Şampiy10
Magazin
Gündem

Avrupa uygarlığının Yunanistan’a borcu

Avrupalılar’ın Yunanistan’a her konuda gösterdiği sonsuz hoşgörünün sebebi olarak bugünkü Batı medeniyetinin temelinde Yunan kültürünün bulunması dolayısıyla bu ülkeye duyulan borçluluk hissi var kimilerine göre. Nitekim Yunanlılar da har vurup harman savurarak harcadıkları milyonlarca euro’luk Avrupa kredilerini geri ödememek için “Asıl sizin bize borcunuz var, biz olmasaydık bugün Avrupa uygarlığı diye bir şey olmazdı” diyorlar.

Peki, Avrupa uygarlığının Yunan kültürüne borcu bugünkü döviz kuruyla ne kadar tutuyor? Bu miktar Almanlar’a olan borçlarını karşılıyor mu? Şaka bir yana, kültürler arası alışveriş çok karmaşık bir süreç. Hangi kültürün hangi kültürden neler aldığını, neler verdiğini tek tek hesaplamak imkansız. Ancak bugünkü Avrupa uygarlığının oluşumunda Yunan kültürünün katkısının hangi ölçülerde “olmadığını” belirlemek mümkün olabilir belki.

Avrupa medeniyeti mevcut kimliğini modernite dediğimiz süreçte kazandı. Modernite çoğunlukla Protestan Reformu ve kültür alanında canlanmayı ifade eden Rönesans süreçlerinin eseri olarak görülür. Aslında Reformun önemi Kilisenin egemenliğine son verilmesinin yolunu açmasından. Yoksa söz konusu “din reformu”nun Modern Çağ’ın laik karakterini oluşturan bir girişim sayılması yanlış. Bilakis Protestan inanışı Katoliklerin temsil ettiğinden çok daha katı bir din anlayışı getirmiştir. Ama neticede, dediğim gibi, Kilisenin tahakkümünü zayıflattığı için modernitenin gelişimi bakımından önemi var.

Rönesans hareketinin modernitenin oluşumunda oynadığı rol de tartışmalı bir konu... Rönesans aslında ortaçağlarda yüz çevrilmiş bulunan Latin ve Yunan sanatına geri dönüş modasından ibaret gibi görünür... Ancak bu akımı daha 12. yüzyıldan itibaren ticari canlanmanın başladığı Avrupa kentlerinde ortaya çıkan burjuva sınıfının arayışlarından ve ihtiyaçlarından ayrı düşünemeyiz. Tıpkı Reformasyon gibi...

Aslına bakarsanız Modernite adını verdiğimiz süreç bütünüyle burjuvazinin kendi ihtiyaçları ve arayışları çerçevesinde -büyük ölçüde içgüdüsel olarak- inşa etmeye giriştiği yeni bir dünya demek. İnsanı, daha doğrusu insan tekini, yani bireyi merkeze alan yeni bir dünyanın inşasından bahsediyoruz. Buradaki inşaat harcında kullanılan malzeme arasında Yunan kültürü de var ama her şeyden önce “ilerleme” inanışını ve Tanrının krallığını dünya üzerinde kurma düşüncesini üreten Yahudi-Hıristiyan dünya görüşü kadar belirleyici bir malzeme değil bu. Cermen etno-kültürel dünyasına ait değerlerin ve sosyal leitmotivlerin kapitalist burjuva dünya görüşünün oluşumundaki katkısı da Yunan kültürünün katkısından daha az değil herhalde.

Avrupalıların önce Endülüs aracılığıyla, sonra Haçlı seferleri vasıtasıyla İslam uygarlığından ödünç aldıkları bilimsel bilgi ve metodoloji anlayışı da önemsiz olmasa gerek. Haddizatında Avrupalıların daha önce antik Yunan felsefesiyle tanışıklıkları da Müslümanlar üzerinden gerçekleşmişti. Diğer yandan, iki bin yıldan daha uzun bir süre önce antik felsefeyi üretmiş olan bir kültür muhitini temsil yetkisinin bugünkü Yunanistan’a ait olup olmayacağı da bir tartışma konusu... Ama ondan daha önemli bir diğer problem ise Yunanistan’ın vaktiyle Batı Avrupa’ya ihraç ettiği kültürel değerlerin aslında kendi malı olup olmadığı konusu...

Antik Yunan kültürünün oluşumunda Anadolu’nun, Mısır’ın, Mezopotamya’nın payı yok sayılamaz. Bu durumda Avrupa’yı Yunanistan’a borçlu sayarsanız Yunanlıları da Mısır’a, Irak’a, Suriye’ye ve Türkiye’ye borçlu saymak gerekebilir!

Yazının devamı...

Fenike Kralının kızı, duy sesimizi!

Toponomi ve onomastik çalışmalarından öğrendiğimize göre, Avrupa ve Asya adlarını üzerinde yaşadığımız toprakların eski sakinlerinden Fenikelilere borçluyuz. Ege kıyılarında yerleşmiş bulunan bu topluluk, bulundukları yerin doğusundaki yerlere Asya (Asu), batıda kalan yerlere ise Avrupa (Ereb) dermiş. Zaten, Grek mitolojisinde de Avrupa (Europa) Fenike kralı Agenor’un kızının adı olarak geçer. Fenikeliler Semitik bir kavim. Sami dillerde Asu kelimesi güneşin doğduğu taraf, Ereb güneşin battığı taraf anlamına geliyor. Yunanca’ya “Asia” ve “Evropa” biçiminde geçen bu isimler modern batı dillerine de bu şekilde girmiş. Yani, coğrafyacıların ayrı bir kıta değil, Avrasya kıtasının bir bölümü olarak kabul ettikleri Avrupa’nın adlandırılması da aslında göreli bir yaklaşımın ürünü.

Zaten bölgenin coğrafi sınırları belirsiz olduğu için Avrupa adlandırması coğrafi olmaktan ziyade kültürel bir anlam taşıyor ve kültürel aidiyeti ifade ediyor. Ama kültürel sınırların çizilmesi coğrafi sınırların çizilmesinden de zor. Kültürel sınırları Hıristiyan değerlerinin hakim olduğu saha ile belirlemek gerektiği görüşü geniş ölçüde kabul görüyor. Ama Ortodoks kilisesinin etki bölgesini bu sahanın içinde görmek isteyenlerin sayısı çok az. Avrupa’nın kültürel sınırlarının Doğu Roma-Batı Roma ayrışmasında belirlendiğini düşünenler Rusya’dan Yunanistan’a kadar uzanan ve eski Doğu Bloku ülkelerinin çoğunu kapsayan Ortodoks kuşağını Avrupa sınırlarının dışında görüyor. Bu görüştekiler modern Batı medeniyetinin beslendiği kaynaklar arasında Yunan kültürünün iddia edildiği kadar önemli bir yer tutmadığını da savunuyorlar.

Batı Roma’nın hakimiyet bölgesinde ise Latin-Cermen ayrışması var biliyorsunuz. Bu ayrışma Reformasyon çağında Katolik-Protestan ayrışmasına dönüştü. Reformasyon bile başlangıçta Roma sınırları dışındaki bölgelerde kabul görmüş olduğu için, kendilerini Roma’nın asıl temsilcisi sayan Latinler Germenleri “Avrupa-dışı” sayma eğilimindedirler.

Aslına bakarsanız Germenlerin Avrupalılaşması çok yeni bir olaydır. Doğu Roma da Germenleri yabancı unsur olarak görür. İkinci Haçlı seferleri sırasında İstanbul’a gelen toplulukları, dönemin Bizans tarihçisi Kinnamos şu sözlerle anlatıyor: “Keltoi ve Germanoi ve Galatoi ve eski Roma’nın çevresinde kim yaşıyorsa ve Brittioi ve Bretanoi ve kısaca bütün Batı dünyası harekete geçmişti. Bunlar Avrupa’dan Anadolu’ya geçip, yolda Türklerle savaşıp ve Filistin’deki kiliseyi tekrar ele geçirip Kutsal yerleri kurtaracakları iddiası gibi bahaneler ileri sürüyorlardı. Fakat gerçekte niyetleri Romalıların topraklarına saldırıp almak ve önlerine gelen her şeyi ezmekti.”

Bizanslının Haçlı ordusunu “Roma’yı yağma etmek için yola çıkan barbar sürüsü” diye nitelemesinde pek de yanlışlık yoktu. Çünkü Kudüs’ün Birinci Haçlı Seferinden beri Hıristiyanların elinde olduğundan habersiz bu güruh Kudüs’ü kurtarmak üzere yola çıkmıştı. Roma’nın varisi olan Bizans’ın bundan şüphelenmesi normaldi. Diğer yandan, büyük kısmı yeni yeni Hıristiyanlaşmakta olan bu topluluklar, geçmiş 500 yıl boyunca Roma topraklarına saldırıp yağma ederek edindikleri kötü şöhreti değiştirmek için henüz fırsat bulamamışlardı.

Ama aradan geçen bin yıl çok şeyi değiştirdi. Avrupa’nın bir ortak kimlik edinme sürecinde Ortodoks dünyası dışarıda kaldı. Kuzeyliler ise Avrupa kimliğinin asli unsuru haline geldi.

Bugün, Yunanlılar da dahil olmak üzere Slavları dışarıda bırakan bir Avrupa haritasına itiraz edilmeyebilir; ama Almanların, İngilizlerin, İskandinavların yer almadığı bir Avrupa tahayyül edilebilir mi?

Yazının devamı...

Haziran’dan bu yana değişenler

Ne siyasette ne de sosyal hayatta olaylar her zaman istediğimiz gibi gelişmiyor. Bazen iyi senaryo gerçekleşiyor, bazen kötü senaryo. Ama galiba beklediğimiz iyi senaryolar daha az gerçekleşiyor. Sözgelimi 8 Haziran sabahı her bir siyasi aktör kendisiyle ilgili mümkün senaryoları masanın üstüne yatırıp hesap yapmaya başladı. Görebildiğimiz kadarıyla bugün o hesapların çoğu boşa gitti. Çünkü genellikle iyi senaryolar gerçekleşmedi. Mesela MHP önce “HDP’li bir hükümet formülasyonu içinde yokum” tavrıyla kendi tabanında ve genel olarak sağ seçmen nezdinde olumlu puan topladı; ama sonra “ne olursa olsun herhangi bir koalisyon içinde yer almam, hatta hiçbir azınlık hükümetine de destek vermem” tavrı sonucunda ülkenin HDP’li bir hükümete mahkum edilmesinin günahını üstlendi. En azından toplumdaki algı bu yönde. MHP yönetiminin “iktidar nimetinden fedakarlık etmek uğruna da olsa siyasi duruşumuzdan taviz vermeyiz” mesajı döndü dolaştı “herkes gibi biz de önce siyasi çıkarımızı düşünürüz” mesajına dönüştü halkın gözünde.

Keza AK Parti’nin de iyi senaryoları gerçekleşmedi. Bu parti içinde CHP ile veya MHP ile koalisyon kurulmasından yana olanların değil, erken seçime gidip şansımızı bir kere daha deneyelim diyenlerin dediği oldu. Ama bu ikinci grubun kafasındaki senaryo bu değildi. “MHP herhalde HDP’li bir hükümetin kısa süreli de olsa ülkeyi yönetmesine izin vermeyeceğine göre seçime kadar iş başında kalacak bir AK Parti azınlık hükümetine destek verir” diye düşünüyorlardı. Gerçi MHP’den bu anlamda bazı sinyalller hatta taahhütler de aldıkları söyleniyor ama siyasette kapalı kapılar arkasında verilen sözlerin değeri olmuyor pek. Dolayısıyla beklenen iyi senaryo değil, hiç beklenmeyen kötü senaryo gerçekleşti AK Parti açısından da.

Bu durumda gerek MHP’de gerekse AK Parti’de farklı seçenekleri savunmuş olanların haklı çıkmaları son tahlilde bir kıymeti harbiye taşımıyor. Önemli olan toplumun genelinde ve özellikle kendi seçmen tabanları nezdinde partilerin bu süreçte yaptıklarının nasıl değerlendirildiği. Yaklaşık iki ay sonra gerçekleşmesi beklenen erken seçim işte bu değerlendirmenin yapılacağı platform olacak. Yani parti yöneticilerin o günkü tabloya bakıp “7 Hazirandan bu yana ne değişti ki” dememeleri gerekir. Çünkü hem 7 Haziran’da seçmenin verdiği mesaja genel anlamda nasıl bir mukabelede bulunulduğu hem de partilerin ve liderlerinin spesifik olarak bir hükümet kurulması konusunda nasıl bir performans sergiledikleri toplumun ve tabanların yaklaşımını değiştirebilecek ölçüde önemli.

7 Haziran’dan bu yana siyasette dengeleri değiştiren bir diğer faktör de PKK terörünün yeniden azmış olması. Biliyorsunuz, PKK ve destekçileri “savaşı” hükümetin başlattığını, böylelikle erken seçimde milliyetçi seçmenin oylarını AK Parti’ye yöneltmeyi planladıklarını iddia ediyorlar. Hem içeride hem dışarıda bu deli saçmasına inanmak isteyenler de çıkabiliyor. Çünkü insanoğlu inanmak istediğine inanır sonuçta. Ama koskoca bir toplumu aptal yerine koymak veya çocuk kandırır gibi kandırabileceğini düşünmek akıllıca değil. Her şey her kesin gözü önünde olup bittiği için bu tür iddiaların anlamı yok. Yani terör örgütleriyle mücadele ediliyor diye sandıktan iktidar partisine ekstra oy çıkacağını düşünmek mantıksız. Çünkü bir ülkede terör olayları artmışsa, her gün şehit haberleri alınıyorsa, insanların can güvenliği azalmışsa bundan dolayı işbaşındaki kadrolara desteğin artacağını düşünmek pek gerçekçi olmaz. Zaten PKK terörünün azması iktidar açısından kötü senaryolardan birinin gerçekleşmesiydi.

Yazının devamı...

İzmir’deki o laf sizi kurtarmaz

Fikrimi baştan söyleyeyim: HDP eş başkanı Demirtaş’ın “PKK silah bırakmalı” çağrısı olumlu bir gelişme. Gerçi bunca zaman boyunca işlenen cinayetlere sesini çıkarmayıp şimdi tam da HDP’nin seçim hükümetinde yer almasının sorgulandığı bir dönemde bu açıklamayı yapmasında içtenlik aramak boşuna; ama olsun... Sebebi ne olursa olsun önemli olan meşru zeminde siyaset yapmak zorunda olan bir yapının meşruiyetin kaynağı olan milletle karşı karşıya gelinemeyeceğini görmüş olmasıdır. Zaten bu tür gruplar demokratik sistemin içine ne kadar girerlerse o kadar hukuka ve millet iradesine baş eğmek zorunda kalırlar. Demokrasinin güzelliği budur...

Öyle ki PKK’nın 7 Haziran sonrasında apar topar ateşkesi bitirdiğini ilan edip başlattığı yeni terör süreci biraz da HDP’nin meşru bir zeminde güçlü bir aktör olması ihtimaline karşıydı... Ama tek sebep bu değil. En büyük sebep de değil... Bilhassa konunun uluslararası dengelere müteallik boyutu önemli. ABD’nin İran’la yakınlaşma adımlarının hem PKK hem de Suriye’deki Esed rejimi açısından paha biçilemez bir ümit kaynağı olduğunu görmezden gelemeyiz. Zaten PKK’nın çözüm sürecinden vaz geçip ateşkesi bitirmesi ve terörü tırmandırması Türkiye’nin iç dengelerinden çok Ortadoğu bölgesindeki dengelerle ilgili olarak alınmış bir karara dayanıyor. Dolayısıyla HDP’nin veya Demirtaş’ın bu hususta ne düşündüğünün çok fazla anlamı yok.

HDP veya Demirtaş açısından Anayasa gereği kurulacak seçim hükümetinde yer almak önemli olabilir... Buna bir engel oluşmasına karşı tedbir almak gerekebilir... Keza, yenilenen seçimlerde yeniden yüksek oranda bir oy almak önemli olabilir... Bunun için toplumun çeşitli kesimlerine 7 Haziran öncesindeki gibi sevimli bir görüntü vermek zorunda olabilir... Oylarını HDP’ye emanet etmiş olan kesimleri elden kaçırmamak için bir şeyler yapması gerekebilir. Ama bunların hiçbirinin ne Kandil için, ne PKK’nın Avrupa kanadı için bir önemi olmadığından Demirtaş’ın da İzmir’de söylediği o lafın çok fazla arkasında durabilmesi zor.

Ancak, arka planından bağımsız olarak, Demirtaş’ın açıklamasının yeni taraftar kitlesini oluşturan bir kesim üzerinde iyi bir tesir bıraktığı muhakkak. Politik tercihlerini savunmak için etnik ayrılıkçı bir terör örgütünün işlediği cinayetleri savunmak zorunda kalmaktan kurtulacaklarını ümit ederek bir parça ferahladılar bu arkadaşlar. Ama bu ferahlamanın uzun süreli olmayacağını düşünseler iyi ederler. Eninde sonunda aynı noktaya gelecekler. Tıpkı etnik ayrılıkçı terör hareketini başlangıçta “masum talepler” adına destekleyen liberal-sol aydınların bugün gelinen noktada PKK’nın her yaptığına hak verip meşruiyet tanımaları gibi...

Yani çeşitli -haklı veya haksız- sebeplerle geleneksel politika araçlarından ümidi kesip en sonunda HDP sempatisi limanına demir atmış olanlar bugünkü cinayetlerin sorumluluğunu da yüklenmek zorundalar. Çünkü Kürtçü hareketin bütün tezleri ve talepleri haklı olsa bile silah kullanmayı, insan öldürmeyi haklı kılacak şartlardan yine de söz edemezsiniz. Hele hele neredeyse bütün gerekçeleri ortadan kalktıktan sonra PKK terörüne sempati duymak veya meşruiyet atfetmek ancak topluma karşı duyduğu nefretle, öfkeyle dengesi bozulmuş hastalıklı bünyelerin işi olabilir. Akıl, mantık ve vicdan buna cevaz vermez. Dolayısıyla Demirtaş’ın İzmir’de söylediği laf yalnızca söylenmiş olmakla kalırsa sizi bu sorumluluktan kurtarmaz.

Yazının devamı...

Avrupa Birliği’nin IŞİD’den farkı

Kendi derdimiz başımızdan aştığı için belki duymamış olabilirsiniz, geçtiğimiz hafta içinde Slovakya hükümeti, ilginç bir açıklamada bulundu. Avrupa Birliği’nin Suriyeli göçmen kriziyle ilgili yeni düzenlemesi kapsamında kendi payına düşen sayıda Suriyeli göçmeni ülkeye alırken, bu göçmenlerden sadece Hristiyan olanları kabul edeceğini belirtti. Bu dışlayıcı tavır kadar ilginç olan husus bazı cılız eleştiriler çıkmış olsa da bunun çok da konuşulan, tartışılan bir konu haline gelmemesiydi.

Bizim eski “Uyvar Vilayeti”miz olan bu ülke Demir Perde yıkıldıktan hemen sonra Almanlar tarafından Avrupa Birliğine üye yapılmıştı. Dolayısıyla birliğe üye her ülke gibi Slovakya’nın bu türden karar ve uygulamaların da otomatikman Avrupa standardı değeri kazanıyor. Bu bakımdan diğer Avrupa ülkelerinin ve bu arada Brüksel’in söz konusu kararla ilgili bir tavır alması gerekir. Slovakların bu dışlayıcı yaklaşımına itiraz edilmediği takdirde Avrupa Birliği idealinin IŞİD’in dünya görüşünden pek fazla farkı olmadığı ortaya çıkar.

Elbette Slovakların bu tuhaf kararı Avrupalıların tamamının bu meseleye bakışlarını temsil etmiyor. Mülteci politikaları çoğunlukla insanların dinine-diline bakmaksızın belirleniyor. Ama böyle bir damar da var Avrupa’da. Ve bu damar güçlü bir damar… Slovakların AB kararını uygulamak üzere ülkelerine kabul edecekleri, üstelik topu topu 200 kişiden ibaret, mültecileri dinine göre seçme tavrı birçoklarına normal görünüyor. Dolayısıyla bu noktada bütün bir kıta üzerinde rastladığımız Avrupalılık tanımına ilişkin farklı yaklaşımların ortaya çıkardığı büyük bir kırılmayla karşı karşıya bulunuyoruz., son yüzyıldan itibaren yoğunlaşan Avrupalı kimliğinin tanımlanmasına ilişkin tartışmalarda güçlü bir kanat en geniş ortak payda olarak Hıristiyanlık değerlerini öne çıkarıyor. Ama Hıristiyanlık kadar Aydınlanma hareketinin de ürünü olan bugünkü Avrupa bu konuda ikilem yaşıyor. Bunun bir örneği birkaç yıl önce Avrupa Birliği ülkelerinin ortak kültür değerleri tartışması çerçevesinde gündeme geldi: hatırlayacak olursanız, Fransa ve Hollanda’nın halk oylamaları sonucunda güdük kalan bir AB Anayasası girişimi olmuştu. Bu anayasa taslağı uzunca süren tartışmalar neticesinde meydana gelmişti. AB bünyesi içindeki Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu’nun, bu anayasayı hazırlamak için yürüttüğü çalışmalara ilişkin yapılan tartışmalarda din meselesi önemli bir yer tutuyordu.

Konvansiyon Başkanı Valéry Giscard d’Estaing ile görüşen o zamanki Papa II. Jean Paul, Avrupa kültürünün temelini Hıristiyanlık oluşturduğuna göre ortak anayasada Hıristiyanlığa yönelik bir atıf olmasını istemişti. Polonya, İrlanda, İtalya ve Slovakya gibi ülkeler de, Avrupa değerleri Hıristiyanlık değerleri demek olduğundan Avrupa kimliğinin köklerinin bu mirasta aranması gerektiğini savunarak Papa’nın talebine destek çıkmışlardı.

Ancak sonradan ortaya çıkan ve artık hükmü kalmamış bulunan- anayasa taslak metninde dini bir referans bulunmadığı görüldü. Çünkü dini kimliklerin yerine seküler esaslı milli vatandaşlık kimliklerini getirmiş olan Aydınlanma’nın ürünü durumundaki bugünkü Avrupa kültürünü Hıristiyan kimliğine indirgemek bütün bir modernite mirasını da çöpe atmak anlamına gelirdi. Ancak Avrupa Birliği’ni bir “Hıristiyan kulübü” olarak görmek isteyen damar hâlâ çok güçlü. Açıkçası Avrupa’nın tarihî yürüyüşünde bir gerileme anlamı taşıyan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği önündeki önemli engellerden birini de oluşturan bu anlayış en son Slovakya’nın Suriyeli mülteciler kararında da kendini göstermiş oldu.

Yazının devamı...

HDP’li hükümeti bu toplum kaldıramaz

Siyasi partilerimiz bir koalisyon hükümeti kurmayı başaramadılar. Geriye tek bir seçenek kaldı: Cumhurbaşkanının bir “seçim hükümeti” ataması. Anayasaya göre, bu hükümette partilerin milletvekili sayıları oranında temsil edilmesi gerekiyor. Yani burada HDP’li bakanlar da yer alacak. HDP hâlihazırda meşru bir parti ama bu legal boyutun arkasında bambaşka bir tablo daha var. Herkes biliyor ki bu parti kendine ait iradesi olan, politikalarına ve eylemlerine kendi başına karar verebilen biri yapı değil. Nitekim seçimden önce söyledikleri bütün sözleri yutmak zorunda kalsalar bile PKK’nın cinayetlerine, ses çıkarmayı bırakın, gerekçe üretmeye çalışan bir tutumdalar bugün. İsteseler de başka türlü davranamazlar. Ama zaten bugün istemedikleri bir şeyi yaptıklarını da söyleyemeyiz. Çünkü siyasi kanadıyla, silahlı kanadıyla bunlar yekvücut aslında… Ortak bir amaç doğrultusunda ortak bir stratejiye bağlı olarak faaliyet gösteriyorlar. Silahlı kanat ateşkesi bitirdiğini açıklayıp Türkiye’ye karşı savaş açtığında siyasi kanat “ben yüzde onüç oy alıp mecliste 80 sandalye kazandım, illegaliteye destek vermem” diye itiraz etmiyor. O da gereğini yapıyor. Siyasi kanat için de, silahlı kanat için de Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti kurulma fırsatı Türkiye’deki Kürtlerin bütün taleplerinin karşılanmasından daha önemli. Çünkü ne olursa olsun Türkiye’deki kazanımları sınırlı olacak… Ama Suriye’nin kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti Türkiye’deki Kürtlerin de bağımsızlığa doğru yürüyüşlerinin güvencesi olacak.

Öcalan’la yürütülen müzakereler itibarıyla PKK artık geçmişteki “bağımsız Kürdistan” hayalini terk etmek bir yana özerklik talebini bile askıya almıştı. Geldikleri yer yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması talebinden ibaretti. Ama iç savaş dolayısıyla oluşan otorite boşluğu PKK’nın Suriye kanadının belirli bölgelerde etkinlik kazanmasına yol açınca eski hayaller dirildi. Her zamanki gibi bazı Batılı güçlerin kendilerine göz kırptığını da görünce, zaten hiçbir zaman içlerine sinmemiş olan ve Öcalan’ın kendisini kurtarmak için icat ettiğini düşündükleri Çözüm Süreci’ne sırtlarını dönüverdiler.

Ne var ki Suriye’nin kuzeyinde oluşturmaya yöneldikleri bağımsız Kürt devletinin önünde bazı engeller vardı. IŞİD’e karşı savaşmaları için batılı güçlerden teşvik görmüşlerdi ama bu güçlerin kendilerini yarı yolda bırakacaklarının emareleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Türkiye ile ABD anlaşmış, IŞİD’e karşı mücadelenin sahada ılımlı muhalefete dayanarak yapılmasına karar verilmişti. Yani IŞİD’in elinden kurtarılacak toprak PKK’ya kalmayacaktı. İşte bunun üzerine PKK ateşkesi bitirip saldırılarına başladı. Türkiye’yi bu işten vazgeçirmek ümidiyle, vaz geçiremezse de bunun intikamını almak amacıyla her gün askerimizi, polisimizi şehit ediyor PKK. Kandil’in politikalarından ayrı, kendine ait bir ajandası bulunmayan siyasi kanat da bu kanlı kampanyanın propaganda ayağını yürütüyor.

Bütün bu tablodan bağımsız olarak bakıldığında bile, PKK her gün askerimizi, polisimizi şehit ederken bu örgütün siyasi kanadının seçim hükümetinde yer alacak olması kabul edilemez. HDP’li bir hükümeti bu toplum kaldıramaz. Bu hükümetle gidilecek seçimden de kimseye hayır gelmez. Sandıktan hiç beklenmedik sonuçlar çıkabilir. Benden söylemesi…

Yazının devamı...

Erken seçimin gündeminde ne olacak?

Her seçimin özel bir “gündem”i oluyor. Mesela Öcalan’ın yakalanması 1999 seçiminin gündem konusuydu. Meclisteki partilerin bugünkü gibi bir araya gelip koalisyon kuramadığı günlerde artık emekliliğe hazırlanan DSP lideri Ecevit bir çeşit “seçim hükümeti” kurmakla görevlendirilmiş ve seçime kadar ülkeyi yönetmesi için kurduğu azınlık hükümetine diğer partiler güvenoyu vermekte tereddüt etmemişti. Ne var ki PKK lideri Öcalan’ın Amerikalılar tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi sandalye sayısı bakımından mecliste dördüncü sıradaki partinin genel başkanının kısa süreli ve geçici başbakanlığı dönemine rast gelmişti. 1999 seçiminin en başat gündem maddesi bu hadise olduğu için toplumun bu konudaki memnuniyetinin ifadesi olarak Ecevit’in partisi seçimi birinci sırada tamamlamıştı. Ancak bu seçimin ertesinde Ecevit başkanlığında kurulan koalisyon hükümetinin başarısızlıkları ekonomik kriz ile Gölcük depremi gibi gündem maddelerine yansıyınca 2002’deki erken seçimin sonucu bugüne kadar devam edecek olan AK Parti iktidarlarının başlangıcını beraberinde getirdi.

Sonraki yıllardaki seçimlerin de hep özel gündemleri oldu. Elbette yalnızca genel seçimler için değil yerel seçimler veya referandumlar için de geçerli aynı şey. Söz gelimi 1989 seçiminin gündemi yolsuzluk iddialarıydı. O gündem Dalan’ın seçimi kaybetmesine yol açtı. Onun yerine gelen sosyal demokrat belediyenin yolsuzlukları ve beceriksizleri ise 1994’te Tayyip Erdoğan isminin Türk siyasetinde kalıcı bir aktör olarak sahneye çıkışını sağlayacaktı. En son yerel seçimleri hatırlayın: Gündemde Gülen cemaatinin paralel devlet yapılanması vardı. O seçimde kullanılan oylar halkın büyük çoğunluğunun bu konudaki görüşünü ve tutumunu ifade diyordu.

30 Mart 2014’teki yerel seçimlerin hemen ardından Ağustos ayında gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimi de aşağı yukarı aynı gündemle idrak edilmişti. Fakat 7 Haziran 2015’e gelindiğinde artık gündem değişmiş bulunuyordu ve kurucu lideri cumhurbaşkanı seçilmiş olan AK Parti yeni bir genel başkanla girdiği seçimde dramatik ölçüde oy kaybına uğradı. Bu tarihi başarısızlığın sebeplerini anlamak için 7 Haziran seçiminin gündemini analiz etmek gerekiyor. 7 Haziranın gündeminde Cemaatin 17/25 Aralık operasyonlarının üzerine gidilip bütünüyle giderilememiş olan tortularının yanı sıra Başkanlık sistemi tartışmaları ve Çözüm süreci konusundaki belirsizlikler vardı. Ayrıca önceki yıllarda başka ağır gündem maddelerinin altında kaldığı için öne çıkamamış başka bazı sorunlar da olmadık bir zamanda su yüzüne çıkmıştı.

Şimdi önümüzde yeni bir seçim daha var. Son seçimin oluşturduğu meclis aritmetiğinden bir koalisyon hükümeti çıkaramamış olan siyasi partiler çok kısa bir süre sonra halkın karşısına çıkıp yeniden oy isteyecekler. Söz konusu erken seçimin gündeminde öncelikle ülkenin hükümetsiz bırakılması meselesi yer alacak ve muhtemelen bu işin suçlusunun kim olduğuna ilişkin tartışma ekseninde gerçekleşecek seçimler. Ayrıca 7 Haziran seçiminin hemen ardından patlak veren terör saldırıları bağlamında gelişen tartışmalar da önümüzdeki seçimin gündeminin oluşmasında etkili olacak görünüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.