Şampiy10
Magazin
Gündem

HDP’liler ‘yüce Türk Milleti önünde’

HDP’li milletvekilleri “yüce Türk Milleti önünde” diye yemin ederlerse ayıp olurmuş. Çünkü bu kişiler Türk değilmiş. Neden Türk olmuyorlarmış? Çünkü kendilerinin bir etnik kimlikleri varmış. İyi de herkesin bir etnik kimliği var. Üstelik o itiraz edilen milletvekili yemininin yer aldığı anayasa “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyor. Etnik kimliklerin hiçbirini Türk Milleti’nin dışında bırakmıyor.

Anayasayı, yasaları vs. bırakın, “sokaktaki adam”a sorun. Bu ülkede hiç kimse hiçbir etnik kimliği millet bütünlüğünün dışında görmez. Zaten “Millet” kavramını etnik aidiyetle veya kan bağıyla falan açıklamak için ya zırcahil ya da kötü niyetli olmak lazım. Çünkü böyle bir şey söylemek için önce “millet” kavramının anlamını bilmemek gerekiyor. Sonra da “etnik kimlik” ile “milli kimlik” arasındaki farktan habersiz olmak...

Türk bir milletin adı. Kürt, Çerkes, Gürcü, Arnavut, Boşnak vd. ise etnik aidiyetimizi ifade eden isimlerimiz. Çünkü millet çoğu zaman bünyesinde farklı etnik kimlikleri barındıran bir tür siyasi ve kültürel şemsiyedir. Modern çağların ürettiği bir sosyolojik realitedir. Kabile veya aşiret gibi soy birliğine bağlı ilkel toplumsal yapılara benzemez.

Bugüne kadar belki onlarca defa yazdım, mecburen aynı şeyleri yine yazacağım: Türk milleti tarihî ve sosyal şartların ürünü olarak çok etnili bir yapı. Yani farklı etnik kimliklerin tarihi süreçte ortak bir kültür etrafında beraberce oluşturdukları bir bütünlük... Dolayısıyla -geçmişte Kemalistlerin yaptığını bugün tersinden yapıp- “Türk kimliği etnik bir kimliktir” iddiasıyla sözgelimi bir Çerkez’in veya bir Arnavut’un “Türk olma” hakkını elinden almaya hakkınız yok. Kendilerini etnik kimlikleriyle ifade etmek istemeyen milyonlarca insana ille de birer etnik kimlik dayatmaya hakkınız yok.

Millet her şeyden önce siyasi bir kimlik. Devleti olan topluluklara millet diyoruz. En azından kavramın teknik anlamı bu… Milliyetler öncesi Avrupa toplumlarının aidiyet anlayışlarını düşünün: Feodal kültür içinde bir insan kendisini sözgelimi Alman veya Fransız diye tanımlamaz, Hamburglu veya Marsilyalı diye ifade ederdi aidiyetini. Monarşiler feodaliteyi tasfiye edip üniter millî devletleri tahkim etmeye başladıktan sonra millî kimlik bilinci oluştu. Aynı dönemde Osmanlıda ise feodalite mevcut olmadığı için imparatorluk tebaasının tamamı doğrudan padişaha bağlıydı ve vatandaşlar dinî aidiyetleri itibarıyla birer millî kimliğe sahipti. İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks milleti gibi... Modern dönemde millî devlet kurulurken de eski millet sistemini sürdüren bir anlayış çerçevesinde hareket edildi. Sözgelimi anadili Türkçe olan fakat Ortodoks milletine mensup Karamanlılar nüfus mübadelesinde Yunanistan’a gönderilirken anadili Türkçe olmayan Müslümanlar Türkiye’ye getirildi.

Zaten “Bir harstan olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir” diyen de Atatürk’tü. Ama maalesef Kemalizm’in milletleşme ve laikleşme projelerini bir arada yürütebilecek donanımdan mahrum bulunuşu yüzünden bu kapsayıcı millî kimlik anlayışından uzaklaşıldı. Yani farklı etnik kimlikleri tek bir millet kimliği altında bir araya getiren faktörün inkâr edilmesi uğruna Türk kimliğini etnik aidiyete indirgeyen bir yorum revaç buldu belirli bir dönemde.

Etnik milliyetçi hareketin mevcut siyasi yapıya yönelik itirazlarının taban bulmasında bunun da payı var. Ancak bunlar geçmişte kaldı artık. Şimdi geçmişin tortularıyla değil, bugünün realiteleriyle geleceği kurmak zorundayız.

Yazının devamı...

Demirel’in tapulu arazisi

27 Mayıs darbesinden sonra Demokrat Parti’nin yerini dolduracak olan Adalet Partisi’ni bir grup genç aydın-siyasetçinin çabaları var etmişti. Üstelik DP döneminde yönetimle ilişkileri zayıf, hatta “parti içi muhalefet” durumunda olan bir gruba mensuptu bu genç siyasetçiler. Dönemin İslami-milli hassasiyete sahip aydınlarının çatı kuruluşu olan Türk Milliyetçiler Derneği’nin hükümet tarafından kapatılmasıyla gün yüzüne çıkan bir parti içi ayrışmanın taraflarından bahsediyoruz. Ali Fuat Başgil, Nurettin Topçu, İsmail Hami Danişmend, Peyami Safa, Mümtaz Turhan gibi aydınların da içinde yer aldığı söz konusu dernek “dinî faaliyetlere serbestlik getirilmesi, Ayasofya’nın ibadete açılması ve komünizme karşı mücadele verilmesi” gibi taleplerle dikkat çekiyordu. Derneğin genel başkanı aynı zamanda DP milletvekili olan Sait Bilgiç’ti.

Partisi ve iktidarı için “statüko”dan onay almaya çalışan Başbakan Menderes işte bu derneğin “irtica yuvası” haline geldiğini ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütüyle işbirliği yaptığını ileri sürünce, “ırkçılık ve şeriatçılık” suçlamasıyla açılan dava sonucunda dernek kapatıldı. Sait Bilgiç ve iki arkadaşı partiden ihraç edildiler.

Ne var ki Demokrat Parti tabanının organik temsilcileri durumunda olan bu kadro partiyi bırakıp bir yere gitmedi. 27 Mayıs darbesinden sonra DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi’nin yönetiminde de çoğu DP’nin kapattığı TMD’nin mensupları olan bu grup yer aldı. Bu isimlerin başında da Sait Bilgiç’in kardeşi Dr. Saadettin Bilgiç geliyordu. Partinin genel başkanlığına askeri yönetimle ilişkileri yönetebilmek için- emekli General Ragıp Gümüşpala getirilmiş olsa da “Koca Reis” lakabı takılan Saadettin Bilgiç tabiri caizse “doğal lider” olarak görülüyordu. Dolayısıyla 1964’te Gümüşpala’nın vefatının ardından partinin başına gelmesi işten bile değildi. Ama AP kongresinde ilginç bir sürpriz yaşandı ve tabanının pek de tanımadığı bir bürokrat partiye genel başkan seçildi.

Süleyman Demirel başlangıçta Koca Reis ve arkadaşlarıyla fazlaca ters düşmeyen bir çizgi izlese de özellikle 1969 seçimlerinden sonra partinin milliyetçi-dindar kanadını oluşturan bu kadroyu tasfiyeye girişince ipler koptu. Gerçi Adalet Partisi’nden ihraç edilen Bilgiç ve arkadaşlarının diğer Demirel muhalifleri ve özellikle Celal Bayar’ın yakınlarıyla birlikte kurdukları Demokratik Parti başarılı olamadı ama “enerji” olarak Adalet Partisi’nden çok şey götürdü. Daha da önemlisi Adalet Partisi’nin sağı boşaldı; milliyetçi-dindar taban büyük ölçüde küstürülünce MSP ve MHP sonraki süreçte bu boşluğu doldurdular. 1965’de yüzde 52 oranında oy almış olan AP bu olaydan sonra koalisyonsuz iktidar yüzü göremedi.

Menderes’inkine benzer gerekçeleri dışında, Demirel’in partinin milliyetçi-muhafazakâr kanadını tırpanlamaya girişmesi büyük ölçüde parti içi iktidar çekişmesiyle ilgiliydi. Ama dışarıdan öyle anlaşılmadı. Merkez Sağ’ın sağında geniş bir alan açıldı. Bu yüzden Merkez Sağ diye nitelenen partiler uzunca bir süre tek başına iktidar olmaya yetecek kadar oy alamadılar.

Ama buna rağmen, yani ortada böylesine bir ders varken, aynı hatayı yıllar sonra Özal’ın ANAP’ı da işledi. İçerideki gerçek sebep ne olursa olsun, medyada “kutsal ittifak” diye adlandırılan milliyetçi-muhafazakâr kadro tasfiye edilince tabanda küskünlük ortaya çıktı. Hikâyenin gerisini biliyorsunuz: Tek başına iktidar imkânı ancak uzun koalisyon yıllarından sonra AK Parti’ye nasip oldu.

Önce Demirel’in ve sonra Özal’ın acıyla tecrübe ettikleri gerçek şuydu: Geniş Sağ tabanın oyunu almak için Türkiye’de bir partinin üç ayak üzerinde durması gerekiyor: milliyetçilik, dinî muhafazakârlık ve kalkınmacılık. Bu üç kimlik değerini bir arada tutabilen sağ partiler halktan destek alıyorlar. Bu üç ayaktan biri eksik görünüyorsa desteği kaybediyorlar.

Şimdi AK Parti’nin de bu kurala uygun davranma mecburiyeti var. Demirel’in “tapulu arazim” dediği o geniş taban kimsenin tapulu arazisi değil çünkü.

Yazının devamı...

Demirel nesli

Süleyman Demirel’in ölümüyle birlikte Türk siyasetinin yirminci yüzyılı sona ermiş oldu. Demirel yirminci yüzyıl siyasetini şekillendiren -ve bu yüzyıl tarafından şekillendirilen- siyasetçi neslindendir. Aslında Demirel’i anlamak için önce “Demirel nesli”ni anlamak gerekir. Erbakan’ın, Özal biraderlerin ve diğerlerinin (Recai Kutan, Mehmet Gölhan, Ekrem Ceyhun, Mehmet Turgut, Mükerrem Taşçıoğlu, İdris Yamantürk, Abdülkerim Doğru, Süleyman Karagülle, Fehim Adak vs. vs.) de dâhil olduğu Teknik Üniversiteliler... İstanbul Teknik Üniversitesinde 1940’lı yılların ikinci yarısında eğitim gören nesil... Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyaya gelen ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında delikanlılıklarını idrak edip dünyaya gözlerini açan nesil... CHP devrinde yetişmiş olmalarına rağmen çoğunlukla CHP’ye mesafeli duran, tek parti idaresine muhalif, antikomünist, dindar ve milliyetçi bir nesil... Yetişme yılları Türkiye’nin ekonomik bakımdan en sıkıntılı dönemine rastladığı için ülkenin kalkınma idealine inançla, heyecanla ve tutkuyla bağlı bir nesil... Kafaları memlekete yol yapmak, baraj yapmak, fabrika yapmak düşünceleriyle dolu idealist mühendisler nesli...

İşte Demirel sadece kendi şahsi özellikleri itibarıyla değil, aynı zamanda mensup olduğu bu neslin bir temsilcisi olmak hasebiyle de önce teknokrat olarak, ardından siyasetçi olarak sivrilip büyük başarılara imza atabiliyor. 27 Mayıs ihtilalinden sonra siyasete atılıp merkez sağda etkili yerlere gelmeye başlayan ve özellikle Demirel’in henüz kırk yaşında AP genel başkanı ve başbakan olmasının sonrasında yavaş yavaş ülkenin mukadderatı üzerinde söz sahibi olan bütün bir neslin imzası var Türkiye’nin o günden bu güne geçirdiği büyük değişimlerin altında.

Mühendis arkadaşlarım kızmasınlar ama bugünkü mühendislerin çoğunda görmediğimiz şekilde ve değme entelektüele taş çıkartacak seviyede bir kültürel birikim, fikrî donanım ve dünya kavrayışı var o dönemin mühendislerinde. Hiç unutmuyorum, yıllar önce TRT’de siyasi parti liderlerinin katıldığı bir seçim açık oturumunda Marksist bir partinin “sosyal bilimci” genel başkanının “para metadır” sözüne karşı “mühendis” Erbakan “Aziz kardeşim, para meta değildir, semboldür” diye cevap vermişti.

Keza Demirel’i evinde ziyarete gidenler çalışma masasının üzerinin kitapla dolu olduğunu görmüşlerdir hep. Hatta siyasi hasımları bu kitapların dekor olduğunu iddia ederlerdi. Ama gerçekte Demirel bugün sayıları iyice azalan “kitap okuyan” siyasetçilerdendi. 12 Eylül’den sonra bir grup siyasetçiyle birlikte kapatıldıkları Zincirbozan’da ilk işinin dışarıdan kitaplar getirterek bir kütüphane kurmak olduğunu oradaki siyasetçilerin anılarından öğreniyoruz. AP’li bakanlardan Ali Naili Erdem’in günlüğünde şu satırlar var: “Süleyman Bey’in odası ile birçok oda kütüphaneye döndü. (...) Metin Tüzün, Süleyman Genç, Deniz Baykal, devamlı surette bizden kitap alıp veriyorlar. Kısacası hepimiz okuyoruz.”

Demirel’in Zincirbozan’daki ikinci işi ise tutuklu siyasetçilerin her birine çeşitli konularda araştırma görevi verip bir çeşit bilimsel toplantılar düzenlemektir. Mesela Deniz Baykal odasına kapanıp günlerce hazırlanarak Japon kalkınması üzerine bir seminer vermiştir. Ali Naili Erdem milli kültür, Mehmet Gölhan sanayileşme, Ekrem Ceyhun Türk tarımının sorunları, Yüksel Çakmur gençlik konularında seminerler hazırlayıp tutuklu arkadaşlarına sunmuşlardır. Her seminerin sonunda Demirel bir özetleme ve toparlama konuşması yapmıştır. (Meraklısı için kaynak: Muammer Yaşar, “Zincirbozan Günleri”, Tekin Yayınları, 1986; Yüksel Çakmur, “Sürgün Günleri” Dem Yayınları, 1989.)

Demirel’e ve Demirel neslinden ebediyete intikal etmiş olanlara, büyük terazide sevaplarının günahlarından ağır gelmesini temenni ederek, Allah’tan rahmet diliyorum.

Yazının devamı...

Bir mesele daha var

AK Parti seçim kampanyası sırasında “hizmet” ve “icraat” odaklı vaatlerde bulundu. Raylı sistem yatırımlarından, köprülerden, hava limanlarından söz etti. Özellikle de geçmiş yıllarda yapılan hizmet ve icraat örnekleri hatırlatılarak “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” mesajı verildi seçim kampanyasında. Bu meyanda kullanılan “onlar konuşur, AK Parti yapar” sloganı da iyi düşünülmüştü.

Ne var ki seçim öncesinde karşımıza çıkan bu “hizmet” ve “icraat” odaklı dil epey zamandır ihmal edilmiş; iktidar partisinin sözcüleri çok uzun süredir değer odaklı-ideolojik bir dille kamuoyuna mesaj verir olmuşlardı. Dolayısıyla seçim öncesindeki birkaç hafta boyunca AK Parti siyasetinin “hizmet” ve “icraat” boyutunun öne çıkarılmasıyla maksat hâsıl oldu mu, bilemiyoruz.

“Maksat neydi?” diye soracak olursanız, konuyu şöyle izah edeyim: AK Parti, toplumun yarısının oyunu alabilmesinin de gösterdiği üzere, bir merkez partisi. Kuruluşundan itibaren ideolojik kimliğini açıklama sadedinde kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımladı ki bunun açılımı kültürel anlamda “toplumun değerlerini korumak” ve politik anlamda “halkın iradesine sahip çıkmak”tı.

Partinin çekirdeğini oluşturan Milli Görüş kökenli muhafazakâr-dindar kadrolar benimsenen bu misyonun etrafında yeni bir Türkiye vizyonu geliştirdiler. Böylelikle daha önce milli görüş partilerinin ulaşamadığı ölçüde bir destek buldular toplumda. Bahsettiğimiz vizyonu realize etme imkânı bulduklarında halkın desteği de büyüdü. Yüzde 58’lere kadar ulaşan oranlarda oy aldı bu parti Türk halkından.

Bu kadroların değer önceliklerini veya ideolojik hassasiyetlerini bütünüyle paylaşanlar da oy verdi, kısmen paylaşanlar da, hiç paylaşmayanlar da. Çünkü bu partinin hem halka sunduğu Türkiye vizyonu hem de “hizmet” ve “icraat” misyonu geniş kitlelerce hüsnükabul görmüştü.

Ancak, biraz önce de ifade ettiğim gibi, son yıllarda AK Parti kendisine oy veren kesimlerin tamamına hitap etmeyen bir dile ağırlık verir oldu. Tek parti yönetiminin “yanlış laiklik” uygulamalarından imam hatip okulları meselesine, Mısır ve Suriye’de yaşananlara kadar... Bir dizi “ideolojik konu”dan söz ediyorum.

Bunlar üzerinde durulmayacak, hassasiyet gösterilmeyecek konular değil elbette. Hatta muhafazakâr-dindar kimliğe sahip bir siyaset kadrosunun gündeminde bulunması değil, bulunmaması yanlış olur bu başlıkların. Ama neredeyse sadece bu gündem maddelerine odaklanmış görünmek bir merkez sağ parti için riskli olabilir.

AK Parti’ye duble yollar inşa ettiği için, sağlık sisteminde reform yaptığı için, Avrupa Birliği’yle üyelik müzakeresine başladığı için, paradan altı sıfırı attığı için vs. vs. oy veren insanlar ne diyor bu gitgide sivrilen ideolojik dile? Net bilmiyoruz cevabı. Ama bir uzaklık hissine kapılmaları, hatta tedirginlik duymaları olmayacak şey değil herhalde.

Hatırlayanlar vardır, seçimden önce de bu konuda bir iki yazı yazdım; “iktidar partisinin giderek hizmet ve icraat odaklı söylemden uzaklaşıp ideolojik veya sembolik bir siyaset diline savrulması” diye tarif ettiğim problemin seçim sandığına da yansıyabileceğini anlatmaya çalıştım.

Belki bu seçimin sonuçlarına çok fazla yansımamış olabilir. Bilemiyorum. Münhasıran bu konuya dair bir araştırmadan haberdar olmadığından bir şey söyleyemiyorum. Ancak bunun göz ardı edilemeyecek bir problem olduğunu ve yakın zamanda bir çare düşünülmezse seçim sandıklarında AK Partinin başını ağrıtan bir problem olabileceğini düşünüyorum.

Son olarak şunu da söylemeden geçemeyeceğim: AK Parti’nin ideolojik dilinin sivriltilmesi işine bugünlerde emek vermekte olan kadronun çoğunlukla o ideolojik dünyaya yabancı kişilerden oluşması da dört dörtlük bir paradoks -ve aynı zamanda bir risk- olarak dikkat çekiyor!

Yazının devamı...

Erken seçim ne zaman?

Son seçimde oluşan meclis aritmetiği siyasi partilerin tamamı için kördüğüm. Bir taraftan mümkün ve muhtemel koalisyon formülleri hiç kimse için yeterince cazip değil; öbür taraftan ise yeniden bir seçime gitmenin siyasi maliyetini göze almak zor.

Peki, son aşamada tek bir tercihte bulunmaları gerektiğinde hangi parti koalisyona, hangi parti erken seçime razı olur?

Bir bakalım...

Seçimin ardından yapılan açıklamaların içeriğinden ve üslubundan da anlaşıldığına göre, AK Parti seçmeninin mesajını almış ve bu doğrultuda bir toparlanmaya yönelmiş görünüyor. Dolayısıyla kısa zaman içinde bir erken seçim arzu edeceği düşünülmemeli bu partinin.

Buna mukabil, “yeniden seçim olsa hangi partiye oy verirdiniz” temalı anketlerin sonuçlarına bakıldığında diğer partilerin oylarının düşeceği görüldüğü için en rahat parti de yine AK Parti. Yani diğer partilerin bir erken seçime istekli olmaları daha da zor. Üstelik armutun sapı üzümün çöpü kabilinden bahanelerle bir hükümet teşkiline karşı direnen partiler seçmenden olumlu not almakta daha da zorlanacaklardır. Onun için hiçbir partinin diğer partilerle bir araya gelip hükümet kurmaktan kaçınıyor görünme lüksü yok.

Mesela MHP’nin durumuna bakalım: İpsos anketine göre AK Parti ve MHP tabanlarında en güçlü destek AK Parti-MHP koalisyonuna. MHP’li seçmenin yüzde 55’i AK Parti’yle koalisyona taraftar ama parti yönetimi buna isteksiz. Şimdi düşünün: Bu isteksizlik görüntüsü sürdürülür ve bir hükümet kurulamadığı için erken seçime gidilirse MHP’nin mevcut oylarını muhafaza etmesi mümkün olabilir mi?

Bahçeli’yi iki arada bırakan problem bu... Ancak diğer yandan MHP’yle hükümet kuracak bir AK Partinin son seçimde kaybetmiş olduğu Kürt seçmeni geri kazanması mümkün olmayabilir. Bu durumu da hesaba katmak durumunda AK Parti’yi yönetenler. Üstelik sadece oy getirisi-götürüsü bakımından değil, siyasi-sosyal sonuçları bakımından da koalisyon senaryolarının değerlendirilmesi mecburiyeti var.

Yine de MHP dışındaki bir partiyle koalisyonu AK Parti seçmeninin onaylaması zor. Çünkü yine yukarıda söz ettiğimiz araştırmaya göre AK Parti’yle koalisyona CHP ve HDP tabanlarında ciddi destek var ama bu iki partiyle koalisyona AK Parti tabanı hiç sıcak değil. Eğer parti yönetimi bu iki partiyle koalisyona hevesli görünürse yeni bir kan kaybı yaşaması da kuvvetle muhtemel. Hatta özellikle HDP’li formüllerin zikredilmesi bile tamiri imkansız arızalara yol açacaktır AK Parti ile seçmeni arasındaki ilişkilerde.

Daha önce de söyledim: HDP ile koalisyona hiçbir parti evet diyebilecek durumda değil. Hele hele MHP’nin “ne olursa olsun, AK Partisiz olsun” diyerek HDP ile aynı safta buluşmaya rıza gösterebilmesi için çıkmaz ayın son çarşambasını beklemek gerekir.

Sadece koalisyon için değil, dışarıdan destekli azınlık hükümeti formülleri için de aynı durum geçerli.

Dolayısıyla “AK Parti’siz bir hükümet” senaryosunun hayata geçirilmesi imkansız. Çünkü bunun için CHP, MHP ve HDP’nin bir araya gelmesi gerekiyor. Bu durumda ya “AK Parti-CHP” ya da “AK Parti-MHP” formüllerinden biri gerçekleşecek demektir. AK Partili bir koalisyonun yegane alternatifi ise erken seçim.

Zaten önümüzdeki günlerde oluşturulacak bir kabine meclisten güven oyu alamadığı takdirde anayasa gereği 45 gün sonra zorunlu olarak erken seçime gidilecek. Gelgelelim bugünkü politik ve toplumsal şartlar altında oluşturulacak bir hükümet kombinezonunun da yasama dönemi sonuna kadar ayakta kalabileceğini düşünmek gerçekçi olmaz.

Demek ki muhakkak bir “erken seçim” göreceğiz. Kestiremediğimiz nokta erken seçimin bu yıl içinde mi gerçekleşeceği, yoksa 2016’ya mı kalacağı...

Yazının devamı...

AK Parti’nin asıl problemi

Seçim akşamından bu yana AK Parti oylarında ortaya çıkan düşüş konusunda yorumlar ve analizler yapılıyor. Ama çoğunlukla bu yorumların herbirinde konunun spesifik bir boyutu esas alındığı için bütüncül bir tablo ortaya çıkmıyor.

Söz gelimi Kürt meselesinde son aylarda yapılan yanlışları sıralayıp iktidar partisinin oy kaybetme sebeplerini açıklamaya çalışan analizler ne kadar isabetli olursa olsun bize tablonun bütününü göstermiyor.

Çünkü AK Parti’nin oy kaybı sadece belli bir bölgede gerçekleşmiş değil.

Haddizatında kaybedilen oyların bir kısmı HDP’ye kayarken bir kısmı da MHP’ye gidiyorsa buradaki sorun lokal nitelikte olamaz.

Bu noktadan bakınca meselenin birden fazla boyutu olduğu ama hepsinin bir yerde birbiriyle kesiştiği düşünülmeli. Yani aynı temel sebep toplumun farklı kesimlerinde farklı tezahür biçimleri gösterebilir.

Dünkü yazıda da söylemeye çalıştım: “İktidar partisinin Güneydoğu’daki oy kaybının nispeten daha yüksek olması buradaki seçmenin bazı ekstra gerekçelerinin olması yanında, özellikle ‘ikinci parti’ tercihini daha kolay yapabilmesinden bence. Nitekim İç Anadolu’daki ‘küskün’ AK Parti seçmeni de ikinci parti olarak MHP’ye yönelmekte zorluk çekmedi. Ama mesela İstanbul’daki seçmen ‘alternatif parti’ bulmakta aynı kolaylığa sahip olmadığından muhtemelen sandığa gitmeyerek küskünlüğünü ifade edebildi.

Yani ne Güneydoğu’ya ne İç Anadolu’ya ne de başka bir bölgeye yahut belli bir toplum kesimine özel bir durum değil sandıktaki hadise.”

Ne demek istiyorum? Şunu: AK Partiyi terk edip HDP’ye yönelen Kürt seçmenin gerekçesi ile söz gelimi MHP’ye giden seçmenin gerekçesi ilk bakışta farklı gibi görünebilir. Bunun yanında seçimden önceki anketlerin sonuçlarına göre kararsız veya küskün diye tanımlanan ve seçim gününde en azından bir kısmının hiç oy kullanmamayı tercih ettiği anlaşılan kitlenin de öncelikleri diğerlerinden farklı herhalde.

Keza kararsız ve küskün olup da sandık önüne geldiğinde “kerhen” AK Partiye oy vermiş olan bir kitle daha var...

İşte bütün bu seçmen kesimlerinin her birinin hoşnutsuzluklarında ortak bazı noktalar veya kesişim alanları varsa lokal tezahürlerin gerisindeki genel sorun buradan bakılarak tespit edilebilir belki. Daha bir yıl önce gerçekleşmiş olan iki önemli seçimin sonuçlarını hatırlayalım...

Bir yanda Çözüm Süreci hakkındaki onca tartışmaya, öbür yanda Cemaat’in 17 Aralık operasyonunda ortaya atılan yolsuzluk iddialarına rağmen AK Partiye oy vermekten geri durmayan büyükçe bir kitle bu kadar kısa zaman sonra neden fikrini değiştirdi?

Bu sorunun cevabını verebilmek için bu süreçte AK Parti’de neyin değiştiğine bakmamız lazım.

Tam da bu noktada partinin kurucu lideri Erdoğan cumhurbaşkanı olup başbakanlığı Davutoğlu devraldıktan sonra yaşananların kamuoyunda nasıl algılanmış olduğu önem kazanıyor. Mesela MİT Müsteşarı Fidan’ın milletvekili adaylığı konusu... Sonra Merkez Bankası ve ilgili bakan hakkında kamuoyu önünde söylenenler...

Dört bakanla ilgili Yüce Divan oylaması... Dolmabahçe deklarasyonu...

vs... Bu konulara ilişkin tartışmaların hem içeriği hem de “yönetimde çift başlılık” algısı yaratan biçimi parti tabanında olumlu yankı bulmadı.

Bütün bunlardan daha önemli olmak üzere, “Başkanlık Sistemi” konusunun kamuoyunda kabul görmemesine rağmen anlaşılmaz bir ısrarla gündemde tutulması muhalif çevrelerin “AK Parti otoriter yönetim peşinde” iddiasının değirmenine su taşıdı.

Ve nihayet Cumhurbaşkanı’nın seçim öncesinde meydanlara çıkışı da toplumda hüsn-ü kabul görmedi.

Perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuştu aslında. Ne var ki “Bu tür tavır ve davranışlar özellikle seçim öncesinde size zarar verir”

diye dostça yapılan uyarılar da dikkate alınmadı ve üstelik dostça karşılanmadı..

Şimdi seçim sonuçlarını analiz etmek sadedinde “AK Partili Kürtler etnik aidiyetlerini hatırladılar” veya “İç Anadolunun milliyetçi hassasiyete sahip seçmeni çözüm sürecine tepki gösterdi” gibi izahlara baş vuruluyor.

Ama bu izahlar daha bir yıl önce yapılan iki seçimde aynı hassasiyetlerin AK Parti’ye oy vermeye engel oluşturmamış olmasını açıklayamıyor.

Yazının devamı...

AK Parti’yi Kürtler neden terk etti?

AK Parti’nin son seçimde kaybettiği oyların mühim bir bölümü Kürt seçmen gruplarına ait. Özellikle Güneydoğu illerindeki dramatik oy geçişleri iktidar partisi tabanından HDP’ye ciddi bir kayma olduğunu gösteriyor. Buna bakarak son dönemde bazı hassas konulara gösterilen yaklaşımın ve özellikle kullanılan dilin Kürt seçmeni iktidar partisinden uzaklaştırmış olduğu değerlendirmesi yapılıyor ki bunun yanlış bir tespit olduğunu söyleyemeyiz. Bölgedeki aday tespitlerine yönelik eleştiriler de büyük ölçüde haklılık payı içeriyor olabilir.

Ancak millet bütünlüğünü “İslam Kardeşliği” temelinde savunan bir siyaset anlayışına bugüne kadar destek vermiş olan kitlelerin şimdi birden bire etnik kimlik temelinde bir siyasete teveccüh göstermesi, kısa zamanda büyük ölçekli bir sosyo-kültürel dönüşüm söz konusu değilse, nasıl açıklanabilir? Ne oldu da bu kadar radikal bir kırılma yaşandı bölge seçmeninin tercihlerinde?

Bazılarına göre çözüm süreci bunun en büyük müsebbibi. Diyorlar ki “Süreç” Kürt siyasi hareketini meşrulaştırdığı için AK Parti’nin bavulundaki Kürt oyları asıl yuvalarına döndü...

İyi ama Çözüm Süreci dediğimiz şey aslında basit ve pragmatik bir pazarlıktan ibaret. İmralı’daki Öcalan kendi kişisel durumuna karşılık devlete PKK’nın silahsızlandırılması hususunda yardımcı olmak istiyor.

Ülke içindeki silahlı mücadele devrinin kapanması gereğini kabullenmeyen eski silah arkadaşlarını ikna etmek için örgüt tabanı üzerindeki etkisini ve karizmasını kullanıyor. Ayrıca bu işin politik ve ideolojik zeminini hazırlamaya çalışıyor. Olay bundan ibaret...

Kürt siyasi hareketinin İmralı dışındaki aktörleri ise bundan hiç memnun değiller. Bugün HDP’nin meclise güçlü bir grupla girmiş olmasının bu süreci bitireceğini umuyorlar.

Bu karmaşık denklemin AK Parti içindeki Kürtleri HDP’ye yöneltmiş olduğunu söylemek gerçekçi bir yaklaşım olamaz gibi geliyor bana. Zira en azından Kürtler açısından iktidar partisini suçlamayı gerektirecek bir durum yok burada.

Şimdi bu yazdıklarıma bakıp “Hükümet’in Kürt politikasında her yaptığı doğru” dediğim sonucunu çıkarmayın ama... Daha 2009’da, “Açılım”

politikasının ilan edildiği ilk günlerde “etnik kimliklerin yok sayılması kabul edilemez elbette ama ‘Türkler ve Kürtler’ diye iki ayrı kimlikten söz ederek de millet bütünlüğünü muhafaza edemeyiz”

diye yazdım. Açılımın teorik-kavramsal temelinin sağlamlaştırılması gereğini savundum. Beni dinleyen olmadı tabii. Ama eksiklerine ve metodik yanlışlarına rağmen ne Açılım’a ne de Çözüm Süreci’ne kategorik olarak karşı olmadım. Bunları günlük/pratik ihtiyaçlara cevap arayışı olarak gördüm çünkü nihayetinde...

Lafı dağıttık ama Çözüm Sürecinin AK Parti’li Kürtleri HDP’ye yönelttiği iddiası hakkında söylemek istediğim şey özetle şu: Kürt vatandaşlarını çoğunlukla memnun eden politikaları yüzünden Hükümet’in Kürt oylarını kaybettiğini ileri sürmek mantıksız.

Bana sorarsanız iktidar partisi ülkenin başka yerlerinde neden oy kaybettiyse üç aşağı beş yukarı aynı sebepler yüzünden Güneydoğu’da da oy kaybetti. Bu bölgedeki kaybının nispeten daha yüksek olması buradaki seçmenin bazı ekstra gerekçelerinin olması yanında, özellikle “ikinci parti” tercihini daha kolay yapabilmesinden bence. Nitekim İç Anadolu’daki “küskün” AK Parti seçmeni de ikinci parti olarak MHP’ye yönelmekte zorluk çekmedi. Ama mesela İstanbul’daki seçmen “alternatif parti” bulmakta aynı kolaylığa sahip olmadığından muhtemelen sandığa gitmeyerek küskünlüğünü ifade edebildi.

Yani ne Güneydoğu’ya ne İç Anadolu’ya ne de başka bir bölgeye yahut belli bir toplum kesimine özel bir durum değil sandıktaki hadise.

Öyleyse geldik “asıl mesele neydi?” sorusuna...

Yazının devamı...

Koalisyon formülleri: Mümkünler ve imkânsızlar

Henüz seçim akşamı sorulduğunda fikrimi söyledim: Koalisyon formülleri içinde Türkiye’yi en fazla rahatlatacak olan AK Parti-CHP koalisyonudur. Herhangi bir partinin ve hatta herhangi bir siyasi-ideolojik kampın mensuplarının tek başına çözemeyecekleri bazı büyük sorunlar bu şekilde çözümlenebilir. Daha da önemlisi, toplumdaki kırılma ve kutuplaşma tamir edilebilir. Ama gerçekleşmesi en zor olan da yine bu formül... Çünkü Türkiye’deki mevcut sosyal ve siyasi atmosfer “büyük koalisyon”a uygun değil. Aşırı kutuplaşmış bir toplum yapısı var. Taraflar birbirlerini büyük bir komplonun aktörü olarak gösterip tabanlarını da buna ikna ettikten sonra sil baştan bir uzlaşıya yönelmeleri çok zor.

Onun için tabanlarının sosyolojisi ve ideolojik yapısı yakın olan partilerin bir araya gelip koalisyon kurmaları daha kolay görünüyor. Bu anlamda en kolay formül AK Parti-MHP koalisyonu. MHP lideri Bahçeli’nin seçim akşamı yaptığı erken açıklamada kullandığı negatif ifadeleri AK Parti ile koalisyona kapıyı kapatmak diye değil, tabiri caizse pazarlık açılışı diye değerlendirme yanlısıyım ben. Hükümeti birlikte kurmak üzere masaya oturacak tarafların birbirlerine kabul ettirmek isteyecekleri bazı şartların olması normal. Her iki taraf da şartlarını ve taleplerini masaya koyacak; karşı tarafın tutumuna göre de bunları yumuşatacaktır. Koalisyon böyle kurulur.

İmkânsız formüller

AK Parti-CHP koalisyonu da AK Parti-MHP koalisyonu da zor olsa bile imkânsız formüller değil. Ama bugünlerde konuşulan bazı formüller tamamen imkânsız. Bunların başında HDP’li koalisyon formülleri geliyor. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli eğer AK Parti ile koalisyon kurmaya hiçbir şekilde yanaşmazlarsa aritmetik gereği HDP ile bir araya gelmek zorundalar. Bunun CHP için sorun olmayacağını düşünenler var ki bence yanılıyorlar ama bu konuda MHP’nin evet diyebileceğini düşünmek için mantık çerçevesinden iyice uzaklaşmış olmak lazım.

Aynı şekilde AK Parti-HDP koalisyonundan söz etmek için de toplumun hâkim hassasiyetlerinden habersiz olmak gerekir. Bugünkü şartlarda HDP ile hiçbir parti koalisyon yapamaz.

Çünkü HDP’nin “Türkiye Partisi” olduğunu kanıtlaması ve toplum çoğunluğunun bu partinin meşruiyetini kabullenebilmesi için daha çok zaman lazım. Seçimin hemen ardından HDP karşıtı Kürt siyasetçilere yönelik şiddet eylemlerinin sökün etmesi de gösteriyor ki bu partinin hiç değilse kendi tabanına şiddeti dışlamayı ve “bütün Türkiye’nin partisi” olma hedefini kabul ettirebilmesi zor.

HDP tabanı demişken, bu partinin de MHP’li bir koalisyon formülüne evet diyeceğini düşünmek hayalcilik. Şunu da söyleyelim: CHP ve MHP’nin kuracağı bir azınlık hükümetini HDP’nin desteklemesi de aynı kapıya çıkar. Bu da imkânsız formüllerden biri...

Erken seçim zor

Bütün formüller elendiğinde elde kalan seçenek ise erken seçim. Ama bunu da hiçbir partinin isteyebileceğini düşünmemek gerekir. Zaten bir erken seçimin mevcut tabloyu radikal biçimde değiştirebileceği de çok şüpheli.

Özellikle “hiçbir koalisyonu istemeyiz, ille de erken seçim” diyen bazı AK Parti taraftarı kalemler bu seçimde partilerine oy vermeyen seçmeni birkaç ay sonra oy vermeye nasıl ikna edeceklerini düşünüyorlar? Parti tabanında oluşan tepkinin kaynağında yer alan problemleri birkaç ay içinde çözebileceklerini mi var sayıyorlar? Eğri oturalım, doğru konuşalım: Bu gerçekçi bir bakış açısı değil.

“AK Parti muhalefete geçsin” demek de gerçekçi değil... Çünkü bu meclisten AK Partisiz bir koalisyon çıkmıyor. MHP ile HDP bir araya gelip hükümet kuramayacağına göre tek mümkün formül AK Parti’nin içinde olacağı bir koalisyon. Bu da ya CHP ile ya da MHP ile işbirliğini gerektiriyor. Bugün itibarıyla görünen o ki CHP’li formül daha zor, MHP’li formül nispeten daha kolay...

Mevcut sosyal atmosfer bir tarafta... Siyasetin zorunlulukları öbür tarafta... Bir çözüm bulunacak elbette. Ama bedelsiz bir çözüm de yok...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.