Şampiy10
Magazin
Gündem

Niçin ‘oy veren elim kırılsın’ diyen yok?

Bu sütunda önceki gün çıkan yazımızın başlığında bir soru cümlesi vardı: “HDP’ye oy emanet edenler şimdi ne yapacaklar?” Özetle, belirli bir somut amaç doğrultusunda 7 Haziran seçiminde oylarını “üstelik artık bütün Türkiye’nin partisi olmaya yönelmiş olan” HDP’ye emanet eden bir kesimin şimdiki hissiyatının ne merkezde olabileceğini soruyorduk. Seçimden sonra “fabrika ayarlarına” dönmekte tereddüt etmeyen ve bu çerçevede PKK’nın cinayetlerine yarım ağızla olsun itiraz etmeye yanaşmayan etnik milliyetçi partiye destek verenler yaptıklarından pişman olmuş olabilirler mi?

Bu soruyu sordum, çünkü toplumun genelinde bu sorunun daha ziyade arzu edilen cevabın işitilmesi ümidiyle sorulduğunu gördüm. Bunu soranlar aslında şöyle düşünüyorlar: “HDP’ye emanet oy verenler AK Parti’ye ve Erdoğan’a bir ders vermek istediler. Kendi partilerine oy verdiklerinde bir şeyin değişmeyeceğini gördüler, oysa HDP’nin barajı geçmesi AK Parti’nin tek başına iktidar olmasına engel olacak bir aritmetik oluşturabilecekti. Aynı zamanda Erdoğan’ın istediği Başkanlık rejiminin meclisten geçmesi de imkânsız hale gelecekti.

Doğru veya yanlış, böyle bir amaç doğrultusunda oylarını emaneten HDP’ye vermiş olan kesim şimdi oy verdikleri bu partinin PKK terörü karşısındaki tutumunu görünce pişman olmuş olmalıdır. Saz çalan eş genel başkanın tatlı diline kanıp bu partinin geçmişinden sıyrılarak ‘Türkiye partisi’ olmaya yöneldiğine inanan kişiler şimdi hayal kırıklığına uğramış olmalıdırlar...”

İşte, HDP’ye oy emanet eden kitle hakkında böyle düşünüyor toplumun geri kalanı çoğunlukla... Benim gözlemim bu... Ne var ki yine gözlemlerim bu yaklaşımın pek isabetli olmadığını gösteriyor. Yani 7 Haziran’da “belirli bir somut amaç doğrultusunda” HDP’ye oy vermiş olan söz konusu kesim seçimden hemen sonra “ateşkesi sona erdirdiğini”

açıklayıp cinayetlerine kaldığı yerden yeniden başlayan PKK ile arasına mesafe koymadı diye bu partiden yüz çevirmeye niyetli görünmüyor. Görebildiğim kadarıyla çoğunluğu eski CHP seçmeni olan bu kesim için “AKP her halükarda PKK’dan daha tehlikeli.” Dolayısıyla mevcut iktidar yapısını yerinden edecek olan her kim olursa olsun ona destek vermeye meyyal bir kitle var karşımızda. Bu PKK da olabilir, ABD de olabilir. Bu noktada çok fazla ideolojik tercih yapılmayabiliyor. Haddizatında son seçimin sonucu iktidar partisi tek başına hükümet kurabilme gücünden mahrum kaldı ama yine de “AK Partisiz bir hükümet” formülü bulunamıyor. Yani yürekler soğumadı bu kesimde hâlâ... Şunu da gözden kaçırmamak lazım: Bir kısım laik-sol seçmenin teveccühü HDP’yi bir tür “cephe partisi”ne dönüştürdü. Mevcut iktidara karşı en etkili mücadele burada verilebilir diyenlerin buluştuğu geçici bir adres. Çünkü bunlar CHP’nin gücünün yetmediği bir şeyi yapabiliyorlar: İktidarın canını acıtabiliyorlar.

Onun için seçimden sonra ateşkesi bitirdiğini açıklayan PKK, ailesiyle birlikte çarşıda-pazarda dolaşan veya evinde uyuyan savunmasız askerleri, polisleri katletmeye başlayınca terör eylemleri değil, devletin başlattığı operasyonlar eleştiri konusu oluyor. Hatta “seçim yatırımı” olarak değerlendiriliyor. Bunu yalnızca kırk yıllık HDP’liler söylüyor değil. Oylarını emaneten HDP’ye vermiş olan kesim içinde bu tür mantık dışı argümanları savunanlar da çok fazla benim görebildiğim kadarıyla... Hâsılı kelam, kendi kişisel gözlemlerime dayanarak söylüyorum, 7 Haziran seçiminde oylarını HDP’ye emanet etmiş olan ve çoğunluğu eski CHP seçmeninden oluşan kitlenin bu tercihlerinden pişmanlık hissettiğine dair emare görünmüyor pek... Ama, dediğim gibi, bunlar benim gözlemlerim yalnızca... Belki ilerleyen günlerde gelişmiş tekniklerle ve bilimsel yöntemlerle yapılacak kapsamlı kamuoyu araştırmaları bu konuda daha sağlıklı bir veri tablosuna ulaştırabilir bizi.

Yazının devamı...

HDP’ye oy emanet edenler şimdi ne yapacaklar?

Son seçimlerde HDP’yi destekleyen bir kesimin beklentisi bu partinin barajı aşması durumunda AK Parti’nin tek başına iktidar olmaya yetecek sayıda sandalye kazanamaması ve özellikle Başkanlık rejimine geçişin imkânsız hale gelmesiydi. Sonuç aşağı yukarı bu kesimin beklentilerine cevap verecek şekilde gerçekleşti. Aslında AK Parti tek başına iktidar olabilecek sayıda milletvekili çıkarabilmiş olsa dahi Başkanlık konusunda anayasa değişikliğini gerçekleştirebilecek sayıya ulaşması yine de mümkün değildi. Ancak HDP’ye destek kampanyasını yürütenler toplumun bir kesiminde özellikle Gezi Parkı olaylarından itibaren şiddetlenmiş bulunan Erdoğan karşıtlığını değerlendirmek üzere işin bu tarafını öne çıkarmayı seçmişlerdi. “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı söz konusu kesimin seçimde mobilize edilmesinde işe yaradı. CHP seçmenine “eğer kendi partinize oy verirseniz bir şeyi değiştirmezsiniz ama oyunuzu HDP’ye emanet ederseniz sonucu etkileyecek bir iş yapmış olursunuz” deniliyordu. Bu argüman da muhataplarınca belli ölçüde kabul gördü.

Bu noktada özellikle HDP’nin “Türkiye’nin partisi olma” iddiası ve bu doğrultudaki söylemi de etkili oldu. Zira HDP bir etnik milliyetçilik davası adına değil, neredeyse Avrupa tarzı bir sosyalist veya sosyal demokrat parti yaklaşımı sergiliyordu. En başta kadınlar ve gençler olmak üzere toplumun farklı kesimlerine barış, adalet ve güler yüzlü bir siyaset vadediyordu. Bağımsız Kürdistan, özerklik, öz yönetim, öz savunma vb kavramlar neredeyse hiç ağza bile alınmıyordu. Böylece Erdoğan’a veya AK Parti’ye kendilerince bir ders vermek isteyen hatırı sayılır bir kitle oylarını 7 Haziranda HDP’ye emanet etmekte beis görmedi.

Ancak seçimden sonra HDP’nin çok kısa süre içinde “fabrika ayarlarına” geri döndüğü görüldü. Daha açık ifade etmek gerekirse emanet oylarla barajı aşarak ciddi bir siyasi başarı elde etmiş olan bu parti “PKK’nın siyasi kanadı” kimliğine geri döndü. 7 Haziran’dan bir iki gün sonra PKK yöneticileri, Öcalan’ı kastederek “cezaevinde bulunan bir kişiden talimat alamayacaklarını” ileri sürerek Çözüm Sürecinin akıbetini açıkladıklarında HDP’liler buna itiraz etmediler. 11 Temmuz’da PKK ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. Gerekçe “bölgede savaş amaçlı yapılan yol ve baraj inşaatları” olarak açıklandı. 80 milletvekiliyle meclise girmiş bulunan HDP’den örgütün silahlı kanadına hitaben “neden ateşkesi bitiriyorsunuz” diye bir itiraz da gelmedi.

20 Temmuz’da meydana gelen Suruç Katliamı’nın ardından 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis memuru gece evlerinde uyurken katledildi; saldırıyı PKK üstlendi. Gerekçe IŞİD tarafından gerçekleştirilen Suruç Katliamının intikamını almak diye duyuruldu. HDP’den bu cinayete de itiraz gelmedi. 23 Temmuz’da ise Diyarbakır’da iki trafik polisi pusuya düşürülerek şehit edildi. Ardından İstanbul’da, Adana’da, Mersin’de “PKK karşıtı” kimlikleriyle tanınan kişiler “IŞİD’çi oldukları gerekçesiyle” katledildiler. HDP’nin bu cinayetlerle ilgili söyleyecek bir sözü de olmadı.

Hülasa, HDP seçimden önce iddia ettiği gibi “Türkiye’nin partisi” olmaya niyeti olmadığını, PKK’nın siyasi kanadı olarak kalmak istediğini ortaya koydu.

Şimdi, birçok kişinin samimi bir merakla sorduğu soru şu: Ortaya çıkan bugünkü tablo karşısında 7 Haziranda belirli bir amaç için oylarını HDP’ye emanet etmiş olanlar ne düşünüyorlardır?

Yazının devamı...

BBC neden PKK’yı destekliyor?

Görüyorsunuz, bugünlerde Batı basınında Türkiye’nin PKK ile mücadelesini konu alan haber ve yorumlarda devlet suçlanıyor hep. Öyle ki terör örgütü durup dururken devletin saldırısına uğramış masum bir topluluk gibi tasvir ediliyor. İktidarın seçim yatırımı olarak bu işe kalkıştığı, Erdoğan ile Davutoğlu’nun HDP’den ve Demirtaş’tan korktukları için yapay bir savaş ortamı yarattıkları vs. vs. anlatılıyor. BBC’den tutun Amerika’nın Sesi’ne kadar belli başlı uluslararası yayın organlarının çoğunda hava böyle...

Şimdi, bizim klasik komplocu yaklaşım sahipleri bu tabloya bakıp “PKK’nın arkasında Batı var zaten, bunları üstümüze onlar saldırtıyor. Bütün bu yayınlar da bunun ispatı” diyeceklerdir. Ne var ki batı basınının bunca taraflı ve hatta hasmane yayınlarına karşılık Batılı devletlerin söz konusu meseleye yaklaşımları hiç de Türkiye karşıtı bir pozisyonda değil. Başta ABD olmak üzere Fransa, Almanya, İngiltere bu süreçte Türkiye’nin teröre karşı haklı ve meşru mücadelesini desteklediklerini açıkladılar. Bunların hiçbiri usulen veya yasak savma kabilinden yapılmış açıklamalar değil. Zorunlu bir müttefik dayanışması gösterisi de değil gördüğümüz. Hatırlayacak olursanız, aynı ülkeler başka konularda “bu ülke bizim müttefikimizdir” falan demeden Hükümet’i en ağır ifadelerle eleştirdiler yakın zamanlarda. Mesela Gezi Parkı olaylarında... Şimdiyse Türkiye’nin teröre karşı haklı mücadelesini bilinçli ve kararlı bir şekilde destekliyorlar.

Demek ki Batı basınındaki Türkiye aleyhtarı yayınların devlet ve hükümetlerin bakış açısını yansıttığını söyleyemeyiz. Bana sorarsanız, problemi anlamak için uluslararası haber networkünün Türkiye ayağında kimlerin etkin olduğuna bakmak lazım. Tamam, Avrupa’daki yayın organları ne Türkiye’nin ne de özellikle iktidardaki kadronun hayranı değiller ama neticede Türkiye’den kendilerine bilgi veren kişilerin bakış açısını yansıtıyorlar. O haberler Londra’da, Berlin’de vs. yazılmıyor. Çoğunlukla İstanbul’dan yazılıp gönderiliyor. Gerçi Londra ve Berlin’de de durum aynı… Batı basınında Türkiye veya Ortadoğu muhabiri olarak çalışan veya bu kurumların Türkçe servislerinde görev yapan Türk kökenli gazetecilere bakın; kahir ekseriyeti sol kökenlidir. Hatta bir kısmı bulundukları ülkelere siyasi mülteci olarak sığınmıştır. Bunların bakış açısı da malum. (Uluslararası haber networkünün Türkiye ayağında Cemaat unsurlarının etkinliği de var ama bu apayrı ve karmaşık bir sorun...)

Diğer yandan, Batı basınında özellikle Ortadoğu konularında uzman sayılan ve buralarla bağlantıları olan kişiler de genellikle sol eğilimli meslektaşlarımızdır. Bunların irtibatları belirli çevrelerle sınırlıdır. Türkiye’yi çok az tanırlar. Dahası, tanımak istedikleri gibi tanırlar. Romantik devrimci gözlükleri vardır. Türkiye kendi vatandaşlarını katleden bir devlet, PKK ise özgürlük savaşçısıdır.

Batıdaki bu tipolojinin buradaki muadilleri ise daha tuhaf bir paradoks canlandırıyorlar: Türkiye’de marjinal sol partilerin toplumdaki desteğinin oranı belli. Ama bizim ülkemizde sol ideoloji toplumdaki desteğiyle orantısız bir güce ve etkinliğe sahip. Özellikle iş dünyasındaki sol hegemonya ilginç bir fenomen. Türk kapitalistleri şirketlerinin tepe pozisyonlarında “sermaye düşmanı” komünistlerin bulunmasını tercih ederler nedense! (Hemen endişelenmeyin, kapitalistler kendi ayaklarına kurşun sıkacak kadar ahmak olamazlar. Bahsettiğimiz sol sınıf gerçekte sermaye düşmanı, proletarya devrimcisi falan değildir; “solculuk” bu kesimin toplumun yaygın değerleriyle mesafeliliğini ifade eder yalnızca. Bizde sol budur çünkü...)

İş dünyasında özellikle medya sektörü solun egemenliği altındadır öteden beri. Okuyucularının çoğunluğu sağ partilere oy veren gazetelerin yöneticileri de yazarları da solcudur. İzleyicilerinin çoğunluğu sağ partilere oy veren tv kanalları da aynı durumdadır. Bu paradoksal vaziyet bütünüyle Türkiye’ye has bir durum değil aslında. Dünyanın her tarafında sol en fazla okumuş yazmış kesimler arasında yaygınlık kazandığı için bu kesimin doğal istihdam alanları olan sanat, medya ve reklamcılık gibi sektörlerde daha fazla görünür olmaları normal. Ama başka hiçbir yerde bu sektörlerde bizdeki şekliyle bir sol hegemonya yok. Ama bunu sol fikriyatın başarısı olarak değil, büyük ölçüde Türkiye’nin özgün sosyolojisiyle açıklamak gerekiyor.

Yazının devamı...

Çözüm Süreci neydi, ne oldu?

Son günlerde olup bitene bakıp şaşıranlar veya şaşırmış gibi yapanlar var ama aslında hiçbir şey birden bire olmadı. Çözüm Süreci diye adlandırılan İmralı’daki devlet görüşmeleri başladığında veya kamuoyuna duyurulduğunda bu girişimi destekleyen ancak işin zorluklarına da dikkat çekenlerden biriydi bu satırların yazarı. Toplumun çoğunluğuyla birlikte bu girişimi destekledik çünkü hedef PKK’nın silah bırakmasıydı. 1999 yılından bu yana devletin elinde olan PKK lideri Öcalan otuz yıldır kan dökerek sürdürdüğü mücadelenin artık bu haliyle devam edemeyeceğine ikna olmuştu. Büyük ihtimalle bu fikre ulaşmasında “barış”ın sağlanmasına yaptığı katkı dolayısıyla kişisel durumunun iyileşeceği yönünde bir beklentinin de payı vardı. Ama sebebi ne olursa olsun önemli olan Türkiye’nin önüne etnik ayrılıkçı terörün sona erdirilmesi fırsatının çıkmış olmasıydı.

Terörü bitirmesi umulan Çözüm Süreci terörün bahanesi olan Kürt sorununu çözmeye yetecek bir yaklaşımı ise içermiyordu. Çünkü günlük, pratik bir meselenin çözümüne yönelik bir projeydi bu sadece. Kürtler’in yeniden kendilerini millet bütünlüğünün parçası olarak görmelerini sağlamayı vaadetmiyordu. Hatta belki de ayrışmayı tetikleme riski barındıran tavizler verilmesini gerektirebilecekti bu süreç. Ama atılacak adımların bir tür “toplumsal barometre” karşısında belirlenecek olması bu riski azaltıyordu. Çünkü hükümet toplumun rıza göstermeyeceği bir karar alamazdı. Sandıklı demokrasi bunun teminatıydı.

Üstelik hiç değilse akan kanın duracak olması bile tek başına böyle bir fırsatın (hatta Öcalan gibi her türlü pazarlığa açık yapıdaki birinin cezaevinde bulunması anlamında “şansın”) denenmesini gerektiriyordu. Dolayısıyla “yetmez ama evet” dedik bu girişime. Ancak işin zorluğu muhataplarınızın akıl ve mantık çerçevesinde ve iyi niyetle tavır alma ihtimalinin düşük olmasındaydı. Nitekim öyle oldu.

Öcalan 2013 Nevruz’unda Diyarbakır meydanında okunan mesajında silahın bırakılması ve silahlı unsurların sınır dışına çekilmesi çağrısı yapmıştı. Nevruz’dan sonra silahlı militanların yavaş yavaş sınır dışına çekilmeye başladığı duyulduysa da çok kısa bir süre sonra bu çekilme durdu. Silahlı eylemler de durmuştu gerçi ama silah bırakılmış değildi. PKK’nın silahlı gücünü özellikle sivil halk üzerinde baskı aracı olarak kullanarak köylerde, şehirlerde kurduğu “paralel hükümet” birimleri daha da pervasızlaşmıştı. PKK adına kurulan sözde mahkemelerde insanlar yargılanıyor, işadamlarından vergi adı altında haraç toplanıyordu. Devlet birimleri ise süreç zarar görmesin diye bunlara karşı sessiz kalıyorlardı. Yani süreç olumsuz yönde işlemeye başlamıştı. Bunun üzerine hükümet kamu düzeni şartını sürecin kırmızıçizgisi olarak ilan etti ve “bölge”de kamu otoritesini yeniden tesis etmeye yönelik adımlar atmaya çalıştı.

Ne var ki örgüt ne verdiği sözleri yerine getirmeye ne de saygıda kusur etmez göründüğü Öcalan’ı dinlemeye niyetliydi. Çünkü Kandil’e göre Çözüm Süreci öncelikle Öcalan’ın cezaevi koşulları ve bir gün serbest kalabilme imkânı demekti. Örgütün şimdiki yöneticileri ise ne uğruna olursa olsun kurulu düzeni ve sahip oldukları imkânları terk etmeye razı değillerdi.

Bu arada Suriye’de bazı gelişmeler olmaktaydı. Suriye’nin kuzeyinde üç ‘kanton’ bu bölgedeki siyasi otorite boşluğundan yararlanan PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eline geçiverdi. Bunun üzerine Türkiye’deki Kürt Siyasi Hareketi’nin bütün ayarları bir anda bozuldu. Yıllardır hayalini kurdukları bağımsız Kürdistan’ın gerçekleşmesi fırsatı bulduklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla artık “getirisi sadece Türkiye’deki Kürtlere demokratik haklar verilmesinden ibaret olan” çözüm sürecine de muhtaç değillerdi... Son dönemdeki şımarıklığın asıl sebebi buydu. Uluslararası dengelerin önlerini açtığını düşünüyorlardı. Çözüm Süreci’nin üstüne tamamen sünger çekip “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyasına yönelmeleri bundandı.

Ancak kendilerine ümit verenler Ankara’nın tek bir hamlesi üzerine arkalarındaki desteği çekiverince büyük bir hayal kırıklığına uğradılar bir kere daha. Bugünkü çılgınlıkları da bundan...

Yazının devamı...

Çözüm Süreci devam edebilir miydi?

Türkiye’yi yönetenler başından beri “Kürt sorunu” ile “terör sorunu”nu birbirinden ayrı ele almaya çabaladılar. Evet, bunları birbirinden ayırmak gerekiyor. Ama her ikisini de aynı anda ele almadığınız takdirde ne yaparsanız yapın sorun tam olarak çözülemiyor. Yangın söndürülemiyor. Söndürülmüş gibi görünüyor ama içten içe yanmaya devam ediyor. Tıpkı 1990’lı yıllarda askeri operasyonlarla terör örgütünün nefes alamaz hale getirilmesi gibi. Devletin gücü her durumda bir terör örgütünün belini kırmaya yeter. Ama karşınızdaki terörün arkasında bir sosyal psikoloji varsa ortadan kaldırdığınızı düşündüğünüz o terör örgütü bahçedeki biçilmiş yaban otları gibi bir mevsim sonra yine yeşerir, hatta eskisinden daha da gür bir şekilde gelişip büyür.

Eğer 1990’lı yılların askeri politikalarına sosyal ve kültürel politikalar da eşlik etmiş olsaydı, söz gelimi Kürtçeyle ilgili anlamsız yasakların kaldırılması gibi adımlar atılabilseydi bugünkü durum belki daha farklı olabilirdi. AK Parti hükümetleri döneminde ise Kürtlerin sosyal ve kültürel haklarının iadesine yönelik önemli adımlar atıldı ama bu adımlar atılırken terör örgütünün etkisizleştirilmesi yolunda gereken askeri önlemlere aynı yoğunlukta başvurulamadı. Süreç boyunca bu yöndeki eleştirilerini ifade etmiş biri olarak bugün rahatlıkla bunu hatırlatabiliyorum.

“Kürt sorunu” ile “terör sorunu”nun birbirinden ayrılması doğru değildi çünkü. Nitekim AK Parti hükûmetleri döneminde Kürt sorununun çözümü konusunda devrim niteliğinde reformlar yapıldığı halde terör örgütünün zayıflatılması mümkün olmadı. Bir yandan TRT’nin bir kanalı Kürtçe yayına ayrıldı, Kürtçenin kullanılması ve öğretilmesi yolunda hiçbir engel bırakılmadı... Kürtler rahatsız oluyor diye okullardan “andımız” bile kaldırıldı... Diğer yanda ise yollar, barajlar, hatta nakdî sosyal yardımlar ulaştırıldı Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlara... Ama ne kimlikle ilgili açılımlar ne de devasa boyuttaki hizmetler ayrılıkçı siyasete gönül veren kitlelerin kalbini ısıtmaya yetmedi. Çünkü bütün bunların PKK’nın silahlı mücadelesi sayesinde olduğuna inandılar. “PKK elinde silahıyla bastırmasaydı devlet bize bu hakları vermeyi aklının ucundan geçirmezdi” diye düşündüler.

Ne diyordum? Eğer 1990’lı yılların askeri politikalarına sosyal ve kültürel politikalar da eşlik etmiş olsaydı bugün durum farklı olabilirdi. Hem silahlı unsurları hiç acımadan yok eden hem de Kürt vatandaşlarının taleplerine şefkatle eğilen bir devlet imajı çizilebilseydi... O dönemde bu yapılamadı. Ama sonraki dönemlerde de yapılamadı. Devletin sadece bir yüzünü gördü insanlar. Oysa devletin iki yüzü olmalıydı. Roma tanrısı Janus gibi...

Asıl önemlisi şu: Daha 2009’da Müzakere Süreci başlatılırken yazdığım gibi, çözüm için önce işin teorik zemini tahkim edilmeliydi. O günden bugüne kadar hiç bıkmadan belki yüzlerce defa değindiğim üzere, ortak bir millet tanımı üzerinde uzlaşma sağlanmalıydı. “Türkler ve Kürtler” diyerek düşünmeden dilinizde bile ayırdığınız insanları bir arada tutmanın başka yolu yoktu.

Çözüm Süreci’ne gelince... Çözüm Süreci işin günlük/pratik tarafıyla ilgili bir fırsattı. Devletin her iki yüzünü de gören ve bilen Öcalan kendi şahsi pozisyonunun iyileşmesi ümidiyle PKK’nın silah bırakmasını sağlayacak bir girişime ikna olmuştu. Ama çok uzun süre örgütünün başında bulunamadığından olsa gerek, kendisine “serok” diyenlere istediğini yaptıramadı. Çünkü bugün örgütün yönetimine gelmiş olan eski adamları silah bırakıp sınır dışına çekilmeyi kendi varlık gerekçelerinin ortadan kalkması olarak gördüler ki haklıydılar. Bunların derdi artık Kürt sorununun şöyle veya böyle çözülmesi değil, kendi düzenlerini koruyup yaşatmaktı. PKK örgütü onlar için bir mücadele aracı değil, vazgeçilemez bir habitat anlamı taşıyordu. Dahası, Suriye iç savaşının doğurduğu şartlarda bu ülkenin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulma ihtimalinin ortaya çıkması her şeyi değiştirdi. HDP de beyaz Türklerin desteğiyle barajı aşıp meclise girince Öcalan iyice etkisizleşti. Seçimden hemen sonra KCK liderliğinin yaptığı “Cezaevindeki birinden talimat alamayız” açıklaması her şeyin özetiydi. Çözüm Süreci çoktan bitmişti zaten.

Yazının devamı...

PKK neden çıldırdı sanıyorsunuz?

PKK ve müttefikleri epeydir “Türkiye’nin IŞİD’e yardım ve destek verdiğine” ilişkin bir algı oluşturmak peşindeler biliyorsunuz. Derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmek olan umum liberal-sol muhalefet de asılsız, temelsiz ve açıkça yalan olduğunu herkesin bildiği bu propagandayı siyasi amaçla kullanmaktan geri durmadı. Gülen cemaati ise en başından itibaren MİT tırları spekülasyonuyla bu işin içindeydi. Hükümetin Suriye’nin kuzeyindeki Bayırbucak Türkmenlerine yardım götürdüğünü açıkladığı tırların IŞİD’e silah taşıdığına ilişkin iddialar bilahare 6-7 Ekim cinayetlerine de bahane oldu. PKK güçleri Kobani’de sıkıştığında Türkiye’yi IŞİD’e yardım etmekle suçladılar, sokağa dökülüp masum insanları katlettiler.

Suruç saldırısı sonrasında da aynı iddialar derhal gündeme geldi. PKK hücreleri “Suruç’taki saldırıda hayatını kaybeden insanların intikamını almak için” kalleşçe pusu kurup askeri, polisi katletmeye başladılar. Oysa Suruç katliamı olsa olsa Suriye’nin kuzey bölgesinde otorite boşluğu yüzünden açığa çıkan toprağı ele geçirme kavgasının Türkiye sınırlarına taşmasıyla ilgili olabilirdi. Buna rağmen göz göre göre Türkiye’yi suçlamak, ateşkesi bitirdiğini açıklamak ve kalleşçe cinayetlere kaldığı yerden yeniden başlamak akılla ve mantıkla açıklanabilecek bir tutum değil. Öyleyse bizim bildiğimizden veya gördüğümüzden daha başka bir sebebi olmalı PKK’nın bu mantık dışı ve çılgınca tavrının.

Gerçi Çözüm Süreci’ni hiçbir zaman içlerine sindirmediklerini, İmralı’daki devlet görüşmeleri neticesinde Öcalan’ın açıkça çağrıda bulunmasına rağmen silah bırakmak ve sınır dışına çekilmek gibi şartları hiçbir zaman uygulamaya başlamadıklarını biliyoruz... Suriye iç savaşının ortaya çıkardığı fırsatları çözüm sürecine tercih ettiklerini biliyoruz... “Rojava devrimi” adını verdikleri fırsatı kullanarak kuzey Suriye’de bağımsız bir Kürt devleti hayali uğruna kan dökmeye devam etmeyi yeğlediklerini biliyoruz... Aynı zamanda PKK-HDP kodamanlarının Çözüm Süreciyle birlikte Öcalan’ı da İmralı’ya gömmek istediklerini biliyoruz... Seçimden önce “emanet oyları” partisine çekmek için ne özerklik ne öz yönetim ne de öz güvenlik kavramlarını ağzına almayan siyasi kanadın seçimden sonra fabrika ayarlarına dönmekte beis görmediklerini biliyoruz... Biliyoruz ama yine de anlaşılamayan, çözülemeyen bir bit yeniği var bunca çılgınlaşmalarının gerisinde.

O bit yeniğini galiba Suruç katliamının hemen ertesinde IŞİD’e karşı başlatılan operasyon ve bu örgütle mücadele konusunda Batı Koalisyonu yani ABD ile anlaşma ve uzlaşma sağlandığına ilişkin haberler açığa çıkardı. Türkiye başından beri IŞİD karşıtı koalisyona destek veriyordu, istihbarat yardımı sağlıyordu. Ancak sadece hava bombardımanıyla bu mücadelenin başarıya ulaşamayacağını savunuyor ve Suriye sınırının içlerinde tampon bölgeler oluşturularak sahadaki dost unsurlara yardım edilmesi suretiyle IŞİD’in temizlenebileceğini anlatıyordu müttefiklerine Ankara. Anlaşılan o ki son bir kaç aylık süreçte yaşananlar bu konuda Ankara’nın tezinin doğruluğuna ikna etti Amerikalıları. Şimdi Türkiye’nin öngördüğü model çerçevesinde ve Türk askerinin daha etkin rol alacağı bir mücadele başlatılıyor IŞİD’e karşı.

Yani PKK en büyük rakibi ve düşmanı IŞİD’e karşı etkin bir mücadeleye giriştiği için Türkiye’ye savaş açmış görünüyor. Bunda bir mantık olamaz elbette. Öyleyse bir başka ayrıntı daha olmalı. Mesela, bir önceki mücadele konseptinde PYD güçleriyle işbirliği ve IŞİD’den temizlenen alanları PYD’ye bırakmak şeklindeki uygulamadan ABD’nin vazgeçmiş olması böyle bir ayrıntı olabilir. Oluşturulacak tampon bölgelerin denetiminin de Türkiye’de olması hasebiyle IŞİD’den boşaltılacak arazinin bu mücadelede işbirliği yapılacak unsurlara, yani ÖSO güçlerine bırakılması akla daha yakın olduğu için PKK son zamanlarda bu kadar çılgınlaştı belki de.

Yazının devamı...

Kırk katır mı kırk satır mı?

Suriye’nin kuzeyinde egemenlik kurmak amacıyla birbiriyle rekabet halinde olan iki güç var. IŞİD ve PKK. Bizim açımızdan sıkıntı her iki gücün de Türkiye’nin dostu olmayışı. Ama aynı zamanda her ikisine karşı aynı mesafede duran başka bir müttefik gücün de mevcut olmayışı. Dolayısıyla Ankara bu şartlarda ne yaparsa yapsın kimseyi memnun edemiyor. Özellikle Kürt Siyasi Hareketinin etkili propagandası ülkedeki Kürt vatandaşların devlete cephe almasına yol açıyor. Çünkü Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtler bizim vatandaşlarımızın akrabası. PKK propagandası Türkiye’nin IŞİD’e karşı bu insanların yanında yer almadığını, hatta buradaki masum Kürtleri katletmesi için IŞİD’e yardım ettiğini ileri sürüyor. Bir yalanı kırk kere tekrarlarsanız inanan birileri çıkar. Olan şey budur.

Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği iddiasının deli saçması olduğu için konuya daha insaflı yaklaşan bazı muhalifler ise “Gerçi IŞİD’e destek yok ama etkili bir mücadele de yok” eleştirisinde bulunuyorlar. Bu kesimin iyi niyetini ve samimiyetini kabul etmemiz durumunda şunu sormak lazım: Kimin adına ve ne için yapılacak IŞİD’le mücadele? PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde alan kazanması için mi? Türkiye bunu neden yapsın?

Deniliyor ki “Buradaki Kürtlerin de kendi devletlerini kurmalarından Türkiye neden rahatsız?” Bir defa herhangi bir devletin kendi sınırlarının dibinde kurulmaya çalışılan bir devlete destek vermesi mecburiyeti olduğunu düşünmek delilik. İkincisi, bu bölgede hâkimiyeti ele geçirip etnik temelde bir devlet kurma amacıyla mücadele veren güç “Türkiye’ye dost” bir güç değil. Geçmişte Ankara’nın Kuzey Irak’ta bir Kürt otonomisinin oluşumuna da itirazı vardı ama bugün Barzani yönetimiyle son derece sıcak ve sıkı ilişkileri var. Çünkü o günlerde KDP ve KYB “Türkiye’ye dost” bir pozisyonda değillerdi. Bugünse pozisyonlarını değiştirmek durumunda kaldılar. Demek ki mesele “Kürt devletine karşı olmak” veya “Kürtlerin de bir devletinin olmasını takıntı konusu yapmak” diye tanımlanacak kadar basitleştirilemez. Eğer bugün Kuzey Suriye’de egemenlik mücadelesi vermekte olan güçlerden biri “Türkiye’ye dost” olsaydı Türkiye’nin buna neden destek vermediği sorulabilirdi belki. Ama böyle bir durum yok.

Bir de şu argüman var: Türkiye bunlarla Rojava’da işbirliği yaparsa içeride devam etmekte olan müzakere sürecine de faydası olur bunun. Tam aksine Kürt Siyasi Hareketi mensuplarının “Rojava baharı” diye heyecanla karşıladıkları gelişme müzakere sürecini zehirleyen en önemli faktör. Çünkü bağımsız bir Kürt devleti hayalinin gerçek olma fırsatı ortaya çıktığında bunun Türkiye’deki mücadele için de bir çıpa olacağını, dolayısıyla müzakere sürecine gerek kalmadığına hükmettiler. Yani silah bırakmadan, taleplerinden geri adım atmadan başarıya ulaşacaklarını düşündüler. Muhtemelen güvendikleri başka karlı dağlar da var...

Uzun sözün kısası, Türkiye’ye iki seçenek sunuluyor: Kuzey Suriye’de ya IŞİD’in at koşturmasına göz yumacaksın, ya da PKK’nın. Çünkü her ikisini birden ortadan kaldırmaya gücün yetmez. Oysa üçüncü bir seçenek bulunmak zorunda. Aksi takdirde kaybeden taraf olmaktan kurtulamayız. Üçüncü seçenek her ikisi de “Türkiye’ye dost” olmayan bu güçlerin her ikisini de etkisiz hale getirebilecek yeni bir düzen tesisi demek. Bunu yapmak içinse günlük siyasi çıkar hesaplarından ve ideolojik takıntılardan sıyrılıp Suriye siyasetimizde beklenmedik bir manevra gerçekleştirmek gerekir. Bugünlerde kurulması söz konusu olan bir AK Parti-CHP koalisyon hükümeti bunun için fırsat olabilir.

Yazının devamı...

Aslında ne oluyor?

Suruç’ta gerçekleşen tüyler ürpertici katliamın “Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar, iç barışımızı hedef alıyorlar” gibi basmakalıp laflarla geçiştirilmesi yanlış. Olan şey şudur: Suriye’nin kuzeyinde IŞİD ile PKK arasında devam eden kanlı mücadele coğrafi ve demografik şartlar gereğince Türkiye sınırlarının içine kadar uzanmıştır. Çünkü PKK’nın ana gövdesi Türkiye sınırları içindedir. Kürt Siyasi Hareketi ise bu durumu fırsata dönüştürerek toplumsal tabanını konsolide etmek amacıyla kullanmaktadır. Aklı başında herkese fazlasıyla saçma gelen “IŞİD’i Türkiye destekliyor” propagandasının amacı budur.

Malum, Suriye iç savaşının ardından bu ülkede oluşan otorite boşluğu özellikle iki grubun önünü açtı: El Kaide’den ayrılan unsurların oluşturduğu IŞİD ve PKK’nın Suriye kolu olan PYD. Her ikisinin de ortak özelliği iç savaş boyunca Suriye rejimine karşı savaşmamış olmak. Bu iki örgüt ülkenin kuzeyinde denetim oluşturmak üzere bilhassa son iki yıl içinde aktif görünüyorlar ve birbirleriyle kıran kırana bir mücadele veriyorlar. Türk kamuoyu Kobani’nin ele geçirilmesi sürecinde bu mücadelenin farkına vardı daha çok. Zira PYD denetimindeki Kobani şehrinin IŞİD tarafından kuşatıldığı günlerde Kürt Siyasi Hareketi benzeri az görülmüş bir propaganda kampanyasıyla ortalığı ayağa kaldırdı. “Kobani’de şeriatçı Araplar kadın-çocuk demeden sivil Kürtleri katlediyorlar. Türk hükümeti de bunlara göz yumuyor, hatta destek veriyor” deniliyordu. Bu propaganda etkili oldu, Kürtler arasında büyük bir infial oluştu. Gençler sokağa döküldü. Bizzat HDP eş genel başkanının çağrısıyla başlayan olaylarda PKK karşıtı gruplara mensup olmaktan başka “suçu” olmayan masum insanlar da hunharca katledildi. Hem Kandil’in otoritesini tanımayan bu gruplara hem de devlete gözdağı verilmeye çalışıldı.

Kobani konusunda örgütün iddiaları doğru olsaydı bile bu cinayetlerin meşru görülmesi yine kabul edilemezdi ama insanları sokağa döken propaganda bütünüyle yalanlara dayanıyordu. Her şeyden önce Kobani’de sivil halkın katliamla karşı karşıya olması söz konusu değildi. Çünkü şehirdeki sivillerin tamamı kısa bir süre önce sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmıştı.

Diğer yandan olup bitenleri “Kürtlerin katledilmesi” diye açıklamak da bir çarpıtmaydı. Zira bölgede PKK’nın en büyük rakibi durumundaki IŞİD’in silahlı unsurları da çoğunlukla Kürtlerden müteşekkil. Komutanları bile bir Kürt. Aralarındaki fark ideolojileri ve politik angajmanları. Bir anlamda, şeriatçı Kürtlerle komünist Kürtler bölgeyi denetim altına almak için birbirleriyle savaşıyorlar. Elbette arkalarında da başka başka güçlerin desteği var. Ne de olsa Suriye iç savaşı, ilk günlerden beri ifade ettiğimiz üzere, bir proxy savaş. Yani içeride savaşanların büyük bölümü başkalarına vekâleten savaşıyorlar aslında burada. Bilerek veya bilmeyerek...

PKK propagandası Türkiye’nin IŞİD’i destekliği iddiasını Kobani olaylarından beri yaymaya çabalıyor. Son olarak Suruç katliamını da doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye fatura etmeye kalkıştılar biliyorsunuz. Bu çok insafsızca bir suçlama ama politik anlamda akıllıca. Çünkü böylece kendi kitlesinin öfkesini diri tutabiliyor, sosyal tabanını konsolide ediyor. İlaveten Gülen Cemaati ve bilumum sol muhalefet de bu yalanı yayma çabası içinde. Çünkü dertleri üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Oysa Suriye iç savaşı için proxy savaş dedik. Orada hangi grupların kimler hesabına savaştığı veya hangi grupları hangi güçlerin hangi amaçlarla desteklediği herkesin malumu... Gizlisi saklısı kalmadı hiçbir şeyin... Türkiye’nin IŞİD’i desteklemesinin söz konusu olmadığı, bu örgütün varlığının Türkiye’nin çıkarlarına tehdit oluşturduğu ortada.

Elbette Türkiye’nin Suriye politikası eleştirilebilir. Nitekim en başından beri sorumluluk duygusu içinde aklımızın yettiği, dilimizin döndüğü kadarıyla bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama eleştiri başka, kime hizmet ettiği bilinmeyen kirli propagandaya alet olmak başka bir şey... Gerek milliyetçi, gerekse solcu aydınlarımız bunun farkında olmalılar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.