Şampiy10
Magazin
Gündem

Doğu Türkistan’da aslında ne oluyor?

Çin’in uzun yıllardır Doğu Türkistan’da uygulayageldiği baskı ve zulüm politikalarına karşı Türkiye’de yeni yeni uyanmaya başlayan hassasiyet memnuniyet verici. Ama son zamanlarda düzenlenen protestolar sırasında kontrolsüz grupların yaptığı taşkınlıklar Doğu Türkistan davasına gönül verenleri mahcup edecek türden...

Çin lokantalarını basıp buradaki insanları tartaklamalar... Sultanahmet’te Çinli (zannedilen) turist gruplarına yapılan saldırılar... Medyada ise sanki saldırıya uğrayan turistler Çinli olsa mesele olmayacakmış gibi verilen “Çinli diye Koreli dövdüler” haberleri... Bütün bunlar başımızı öne eğdirecek türden şuursuzluklar. Açıkçası “haklı olduğun bir konuda haksız duruma düşmek” diye özetlenebilecek bir tablo bu Doğu Türkistan davası adına...

Öbür tarafta ise Çin devletinin kendi Müslüman vatandaşlarına yönelik zulüm ve baskılarını dert etmeyen birileri için sadece bu protestolarda sergilenen taşkınlıkların haber değeri var. Özellikle sol yayın organlarında bu konuda kaleme alınan yazı ve haberlerde Çin devletinin resmi açıklamaları dışında hiçbir bilgi kaynağına itibar edilmiyor. Dahası mesele “Türkiye ile Çin’in arasını açmak isteyen güçlerin asılsız iddiaları” olarak tanımlanıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Doğu Türkistan davasını gündeme getirenleri “haklı olduğu konuda haksız duruma düşüren” bir başka problem de özellikle sosyal medyada “Doğu Türkistan’da Çin zulmü” diye ilgisiz fotoğrafların, videoların vs. paylaşılıp yayılması... Doğu Türkistan diye Nepal fotoğrafları kullandığınızda sanki konu hakkında söylenen her şey asılsızmış gibi bir algıya yol açabiliyorsunuz.

Özellikle bizim bazı solcularımız kendilerini Uygurlardan veya Hui Müslümanlarından ziyade Çin devletine yakın hissettikleri için olsa gerek sahte fotoğraf konusuna karşı çok duyarlılar! Oysa aynı duyarlığı Çin’in bunca yıldır Doğu Türkistan’da yürüttüğü sistemli asimilasyon politikası konusunda da göstermeleri gerekir. Sorun sadece ramazanda oruç tutulmasının yasaklanmasından ibaret değil. Çin burada tam anlamıyla bir etnik temizlik yapıyor. Bölge halkının İslami kimliğini silmeye yönelik politikaların yanında fiziksel imha anlamına gelen uygulamalarla bir etnik arındırma siyaseti sürdürüyor. Bölgedeki demografik yapıyı dönüştürmek üzere Uygurlar ve Kazaklar çeşitli bahanelerle Çin’in başka bölgelerine sürülürken çok sayıda Çinli göçmen bu topraklara getirilip yerleştiriliyor.

Aslında Çin rejiminin dinî görünürlüklere yönelik baskıcı politikaları sadece Doğu Türkistan’daki Uygurları veya Kazakları hedef alıyor değil. Başta Huiler olmak üzere diğer Müslüman topluluklar da özellikle ramazan aylarında şiddetlenen baskılardan nasipleniyorlar ama Doğu Türkistan’daki uygulama yarım asırdan bu yana yürütülen asimilasyon politikaları bağlamında doğrudan İslami kimliğin silinmesini hedefler nitelikte.

İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch) tarafından hazırlanan bir rapor şu bilgileri veriyor: “Uygulanan dini kontroller, örgütlü dini faaliyetlere, ibadet edenlere, okullara, kültürel kurumlara, yayınevlerine ve hatta Uygur bireylerin şahsi görünümler ve davranışlarına müdahale etmeye kadar varabiliyor. (...) Camiler üzerinde denetleme uyguluyor, okullardan dindar öğretmenler ve öğrenciler ihraç ediliyor, edebiyat ve şiirler siyasi renkleri açısından kontrol ediliyor. Beijing uygulamalarına karşı herhangi bir hoşnutsuzluğu ‘ayrılıkçılık’la eş tutuyor ki Çin kanunlarına göre bu ölüm cezasıyla cezalandırılabilecek bir devlet güvenlik suçu.”

Doğu Türkistan meselesi çok ciddi bir mesele... Ama biz burada “Çinli diye Koreli dövdüler” haberleri yapıyoruz maalesef.

Yazının devamı...

Üçüncü dönem kuralı ne olacak?

Meclis Başkanlığı seçiminin siyasi sonuçlarına ilişkin spekülasyonlar bütün hızıyla devam ederken, İsmet Yılmaz’ın Meclis Başkanı seçilmesi üzerine boşalan Milli Savunma Bakanlığı’na Vecdi Gönül’ün getirilmesi AK Parti’nin yeni dönemde atabileceği adımlar konusunda bir ipucu teşkil ediyor olabilir.

Gerçi yeni seçilen meclis grubunda bu görevi yapabilecek hiç kimse yokmuş gibi yaşını başını almış bir eski siyasetçinin üstelik meclis dışından bakan olarak atanması ciddi bir eleştiri konusu. Buna karşılık ülkenin içinden geçtiği çok hassas süreçler itibarıyla “tecrübeli” bir siyaset ve devlet adamının o makamda bulunmasına ihtiyaç duyulmuş olduğu söyleniyor.

Bunun anlamı şu: Üçüncü dönemini doldurduğu için 7 Haziran’daki son milletvekili seçiminde AK Parti tüzüğü dolayısıyla aday olamayan Vecdi Gönül’ün şimdi dışarıdan bakan olarak atanması ve bunun da “tecrübe” ihtiyacıyla açıklanması diğer “üç dönemlik” milletvekilleri için de geçerli olabilecek bir “siyasi içtihat” hükmünde.

Bu siyasi içtihadın yeni kurulacak bir koalisyon hükümetinde ekonomi yönetiminin sorumluluğunu üstlenmesi arzu edilen Ali Babacan gibi isimler için de devreye sokulması beklenebilir.

Diğer yandan, AK Parti’nin bugün dinamik ve tanıyabildiğimiz kadarıyla az çok donanımlı sayılabilecek bir meclis grubu var ama siyasette ağırlığı olan, aynı zamanda grup ve teşkilat nezdinde “ağabeylik” yapabilecek evsaftaki isimler üç dönem kuralı gereği geriye çekilmiş bulunuyorlar. Oysa Mehmet Ali Şahin, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Beşir Atalay vb. gibi “parti büyüğü” kimliğini de taşıyan tecrübeli siyasetçilere bugünkü şartlarda her zamankinden fazla ihtiyaç var. Özellikle bugünlerde Cumhurbaşkanı ile parti ve hükümet arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürütülebilmesi ve Ankaralı siyasetçilerin tabiriyle “arabanın devrilmemesini” temin edebilmek için…

Bu konuda bir başka sorun ise önümüzdeki süreçte bir hükümet kurulamaz ve sonbaharda bir erken seçime gidilirse bu dönem milletvekilliği yapanların durumunun ne olacağı. Yani, mesela daha önce iki dönem milletvekilliği yapmış olan kişiler, mesela Maliye Bakanı Mehmet Şimşek veya Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz üçüncü dönemlerini tamamlamış sayılıp aktif siyasete veda mı edecekler?

Buna mukabil daha önce üçüncü dönemlerini tamamladıkları için siyasete ara verenler bu kısa süreli yasama döneminin ardından siyasete geri dönmeye hak kazanmış mı sayılacaklar? Bu takdirde bir hükümet bile kurulamadan tamamlanmış olması halinde bu dönem bir tür “hülle” dönemi mi sayılacak?

Ne olursa olsun, bir siyasi parti kendi “yetişmiş insan” varlığını spekülasyon konusu yapmamalı.

Bu saatten sonra AK Parti’nin yapması gereken şey başlangıçta iyi niyetle düşünülerek parti tüzüğüne alınmış olan üç dönem kuralının kaldırılması olmalı…

Yazının devamı...

MHP’ye bu kadar öfke niye?

Hayal kurmak güzeldir ama kurduğunuz hayale kendinizi fazla kaptırırsanız yaşayabileceğiniz hayal kırıklığının acısı da fazla olur. Siyaset ise hayalle yapılmaz. Toplumun gerçeklerini yok sayamaz siyasetçi. Hiç değilse halkın seçimlerde oy kullandığı demokratik sistemlerde…

Mesela “AK Parti’nin karşısında oluşan yüzde 60’lık blok” sözü büyük bir hayalcilikti. Meclis başkanlığı seçiminde ortaya çıkan tablo bu büyük balonu patlatmış oldu. Gerçi neredeyse üç yazımdan birinde “ben demiştim” diye başlayan bir cümleye rastlıyorsunuz ama hoş görünüze sığınarak bir kere daha “ben demiştim” faslı yapacağım, bu konuda söyleyeceklerimi söylemeden önce… Geçen cumartesi bu sütunda çıkan “Koalisyon Hesaplarını Değiştirecek Senaryo” başlıklı yazıda şunları söylemiştim:

“AK Parti dışındaki üç partinin bir araya gelip hükümet kurmaları nasıl imkânsızsa Meclis Başkanı seçiminde bir araya gelmeleri de aynı derecede imkânsız. Yani CHP, MHP ve HDP’nin aynı adayın etrafında ittifak etmelerini beklemek mantıklı değil. Demek ki bu şartlar altında Meclis Başkanlığına ya AK Parti’nin adayı seçilecek ya da AK Parti’nin destekleyeceği bir başka aday. (…) AK Parti’nin adayı son turda kazanırsa bu partinin ne CHP’yle ne de MHP’yle koalisyon kurmayacağı belli olur. İlk iki turda partilerin kendi adaylarına oy vermesini beklemek gerekir. Ancak üçüncü turda iki partinin oylarının birleşmesi mümkün olabilir. Hangi iki parti arasında Meclis Başkanlığı konusunda uzlaşma sağlanırsa hükümeti kuracak olan iki partinin hangileri olacağı da ortaya çıkacak. Ne var ki üçüncü turda da seçim gerçekleşmez -yani bir uzlaşma sağlanamaz- ise bir koalisyonun gerçekleşme ihtimalinin de olmadığını anlayacağız.”

Tabii henüz her şey bitmiş değil. Siyaset denklemindeki en ufak bir değişiklik her şeyi değiştirebilir. Ama bugün itibarıyla AK Parti CHP hükümeti kurulması ihtimalinin zayıfladığı veya AK Parti-MHP koalisyonunun şansının arttığı şeklindeki değerlendirmeler abartılı görünüyor. MHP’nin Meclis Başkanlığı seçiminde gösterdiği tavrın doğru anlaşılamadığını görüyoruz bu yorumlara bakınca.

Aslına bakarsanız, MHP son derece gerçekçi bir tutum gösteriyor 7 Haziran gecesinden bu yana. Çünkü milliyetçi tabanın kendisine oy verirken “Git benim bu oyumla iktidara karşı CHP ve HDP ile işbirliği yap” demediğini biliyor. Aynı şekilde HDP de kendince gerçekçi bir oyun oynuyor. Çünkü kendisine barajı aşırtan emanet oyların “ne olursa olsun, yeter ki iktidara zarar versin” düşüncesiyle geldiğini biliyor. Onları muhafaza etmek istiyor. (Ama Çözüm Sürecindeki ortağına karşı bu kadar öfkeyle dolu oluşunu, çözüm ortağına zarar vermek uğruna hem CHP ile hem de MHP ile işbirliğine hazır duruşunu bu süreçten beklentisi olan Kürt tabanına nasıl izah edeceğini bilemiyorum.)

Bu noktada gerçeklikle bağını kesmiş gibi açıklamalar yapan tek parti CHP. Bir de bu partinin medyadaki geleneksel taraftar kitlesi ile HDP’nin gönüllü sözcüleri… Bunlar “yüzde 60’lık blok” hayali kuranlar… Meclis başkanlığı seçiminde bekledikleri tablo ortaya çıkmayınca “yanılmışız, pardon” diyeceklerine bugünlerde MHP’ye öfke saçmaya başladılar.

“Pis bir gerçek güzelim teoriyi mahvetti” diye bir söz vardır sosyal bilimciler arasında. Şimdi “yüzde 60’lık blok” hayalcileri de MHP’ye hayallerini yıktığı için kızıyorlar. Ama MHP ne yapsın?

Hemen hemen yegâne varlık sebebi olan PKK’ya ve etnik ayrılıkçılığa karşı olan duruşunu mu terk etsin?

Biri solcu öbürü etnik milliyetçi iki partiyle beraber olup sağ bir partinin iktidarına engel olarak mı sağ kitlenin oyunu istesin bir sonraki seçimde?

AK Parti sözcülerine “İşte görüyorsunuz bunların milliyetçiliği de palavra. Bizi yıkmak için PKK’nın siyasi kanadıyla bile işbirliği yaptılar” mı dedirtsin seçim meydanlarında?

Yazının devamı...

Kürt meselesinde geldiğimiz yer

Tablo şudur: Türkiye kendi Kürtlerini kültürel paydaşlık ve eşit vatandaşlık temelinde bir ortak kimliği benimsemeye ikna edemiyor. İyi niyetli aydınlarımız ise Tanzimat devrinde tecrübe edilmiş yöntemlerin bir kere daha denenmesi için bastırıyorlar. Ama aynı hatayı ikinci defa tekrarlamanın aynı kötü sonuçları verebileceğini düşünmüyorlar. Çünkü bu arkadaşlarımızın çoğu güya Marksist kökenli olsalar da Marks’ın “Tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder” saptamasından habersizler.

Hatırlayalım… Osmanlı’nın önce Tanzimat’la temeli atılan ve akabinde Islahat Fermanı ile hayata geçirilen vatandaşlık rejimi -Fransa örneğinde olduğu üzere- eşit ve imtiyazsız bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedeflemiş; ancak neticede arzu edilen amacın aksine Hıristiyan unsurun imtiyazlı bir kitleye dönüşmesine yol açmıştı. Bunun oluşturduğu reaksiyonun nihai sonuçları ise hiçbir kesim adına olumlu olmamıştı.

Gelgelelim vatandaşların arasında ülkenin ortak kimliğini benimsemeye yanaşmayan bir unsur mevcutsa bu mesele silahla çözülmez. Eline silah alıp karşına dikilen teröriste tabii ki anlayacağı dille cevap verilir ama nihai hedef sadece terörü sona erdirmek olamaz. Terörü ortaya çıkaran meseleyi halletmek gerekir öncelikle. Bunun yolu ise ne karşındakinin kafasına vurup bir şeyleri zorla kabul ettirmektir ne de pazarlık masası kurup karşılıklı oturmak. Ama gerektiğinde her ikisini de yapabilme imkânını elde bulundurmak şartıyla tarihin ve sosyolojinin gösterdiği çizgide bir çözüm aranmalı. Çözüm Süreci revize edilecekse revizyona bu noktadan başlanmalı. Yani önce işin teorik zemini tahkim edilmeli; yapılacaklar bu zemin üzerinde hayata geçirilmeli.

Daha 2009’da Müzakere Süreci başlatılırken yapmıştım bu uyarıları… Şunları da 2010’da yazmıştım:

Kürtler adına konuşan arkadaşlar “Kürtler için özel” bir şeyler istiyorlar. Bunun adı imtiyaz talebidir. Eşitlik yerine imtiyaz! Böyle bir anlayışın taban bulması hem Türkiye için hem de Türkiye’nin Kürtleri için yeni bir sıkıntı demek. Ama yapılacak bir şey yok, kimlik siyasetinin geleceği yer burasıdır. İşin tuhafı, Türkiye’de farklılıkların tanınması adına kimlik siyasetine adeta sınırsız destek vermiş olan liberal aydınlar şimdi bu imtiyaz taleplerini kabul edilemez buluyorlar. Oysa kimlik siyaseti imtiyaz taleplerini doğurur. Ben söylemiyorum, Benjamin Arditi söylüyor bunu. Meksikalı siyasetbilimci Liberalizmin Kıyılarında başlıklı eserinde farklılıkları esas alan kimlik siyasetinin haklı eşitlik taleplerini haksız imtiyaz taleplerine dönüştürdüğünü anlatıyor. “Kimlik siyaseti”, diyor, “başlangıçta çok açık bir dışlama deneyimine tepki olarak doğmuştu. Ama çok geçmeden kendi kendine gönderme yapan bir muhakemenin içine hapsoldu. Hemen her şey mağdur bir grubun mensuplarına yönelik saldırı olarak görülebiliyordu.”

Ne kadar tanıdık bir haleti ruhiye değil mi? Şimdi düşünelim... Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler veya başka gruplar adına yürütülen kimlik siyasetleri adı geçen grupları toplumun başka kesimleriyle yakınlaştırıp kaynaştırıyor mu, yoksa eskisinden daha fazla bir kopukluğa mı yol açıyor?

Bana kalırsa toplumsal gruplar arasındaki farklılıkların bu kadar öne çıkması, yani kimlik siyaseti farklı gruplar arasındaki mesafeyi artırıyor, aradaki kopuklukları besliyor. Hem toplumsal barış hem de eşitlik ve adalet ilkeleri risk altına giriyor. Bu noktada kimlik siyasetinin bir taraftan da liberal siyaset kuramını rehin almış olduğunu görmek gerekiyor. Eşitlik ve adalet ilkelerine dayanmayan bir “liberal demokrat siyaset” anlayışı nereye varır, onu da liberal arkadaşlar düşünsün. Ama hepimizin üzerinde düşünmemiz gereken bir nokta var: Arditi’nin sözleriyle “eşit bireyler için eşit haklar yerine özel gruplar için özel haklar” talep eden kimlik siyasetinin bizi götüreceği yerde çatışma, ayrışma ve eşitsizlik olacak. Bu işin çaresi farklı grupların ortak veya benzer özelliklerini esas alan bir siyaset dili kurmak. Bizim yıllardır ayrıştırıcı (olumsuz) milliyetçiliğe karşı bütünleştirici (olumlu) milliyetçiliği savunmamız da bunun için.

Yazının devamı...

Çözüm Süreci mi, ‘Kuzey Suriye’ mi?

Biz burada saf saf “Çözüm Süreci devam etmeli” falan diye konuşup duruyoruz ama Sürecin taraflarından biri çoktan başka limanlara yelken açmış bulunuyor. 6-7 Ekim olayları bunu açıkça göstermişti ama anlamadık. Kürt Siyasi Hareketi bugün itibarıyla açıkça Çözüm Sürecinin karşısında konumlanmış durumda. Aslında başından beri böyleydi. Bunu cezaevindeki Öcalan’ın kendi kişisel konumu üzerinden yürüttüğü bir pazarlık olarak görüyorlar öteden beri. Hem HDP hem Kandil hem de Avrupa… Ama Apo’nun örgüt tabanı üzerindeki etkinliği yüzünden bunu açıkça ifade edemiyorlar. “Serok Apo” falan diye slogan atmaya devam ederken aynı zamanda İmralı’daki Apo’yu etkisiz elemana dönüştürmenin hesaplarını yapıyorlar.

Çözüm Süreci’nin temelinde biliyorsunuz PKK’nın silahlı mücadeleden vazgeçmesi talebi var. Oysa Kürt Siyasi Hareketi’nin tepe kadrosu kendilerini silah bırakmaya zorlayan bir iç veya dış konjonktürün mevcut olmadığını düşünüyor. Bu durumda Öcalan’ın çağrılarını dinlermiş gibi yapıp kendi bildiklerini okumaya devam ediyorlar.

Türkiye’de Çözüm Süreci başladığından beri silah patlamıyor, insanlar ölmüyorlar… Bu güzel tablo hepimizi etkiliyor, sürecin sürdürülüp tamamlanmasını arzu etmemizi sağlıyor. Ancak Kürt Siyasi Hareketi silahları patlatmasa da elinde tutmaya devam ediyor ve elinde silah bulunması sayesinde belli yerlerde fiili bir baskı yönetimi işletiyor. Silahlı gücünü sivil halk üzerinde baskı aracı olarak kullanıyor. PKK adına kurulan sözde mahkemelerde insanlar yargılanıyor, işadamlarından vergi adı altında haraç toplanıyor. Birçok köyde seçim sandıklarından HDP dışında hiçbir partiye oy çıkmıyor.

İkincisi, Suriye iç savaşı dolayısıyla Kürt Siyasi Hareketi’nin önüne çıkan fırsat Çözüm Süreci’ni iyice anlamsız hale getirdi. Yıllardır hayalini kurdukları bağımsız Kürt devletinin gerçekleşmesi fırsatı bulduklarını düşünüyorlar. Artık “getirisi sadece Türkiye’deki Kürtlere demokratik haklar verilmesinden ibaret olan” Çözüm Sürecine muhtaç değiller...

Kobani ile dayanışma adı altında sergilenen 6-7 Ekim vahşeti Siyasi Kürt Hareketi’nin çözüm süreci konusunda şartların yeniden konuşulması talebini devlete iletme yöntemiydi. Ancak devlet “şartlar değişmedi, kırmızıçizgilerimiz yerinde duruyor” mesajıyla buna karşılık verdi. Bunun üzerine o günkü uluslararası konjonktürün de etkisiyle sular bir süre yeniden duruldu. Ama bugünlerde “Kuzey Suriye” meselesi tekrar karşımızda… Çünkü PKK’nın bu bölgedeki rakibi IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon eliyle yürütülen mücadele PKK’nın Suriye kanadına yeniden alan kazandırdı. (Bu arada Kürt kantonlarını birbirine bağlamak için arada kalan toprakların Türkmen ve Arap ahalisine karşı “etnik temizlik” başlatıldı. Ama bu kimsenin umurunda olmadı…)

Kontrol ettiği topraklar elinden alınıp PYD’ye verilen IŞİD buna karşı doğrudan PYD’ye yönelik intikam saldırılarına girişti… Bunun üzerine, birkaç hafta önceki seçimde barajı aşsınlar diye ulusalcı arkadaşlarımızın da oy verdiği, HDP’liler “Türkiye’nin desteklediği IŞİD Kürtleri katlediyor” diye bir propagandayla insanları sokağa dökme provalarına başladılar. Türkiye’nin Suriye’de desteklediği gruplar arasında IŞİD’in bulunmadığını, tam aksine bu örgütün mevcudiyetinin bile Türkiye’nin çıkarlarına tehdit oluşturduğunu bölgeyle ilgilenen herkes biliyor. İkincisi, Kobani ve çevresinde PYD güçleriyle savaşan IŞİD unsurları da büyük oranda Kürtlerden oluşuyor. Yani burada bir anlamda “şeriatçı Kürtlerle komünist Kürtlerin iktidar mücadelesi” söz konusu…

PKK/HDP tayfası bu yalanlarla insanları sokağa döküp Diyarbakır’ın, Batman’ın, Van’ın sokaklarında biraz daha kan akıttığında Suriye’deki dengeleri değiştirmiş olmayacak… Ama Ankara’ya karşı “sokağı karıştırma silahı”nı kullanarak Türkiye’nin yanı başında olan bitenler karşısında elini kolunu bağlı tutmayı amaçlıyorlar. Ne var ki Çözüm Süreci’nin sürdürülmesi uğruna Türkiye’nin bu şantaja boyun eğmesi beklenmemeli…

Yazının devamı...

Koalisyon hesaplarını değiştirecek senaryo

AK Parti ile hükümet kurmak konusunda hem MHP’nin hem de CHP’nin verecekleri kararın aynı zamanda “koalisyon mu, yoksa erken seçim mi?” sorusunun da cevabı olacağını söylemiştim geçen gün. Tam olarak ne demek istediğimi anlatmak için önümüzdeki yasal sürecin nasıl işleyeceğini hatırlatmak istiyorum…

Öncelikle Meclis’in fiilen çalışmaya başlaması için Başkanlık Divanı’nın oluşumu gerekiyor. Adaylık başvurularının gerçekleşmesinin ardından beş günlük sürede seçimler gerçekleştirilecek. Meclis Başkanlığı seçimi gizli oyla yapılıyor ve en fazla dört turda tamamlanıyor. Adaylardan birinin Meclis Başkanı seçilebilmesi için ilk iki tur oylamadan birinde 367 oy almaya ihtiyacı var. Bu iki oylamada gerekli sayıda oy alan çıkmazsa üçüncü oylamada 276 oy almak gerekecek. Üçüncü oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oyu alan iki aday için dördüncü oylama yapılacak. Dördüncü oylamada en fazla oy alan üye başkan seçilecek.

Bu yasal prosedürü şunun için hatırlattım: AK Parti dışındaki üç partinin bir araya gelip hükümet kurmaları nasıl imkânsızsa Meclis Başkanı seçiminde bir araya gelmeleri de aynı derecede imkânsız. Yani CHP, MHP ve HDP’nin aynı adayın etrafında ittifak etmelerini beklemek mantıklı değil. Demek ki bu şartlar altında Meclis Başkanlığına ya AK Parti’nin adayı seçilecek ya da AK Parti’nin destekleyeceği bir başka aday. AK Parti’nin bir başka partinin adayına destek vermesinin ise tek bir anlamı olur; o da hükümet ortaklığı konusunda gerçekleştirilen karşılıklı bir anlaşmanın gereğini yerine getirmektir.

Zaten Meclis Başkanlığı için çıkarılan adaylar partilerin koalisyon konusundaki eğilimlerini az çok belli etti. Başkan seçiminin tamamlandığı gün ise Ankara’da nasıl bir hükümetin oluşacağını veya oluşmayacağını oldukça net biçimde görebileceğiz. Mesela AK Parti’nin adayı son turda kazanırsa bu partinin ne CHP’yle ne de MHP’yle koalisyon kurmayacağı belli olur. İlk iki turda partilerin kendi adaylarına oy vermesini beklemek gerekir. Ancak üçüncü turda iki partinin oylarının birleşmesi mümkün olabilir. Hangi iki parti arasında Meclis Başkanlığı konusunda uzlaşma sağlanırsa hükümeti kuracak olan iki partinin hangileri olacağı da ortaya çıkacak. Ne var ki üçüncü turda da seçim gerçekleşmez yani bir uzlaşma sağlanamaz- ise bir koalisyonun gerçekleşme ihtimalinin de olmadığını anlayacağız.

Meclis Başkanı’nın seçilmesinden sonra cumhurbaşkanı bir milletvekilini hükümeti kurmakla görevlendirecek. Görevlendirilecek bu milletvekilinin AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu olacağı muhakkak. Çünkü hükümet kurmaya en yakın sayıda milletvekiline bu parti sahip.

Davutoğlu görevi aldıktan sonra diğer partilerle görüşerek yeni bir hükümet oluşturmaya çalışacak. Partiler arasında bir anlaşma sağlanamadığı takdirde görevi cumhurbaşkanına iade edecek. Bu durumda Cumhurbaşkanı yeni bir görevlendirme yapabilir. Ancak Meclis Başkanlık Divanı’nın oluşumunun ardından geçen 45 gün içinde bir hükümet oluşturulamazsa anayasaya göre cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkisi bulunuyor.

Erken seçim kararı alınması halinde mevcut Bakanlar Kurulu görevden ayrılacak ve Cumhurbaşkanı “Geçici Bakanlar Kurulu”nu kurmak üzere bir Başbakan atayacak. En az üç ay sonra gerçekleşebilecek olan seçime kadar ülkeyi bu geçici hükümet yönetecek.

Buraya kadar anlattığım senaryo bir yanıyla anayasanın gerektirdiği, diğer yanıyla ise mevcut siyasi şartların izin verdiği sınırlar içinde olabileceklerin özeti… Bütün partiler bu muhtemel senaryo çerçevesinde adımlarını atacaklar, kararların veya tercihlerini belirleyecekler. “Koalisyon mu, erken seçim mi” sorusunun cevabını da buna göre verecekler.

Yazının devamı...

Türkiye’ye IŞİD operasyonu

Biliyorsunuz, Suriye’nin kuzeyindeki Kobani şehri uzun zamandır IŞİD güçleriyle YPG arasındaki çekişmenin sahnesi. Bu stratejik noktayı ele geçirmek veya elde tutmak her iki taraf için de önemli. İç savaş ortamında ortaya çıkan otorite boşluğu yüzünden Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın Suriye kanadı YPG tarafından oluşturulan Kürt siyasi otonomisi dolayısıyla burası Kürtler açısından ayrı bir anlam taşıyor.

Geçen yıl IŞİD’in Kobani’yi ele geçirmek üzere olduğu duyulunca Türkiye’deki Kürtler arasında da doğal olarak bir infial oluştu. Doğal diyorum, çünkü öncelikle IŞİD zalim ve vahşi bir örgüt. Rehin aldığı kişilerin kafalarını kesip bu vahşetin video görüntülerini bütün dünyayla paylaşan tuhaf bir yapı. Dolayısıyla Diyarbakırlı veya Urfalı Kürtlerin Suriye’deki akrabaları veya soydaşları adına endişe etmeleri gayet doğal. Bu endişenin çaresizlikle birleşip infiale dönüşmesi de anlaşılabilir bir durum.

Ancak problem şu ki bu infial planlı ve kötü niyetli bir dezenformasyon kampanyasıyla oluşturuldu. Bir defa, iddia edilenin aksine Kobani’de sivil halkın katliamla karşı karşıya olması söz konusu değildi. Çünkü şehirdeki sivillerin tamamı Türkiye’ye sığınmıştı. Bundan daha büyük yalan ise Türkiye’nin IŞİD’i desteklediğine ilişkin dezenformasyondu. Bu dezenformasyonun kaynağı olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kobani düştü düşüyor” şeklindeki sözleri kullanılıyordu. Yani bu sözün bir memnuniyet ifadesi olduğu, Türkiye’nin Kobani’yi IŞİD’in ele geçirmesini arzu ettiği ve bunun için bu kanlı terör örgütüne destek verdiği söyleniyordu. Gülen cemaatinin Suriye’ye yardım götüren MİT tırlarına yönelik iddiası da aynı doğrultudaydı zaten.

Oysa Erdoğan spekülasyon ve dezenformasyon nesnesi yapılan konuşmasında şunu söylüyordu: “Havadan bombalamak suretiyle bu sorunlar çözülmez. İşte IŞİD terör örgütü çıktı. Bu Suriye’de güç buldu. Bunlar İslam adına Allah-ü ekber diyerek, Allah-ü ekber diyenleri öldürüyorlar. Müslüman müslümanı bu şekilde öldürebilir mi? Müslümanın müslümana kanı, canı, malı, ırzı haramdır. Kardeşlerim şunu çok iyi bilmemiz lazım. Sadece havadan bombalamak suretiyle bu terörü sona ediremezsiniz. Aylar geçti herhangi bir netice yok. Şu anda Kobani de düştü düşüyor.”

İşte Erdoğan’ın bu konuşmasının “Kobani düştü düşüyor” kısmı cımbızlanarak Türkiye’nin IŞİD’e verdiği desteğin kanıtı olarak lanse edildi. Bölgedeki Kürtler arasında oluşan infial PKK-HDP tarafından önce devlet kurumlarına sonra da bölgedeki rakipleri olan Hizbullah cemaatinin mensuplarına yönlendirildi. Ardından 6-7 Ekim vahşeti yaşandı. Öteden beri PKK’nın söz geçiremediği çevrelerden birtakım insanlar bu hengâmede IŞİD’ci diye vahşice öldürüldü. O gece HDP’lileri sokağa çağıran şahıs ise barış güvercini oldu ilerleyen günlerde…

Dün, farkında mıyız bilmiyorum, Türkiye yeni bir 6-7 Ekim vahşetinin kıyısından döndü…

Sabah saatlerinde IŞİD Kobani’de bomba yüklü iki araçla saldırı düzenledi. Birçok insanın hayatını kaybettiği bu saldırıyı gerçekleştiren IŞİD militanlarının Türkiye’den geldiği “bilgisi” kısa zamanda dolaşıma sokuldu. Ancak, Türkiye’nin IŞİD’i desteklediğine dair bir süredir ısrarla sürdürülen algı operasyonu yeni bir meyve vermek üzereyken beklenmedik bir şey oldu. İlkin Esed rejiminin ortaya attığı, ardından PKK/HDP çevresinin yaymaya çalıştığı “IŞİD militanları Türkiye üzerinden Kobani’ye girdi” iddiasını çürüten güvenlik kamerası kayıtları ortaya çıktı. Böylece tansiyon düşürüldü. Daha doğrusu bazı bahaneler bazılarının elinden alınmış oldu.

“Türkiye partisi” olma iddiasındaki HDP yöneticilerinin bu konuda ilk andan itibaren yaptıkları açıklamalar sorumsuzca, kışkırtıcı ve açıkçası art niyetliydi. Dolayısıyla dünkü IŞİD saldırısının Türkiye topraklarından yapıldığı suçlaması kamera kayıtlarıyla çürütülmeseydi yeni bir 6-7 Ekim vahşeti yaşanabilirdi.

Yazının devamı...

Koalisyon mu, erken seçim mi?

Son seçim sonrasında mecliste oluşmuş bulunan aritmetik tablo ülkenin sosyal ve politik şartları itibarıyla ancak iki hükümet formülüne imkân veriyor. Daha 7 Haziran akşamı, seçim sonuçlarının henüz belli olduğu saatlerde ifade ettiğimiz üzere, HDP’nin içinde yer alacağı veya dışarıdan destekleyeceği herhangi bir koalisyon formülünün gerçekleşmesi mevcut sosyal ve politik şartlarımız gereğince- mümkün olmayacağı için, elde “AK Parti-CHP” veya “AK Parti-MHP” koalisyonları dışında başka bir seçenek kalmıyor.

Yine benim ilk günden beri fırsat buldukça ifade ettiğim bir başka görüşüm “AK Parti-CHP” koalisyonunun Türkiye’nin bazı büyük sorunlarının çözülmesi ve toplumsal gerilimin azaltılması yolunda daha tercihe şayan olduğu, ancak toplum kesimlerindeki hassasiyetler itibarıyla “AK Parti-MHP” koalisyonunun bundan daha kolay olduğu şeklinde...

Nitekim başlangıçta MHP lideri Bahçeli neredeyse kapılarını AK Parti’ye kapatmış olduğu yorumuna yol açan sertlikte birtakım şartlar ileri sürmesine rağmen “AK Parti-MHP” koalisyonuna giderek daha fazla şans verilmeye başlandı. Bu formülü kolaylaştıran faktörlerin başında iki partinin seçmen tabanlarının ideolojik-kültürel bakımdan birbirine yakın olması hususu çokça zikrediliyor. Eğer AK Parti’yi merkez sağ bir parti olarak görüyorsak tabanının MHP tabanı ile yakınlığının olması kadar doğal başka bir şey olamaz zaten. Ancak AK Parti tabanında MHP koalisyonuna desteğin diğer seçeneklerden çok yüksek seviyelerde olduğunu yapılan anketler de gösteriyor.

“AK Parti-MHP” koalisyonuna karşı olanlar ise öncelikle bu formülün Çözüm Süreci’ne zarar vermesi endişesini dile getiriyorlar. Bu endişe aslında yersiz. Çünkü HDP’nin yüzde 13 gibi yüksek bir oranda oy alarak meclise girme hakkı kazandığı seçimin hemen ardından bir KCK yöneticisinin “Biz cezaevindeki Öcalan’dan talimat almayız” açıklaması yapması Çözüm Süreci’nin akıbeti hakkında yeterli ipucu veren bir gelişme. Dolayısıyla iki parti arsında bu konuda çıkabilecek fikir ayrılıklarının kıymeti harbiyesinin olmasını beklememek gerekir. Ancak Kürt Siyasi Hareketi normalleşmenin sürdürülmesi konusunda bir iradeye boyun eğerse, AK Parti’nin de MHP’nin de meseleye bakışları ülkenin ve milletin bütünlüğünün korunması hedefi doğrultusunda olduğu için yeni bir isim veya yeni bir form altında da süreci devam ettirmeleri mümkün olabilir.

MHP liderliği açısından “devletin bekası” söz konusu olduğunda bunun sağlanması için kendilerinden beklenmeyen formüllere başvurmaları her zaman mümkün görülmeli. Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi konusundaki adımların vaktiyle rahmetli Türkeş tarafından başlatıldığını unutmayalım. Ayrıca MHP’deki lider otoritesi ve parti disiplini icap ettiğinde tabanda hoş karşılanmayacak kararların bile sükûnet içinde alınabileceğinin teminatı.

Ancak bunun olması için kurulacak koalisyonun bir-birbuçuk yıl sonra yapılacak bir erken seçimle sona ermeyeceği, dönem sonuna kadar sürdürüleceği garanti altında olmalıdır. Aksi takdirde MHP ile koalisyon AK Parti için faydadan ziyade zarar getirir. Son seçimde kaybettiği Kürt seçmeni geri kazanması iyice zorlaşır.

Çözüm Süreci’ni sürdürmenin muhtemel bir AK Parti-CHP koalisyonunda daha kolay olduğu, hatta bugüne kadar atılamayan bazı adımların daha büyük bir toplumsal konsensüse dayalı şekilde atılmasının mümkün olacağı söylenebilir. Ancak MHP’de varlığının avantaj teşkil ettiğini söylediğimiz lider otoritesi ve parti disiplini CHP’de yeterince mevcut olmadığı için bu partinin AK Parti ile koalisyon oluşturması zor.

Ancak hem MHP’nin hem de CHP’nin bu konuda verecekleri karar aynı zamanda “koalisyon mu, yoksa erken seçim mi?” sorusunun da cevabı olacak

Bu bağlamda erken seçim senaryolarını da bilahare konuşalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.