni Kürt halk önderi” yapılmak istenen Demirtaş’a yem etmek istemeyeceği kesin. Çünkü cezaevindeki Apo için bu son şans. Kürt meselesini silahlı kesimin vesayetinden kurtarılmasına yardımcı olabilirse bundan “kişisel koşullarının” değişebileceğini umuyor. Ama Çözüm Süreci inkıtaa uğrarsa böyle bir şansın ikinci defa karşısına çıkmasının kolay olmayacağını biliyor. Dolayısıyla sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın, seçimden sonra Öcalan ile Demirtaş arasında acımasız bir kavgaya şahit olmamız kuvvetle muhtemel.

Yazının devamı...

Malatya’da ne gördüm?

Malatya nev’i şahsına münhasır bir ilimiz. Özgün bir kültürü ve insanlarının karakteristik özellikleri var. Geçmişte Türk siyasetinin iki büyük liderini bağrından çıkarmış olan bu şehir bugün AK Parti için de çok özel bir yer. Son seçimde yüzde 68 oranında oy almış Malatya’da iktidar partisi. Bu teveccühün bugün de sarsılmadan devam ettiği görülüyor.

Türkiye genelinde AK Parti seçmeninde partisinin bazı politikalarına karşı belli bir derecede tereddüt veya kararsızlık olduğuna ilişkin araştırma bulguları tartışılıyor bugünlerde biliyorsunuz. Hatta iktidar partisine yeniden tek başına iktidar olma imkânı vermeyecek bir tablonun oluşmasını bekleyenler var. Koalisyon tartışmalarının da kaynağı burası...

Malatya’da ise vaziyet tam aksi yönde… Çarşıda, pazarda kiminle konuşsak AK Parti diyordu. İlaç için bir başka partinin adını zikredene rastlamadım. Malatyalıların bu tavrı bölgeyi veya genel olarak “taşra”yı temsil eder nitelikte midir, yoksa tamamen bu şehre mahsus bir durum mudur, bunu bir hafta sonra seçim sonuçlarına bakarak anlayacağız.

Yalnız şu da var: AK Parti’nin Malatya’daki bilinen ağırlığına ek olarak bu seçimde gerçekleştirilen aday vitrini de seçmen üzerinde ekstra bir pozitif algı oluşturmuş görünüyor. Özellikle Başbakan Başdanışmanlığı görevini bırakıp gelen siyaset bilimci Taha Özhan’ın ve sivil toplum alanındaki çalışmalarıyla bütün Türkiye çapında, özellikle aydın kesiminde tanınan iş adamı-avukat Nurettin Yaşar’ın adaylıkları yeni bir enerji kaynağı olmuş AK Parti için.

Nurettin Yaşar’ın pratik zekâsı ve çözüm odaklı düşünme tarzına ek olarak sokaktaki vatandaşla iletişimi sorunsuz. Sadece AK Parti’ye taze bir kan değil, bana sorarsanız Türk siyasetine de kalıcı bir isim katılmış oluyor Nurettin Yaşar’ın adaylığıyla.

Keza Taha Özhan’ın Türk siyasetinde kalıcı ve etkili bir yeri olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Malatya’nın sorunlarının çözümü ve kalkınma hızının artması yolunda orijinal fikirler geliştiren Özhan’ın “Kolon Türkiye” diye adlandırdığı projesine ait bazı unsurlar Başbakan Davutoğlu’nun şehirde yaptığı miting konuşmasına da yansıdı. Yani hükümet düzeyinde de kabul gören bu projeye göre Malatya, Sivas, Van, Mardin, Erzurum gibi merkezlerde göçü engelleyip mevcut nüfusu yerinde tutmak için bir dizi önlem ve özel yatırımlara gerek var. Sözgelimi Malatya özelinde ikinci bir şehir üniversitesi ile şehrin can damarı olan kayısı sektörünü yapısal anlamda güçlendirmek üzere bilimsel temelde üretim çeşitlenmesi gibi önlemler düşünülüyor.

Nitekim Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı bu yöndeki hazırlıklar ve verdiği sözler Malatyalıları heyecanlandırdı ve memnun etti. Muhtemelen bu çerçevedeki beklentilerin de etkisiyle Başbakan’ın şehirdeki mitingi yaklaşık 100 bin kişilik büyük bir kalabalığın coşkulu katılımına sahne oldu. Şehir merkezinin toplam nüfusunun 600 bin, vilayet nüfusunun bile ancak 750 bin kişiden ibaret olduğu düşünülürse bu katılım rakamının büyüklüğü anlaşılabilir sanıyorum. Üstelik daha öğle saatlerinden itibaren meydanı doldurmaya başlayan kalabalık, Başbakan’ın gelişi hava muhalefeti yüzünden geciktiği için akşam güneş kararana kadar sabırla mitingin başlamasını bekledi.

Hâsılı kelam, Malatya seçim sonucu ne olur diye soracak olursanız, CHP’nin Alevi seçmenine dayanarak ne olursa olsun alacağı 1 milletvekili dışında AK Parti’den başka bir partinin milletvekili çıkarması zor görünüyor. Sonuç 5-1 olur.

Yazının devamı...

Kimseden ümmîd-i feyz etmem

Gençlik yıllarım boyunca benim için Tevfik Fikret ismi hep “karşı taraf” demek oldu. Nasıl olmasın ki… “Tarih-i Kadim” şiirinde Müslümanların kutsal kitabına hakaret ediyor, kendi ülkesinin devlet başkanına bombalı saldırı düzenleyen Ermeni teröristlere “Ey şanlı avcı, dâmını beyhude kurmadın! Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!” diye sesleniyordu. Hatta, milletini ve vatanını inkâr ediyor; “Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemin” diyordu…

Böyle bir adama yakınlık duymam o yıllarda söz konusu bile olamazdı elbette. Ama Fikret için olduğu kadar başkaları için de geçerli olan ve benim hâlâ içinden çıkamadığım bir sorunsal vardı diğer yanda: Bir insanın insan olarak saygınlık kazanması, yani saygıya değer sayılması için fikri ve zikri mi daha önemli, yoksa karakteri veya kişiliği mi?

Hassaten de Tevfik Fikret için bunu düşünüyordum. Çünkü fikirlerine yakınlık duyduğum biri olmasa da şahsiyetli bir duruşu olan, yaptıklarını inandığı için yapan, söylediklerini yine inandığı için söyleyen biriydi Fikret. Ne bir menfaat uğruna ne de şu veya bu güçten korktuğu için fikrini veya zikrini değiştirenlerden değildi…

Bu yüzden -fikirlerine, politik ve ideolojik duruşuna ne kadar mesafeli olsam da- kişiliğinin zaaflarını ve meziyetlerini eşit oranda yansıttığı sanatına, yani şiirine de mesafe almam, hele hele o tok sesli şiirlerini yok saymam söz konusu olamıyordu.

Özellikle de şu şiirini:

“Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim,

İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim.”

(Bir başka büyük şairimizin, Dıranas’ın bugünkü dile aktarımıyla:

Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat.

Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim.

Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.)

***

Yaşadığı dönemde Tevfik Fikret’in en büyük muarızı Mehmet Akif’ti. Aynı zamanda rakibi... Hem şiirde hem de fikirde… Rübab-ı Şikeste şairinin inananları rencide eden mısralarına en sert cevabı da Safahat şairi vermişti.

Buna bakarak Fikret ile Akif’i iki kutup olarak görenler, iki karşıt dünya görüşünün bayrakları olarak değerlendirenler var. Metinlerden yola çıkıldığında, bu doğru bir değerlendirme sayılabilir. Ama aradan bir asır geçtikten sonra bu iki şairi kendilerine bayrak yapan iki ayrı kesim arasındaki temel çelişki aslında iki şairin kendi yaşadıkları dönemde aralarında var olan ihtilafla aynı şey mi? Ben buna olumlu cevap vermekte zorlanıyorum. Çünkü Fikret’le Akif’in kavgası fikir kavgasıydı. Sosyo-ekonomik temelde gelişen bir paylaşım kavgasının tarafları değildi bu iki şair.

Biri islami değerler düzeni içinde çözüm arıyordu yoksulluğa, sömürüye, aydınları bunaltan baskı rejimine… Öbürü batılı pozitivist dünya görüşü çerçevesinde aynı şeyi yapmak istiyordu.

Aynı hedefe yönelmiş olmaları yanında kişiliklerinin benzerliği de dikkat çekici geliyor bana. Kim bilir, belki de aynı hedefe yönelmiş olmaları kişiliklerinin benzerliğinin neticesidir… Kimseye eyvallahı olmamak, her şartta dik durmak, ne menfaat için ne de korku belasına kimsenin önünde eğilmemek gerekiyor yoksulluğa, sömürüye, istibdada insan gibi karşı koyabilmek için…

Yazının devamı...

HDP’li koalisyonun şartları

İskoç Millî Partisi (SNP) İngiltere’nin HDP’si sayılır. Zira etnik-bölgesel temelde siyaset yapıyor her ikisi de. Gerçi aralarındaki farklar benzerlikten daha çok. En başta İskoç ayrılıkçı hareketi hiçbir zaman teröre bulaşmadı, kan akıtmadı. Ama yine de özellikle İngiltere’de iki hafta önce yapılan, Türkiye’de ise iki hafta sonra yapılacak seçimler bağlamında benzerlikler öne çıkıyor.

İskoçlar bir süre öncesine kadar hep sol eğilimi dolayısıyla İşçi Partisi’ne destek verdiler. Ancak etnik-bölgesel temelde siyaset yapan partilerin sahneye çıkmasıyla bu durum sona erdi. İskoç milliyetçi hareketinin gelişmesi ve ayrılıkçı taleplerin güçlenmesi karşısında İşçi Partisi zor durumda kaldı. İskoç milliyetçilerinin taleplerine destek vermediği takdirde İskoçya’dan oy alamayacak, bunlara destek vermesi dwurumunda ise İskoçya dışındaki oylarını kaybedecekti.

İşçi Partisi lideri Ed Miliband, seçimden hemen önce “Asla SNP ile koalisyon yapmam; iktidarın bedeli SNP ile koalisyon olacaksa bu bedeli ödemem” diyerek tercihini açıkladı. Neticede dar bölge sisteminin uygulandığı seçimlerde İskoçya’daki sandalyelerin çoğunu SNP kazandı; SNP lideri Nicola Sturgeon’ın ifadesiyle “İşçi Partisi’nin İskoçya’da tabutuna son çivi çakıldı.” Ama Miliband İskoç ayrılıkçılarıyla aynı safta yer almayı tercih etmiş olsaydı muhtemelen bütün İngiltere genelinde partisinin tabutuna çiviler çakılacaktı.

Şimdi de bizdeki duruma bakalım... Bazı anket sonuçlarına dayanılarak yapılan projeksiyonlara göre, HDP’nin yüzde onluk seçim barajını aşıp Meclis’e girmesi durumunda AK Parti’nin tek başına iktidar olmaya yetecek sayıda sandalye kazanması da zora girebilir. Dolayısıyla hükümet kurmak için bir koalisyon söz konusu olabilir. Ancak koalisyon lafı edildiğinde hiçbir parti kendi adının HDP ile birlikte anılmasına razı gelmiyor. Hatta HDP ile koalisyon yapmayacaklarına dair taahhütte bulunmak zorunda hissediyorlar kendilerini.

Oysa diğer partilerin hiçbiri için böyle bir dışlama söz konusu değil. Mesela bütün partilerin karşısında adeta birleştikleri iktidar partisi muhtemel bir koalisyon hükümeti için de vazgeçilmez ortak durumunda. Keza CHP ve MHP için de “asla koalisyon yapmam” diyen yok. Ama HDP ile koalisyon yapmayı aklının ucundan bile geçiremez hiçbir parti. Çünkü binlerce cana mal olmuş bir terör sabıkası var Türkiye’deki Kürt Siyasi Hareketinin. Haddizatında PKK’nın siyasi kanadı olarak ortaya çıkan HDP özellikle çözüm sürecinde kendisini parti olarak şiddetten ayrıştırmaya yönelebilirdi; bu fırsatı değerlendirmeyi hiç düşünmedi. Hatta bu yöndeki ümitleri kanlı 6-7 Ekim cinayetlerindeki tavrıyla boğdu.

Ancak bütün bunlara rağmen HDP’nin parti kimliğiyle seçime katılması Kürt siyasi hareketinin terörden ve hatta ayrılıkçı eğilimlerden uzaklaşması için bir fırsat daha doğurdu. HDP sözcülerinin mitinglerde yaptıkları konuşmalara bakarsanız, etnik-bölgesel siyasetle ilgisi olmayan konularda seçim vaatlerinde bulunduklarını, yani partilerini “Türkiye partisi” gibi konumladıklarını görebilirsiniz. Toplumun genelinden oy ve destek istemenin gereği bu çünkü...

Bu Türkiye adına bir kazanımsa eğer, HDP’nin Meclis’e girmesi durumunda da Kürt Siyasi Hareketi’nin giderek daha legal zeminde faaliyete yönelmesi ve şiddet eğiliminin güç kaybetmesi mümkün olabilir. Bu partinin bir hükümet ortaklığına dahil olması ise bu gidişatı daha da güçlendirir elbette. Ama bugün için ne HDP buna hazır ne de toplumun geri kalanı. Önce HDP’nin “Türkiye partisi” olduğunu topluma kabul ettirmesi lazım.

Yazının devamı...

İttihatçılar

Genel olarak İttihatçılar ve özelde Enver Paşa hakkında okuryazar takımının veya yarı aydın zümrenin ezberleri neredeyse tamamen asılsız. Daha önce de yazdım: İttihatçılık İslamcıların, Türkçülerin, sosyalistlerin ve liberallerin yüz yıl öncesine kadar ittifak şemsiyesidir ama bu ekollerin günümüzdeki varisleri İttihatçı karşıtlığında ittifak etmekteler. Tarihin cilvesi! Kemalistler Atatürk idaresinin üstünlüğünü kanıtlamak için İttihatçıların maceracı olduklarını, dikta rejimine yöneldiklerini vs. vs. savunuyorlar. İslamcılık cumhuriyet döneminde nedense Abdülhamitçiliğe evrildiği için İslamcılarımız ve bilumum sağcılarımız Osmanoğlu hanedanı adına 1908 devrimine buğz ediyorlar. Liberal tavır ise bu toprağın değerlerine düşmanlığa dönüştüğü için artık İttihatçı düşmanı.

Bütün bu ekollerin ortak ezberleri ise tarihî gerçekleri tahrife dayanıyor. Neredeyse toplumun her kesiminin desteği ve katılımıyla gerçekleşen 1908 Devrimini askeri darbe diye anlatmak en başta… İttihatçılar istibdat getirdiler demek sonra... Özelikle savaş yıllarında yönetimin pür liberal bir karakter gösterdiği iddia edilemez ama bu dönemi öncesiyle ve sonrasıyla değerlendirirseniz daha az haksızlık yaparsınız. Ülke 1908’e kadar demokratik parlamenter bir rejimle yönetiliyor değildi. Ne seçim vardı ne Meclis. Cumhuriyetten sonra ise Meclis vardı ama 1950’ye kadar serbest seçim yapılmadı.

1908 devrimine öncülük eden ittihatçılar serbest seçimlerle Mebusan Meclisi’nin teşkilinin ardından hükümet kurmaya yönelmediler. Geçmiş dönemin saygın ve tecrübeli isimlerinin oluşturduğu ve İttihatçıların dışarıdan desteklediği kabineler görev yaptı uzun bir süre. 1912’de kendilerine “Halaskâr Zabitan” (Kurtarıcı Subaylar) adını veren bir cuntanın gerçekleştirdiği “askerî darbe”yle hükümet yıkıldı, halkın seçtiği Meclis dağıtıldı. Bunları kimse anlatmıyor...

Ancak darbe yönetiminin Balkan Savaşı’nda aldığı ağır yenilgi toplumda infial oluşturdu. Uluslararası baskılar neticesinde Edirne’nin Bulgarlara bırakılacağının duyulmasıyla iyice artan bu toplumsal infialin harekete geçirdiği İttihatçılar Babıali Baskını’yla darbe yönetimini devirdiler. Seçilmiş parlamentoyu yeniden açtılar. Ama yönetimi yine tam olarak ele almadılar. İttihatçı bir kabinenin iş başına gelmesi ancak Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın darbeciler tarafından suikastla öldürülmesi sonrasında gerçekleşti. 1908 Devrimi’nden beş sene sonra... Yani, İttihatçıların “darbe” yoluyla iktidara geldiğini, tarihimizdeki ilk darbenin Babıali Baskını olduğunu vs söyleyenler sadece cehaletlerinden dolayı böyle konuşmuyorlarsa- çok ayıp ediyorlar!

İttihatçılarla ilgili ezberleri teker teker çürütmek için kocaman bir kitap yazmak gerekir. Gazete köşesinde yapılacak işi değil bu. Ama son olarak Enver Paşa hakkında söylenenlere de değinmesem olmaz. Enver’in “ömrü boyunca Mustafa Kemal’i kıskandığı, bu yüzden askeriyede hep önünü kesmeye çalıştığı” iddiası birilerinin kendilerinin uydurup kendilerinin inandığı bir masal. Enver hasbelkader Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olarak ordunun en tepesinde bulunduğu sırada Mustafa Kemal’in yarbay rütbesinde olduğu hatırlanırsa bu iddia havada kalır. İki isim arasında Milli Mücadele sırasında ortaya çıkan gerginlik konusunda ise aslı astarı olmayan spekülasyonlara kulak vermek yerine bizzat Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki yazışmalara göz atılmasını öneririm. (Bunun için Yusuf Gedikli’nin Enver Paşa: Nutukları Makaleleri Bazı Beyannameleri ve Mektupları isimli eseri en iyi kaynak.)

Enver’in Başkomutan Vekili olması hasebiyle Sarıkamış yenilgisinden sorumlu tutulduğu halde Çanakkale ve Kut’ul Amare zaferlerinin şeref payından mahrum edilmesi kabul edilemez. Sarıkamış faciasının gerçekçi bir anlatımı ve Enver Paşa’nın buradaki rolüyle ilgili tartışma ve iddialar hakkında objektif bir değerlendirme için Ziya Nur Aksun’un Enver Paşa ve Sarıkamış Harekatı adlı eserini öneririm.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.