Şampiy10
Magazin
Gündem

Harvard’da demokrasi yok

Önceki gün üniversite rektör seçimleri hakkında yazdığım yazıya (“Rektör Seçimleri ve Ucuz Muhalefet”) gelen tepkiler bazılarımızın (veya birçoğumuzun) siyaset dışında tutulması gereken konulara günlük siyaset kavgalarından bağımsız bakamadıklarını gösteriyor. Bunlar her meseleye aynı gözle baktıkları için de okuduklarını pek anlamıyorlar.

Cumhurbaşkanlarının rektör atamalarında üniversitede gerçekleşen oylama sonuçlarına itibar etmek zorunda olmadığını (çünkü burada yapılan bir seçim değil, eğilim belirleme anketi) söylediğinizde Ahmet Sezer’in veya Tayyip Erdoğan’ın tercihlerinden söz ettiğinizi sanıyorlar.

Bu tür muhataplarla bir sistem tartışması yapmak kolay değil. Ama mesele bir sistem meselesi…

Özetle dediğim şu: Bir üniversiteyi yönetecek kişinin o üniversitenin mensupları tarafından kendi aralarından seçilmesi doğru yöntem gibi görünmüyor bana. Bu yöntemle “en doğru yönetici”yi bulmak mümkün değil çünkü.

Benim “eğilim belirleme anketi” dediğim oylamalarda gördüklerimiz bunun kanıtı: Buradaki oy verme tercihlerinde en başta siyasi kriterler rol oynuyor ki bunu zikretmeye bile gerek yok, herkes görüyor. Sağcı sağcıya, solcu solcuya oy veriyor. Sonra hemşehrilik, etnik kimlik gibi özellikler devreye giriyor. (Bazı Anadolu üniversitelerinde hocaların “şehrin yerlisi” ve “misafir” şeklinde ayrıştığını duyuyoruz!) Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de mesleki dayanışma meselesi var. (Tıpçılar tıpçılara, hukukçular hukukçulara ilâh... oy veriyor.)

Dolayısıyla üniversitenin nasıl yönetileceğine odaklı bir yaklaşımla yapılmıyor seçimler. Böyle yapılması mümkün de değil zaten. Oy verme işleminin doğasından dolayı...

İşte ben de diyorum ki üniversite rektörlerinin seçimle göreve gelmesi yanlış.

Bir fabrika sahibi olduğunuzu düşünün, fabrikanızın müdürünü nasıl belirlemeyi tercih ederdiniz? Fabrika çalışanlarının aralarından birini demokratik usulle seçmelerini mi isterdiniz, yoksa gerek fabrikanın içinden gerekse dışından bilgisine, vizyonuna, tecrübesine ve yeteneklerine bakarak bir yönetici mi arayıp bulurdunuz bu görev için?

Harvard’ından Oxford’una kadar, dünyadaki en iyi üniversitelerin rektörleri bu ikinci usulle belirleniyor. Oralarda yeterince gelişmiş ve yerleşmiş bir demokrasi anlayışı mevcut olmadığı (!) için pek seçime önem vermiyorlar. Seçim yapsalar da herkese oy kullandırmıyorlar. Herkese oy kullandırılan üniversitelerde ise seçilen rektöre geniş yetkiler vermiyorlar. İngiltere’de bazı üniversitelerde rektörü öğrenciler seçiyor mesela. Ama bu üniversitelerin rektörleri neredeyse sembolik yetkilerle görev yapıyorlar. Asıl yetki yönetim kurullarında veya mütevelli heyetlerinde oluyor.

Elbette her ülkenin üniversite modeli kendi tarihi tecrübesi ve alışkanlıkları çerçevesinde şekilleniyor. Ama rektör seçimi konusunu demokrasi kriteri olarak tartışan başka bir toplum yok benim bildiğim kadarıyla.

Peki, bütün bu tartışmaları geride bırakıp asıl meseleyi ele almak, yani üniversitelerimizin akademik bağımsızlık içinde bilim üretilen kurumlar olarak gelişmesini sağlamak için ne yapmalı?

Bunun için herhalde askeri yönetim döneminin şartlarında hazırlanmış yükseköğretim yasasının ve YÖK’ün yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Ama bunu klasik solcu şablonlara göre yapmaya kalkışırsanız üniversiteler ya Armutlu ya da Çarşamba olur. O zaman İhsan Doğramacı’yı da mumla ararsınız.

Yazının devamı...

Rektör seçimleri ve ucuz muhalefet

Hiç düşündünüz mü, bizdeki siyasi muhalefetin iktidara yönelttiği eleştiriler neden iktidarın kendi içinden gelen en küçük özeleştiri örnekleri kadar bile etkili olamıyor?

Kimse kusura bakmasın, izlenen muhalefet anlayışının içtenlik ve iyi niyet kokusu taşımıyor olması bunun sebebi. Bu meselenin temelde siyasi kültürümüze ait bir mesele olduğu da muhakkak. Yani bugün iktidarda olan kadrolar yarın muhalefette yer alacak olsalar özlediğimiz muhalefet tarzını bize gösterebilirler mi, ondan da emin değilim. Çünkü bizde muhalefet anlayışı analitik değil, refleksif.

Mahalle maçlarında acemi futbolcular ayaklarına gelen topa “gelişine” vururlar ya bizdeki muhalefet de önüne gelen gündem konusuna gelişine vuruyor. Herhangi bir konuda iktidarın doğru bir şey yapmasına ihtimal vermeyen bir muhalefet anlayışıyla iktidarın yaptığı ne olursa olsun karşı çıkıyor. Hatta kimi zaman el ele verip hep birlikte sahip çıkmamız gereken bazı millî konularda bile muhalefet sırf muhalefet etmek için tamiri imkânsız yanlışlar yapabiliyor.

Muhalefet denen şeyi öyle görmüşüz, öyle öğrenmişiz. Muhalefeti “Hubb-ı Ali’den değil, buğz-ı Muaviye’den” dolayı yapıyoruz. Yani hükümetin yaptığı bir işe ülkemizin hayrına olmadığını düşündüğümüz için değil, iktidarı yıpratmak amacıyla karşı çıkıyoruz. Ama bunu yaparken ülkemize zarar verip vermeyeceğimizi veya toplumumuzu bir kazanımdan mahrum edip etmeyeceğimizi hesap etme gereği duymuyoruz. Avrupalıların deyimiyle, “Leğendeki kirli suyla beraber içindeki bebeği de” düşünmeden sokağa atıyoruz. Mesela Balkan Savaşları sırasında “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın” diyebilen bir sözüm ona muhalefet örneği var geleneğimizde.

Rektör seçimleri hakkında söylenenlere bakın. Muhalif siyasetçiler, muhalif aydınlar, muhalif gazeteciler günlerdir veryansın ediyorlar. Üniversitede yapılan seçimlerde en çok oyu alan rektör adayı değil, ondan daha az oy alan kişi atanmış. “Demokrasi bu mu!” diye haykırıyorlar. Bu eleştiriyi yapanlar cehaletlerinden dolayı bu lafları söylemiyorlarsa kötü niyetli ve samimiyetsiz bir muhalefet anlayışıyla karşı karşıyayız demektir. Çünkü mevcut YÖK sistemi içinde üniversite rektörleri seçimle değil, atamayla belirleniyor. Seçim adı verilen süreç “eğilim belirleme” amaçlı bir tür anket aslında. Doğru olan sistem budur demiyorum, hali hazırda mevcut olan sistem bu. Beğenmiyorsanız bu sistem değişsin dersiniz ama “neden cumhurbaşkanı en çok oyu alan adayı değil de ikinci oy alanı atadı” diye feryat etmek için ya cahil olmak lazım ya da kötü niyetli. Unutmayın ki çok bayıldığınız önceki cumhurbaşkanları da aynı şeyi yaptı. Çünkü sistemin gereği bu.

Aslına bakarsanız, mevcut YÖK sisteminin iyi yanları da var, kötü yanları da. Rektörlerin seçimle değil atamayla belirlenmesi de öyle. Mesela İstanbul Üniversitesinde tıp fakültesi mensuplarının sayısal çoğunluğundan dolayı bugüne kadar top mensubu olmayan hiçbir rektör gelmedi. Sevgili doktorlarımız hangi siyasi görüşten olursa olsunlar doktor olmayan adaylara oy vermediler çünkü. Kenan Evren’den bu yana bütün cumhurbaşkanları -sıralamada birinci de olsa, dördüncü de olsa- doktor adaylar arasından birini rektör atadılar. Bu yüzden Hukuk, Edebiyat, İlahiyat, İletişim vb gibi sosyal bilim alanları hep üvey evlat muamelesi gördü. Şimdiyse en çok oy alan tıp profesörünün yerine ikinci oy alan tarih profesörünün rektör olarak atanması belki bu gidişatı tersine çevirebilir. Burası bardağın dolu tarafı. Ama cumhurbaşkanlarının tercihlerinde ister istemez siyasi kriterlerin rol oynaması mevcut sistemin zaaf noktalarından biri.

Ne var ki “idari bağımsızlık eşittir akademik bağımsızlık” da diyemezsiniz. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde üniversite rektörlerini mahalle muhtarı seçer gibi seçmiyorlar. 1970’lerde üniversitelerimizin nasıl feodal yapılara dönüştüğünü bilirsek bize gerekenin de idari değil akademik özerklik olduğunu kavrayabiliriz. Üniversiteye yönetecek kişinin oy çokluğu esasına göre belirlenmesinin akademik sonuçlarını da böylece hesap edebiliriz.

Ne olursa olsun mevcut YÖK sisteminin ihtiyaca cevap veremez durumda olduğunu görerek sorun çözücü yeni bir sistemin inşası üzerinde kafa yormamız lazım. Siyasi görüşümüz ne olursa olsun Türk üniversitelerinin akademik kalitesinin nasıl yükseltileceğine odaklanmamız lazım. Peki, bunu yapabilir miyiz?

Böylesi çözüm odaklı somut vaatlerle değil, slogan atarak veya hamaset yaparak halktan oy alabiliyorsak hayır.

Yazının devamı...

Lozan zafer mi, hezimet mi?

Biliyorsunuz, yıllardır süren bir tarih tartışması var Lozan Anlaşması hakkında. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından Birinci Dünya Savaşı’nın galipleriyle oturduğumuz masada imzalamış olduğumuz anlaşma “resmî tarih”e göre zaferdir. “Resmî gayriresmî tarih”e göre ise hezimettir. Çünkü boş yere tavizler verilmiştir, alınabilecekler alınamamıştır vs.

Ben bu tartışmanın saçma olduğunu düşünüyorum ama şimdi bu görüşümün gerekçelerini anlatmayacağım. Çünkü niyetim bir başka Lozan anlaşmasından bahsetmek. İran ile “5+1 ülkeleri” (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya ve Almanya) arasında İsviçre’nin Lozan kentinde gerçekleştirilen müzakereler sonucunda varılan anlaşmadan. Taraflar tartışma konusu olan nükleer programın akıbeti konusunda uzlaşmakla kalmadılar; aynı zamanda İran’ın yeniden uluslararası cemiyete dönüşünün yollarını da açmış oldular.

İran’la Batı dünyası arasındaki gerilimin son bulması uluslararası sahnede birçok ciddi değişimi beraberinde getirebilecek bir adım. Muhtemel ve müstakbel değişmeler Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Ne var ki Türkiye o kadar kendi iç gündemine kilitlenmiş durumda ki bu tarihî gelişmeye ilgi gösteren olmadı neredeyse. Lozan’da çerçeve anlaşmasının imzalandığı günün ertesinde yayınlanan Avrupa gazetelerinin en önemli gündemi bu haberdi. Türk gazeteleri ise İran’ın Lozan Anlaşması haberini ilk sayfalarında ya hiç görmemiş ya da pul gibi küçük anonslarla vermişlerdi. Görebildiğim kadarıyla, sadece Vatan ve Habertürk bunun istisnasını oluşturuyor. (Kendi gazetem diye söylemiyorum, haberi ilk sayfasında en geniş kullanan gazete Vatan’dı.)

Tam da bu noktada Türk basınının kalite sorunu kendini gösteriyor. Bir önceki gün şehit savcımızın teröristler tarafından propaganda amacıyla çekilip dağıtılan fotoğrafı konusunda sergilenen problemli tavır bu defa bir başka biçimde tezahür ediyor. Bu seferki belki daha zararsız gibi görünebilir ama bana sorarsanız kendi mesleğimiz açısından çok daha sıkıntılı bir durum bu. Hem basınımız için, hem de toplumumuz için… Çünkü, düşünsenize, bütün dünyanın oturup kalkıp takip ettiği bir gelişme bizim ilgimizi bile çekmiyor. Üstelik söz konusu gelişmenin belki doğrudan etkileyeceği birkaç ülkeden biri olmamıza rağmen…

Kendimize batırdığımız çuvaldızın ardından asıl konuya devam edelim: “İran’ın Lozan Anlaşması”ndan sonra özellikle bu bölgede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Özellikle İran’la olan jeopolitik temelli rekabetlerini “Atlantikçi Blok” içinde yer almanın avantajlarıyla sürdürmekte olan Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail gibi bazı ülkeler için zor günler başlıyor. Peki, bu denklem içinde Türkiye’nin payına ne düşecek. Bazı yorumcular İran’ın devreye girmesiyle Türkiye’nin batı dünyası nezdindeki öneminin azalabileceği uyarısında bulunuyorlar. Bu gerçekçi bir öngörü mü?

Bana sorarsanız, ABD’nin İran’la uzlaşması Türkiye’nin önemini, yani bölgesel gelişmelerde rol oynayabilme yeteneğini azaltmaz. Ankara ancak bölgedeki mezhep ve etnik kimlik ayrışmasına dayalı bloklaşmaların dışında kalamazsa sıradanlaşır ve önemi azalır. Açık konuşalım, İran Şii bloğunun doğal lideri. Türkiye ise kendi Sünni nüfusu itibarıyla ne Şii Bloğu içinde yer alabilir ne de Suudi ve Mısır gibi Sünni Arapların liderliğine oynama imkânına sahip. Öyleyse Ankara’nın bölgedeki etkinliğini artırması mezhep ve etnik kimlik ayrışmasına dayalı bloklaşmaların güçlenmesiyle ters orantılı işleyen bir süreç olmak durumunda.

Diğer yandan, söz konuşu anlaşmanın getirileri kadar götürüleri de var. İran’ın bazı büyük iddialarından vaz geçmesini gerektiren bir süreç başlıyor bu imzayla birlikte. Dolayısıyla Tahran sokaklarında gerçekleşen sevinç gösterilerinin alternatifleri de bir yerde hazırlanıyor olabilir.

Yani, bundan sonra İranlılar tartışacak, “Lozan zafer mi hezimet mi” diye...

Yazının devamı...

Teröre hizmet eden gazetecilik

Terör eylemleri, adı üstünde, toplumu -veya belirli toplum kesimlerini- dehşete düşürmek için yapılan eylemlerdir. Bunu unutmayalım bir defa. İkincisi, bir siyasi amaca yönelik olarak yapılır terör eylemleri. Adamın birinin kafası atınca yaptığı şeye terör eylemi denmez. Amaçsız terör olmaz yani.

Bir de şu var: Terör eylemlerinin “başarı”ya ulaşması büyük ölçüde medya sayesinde mümkün. Çünkü bir olayın toplumu dehşete düşürmesi için öncelikle toplumun bundan haberdar olması gerekir. Bunun için de kitle iletişim araçlarına ihtiyaç var. Demek ki bu noktada medyaya bir sorumluluk düşüyor. Terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürüp sürmemek bizim elimizde. Bu örgütlerin toplumu dehşete düşürmek amacıyla gerçekleştirdikleri eylemleri topluma duyururken nasıl bir yol izlemeliyiz?

Burada basın özgürlüğü ne yana düşüyor, teröre alet olmama hassasiyeti ne yana? Bu sadece bizim ülkemize has bir tartışma konusu değil. Neredeyse bütün dünyada, en azından özgür basının mevcut olduğu her yerde meslektaşlarımız bu ikilemi yaşıyor. Kimi basın özgürlüğünden yana koyuyor ağırlığını, kimi de terör örgütlerinin amacına hizmet etmekten kaçınmaya öncelik verilmesini savunuyor.

Ama her iki görüş de bir noktada buluşuyorlar sonuçta: Halkın haber alma hakkını zedelemeksizin terör örgütlerinin amaçlarına alet olmayacak bir habercilik yapmakta. Bunun için otosansür dediğimiz kurum giriyor devreye. Bizde derhal bir tür alerji oluşturan bu kavram, paradoks gibi görünebilir ama, en çok gelişmiş demokrasilerde revaç buluyor.

Mesela ABD medyası yüzyılın en büyük terör eylemi olan ikiz kuleler saldırısında bile “toplumu dehşete düşürebilecek” nitelikteki görüntüleri yayınlamadı. Üstelik bunu hükümetin talebiyle değil, kendi arzusuyla yaptı. Gerçi kimi zaman hükümetin de medyayı bu tür konularda uyarıp “rica”larda bulunduğunu biliyoruz ama ABD’de medya kurumları “terör eylemlerinin amacına ulaşması”na alet olmamak konusunda kendiliğinden bir hassasiyet taşıyorlar.

Bizdeyse durum farklı. Çağlayan Adliyesi baskınında bunu tekrar çok net gördük. Birçok gazete teröristlerin çekip dağıttıkları ve şehit savcıyı alnına silah dayanmış halde gösteren propaganda fotoğraflarını -üstelik birinci sayfalarında- yayınlamaktan geri durmadı. Yani ABD medyasının asla yapmayacağı türden bir yanlışa düşünmeden imza attı bizim meslektaşlarımız. Bilerek veya bilmeyerek...

Terörist bir eylemin yol açtığı trajediden doğrudan veya dolaylı olarak devletin kimi politikalarını sorumlu tutan yorumlar ise teröre en fazla ihtiyaç duyduğu şeyi bahşediyorlar: haklılık payesi... Oysa insanlığı terörün şerrinden koruyabilmenin tek yolu var: Masum insanları öldürmenin hiçbir haklı gerekçesi olamayacağını bir kırmızı çizgi olarak benimsemek ve bundan asla taviz vermemek.

Peki devletin veya hükümetin yanlışlarını eleştirmeyecek miyiz? Elbette eleştireceğiz ama bunu bir terör eylemi bağlamında yapmayacağız. Aksi halde terörü mazur göstermek gibi affedilemez bir hata yapmış oluruz.

Hükümet demişken, tam bu noktada şunu da söylemem gerekiyor: Yaptıkları fahiş yanlışla terörün amacına hizmet eder duruma düşen basın organlarını eleştirmek veya kınamak siyasi iktidarın hakkı, hatta görevi. Ama bu gazetelerin muhabirlerini şehit savcının cenaze merasimine almamak da bir başka büyük yanlış oldu... En başta böyle bir cezalandırmada bulunmaya hükümetin hakkı yok. Zaten buna gerek de yok. Bana sorarsanız konunun yargıya taşınmasına bile gerek yok. Toplumun göstereceği tepki yeter. Nitekim dilenen özürler, atılan geri adımlar toplumun tepkisi sayesinde mümkün oldu.

Diğer yandan, özellikle uluslararası sahnede yumuşak karnımız olan basın özgürlüğü konusunda başımızı ağrıtacak yeni gündemler yaratmamaya da dikkat etmek lazım. Üstüne üstlük haklı olduğu bir konuda yanlış tepki verip haksız konuma düşmek siyasi iktidarın arzu edebileceği son şey olmalıdır. Öfkeyle kalkan zararla oturur.

Yazının devamı...

Kudüs… Ey Kudüs!

Kudüs ve Filistin kelimeleri bizim için büyülü kelimelerdir. Duyulduğunda bizi heyecanlandıran kelimeler… Geçtiğimiz günlerde Filistin topraklarında bulunduğum beş güzel gün boyunca bu kelimelerin büyüsünün ötesinde, o coğrafyanın büyüsünü bizzat yaşadım. Haberlerden takip etmişsinizdir belki, o gezinin onur konuğu “Edebiyat”ımızın “usta”sı Nuri Pakdil’di. Filistin’e ve Kudüs’e karşı beslediği büyük aşkın nişanesi olarak senelerdir üzerinde “Kudüs” yazan gümüş bir bilekliği sağ kolunda taşıyan Nuri Pakdil seksenbirinci yaşını sürdüğü bugünlerde hayatında ilk defa Kudüs’ü ve Filistin’i görecekti. Bir grup gazeteci arkadaşımızla birlikte biz de bu anlamlı buluşmaya şahitlik ettik.

Pakdil gibi Filistin’i ve Kudüs’ü ilk defa görenlerden biri olarak ben de kendi adıma anlatılmaz bir deneyim yaşadım bu gezide. İnsanlığın ortak medeniyet tecrübesinin başladığı yerlerdeydim. Özellikle küçük mavi gezegenimizin batı yarımküresinde yaşayan toplumların neredeyse tamamının zihin ve gönül dünyalarını şekillendiren Akdeniz medeniyetinin on binlerce yıllık tarihi boyunca metafizik arayışlarımıza zemin olmuş özel bir coğrafyanın kalbindeydim…

Tek tanrı inancının beşiği kabul edilen bu topraklar bugünkü dünyadaki üç büyük dinin tabiri caizse kalbinin attığı coğrafya. İnanışa göre, tek tanrı akidesinin “baba”sı İbrahim Peygamber’in hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği ve kabrinin bulunduğu yer burada. Gerek Kitab-ı Mukaddes’te gerekse Kuran-ı Kerim’de adı geçen diğer peygamberlerin birçoğu gibi... Hristiyanlığın doğduğu yer de burası…

İslam inancına göre peygamberimizin miraç yolculuğunun başlama noktası olan Mescid-i Aksa ve diğer kutsal ve tarihi mekânlarıyla adeta bir etnoloji ve teoloji tarihi müzesi kimliği taşıyan Kudüs şehri bu coğrafyanın manevi başkenti. Ne var ki yine dini referanslara dayalı olarak kurulan İsrail devletinin işgal edip ebedi başkent ilan ettiği şehir de Kudüs. Bu kutsal şehrin ve çevresindeki coğrafyanın bugün yaşadığı sıkıntıların kaynağı Tanrının kendilerine vaat ettiği devleti kurmak için her şeyi mübah görenler.

Binlerce yıl önce atalarının yaşadığı toprakların kendi ırklarının tapulu malı olduğuna inanan Siyonistler yirminci yüzyılın başlarında işgal ve terörle yerleşmeye başladıkları bu ülkede Avrupalı emperyalist güçlerin desteğiyle 1948’de devletlerinin kuruluşunu ilan ettiler. 1967 savaşında ise o tarihte tek bir Yahudi’nin bile yaşamadığı Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgesini işgal ettiler. İşgalden bu yana buralarda yeni yerleşim yerleri kuruyorlar, Hıristiyan ve Müslüman Arapları yurtlarından sürüp bu toprakların tamamını Yahudileştirmek için akla hayale gelmedik zulüm ve baskı örnekleri sergiliyorlar.

Ancak her şeye rağmen hayat devam ediyor… Ümit devam ediyor… Filistin’de hayatın devam etmesi, ümitlerin devam etmesi için çaba göstermek gerekiyor. Siyasi mülahazaların ötesinde şunu söylemek lazım: Bizim devletimizin bu coğrafyada yaptığı işler hayatın ve ümidin devamını sağlamaya yönelik hem maddi hem de manevi alanda çok değerli katkılar. Bu noktada özellikle TİKA’nın çalışmaları başka coğrafyalarda olduğu gibi- burada da göz dolduruyor. Bir yanda hastaneler, okullar, su kuyuları açılıyor, diğer yanda bu topraklardaki Osmanlı kültürel mirasını ayakta tutmaya yönelik çalışmalar sürdürülüyor.

Kendi adıma TİKA’nın çalışmalarının çoğunu öteden beri ilgiyle ve takdirle izliyordum. Ama Filistin’de geçirdiğim beş gün içinde TİKA Başkanı Serdar Çam ve ekibinin vizyonunu ve fedakârca gayretlerini daha yakından gözlemleme imkânı bulunca devletimizin geleceği adına ümidim arttı. Bunu da söylemek isterim. Keza başta Büyükelçi Mustafa Sarnıç olmak üzere Filistin Başkonsolosluğumuzun bütün çalışanları orada bize gurur verecek bir duruş ve çaba sergiliyorlar. Eksik olmasınlar.

Yazının devamı...

Bu kampanyaya dikkat

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan öteden beri Başkanlık rejimini savunuyor ve istiyor. Ama tarihte ilk defa halkın doğrudan seçtiği cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın bu konudaki tutumu şimdi çok daha fazla önem taşıyor. Üstelik kendi elleriyle kurup bugünlere kadar getirdiği parti hâlihazırda iktidarda bulunuyor ve meclisteki sayısal konumu itibarıyla da bir anayasa değişikliğinin gerçekleşmesi için en önemli aktör olma özelliğini taşıyor.

AK Parti’nin bugünkü milletvekili sayısı tek başına bir anayasa değişikliğini meclisten geçirmeye yetmiyor. Bunun için 367 oy gerekiyor. İktidar partisinin ise şu anda 312 sandalyesi var mecliste. Tabii, Meclisten geçmeyen bir anayasa değişikliğini referanduma götürüp doğrudan halkın kararına başvurmak da mümkün. Ama bunun için de söz konusu teklifin meclisteki oylamada en az 330 oy almış olması gerekiyor anayasaya göre.

Bu noktada şu soru kritik: AK Parti’de herkes başkanlık sistemine taraftar mı? Biliyoruz ki öteden beri bu konuda parti içinde belli isimler konuştu hep; dolayısıyla geri kalanların fikri meçhul sayılabilir. Elbette karizmatik lider Erdoğan’ın fikrinin belli olduğu, üstelik ısrarla savunduğu bir konuda aksi yönde görüş belirtilmesi beklenemez. Hatta belirli konularda fikrini açıkça ifade edebilen bazı parti büyükleri bile bu konu açıldığında iktidar cephesinde bir çatışma veya ikilik görüntüsü oluşmasın diye kendi şahsi görüşleri yerine partinin resmi görüşünü ifade ediyor olabilirler.

Demek istediğim, iktidar partisi içinde de Başkanlık Rejimi konusunda olumsuz görüşe sahip olanlar bulunabilir. Dolayısıyla yarın bir gün meclisteki milletvekili grubunun da bu konu oylanırken fire vermesi mümkün. Mesela 2010’daki anayasa değişikliği paketinde yer alan parti kapatmaları zorlaştıran maddenin oylamasında iktidar grubunun 10 civarında fire verdiğini unutmayın. Üstelik bu milletvekilleri ilk oylamada kabul oyu kullanmışlar, ikinci oylamada hayır demişlerdi. Demek ki gizli oylamalarda dahi organize hareket edilmesi mümkün. (Anayasa gereği, Anayasa değişikliklerine ilişkin yasa teklifleri TBMM Genel Kurulu’nda iki defa oylanıyor.)

“Erdoğan neden ısrarla 400 milletvekili diyor?” sorusunun cevabı bu. Ancak bundan çok daha kritik bir nokta daha var şimdi. Önümüzdeki seçimin Başkanlık rejiminin, daha da doğrusu “Erdoğan’ın Başkanlığı”nın referandumuna dönüşmesi riski… Bazıları diyecek ki “Neden risk olsun! Bu konu AK Parti seçmenini konsolide eder. Seçimde olumlu rol oynar.”

Evet, ama eğer konsolidasyon Erdoğan karşıtlığında gerçekleşirse iktidar bloku bundan kazanç sağlayamaz. Çünkü Türkiye’de AK Parti karşıtlığı değil ama Erdoğan karşıtlığı -özellikle Gezi sürecinden itibaren- kolayca mobilize edilebilen bir siyasi enstrümana dönüştü. (Neden böyle oldu diye düşünüp sorgulamak bu partiyi yönetenlerin sorunu…) Şimdi bazılarının gözünde şu partinin veya bu partinin kazanması değil, Erdoğan’ın yenilgiye uğraması tek anlamlı hedef. Bu uğurda daha önce akıllara gelmeyecek yollar gündeme getiriliyor. Öyle ki daha önce bölücü siyaseti en büyük tehdit olarak algılayan bazı kesimler bugün Kürt etnik milliyetçiliğini temsil eden partiye bile oy vermekten imtina etmeyecek durumdalar. Dikkat edin, seçime doğru başlatılan kampanya “AKP’ye oy yok” falan gibi bildiğimiz türden bir kampanya değil, doğrudan doğruya “Seni başkan seçtirmeyeceğiz” kampanyası. Buna göre Erdoğan’ın başkanlık hedefini önlemenin yolu HDP’yi barajın üstüne çıkarıp meclise sokmak. Nasıl olsa CHP veya MHP iki puan eksik veya üç puan fazla alınca bir şey değişmiyor. Ama HDP iki puan fazla aldığı takdirde Erdoğan’ın önü kesilebilir diye düşünüyorlar.

Dolayısıyla eğer önümüzdeki seçim “Erdoğan’ın başkanlığı”nın oylamasına dönüşür ve Erdoğan karşıtı cereyan HDP’ye yönelirse öncelikle 400 milletvekili hedefi hayal olur. Ardından Çözüm Süreci başka bir şeye dönüşür. Daha kötüsü, Başkanlık konusu parti tabanını konsolide etme noktasında işe yaramaz, üstüne üstlük bir de ters etki yaparsa iktidar partisi adına çok daha ümit kırıcı bir netice ortaya çıkar. Bu riskleri görmesi gerekir iktidarın.

Yazının devamı...

Ankara’da ne oluyor?

Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki anlaşmazlıklar ilkesel konulara ilişkin mi? Hayır. Söz gelimi Kürt meselesine veya Çözüm Süreci’ne dair farklı bir anlayış söz konusu değil. Cumhurbaşkanı’nın Dolmabahçe deklarasyonuna karşı çıkması olayın özüyle değil, yöntemiyle ilgili. Yoksa en başta Çözüm Süreci’ni başlatma iradesini gösteren siyasetçinin şimdi bu sürece karşı çıktığını düşünmek mantıksız olur. (Şahsen cumhurbaşkanının uyarılarına hak verdiğimi de söylemek isterim.) Keza Erdoğan’ın izleme heyetine ilişkin itirazlarının da sebebinin yöntemle ilgili olduğunu düşünmek daha makul. Özellikle de bu konuda yapılan çalışmalardan bilahare basın yoluyla haberdar olduğunu açıklaması bir kırgınlık ifadesi olmalı. Gerçi hükümet yetkilileri konu hakkında cumhurbaşkanını bilgilendirdiklerini söylüyorlar ama anlaşıldığı kadarıyla böylesi kritik konularda son sözü söyleme hakkına sahip olması gerektiğini düşünüyor Erdoğan. Galiba problem de asıl buradan çıkıyor.

Erdoğan halkın oyuyla doğrudan seçilmiş olduğundan siyasi gücü olan bir cumhurbaşkanı... İktidarda ise onun kurduğu, büyüttüğü, bugünlere taşıdığı parti var. Dolayısıyla önceki cumhurbaşkanlarından daha farklı bir pozisyon istiyor kendisi için. Asıl arzusu olan Başkanlık rejimine geçilinceye kadar yürütme organı üzerinde kendisine tasarruf hakkı tanınmasını istiyor. Hükümet ise anayasanın kendisine tanıdığı sınırlar içinde yetki kullanmak ve kritik bir seçimin eşiğinde seçmen gözünde kendisini ispatlamaya çalışırken Cumhurbaşkanına yeni bir konum vermeyi doğru bulmuyor. Açıkçası bunun kendi varlığını yok saymakla eşdeğer olduğu düşüncesiyle hareket ediyor.

Aslına bakarsanız Başkanlık rejimi konusundaki ikilem de bu. Cumhurbaşkanı hükümetten seçim kampanyası sırasında Başkanlık sistemini savunmasını istiyor ama Başbakan’ın halkın karşısına çıkıp “Ben şimdi Başbakan olarak sizden oy istiyor olsam da seçimden sonra bana verdiğiniz oyun anlamı kalmayacak, Erdoğan’ı Başkan yapacağız” demesini beklemek eşyanın tabiatına çok uygun değil. Daha doğrusu hükümetin bakış açısından durum böyle görünüyor... Ancak Beştepe’den bakarsanız normal olan, doğal olan bu.

Buraya kadar çizmeye çalıştığımız tablo, ilkelere istinat etmeyen, daha ziyade yoğurt yeme farklılığından kaynaklanan, biraz da kişisel arzuların tetiklediği bir siyasi anlaşmazlık tablosu. Taraflar meseleyi çözme iradesi gösterecek olsalar alt etmeleri mümkün. Ne var ki “yoğurt yeme” farklılığından kaynaklığını söylediğim bu anlaşmazlığın müzakeresinin de riskli yöntemlerle yapılmakta oluşu meseleyi içinden çıkılmaz hale getirdi. Yetkileri çerçevesinde istediği zaman kabineyi toplayabilen, Başbakanla haftalık olağan görüşmelerini sürdüren ve ayrıca ailece görüşen, diğer bakanlarla da değişik vesilelerle sık sık bir araya gelen Cumhurbaşkanının hükümete yönelik eleştirilerini basın üzerinden yapmaya yönelmesi Beştepe’yi ana muhalefet karargâhı gibi gösterir şekilde yankı buldu. Öyle ki geçen haftalarda yaşanan dolar kurundaki dalgalanmadan Merkez Bankasını ve ilgili bakanlığı basın önünde sert sözlerle suçlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sorumlu tutanlar çıktı. Ne yazık ki bunun da ötesinde birtakım riskler söz konusu bugünkü krizle ilgili olarak. En başta önemli bir seçimin sath-ı mailinde kendi içinde kavgalı bir iktidar bloğu görüntüsü vermek ne Cumhurbaşkanının ne de Başbakanın isteyecekleri bir durum olamaz. Ama yapılan şey budur.

Belki ilk olarak bazı bakanların yüce Divan’a gönderilmesi konusunda yaşadıkları fikir ayrılığını iyi kötü kapalı kapılar arkasında müzakere ederek (bana göre yanlış) bir sonuca bağlayabilmiş olan taraflar daha sonra ortaya çıkan sorunlar için aynı şeyi yapamamış görünüyorlar.

İşlerin bu noktaya gelmesinde “kraldan fazla kralcı” bazı zevatın durumdan kendilerine vazife çıkarmalarının da payı olduğu unutulmamalı. Sevenleri, sayanları belli olan bir belediye başkanının bu siyasi hareketin en önemli figürlerinden birine karşı güya cumhurbaşkanını korumak adına- cüret ettiği saldırı tipik bir örnek. Ama bunun hoş görülmesi, sineye çekilmesi bu siyasi hareketin geleceği bakımından çok daha büyük zararlara yol açabilir.

Basından örnek verelim... Bir tarafta Hakan Albayrak, Abdülkadir Selvi gibi AK Parti iktidarına başından beri fikri aidiyetlerinin gereği doğal olarak- karşılıksız destek vermiş yazarların samimi uyarıları var. Öbür tarafta ise daha yeni tanıştıkları Tayyip Erdoğan’ı güya korumak adına yangına benzinle koşan kişiler. Bu ikinci grubun çoğunlukla mahallenin yeni sakinlerinden oluşması da ayrıca ilginç...

Yola kiminle çıktığını söyle, nereye varacağını söyleyeyim.

Yazının devamı...

Öcalan’ın mesajı duyulmadı mı?

Biliyorsunuz, Öcalan ilk olarak 2013 Nevruzunda Diyarbakır Meydanı’ndan okunan mektubuyla, Oslo komplosunun kesintiye uğrattığı ve ardından PKK’nın kanlı eylemleriyle nisyana terk edilen Müzakere sürecini yeniden başlatacak mesajlar vermişti. Özellikle silahlı unsurların sınır dışına çekilmesi çağrısı önemsenmişti. Dolayısıyla bu mesajlar Çözüm konusunda ümit uyandırmış, kamuoyunda günlerce tartışılmıştı.

Öcalan’ın bu seneki Nevruz mesajları iki yıl önceki mesajlarına göre aslında daha ileri bir aşamayı temsil ediyor ama o günkü kadar heyecan uyandırmadığı da ortada. Bunun birkaç farklı sebebi var, görebildiğim kadarıyla: İlki ana hedefin fazlasıyla şartlara boğulmuş olmasıydı kuşkusuz. Ama bu tek başına ortalıktaki heyecansızlığı açıklamaya yeterli değil. Diğer sebep Kürt Siyasi Hareketi içindeki dengelerin geçen iki yıl içinde bir hayli değişmiş olması. Bir başka sebep Türkiye’nin iç siyaset dengelerinde yaşanan değişimin getirdiği bazı belirsizlikler. Artık ilk defa doğrudan halkın oyuyla seçilmiş güçlü bir cumhurbaşkanının da dâhil bulunduğu bugünkü siyasi denklem geçmişteki parametrelere bakılarak analiz edilemeyecek türden yeni bir yapıya dayanıyor. Tam da bu noktada Çözüm Süreci’nin geleceği konusunda cumhurbaşkanlığından ayrı, başbakanlıktan ayrı sinyaller alan Siyasi Kürt Hareketi’nin bu yeni durumu kendi lehine kullanmak isteyeceği kuşkusuz. Nitekim Öcalan’ın açıklamasında, beklenenin aksine, silah bırakmak için bir tarih veya somut bir takvim telaffuz edilmemiş olması boşuna değil. Sürecin yetkili ismi Hakan Fidan’ın milletvekilliği adaylığı meselesinden başlamak üzere HDP heyetiyle Dolmabahçe Ofisinde yapılan görüşmeye varıncaya kadar Cumhurbaşkanıyla hükümet arasındaki anlaşmazlık konuları doğrudan Siyasi Kürt Hareketi’nin önündeki yola yansıyor çünkü. Dolayısıyla siyasi yapıdaki bu yeni durumun devlet cephesinde bir zaaf işareti olduğunu fark ederek tutum geliştiriyor masanın karşı tarafı.

Bu noktaya tekrar dönmek üzere, Kürt Siyasi Hareketi içindeki dengelerin değişimine ve bunun süreç üzerindeki etkilerine göz atalım şimdi de... PKK’nın kurucu lideri Öcalan’ın Kürt hareketi üzerindeki etkinliği tartışmasız bir gerçek. Özellikle hareketin tabanında Öcalan’a bağlılık diğer bütün örgütsel ilişkilerin ve her türlü hiyerarşinin önünde yer alıyor. Ne var ki Öcalan’ın 40 yıl önce “üç beş serseri”yi başına toplayarak kurduğu örgüt belirli bir süre sonra bir ucu Avrupa’ya, diğer ucu Ortadoğu ülkelerine uzanan muazzam büyüklükte bir organizmaya dönüştü. Tek bir kişinin tek başına yönetemeyeceği kadar büyük ve karmaşık bir yapı kazandı. Özellikle Öcalan’ın İmralı adasında zorunlu ikametine başlamasından sonra ise örgüt Avrupa kanadı, Kandil ve HDP olmak üzere üç ayrı otonom yapının koordinasyon mekanizmasına dönüştü adeta.

Öcalan içinde bulunduğu özel kişisel şartlar dolayısıyla devletle müzakereye başlayıp Çözüm Sürecine destek verirken diğer yapılar kendi varlık sebeplerini ortadan kaldıracak dönüşüme karşı direndiler. Halâ da direniyorlar. Ama hareketin tabanındaki Öcalan etkisi yüzünden bunu açıkça yapamıyorlar. Oslo Süreci’nden sonra Paris cinayetlerinden Kobane eylemlerine kadar birçok fırsatı denediler bu yolda, biliyorsunuz. Siyasi kanat, yani HDP bu süreçlerde Öcalan’a en yakın duran birim oldu. Ne de olsa silahlı mücadelenin terk edilip siyasi mücadeleye ağırlık verilmesi partiyi güçlendirecek bir durum. Ancak son zamanlarda parti yöneticilerinin tutumları da bu sürece destek vermekten ziyade kendi otonomilerini güçlendirmeye yönelik yeni ittifak arayışlarına odaklanmış görünüyor. Partinin yeni yayın organı Cumhuriyet gazetesi bu ittifak arayışlarının fotoğrafını yansıtıyor.

Hâsılı kelam, Öcalan’ın örgütüne silahlı mücadeleyi terk etme çağrısının bu kadar cılız bir yankı oluşturabilmesi, böylesi önemli bir gelişmenin şaşırtıcı derecede heyecansız bir sessizlikle karşılanması bir yanıyla örgüt içi siyasi kavgaların, diğer yanıyla devletin zirvesindeki bazı uyumsuzluk ve belirsizliklerin ürünü gibi görünüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.