Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni başlayanlar için Ermeni meselesi

24 Nisan yaklaşırken her yıl olduğu gibi “ABD Başkanı o kelimeyi kullanacak mı, kullanmayacak mı” diye bekleşiyoruz. Bazıları korkulan şeyin bu yıl başımıza gelebileceğini düşünüyorlar. Çünkü Ankara’nın Washington’la arası -nedendir bilinmez- bu sıralarda hiç iyi görünmüyor. Avrupa ile yıldızımız zaten hiç barışmıyor. AK Parti iktidarının ilk döneminde yaşanan kısa süreli balayından sonra ilişkiler giderek kötüleşti. Şimdi neredeyse sıfır noktasında... Gerçi Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkileri bugün şimdiye kadarki en kötü seviyesinde diyemeyiz ama 13 yıllık AK Parti iktidarı süresince görülen en düşük ilişki seviyesi bu galiba. Geçenlerde de yazdım, uluslararası Ermeni hareketinin yıllardır hazırlandığı 1915’in yüzüncü yıldönümünü biz çok iyi şartlarda karşılayamadık.

Ayrıca, benim bildiğim veya gördüğüm kadarıyla, ne devlet kurumları ne de sivil toplum hiç değilse yüzüncü yılda kendi tezimizi dünyaya anlatabilmek yolunda bir şeyler yapalım diye bir gayret içine girmedi. Çünkü epeydir kendi içimize dönük yaşıyoruz. İç siyasette elde edilen başarılar her şeyden daha değerli görüldüğü için zor işlerle uğraşmaya yeltenmiyoruz.

Ankara’nın gün gelip yeniden batılı dostlarıyla arasının düzelmesi ve “ne olursa olsun küstürülmemesi gereken bir dost” olarak görülmesi halinde konunun uluslararası ilişkiler boyutu halledilebilir. Fakat yine de söz konusu iddiaların tarihi gerçeklere uygunluğunun tartışılıp adil ve objektif bir değerlendirme yapılabilmesi yolunda çaba göstermekten geri duramayız. Çünkü bu aynı zamanda bizim kimliğimiz ve kişiliğimizle ilgili bir konu. Özellikle de yeni yetişen kuşakların kendi aidiyetlerine karşı problemli bir ilişki geliştirmelerine yol açacak bir kafa karışıklığına meydan vermemek gerekiyor.

Gençlerimiz şunları öğrensinler: 1915 olayları aslında 1914’te başladı. Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbi’ne girmesi üzerine içerideki Ermeni siyasi hareketi Rus ordusunun Anadolu’yu işgal edip kendilerine toprak vereceği beklentisine yönelik bir hesapla hareket etmeye başladı. Ermeniler her tarafta silahlanmaya başladılar. Osmanlı vatandaşı gençler askere gitmedi veya gidenler kaçıp Rus ordusu bünyesinde kurulan Gönüllü Ermeni Tugaylarına katıldılar. İçeride de kanlı isyanlar başlatıldı. Van, Bitlis, Erzurum gibi illerde önce korunmasız Müslüman nüfus tamamen kılıçtan geçiriliyor; Rus Ordusu daha sonra gelip şehri Ermenilerden teslim alıyordu. Ermenilerin “İntikam Tugayları” diye adlandırdığı birlikler özellikle Sarıkamış Harekâtı esnasında Osmanlı ordusuna ciddi ölçüde darbe vurdu.

Bunun üzerine Rus cephesinin gerisinde kalan Ermeni nüfusun tehcir edilmesine karar verildi. Tehcir sırasında on binlerce Ermeni yurttaşımızın bölgedeki başıboş çetelerin ve intikam peşindeki bazı aşiretlerin saldırıları sonucu hayatını kaybettiği bir gerçektir. O günlerde ordu bütün insan gücüyle cephelerde bulunduğundan Tehcir esnasında yaşanan facialar göç kafilelerine nezaret etmesi gereken askeri birliklerin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Ermenilere yönelik kıyımların özellikle Van ve Bitlis gibi doğu vilayetlerinde Taşnak çetelerinin gerçekleştirdiği katliamların intikamını almak isteyen bazı kontrol dışı aşiret unsurlarının işi olduğu bellidir.

Arşiv belgeleri gösteriyor ki tehcir sırasında sivil Ermenileri çetelerden korumak üzere alınması gereken tedbirler konusunda yerel makamlarla başkent arasında bir hayli yazışmanın yanı sıra vuku bulan kıyımlarda ihmali olduğundan dolayı yargılanıp ceza alan binlerce yönetici ve subay var. Demek ki Ermenilere yönelik bir etnik temizlik niyeti yok. Devletin planladığı bir kıyım yok, ama önleyemediği kıyımlar var. Sadece bundan dolayı dönemin hükümeti eleştirilebilir, suçlanabilir. Ama olup bitenleri soykırım diye nitelemek hukuk cinayeti olur.

Bu gerçekleri dünyaya anlatmakta güçlük çekiyor olabiliriz. Ama hiç değilse kendi çocuklarımıza anlatalım.

Yazının devamı...

Ermeni meselesi inanç meselesi

1915 olayları konusunda Türk aydınlarının -sesi fazla çıkan- bir kısmında belki de aydın olmanın alametifarikası olan “kimsenin söyleyemediğini söylüyor” olmak hevesiyle “tek taraflı” bir yaklaşım var. Bu arkadaşlarımızın okumaya, araştırmaya ayıracak pek vakitleri olmadığı için de söyledikleri tamamen ezberlerden ibaret: Irkçı ve katil İttihatçılar durup dururken bir soykırım kararı alarak hiçbir günahı olmayan insanları sırf Ermeni oldukları için katlettiler. Soykırımı tanıyoruz, kınıyoruz vs…

Ezberledikleri bu lafların neredeyse hepsi yanlış! Hiçbirinin somut dayanağı yok. Öyle “inanıyorlar” sadece.

Aynı şeyi söyler gibi göründüklerine bakmayın, bu arkadaşlarla Diaspora Ermenileri arasında da muazzam bir fark var aslında.

Diaspora Ermenileri 1915’de kendilerine soykırım yapıldığına inanıyorlar. Yaşadıkları büyük travmanın sonucu olarak böyle bir inanca ulaşmaları olmayacak bir şey değil. Ermeniler açısından iki büyük travma var.

Bir: Ermeni seçkinleri için Osmanlı Devleti’nin dağılması sonucunda Anadolu’nun doğusunda bağımsız bir devlet kurma hayallerinin sonsuza kadar suya düştüğünü görmelerinin yarattığı büyük travma.

İki: Ermeni halkı için ise Tehcir sırasında maruz kaldıkları katliamın ruhlarında ve zihinlerinde oluşturduğu travma.

Dolayısıyla her iki türden travmanın da “Türkler bize soykırım yaptı” iddiasını inanç olarak benimsemelerine yardımcı olduğunu, çünkü savunma mekanizmalarının devreye girmesi gerektiğini düşünebiliriz.

Peki, bizim sol-liberal aydınlarımızı soykırım inancına ulaştıran faktör ne? “Tarihimizle yüzleşelim” laflarının Batıdaki belirli muhitlerde göze girmeyi sağlayan bir retorik olması mı sadece? Sadece bu değil. Siyasi pozisyonlarını haklılaştırmak için de tarihi tahrif ediyorlar. Aynı şeyi kendi çıkarları için yapan uluslararası Ermeni hareketinin propagandasının gönüllü sözcülüğüne bunun için soyunuyorlar. Bunun için tehcir kararını katliam kararı gibi göstermeye çabalıyorlar.

Oysa Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Rus ordusunun Doğu Anadolu’ya yönelmesinin ardından Ermeni çetelerinin çoluk-çocuk, kadın-erkek demeden gerçekleştirdikleri vahşi katliamlardan söz etmeden Tehcir’i yargılayamazsınız.

Maraş’ta, Sivas’ta, Muş’ta, Bitlis’te, Erzurum’da, Diyarbakır’da, Van’da ve daha birçok başka merkezlerde yaşanan Ermeni isyanları sırasında yaklaşık yarım milyon Türk (Kürt) katledildi. Bunlar dile getirildiğinde bazıları “Ermenilere yönelik katliamın doğurduğu tepki üzerine bazı Ermeni grupların işlediği münferit intikam cinayetleri bunlar” diye bir savunmada bulunuyor. Tarih bilmeyenleri kandırabilirler ama konu hakkında iki üç kitap karıştırmış olan herkes bilir ki yukarıda bahsettiğimiz katliamların hepsi Tehcir’den önceki tarihlerde gerçekleşti. Zaten tehcir kararı da büyük ölçüde bu olaylar yüzünden alındı.

Buna mukabil tehcir sırasında Ermeni kafilelerine yapılan saldırılarda katledilen korunmasız ve masum insanların dökülen kanı da inkâr edilemez… Ermenilere yönelik bu katliamı “Van’daki, Bitlis’teki, Sivas’taki katliamların intikamını almak için yaptılar” diyerek gerekçelendiremeyiz.

Ama “hain Ermeniler” söylemi ne kadar yaralayıcı ise “ırkçı ve katil Türkler” söylemi de o kadar vicdan dışı. Tarih ortada. Karşılıklı bir şeyler yaşanmış neticede. İnsanlık vicdanını kanatan bir şeyler... Hal böyleyken “sen yaptın, hayır önce sen başlattın” tartışmasıyla insanlığımızdan kaybettiklerimizi geri kazanamayız.

Ama biz konuyu bu boyutuyla konuşamıyoruz. Çünkü sol-liberal aydınlarımız bu cinayetlerin planlı bir soykırım kararının sonucu olduğunu ileri sürüp suçu “İttihatçı hükümet”e fatura ederek mevcut siyasi pozisyonları adına bir kazanım elde etme peşindeler. Ayıp olan bu...

Yazının devamı...

Avrupalılar tamam da bizimkilere ne oluyor?

Kendilerine yöneltilen “Hıristiyan Kulübü” suçlamasını her fırsatta reddeden Avrupa Birliği’nin parlamento kanadı Papa’nın sözlerine referans içeren bir karar tasarısını kabul etti! Şaşılacak bir durum yok bunda. Avrupalıların Ermeni meselesine bakışı yüz yıldır “Hıristiyan dayanışması” çerçevesinde sürüyor. Aslında tabii 1915’in öncesi de var. Anadolu topraklarında neredeyse bin yıl boyunca (Avrupa’da Müslümanların hayat hakkının bile olmadığı, Yahudilerin ise insan yerine konulmaksızın “getto”larda yaşamalarına izin verildiği zamanlarda...) Müslümanların yönetimi altında barış içinde yaşamış olan Ermeni toplumu 19. asrın ikinci yarısından itibaren batılı emperyalist güçlerin avuçlarında büyük bir felakete doğru yol almaya başlamıştı.

Ermeni toplumunun seçkinleri bazen İngilizlerin bazen Rusların himaye ve yönlendirmeleri altında bağımsız devlet hayalleri kuruyor; yani kendi halkları ve vatanları üzerinde bir kumar oynuyorlardı. İmparatorlukların dağılıp ulus devletlerin birer birer ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde batıyla yoğun temas halinde olan Ermeni aydınların da yaşadıkları topraklar üzerinde kendi bağımsız devletlerini kurmak istemeleri anormal değildi belki. Ama şöyle bir problem vardı: Ermeniler yaşadıkları hiçbir vilayette çoğunluk oluşturmuyorlardı.

Bu yüzden Ermeni ayrılıkçı hareketi silahlı terör eylemlerine başvurmak zorundaydı. Haddizatında ayrılıkçı Ermeni örgütlerinin ortaya çıkmasından önce de bölgedeki göçebe Kürt aşiretleriyle Ermeniler arasında yaşanan çatışmalar adeta kan davasına dönüşmüş bulunuyordu. (Osmanlı yönetiminin çoğu zaman bu çatışmalarda Ermeni tarafını koruyup kolladığını da hatırlatalım!)

Ermeni ayrılıkçı hareketi 1908 Meşrutiyeti’nin getirdiği geniş hak ve özgürlükler dolayısıyla bir ölçüde durulmuştu. Her ne kadar Güney ve Doğu Anadolu’da kaynamalar sürüyor olsa da Ermeni siyasi örgütlerinin ayrılıkçı talepleri gündemden çıkmış görünüyordu. İttihat Terakki hükümetlerinde Ermeni bakanlar bile vardı. Ne var ki savaş başlayınca her şey değişti. Ermeni isyanları yeniden patlak verdi.

Çünkü Ermeni toplumunun önderleri “fırsat bu fırsattır” diye düşünüyorlardı. O hengâme içinde ne yapabilirlerse yapmalıydılar. Anadolu’da komiteler kuruldu, düğmeye İstanbul’dan basıldı. (24 Nisan’da tutuklanan Ermeni gazeteci, siyasetçi, rahip vs. işte bu isyan komitelerinin kurucuları ve yöneticileriydi.) Kanlı isyanlar birbirini izledi. Maraş Zeytun’da, Bitlis’te, Muş’ta, Van’da ve başka merkezlerde yaşanan Ermeni isyanlarının bilançosu çok kanlıdır. Bu isyan hareketleri sivil Türklere yönelik katliamlara dönüştü. 130,000 Ermeni’nin yaşadığı Van’da 194.167 Türk (Kürt) sivil katledildi. Diğer yandan Anadolu’dan toplanmış gönüllü Ermeni tugayları Rus ordusu saflarında Osmanlı ordusuna karşı savaşıyordu. Sarıkamış’ta bu birlikler Osmanlı ordusunu arkadan vurdular.

Tehcir kararı işte bu olaylar üzerine alındı. Tabii ki tehcir esnasında Ermeni kafilelerine yapılan saldırılarda korunmasız ve masum insanların katledilmesinin bahanesi değil bunlar. Ancak Ermeni çetelerinin gerçekleştirdikleri vahşi katliamların intikamını almak için Tehcir ortamını fırsat gören ve bahaneleri ne olursa olsun savunmasız insanlar karşısında insanlıktan çıkan birtakım başıboş feodal toplulukların ve eşkıya çetelerinin işlediği cinayetlerden dönemin hükümetini sorumlu tutmak haksızlık. Çünkü Ermeni çetelerinin elinde yakınlarını kaybetmiş kişilerin ve başıbozuk aşiret güçlerinin intikam arzularına göz yuman veya çetelerin saldırıları karşısında zaaf gösteren görevliler daha o dönemde yargı önüne çıkarıldı. Göç kafilelerinin güvenliğini sağlamak uğruna canından olan devlet görevlileri de vardı. Ayrıca süreç sonunda göçe tabi tutulan Ermeni ahalinin büyük kısmının Suriye vilayetine ulaşmaları sağlandı. Demek ki devletin soykırım yapma amacı yoktu demek için bunu söylüyorum. Ermenilerin maruz kaldığı katliamı küçümsemek için değil.

Ama kendi milletini soykırım iftirasıyla lekelemekten çekinmeyen liberal-solcu aydınlarımızı ikna edemeyeceğimi de biliyorum. Çünkü onların derdi başka.

Yazının devamı...

HDP’nin asıl barajı PKK

HDP’nin barajı geçebilecek oranda oy alıp alamayacağı meselesi bugünlerdeki en popüler tartışma konumuz. Yüzde onluk seçim barajına meydan okuyarak seçimlere parti listesiyle girme kararı alan söz konusu siyasi harekete hiç umulmadık çevrelerden de destek var. Bu çok önemli bir fırsat onlar için. Özellikle bazı CHP’liler ya kendi partilerinin etkisiz ve yetersiz duruşuna tepki olarak ya da iktidar partisinin tek başına anayasayı değiştirebilecek gücü kazanmasına meydan vermemek amacıyla veya her iki gerekçeyle birden HDP’ye oy vereceklerini söylüyorlar. Zira etnik Kürt milliyetçilerinin partisi barajı geçecek kadar oy alabildiği takdirde bundan en fazla iktidar partisinin etkilenmesi bekleniyor.

Gerek HDP’nin resmi sözcüleri gerekse medyadaki sempatizanları -bu amaç doğrultusunda- partilerinin kendi tabanı dışındaki zümrelere de sempatik görünmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Mesela sadece bir bölgenin değil, bütün Türkiye’nin partisi olduklarını veya olmak istediklerini her fırsatta dile getiriyorlar.

Ne var ki “PKK’nın siyasi kanadı” diye tanımlanan partinin hariçten oy alabilmesi için öncelikle terörle arasına anlamlı bir mesafe koyduğunu göstermesi gerekiyor. HDP’nin barajı gerçekten geçmek istiyorsa yerine getirmesi gereken ödev bu.

Peki, bu ödevini doğru düzgün yapıyor mu? Ne yazık ki hayır. Tam tersine, bölge halkını silahla kontrol etmeye çalışan kanattan medet umar göründü.

PKK’nın silahlı unsurları öteden beri bölgede HDP dışındaki partilere oy çıkmaması için ne gerekirse yapıyor. Hatırlayacak olursanız, 6-7 Ekim hengamesinde “son seçimde başka partiye oy verdiği tespit edilen” kişiler de infaz edilmişti.

Ağrı’da meydana gelen hadise de HDP’nin düzenlediği “fidan dikme töreninde” silahlı PKK gruplarıyla jandarma kuvvetinin karşılaşmasından ibaret. HDP’liler “ilk ateşi jandarma açtı” diyerek, barajı geçmelerini engellemek isteyen iktidarın kendilerine komplo hazırladığını ileri sürüyorlar. Ama silahlı militanların orada ne işi olduğunu söylemiyorlar.

Bu seçimde AK Parti anayasayı değiştirecek sayıda sandalye kazanamasın ve böylece Erdoğan’ın başkanlık hedefi engellensin diye “oylar HDP’ye” kampanyası yapan ulusalcı-sol kesimler de bu iddiayı savunuyorlar.

(MHP lideri Bahçeli ise “AKP, HDP, PKK sacayağı ayakta kalabilmek için seçime doğru bu entrikayı planladı” iddiasında bulundu. Bu mantığa göre HDP kendisine dışarıdan ekstra oy gelmemesi için iktidarla birlikte kanlı oyunlar oynuyor!)

Ne olursa olsun, Ağrı’da PKK’lı grupla jandarma arasında yaşanan basit bir çatışma HDP cephesini ciddi ölçüde rahatsız etmiş görünüyor. Çünkü bu partinin barajı aşması için daha önce bu partiye oy vermemiş olan yaklaşık bir milyon yeni seçmeni kazanması gerekiyor. Bu da ancak “Türkiye partisi” iddiasının inandırıcılığını sağlamakla mümkün. Ama ortalıkta silahlı militanlar dolaşırken bu çok zor. HDP’nin Ağrı’daki olaya tepkisi de bunun için şiddetli oldu. Ne var ki “silahlı kanat”a söz söylemedikleri için “bu işi devlet yaptı” iddiasına sarılıyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar. Hem silahla işlerinin olmadığını ispat etmek hem de siyasi rakiplerini töhmet altında bırakmak istiyorlar.

“Ağrı’da aslında ne oldu?” sorusunun cevabı bu kadar basit.

Yazının devamı...

Beklenen darbe

Papa’nın 1915 olaylarına ilişkin açıklaması son zamanlarda dışarıya ucu gösterildiği için beklenen bir çıkıştı. Ne yazık ki Türkiye böyle bir çıkışı engellemeye yetecek güce ve dolayısıyla diplomatik imkânlara sahip değil. Bir de bu işin zamanlamasındaki şanssızlık var... Tam da bu dönemde kendi iç sorunlarımıza bu kadar gömülmüş olmasaydık bazı mekanizmaları harekete geçirebilir miydik, orası meçhul gerçi ama uluslararası Ermeni Hareketinin “altın vuruş” yapma hazırlığı içinde olduğunu yıllardır söyleyip durduğumuz Nisan 2015’te siyasetimizin ve toplumumuzun hali ortada.

Ne yazık ki Avrupa’nın ve Amerika’nın bizi el üstünde tuttukları bir döneme denk gelmedi 1915’in yüzüncü yılı. Keza Ortadoğu ve İslam dünyasındaki itibarımız ve etkinliğimiz de Türkiye’nin “model ülke” olarak görüldüğü zamanlardaki gibi değil artık. Türkiye’nin iki dünya arasında köprü olduğunun düşünüldüğü ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakerelerine başlandığı sıralarda olsaydı bu yıldönümü, Ermeni lobileriyle daha rahat baş edebilirdik. Keza Arap Baharı öncesi dönemde olsaydı bu yüzüncü yıldönümü, hiç değilse İslam âlemini arkamıza alabilirdik. Şimdi Türkî cumhuriyetlerden bile doğru düzgün bir destek açıklaması gelmiyor.

“Neden böyle oldu” sorusunun cevabını bulmak bu yazının konusu değil. Ama çoktandır dışarıdan ziyade kendi içimizle meşgul bulunduğumuz bir gerçek. Bu da büyük ölçüde şartların ve zorunlukların getirdiği bir sonuç. Yani bu olumsuzluktan dolayı herhangi birilerini tek başına sorumlu tutmak haksızlık olur. Siyaseti ve bürokrasiyi eleştirmek elbette hakkımız ama o kadrolar da nihayetinde bu toplumun bir hülasası. Toplumda ne varsa siyasette ve bürokraside de o var.

Birkaç ay oldu yazalı... 1915 olaylarına ilişkin Türkiye’nin tezlerini en güçlü şekilde ifade ve ispat eden iki önemli kaynak eserden bahsetmiştim. Her iki kitabın da “yüzüncü yılda” baskılarının mevcut olmadığını ekleyerek... Nisan 2015’teyiz; hâlâ yeni baskıları yok iki kitabın. Bu konuya ilişkin daha pek çok başka kitap gibi...

Kitap dediğinizde bir küçümsemeyle karşılaşıyorsunuz üstelik. “Bu iş kitap basmakla mı olur” diyen aşağılayıcı bakışlarla... Bence de bu iş kitap basmakla olmaz. Ama kitap bile basamıyorsanız daha ötesi nasıl olur? İkincisi, bugün bütün dünyada hâkim algı haline gelen Ermeni tezi yüz yıllık yoğun ve kesintisiz bir propagandanın sonucu. Yani biraz da kitapla oluyor bu işler...

Ama tabii ki bu hikâyeye inanmaya hazır bir kitlenin varlığı da önemli. Zaten propaganda size inanmaya yatkınlığı olan kitleler üzerinde başarıya ulaşır. Öbür türlü kitlelere yönelik faaliyetin adı başkadır. Hatırlayacak olursanız, Ermeni meselesi daha en başında bir Hıristiyanlık meselesi olarak algılanıp ona göre tavırlar geliştirilmiştir. Daha 19. yüzyılın sonlarında Doğu Anadolu’da bazı Kürt aşiretleriyle Ermeni komiteleri çatışırken ve Osmanlı devleti göçebe Kürt unsurlarına karşı yerleşik Ermeni nüfusun yanında yer alırken- bölgedeki Protestan misyonerleri “Hıristiyanlar katlediliyor” raporları geçmeye başlamışlardı. 1915 olaylarına ilişkin Türk aleyhtarı “kanıt”lar da çoğu Amerikalı olan Protestan din adamlarının yazdıklarından ibarettir.

Papa’nın bugünkü çıkışı ise Vatikan’ın geçmişteki tavırlarından çok farklı olmamakla birlikte Hristiyan dayanışmasını Protestanların tekelinde bırakmadığını göstermekle kalmıyor; bu makama gelir gelmez canlandırmaya çalıştığı Ortodokslarla yakınlaşma projesine önemli bir katkıda bulunmuş oluyor. Dünkü pazar ayinine katılan Katolik Ermenilere hitaben, ‘Geçen yüzyılın ilk soykırımına, Katolik ve Ortodoks Suriyeliler, Süryaniler, Keldaniler ve Yunanlarla birlikte siz Ermeniler maruz kaldınız” demesini böyle yorumladım ben.

Yazının devamı...

Kimlik siyaseti mi, hizmet siyaseti mi?

Her seçim döneminde yeniden hatırlanan bazı tartışma konuları var. Bunlardan biri de “kimlik siyaseti mi, hizmet siyaseti mi daha çok kazandırır?” tartışması. özellikle Kürt yurttaşlarımızın siyasi tercihleri bağlamında sürdürülen bir tartışma bu.

“Doğu ve Güneydoğu halkı hizmet siyasetine değil, kimlik siyasetine oy veriyor.” İktidar cenahının böyle bir serzenişi var. “Genel seçim olsa neyse de.” diyorlar, “yerel seçimlerde bile durum değişmiyor. Belediye hizmetleri sahasında yetersizlikleri ve başarısızlıkları aşikâr olan Kürt etnik milliyetçisi partilerin kendilerini hizmet alanında az çok kanıtlamış olan partilerden daha yüksek oranda oy alması çok tuhaf.”

Haklı bir serzeniş olarak görülebilir bu. Haddizatında yollar, hastaneler, okullar, barajlar vb. somut hizmetlerin en sıradan sloganlar kadar etki gücüne sahip olmaması, oy verme tercihlerinin futbol kulübü taraftarlığı seviyesinde bir fanatizmin boyunduruğunda bulunması demokrasi kültürünün bizim toplumumuzda fazla gelişmediğinin habercisi.

Ama bu problem sadece Doğu ve Güneydoğu’da değil toplumumuzun hemen her kesiminde mevcut. Bölgelerin sosyokültürel gelişmişlik dereceleri de bu noktada fazlaca bir fark yaratmış görünmüyor. “Feodal Kültür”ün bütün ihtişamıyla ayakta durduğu yurt kesimlerinde elbette demokratik kültürün gelişmesi daha fazla vakit alacak ama bizim İstanbul’un göbeğinde gözlemlediğimiz oy verme tercihleri de doğu ve güneydoğu illerinde olandan çok çok farklı değil. Hizmet siyaseti burada da ancak bir yere kadar işliyor. Sonra yerini kimlik duygularını harekete geçirecek- hamasete bırakıyor.

Bizzat gözlemlediğim, daha doğrusu deneyimlediğim bir örneği var bu durumun: Benim yaşadığım ilçenin bir önceki belediye başkanı X Partisindendi ve -hangi siyasi görüşte olursa olsun- ilçe sakinlerinin tamamının nefretini toplamaya muvaffak olmuş beceriksiz (ama başka bakımlardan birçok meslektaşı gibi “becerikli” olduğu söylenen) bir siyasetçiydi. Daha formel olarak ifade etmem gerekirse, halk belediyenin verdiği hizmetin kalitesinden memnun değildi. Ne var ki herkesin nefret ettiği bu adam üç defa üst üste seçim kazandı. Çünkü “bizim başkan namussuzun teki... hepimizi soydu, soğana çevirdi... ilçeye bir çivi çakmadı” diye konuşup duranlar önlerine sandık geldiğinde “Tamam, bu adam şöyle böyle... Ama ne yapabiliriz? Y Partisine oy verecek halimiz yok!” demeye başladılar. (İlçe geleneksel olarak ve nüfusun sosyokültürel özellikleri itibarıyla X Partisi çizgisinde. Y Partisi ise hemşehrilerimizin çoğunluğunun gözünde kendi hayat tarzları veya inançları için tehdit olarak görülüyor. Tıpkı Y Partisi sempatizanlarının da X Partisini kendi hayat tarzları veya inançları için tehdit olarak görmeleri gibi. )

Açıkçası benim hemşehrilerimin çoğunluğu sırf Y Partisi kazanmasın diye X Partisi mensubu olan mevcut Belediye Başkanı’nın yaptıklarını sineye çekmeye razıydılar. O kimsenin beğenmediği, sevmediği belediye başkanı böyle böyle üç dönem üst üste girdiği bütün seçimleri kazandı. Nihayet parti içi hizip çekişmeleri dolayısıyla son seçimde aday gösterilmedi; onun yerine yine X Partisinden başka biri belediye başkanı oldu.

Bu hikâyede X ve Y diye kodladığım partilerin asıl isimleri önemli değil. Çünkü X yerine de, Y yerine de herhangi bir partimizin adını yazsanız yanlış bir şey yapmış olmazsınız. Benim yaşadığım -ve sosyokültürel gelişmişlik seviyesi itibarıyla ortanın üzerinde bir yerde bulunan- ilçede gözlemlediğim vaziyet Türkiye’nin her tarafında yaşanan realitenin bir parçası. Yani bizim insanlarımızın siyasi partilere yaklaşımı pek de gelişmiş demokratik toplumlardaki standartlara uymuyor.

“Bu durumun sebebi ne?” ve “oy verme tercihlerinin nispeten daha rasyonel bir temele oturması nasıl mümkün olur?” sorularının cevabını arayalım.

Yazının devamı...

AK Partiyi rahatlatan CHP listesi

HDP ilk defa seçime parti olarak katılma kararı aldığında barajı geçebilecek oranda oy alabilmesinin zor olduğunu düşünmüştüm. Bu sütunun sürekli okuyucuları belki hatırlayacaktır, her ne kadar son cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş baraj oranına yaklaşan miktarda oy almış olsa da bu başarının tekrarlanmasının yine benzer şartların yeniden ortaya çıkmasına bağlı olduğunu belirtmiştim.

“Düşünün ki” demiştim, “10 Ağustos’tan yaklaşık dört ay önce gerçekleşen 30 Mart yerel seçimlerinde HDP/BDP oyları yüzde 6 civarındaydı. Bu kadar kısa bir süre içinde bu partiye yönelik desteğin böylesine dramatik oranda artış göstermesi akla ve mantığa uymayacağına göre cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edilen sonucu bu seçimin kendine özgü doğasına ve toplumda oluşturduğu atmosfere bağlamak en doğrusu.” (“HDP seçim barajını aşarsa”, Vatan, 31 Ocak 2015)

Dolayısıyla, HDP’nin barajı aşabilecek kadar oy alabilmesi için kendi mevcut tabanının dışından destek alması, bunun için ise yaklaşık bir yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi özgün bir atmosferin oluşması gerekiyordu.

Bir süre sonra gördük ki şans bir kere daha HDP’nin karşısına çıktı. Bu sefer milletvekili genel seçimlerinin aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Başkanlık” hedefinin oylaması olarak görülmesi dolayısıyla… Türkiye’de özellikle belirli bir süredir Erdoğan karşıtlığı bazı toplumsal kesimlerde siyasi parti taraftarlığının önüne geçen bir motivasyona dönüşmüş durumda. Bazıları için kendi partilerinin kazanmasından ziyade, Erdoğan’ın yenilgiye uğraması önem taşıyor. Geçenlerde de anlatmaya çalıştığım üzere, bir süredir yürütülen bir kampanya var. “Buna göre Erdoğan’ın başkanlık hedefini önlemenin yolu HDP’yi barajın üstüne çıkarıp meclise sokmak. Nasıl olsa CHP veya MHP iki puan eksik veya üç puan fazla alınca bir şey değişmiyor. Ama HDP iki puan fazla aldığı takdirde Erdoğan’ın önü kesilebilir diye düşünüyorlar.” (“Bu kampanyaya dikkat”, Vatan, 27 Mart 2015)

Bahsettiğimiz kampanyaya canla başla destek veren kesimlerin toplumda sayısal ağırlığının bulunmayışı ise gözden uzak tutulamayacak bir realite. İstanbul’un belli semtlerindeki üç beş barın veya meyhanenin müdavimlerinin oyu yetmez böyle bir kampanyayı realize etmeye. Bundan dolayı hazır bir oy deposuna müracaat edilmesi gerekiyordu. En uygun adres olarak Aleviler bulundu. Bu kesimdeki laiklik hassasiyeti ve özellikle Gezi sürecinde tavan yapan Erdoğan karşıtlığı değerlendirilerek, “Erdoğan’ın Başkanlık hedefini sona erdirmek için ödünç oy” talebi ortaya atıldı. Avrupa Alevi derneklerinden de bu toplumsal/politik mühendislik projesine destek açıklaması geldi. (Bu ittifak girişimi havada kalmadı. Bahsedilen destek açıklamasını yapan Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanı HDP’nin İstanbul listesinde İkinci Bölge birinci sıradan aday gösterildi.)

Ancak Anadolu Alevilerinin büyük kısmını CHP dışında bir partiye yönlendirmek bu zümrenin kültürel kodları itibarıyla çok zor. Bu partinin “bölücü” HDP olması daha da zor. (HDP’ye sadece Kürt Alevileri oy veriyor. Onların da Aleviliğin ana gövdesiyle ilişkileri çok sınırlı.)

Buna rağmen Erdoğan karşıtlığının veya Başkanlık rejimi hedefinin bu kesimde uyandırdığı endişelerin yardımıyla Avrupa Alevi derneklerinin desteklediği kampanyaya belirli ölçüde katılımın olması da imkânsız değil(di). Ne var ki CHP’nin açıklanan aday listesi bu projeye büyük ölçüde engel oluşturabilir gibi görünüyor bugünkü tablo çerçevesinde.

Tabii ki, her fırsatta tekrarladığım gibi, siyasette 24 saat bile çok uzun bir süre ve seçime daha iki ay var.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.