Şampiy10
Magazin
Gündem

Çözüm sürecini kim bitirecek

En başta şu gerçeği tespit ve teslim etmek gerekiyor: Kürt Siyasi Hareketi tek bir eğilimden oluşmuyor. İçlerinde mücadele yöntemi olarak sivil siyasetin tercih edilmesini savunan da var, silahtan vazgeçmeyi kendi sonları olarak gören de... Bu eğilimler büyük ölçüde kişilerin ve grupların mevcut pozisyonlarıyla bağlantılı elbette... Doğal olarak da dünyadaki veya Türkiye’deki şartların değişmesine bağlı olarak değişiklik göstermeleri zor... Söz gelimi dağdaki adamlara “dünya konjonktürü artık silahlı mücadele yoluyla bir sonuç alınmasına müsaade etmiyor” dediğiniz zaman bu önermeyi entelektüel anlamda değerlendirip bundan mantıklı bir sonuç çıkarmasını bekleyemezsiniz. İşte bu bakımdan dağdaki adama “silahını bırak” demek, biraz da “seni var kılan imkânlarını ve imtiyazlarını terk et” demek.

Aynı şekilde hareketin siyasi kanadını oluşturan kadroların da otuz senedir ezbere tekrarlayıp durdukları laflardan vaz geçip kısa zamanda Türkiye’nin ve dünyanın yeni şartlarına uygun yeni bir söylem geliştirmelerini beklememek lazım. Bunlar olur ama çok kısa zamanda olmaz. Kişilerin kişisel alışkanlıkları maddi şartlar itibarıyla- kolay değişmeyeceği için, yeni kadroların işi ele almalarını beklemek gerekir.

Nitekim HDP “Türkiye partisi” olmak iddiasıyla yola çıktıktan sonra yeni bir söyleme yöneldi ama malum Kürt sorunu ezberinin dışında “Türkiye’nin genel sorunları” diye bildikleri konular da “Beyaz Türk Solu”nun toplumsal gerçeklerle ilgisiz ütopik politik söyleminden ibaret.

HDP’nin gerek seçim bildirgesinde dile getirilen, gerekse sözcülerinin her fırsatta konuştukları şeyler “eşcinsel güvenliği, Diyanet’in ve din derslerinin kaldırılması, çevre duyarlığı, kadın hakları” vs... Cihangir ve Nişantaşı semtlerindeki bazı mekânların müdavimleri dışında kimseleri heyecanlandırmayan, çünkü birçoğu klişe laflar. Çoğu da söyleyenin ağzına yakışmayan cinsten laflar zaten.

Her neyse... Vatan’ın dünkü manşetinde yer alan iddiadan söz etmek istiyordum aslında. “Huylu huyundan kolayca- vazgeç-e-mez” demek için yaptım bu girizgâhı. Çünkü bu hareketi oluşturan bireylerin ve hatta grupların her birinin ayrı anlayışları, ayrı şartları, ayrı çıkarları var.

Öyle ki hareketin doğal ve değişmez lideri Öcalan’ın bile her dediğini yapacak durumda değiller. Gerçi dışarıya karşı “baş üstüne” demek zorundalar İmralı’dan gelen çağrılara ama sonra yine bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Çünkü Apo’unun özel şartları da farklı. Ömrünün son demlerini hapishane dışında geçirmenin imkânları onu motive ediyor çözüm süreci konusunda... Dağdaki eski arkadaşları ise silahlarını bıraktıkları gün kendilerini var eden iktidar imkânlarını terk etmiş olacaklarını bilerek tutum alıyorlar bu konuda.

Dolayısıyla Kandil’i çözüm sürecinin ortağı olarak düşünmek baştan yanlıştı.

HDP ise bambaşka bir uçta, adeta yarı şuursuz bir halde kendi varlık sebebini berheva edecek bir tutuma kapılmış görünüyor. Bir siyasi parti olarak -veya Kürt hareketinin siyasi kanadı olarak- siyaseti bir seçenek olmaktan çıkarma çabalarına ortaklık ediyor. Çözüm sürecinin alacağı yaranın aynı zamanda kendi misyonunu da yaralayacağını bilmiyormuş gibi bir tutum içinde HDP.

Kürt partisinin barajı geçip mecliste temsil imkanı bulmasını Türk demokrasisi adına olumlu bir gelişme ve imkan olarak görenlerdenim. Ama barajı geçmek uğruna “Beyaz Türk Solu”yla gerçekleştirilen taktik ittifakın Kürt Siyasi Hareketi’ni tabiri caizse- kendi çözüm ortağına karşı ölümüne bir mücadeleye yöneltecek derecede ciddiye alınması yanlış olur. HDP bastığı dalı kesmekten kaçınmalıdır.

Yazının devamı...

Arap birliğine karşı İslam birliği

Nerede kalmıştık. Suudi Hanedanı içindeki iki güçlü gruptan bahsediyorduk, son gelişmeler vesilesiyle. Bunlardan biri bugünkü kralın aynı zamanda da birinci ve ikinci veliahtların- mensubu olduğu Sudayriler. Diğeri ise Kral Faysal’ın çocukları. Birkaç gün önce ülkesinin dışişleri bakanlığı koltuğundan ayrılan Suud el Faysal bu makamda tam 40 yıldır oturmaktaydı. Keza Faysal’ın diğer oğlu Türkî de tam 22 yıl boyunca Suudi istihbaratının başında görev yapmıştı. Diğer çocukları, hatta damatları ve torunları da ülkede etkin pozisyonlardalar.

Unutmadan söyleyeyim: Suudi İstihbaratını 22 yıl boyunca yöneten Türkî el Faysal bu görevi öz dayısından devralmıştı. Ülkenin istihbarat teşkilatını kuran kişi Türkî’den önce o postta ölümüne kadar 12 yıl boyunca oturan Kemal Adham, Kral’ın eşi İffet Hanım’ın kardeşiydi. (Kemal ve İffet kardeşler Adapazarlı bir ailenin çocukları. Hem Suud’un, hem de Türkî’nin annelerinden dolayı Türkçe bildikleri söyleniyor. Ama Türkiye’ye ve Türklere karşı çok sıcak duyguları olduğu söylenmiyor nedense.)

Faysal, denebilirse, Suudi Arabistan’ın ikinci kurucusu. Zira babası Kral Abdülaziz’in kurduğu devleti uluslararası dengeler çerçevesinde bölgesel bir güç olarak yeniden konumlayan kişi. Faysal’dan önce Suudi Arabistan petrol zenginliğiyle yeni tanışmış bir ülkeydi. Suudi hanedanı ülkedeki hükümranlığının emniyet altına alınması karşılığında Amerikalılara petrol oyununa karışmayacakları taahhüdünde bulunmuştu. Bundan dolayı ülkenin bir dış politikası yoktu.

Daha babasının sağlığından itibaren devlet yönetiminde etkin roller üstlenen, bu arada Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini bizzat deruhte eden Faysal, abisi Suud’un krallığı döneminde de etkinliğini sürdürdü. Ancak ülke yönetimine tam olarak hâkim olmak için bir saray içi darbe sonucunda abisini devirerek tahta çıktıktan sonra dış politikaya özellikle önem verdi.

Suudilerin muazzam bir petrol geliri vardı; Ortadoğu ve Arap dünyasında Riyad’ın ekonomik imkânlarıyla yarışabilecek bir başka ülke yoktu. Ama buna rağmen bölgedeki siyasi etkisi yok mertebesindeydi. Faysal bu durumun Suud Krallığı’nın geleceği açısından ümit verici olmadığını düşünüyordu. Bu dar çemberden çıkmak gerekiyordu. Ama bir taraftan da babasının Amerikalılara verdiği söz vardı.

Faysal’ın işbaşına geldiği sıralarda bölgenin iki etkin gücü Türkiye ve İran kendi modernleşme süreçlerinin sıkıntılarıyla uğraşıyorlardı. Bilhassa Türkiye’nin bölgeyle ilgisini yenilemeye hiç niyeti yoktu. İran zaten Şii kimliğinin duvarını aşabilecek durumda değildi. Dolayısıyla Ortadoğu’nun askeri, siyasi ve ideolojik çekim merkezi olmaya Mısır’dan başka aday yoktu.

Faysal’ın ülkesi için gözünü diktiği yer işte Mısır’ın bu bölgesel konumuydu. O günlerde Mısır’ın başında bulunan Cemal Abdünnasır veya kısaca “Nasır”- laik ve sosyalist karakterli bir Arap milliyetçiliği fikrine dayanıyordu. Arap dünyasında geniş kitlelerin ve özellikle aydınların heyecanla benimsediği “Nasırizm”in nihai amacı Arap Birliği’ni gerçekleştirmekti. Faysal işte tam da bu noktada Nasır’ın “Panarabizm”ine karşı bir nevi “Panislamizm” vizyonuyla ortaya çıktı. Bu doğrultuda, ülkesinin petrol parasıyla İslam dünyasının her tarafında yoğun faaliyetlere girişti. Türkiye’nin de desteğiyle İslâm Konferansı Teşkilâtı’nın kuruluşuna ön ayak oldu.

Faysal o günlerde Nasır’ın bir numaralı tehdit olarak gördüğü İhvan-ı Müslimin cemaatine ciddi destek verdi. (İhvan’ın sonradan Suudilerce bir numaralı tehdit sayılarak İhvan’la mücadelesinde Mısır yönetimine destek verecek olması ayrı bir ironidir.) Buna karşılık, Suud Hanedanı içinde Faysal’ın vizyonuna itiraz ederek Hür Prensler Hareketi’ni oluşturan prensler, Nasır ve arkadaşlarının “Hür Subaylar Hareketi”nden ilham almışlardı.

Kral Faysal’ın “İslam Birliği” hedefine yönelik çabaları bugün de İslamcılar arasında hayırla yâd edilmesinin sebebi. Ancak bizim “Sultan Hamid İslamcılığı”nı fena halde andıran bu siyasetin sadece bir hükümdarın dinî hisleriyle açıklanması mantıksız olur. Üstüne üstlük adı geçen hükümdarın bizim anladığımız manada dindar bir kişi de olmadığı söyleniyorsa.

Yazının devamı...

Başka bir kralın çocukları

Suudi Arabistan’da yaşanan “veliaht değiştirme” hamlesi çoğu kişiye şaşırtıcı geldi ama Riyad Sarayı’nın iç dengelerini az çok takip edenler için sürpriz olmayan bir gelişmeydi bu. Hatırlayacak olursanız, doğal yollarla gerçekleşmiş görünen son iktidar değişiminin ortaya çıkardığı iç dengeleri izah etmek amacıyla o günlerde yazdığım bir yazıda “parti” benzetmesini kullanmış; eski kral Abdullah’ın ölümü üzerine tahta yeni kral Selman’ın oturması aynı zamanda “Abdullah Partisi”nin iktidarı “Selman Partisi”ne devretmesidir diye yazmıştım.

Kral Abdullah zamanında Prens Mukrin’in ikinci veliaht ilan edilmesi aslında Veliaht Prens Selman’a karşı bir hamleydi. Bir sonraki aşamada “sağlık sorunları” gerekçesiyle veliahtlıktan indirilmesi şaşırtıcı olmayacaktı. Ancak Selman Partisi bu hamleye karşı direndi; akabinde emr-i hak vaki olunca da Abdullah Partisi’nin planları boşa çıkmış oldu.

Ancak Kral Selman tahta oturur oturmaz Riyad Sarayı’nda birtakım acil operasyonlar gerçekleştirdiği halde veliaht konusunu ileriye bırakmayı doğru bulmuştu. Abdullah Partisi’nin ihdas ettiği “ikinci veliaht” kurumunu da muhafaza ederek Mukrin’i veliaht, Muhammed bin Nayef’i ise ikinci veliaht ilan ettiler. Bunun anlamı “bizim gerçek veliahdımız Nayeftir” demekti. Dolayısıyla şartlar olgunlaştığında yeni bir hamleyle taşları yeniden dizdiler. Böylece mevcut kralın ilerlemiş yaşına ve sağlık durumuna rağmen Selman Partisi’nin iktidarı sağlama alınmış oldu.

Diğer yandan, “veliaht değiştirme” hamlesiyle aynı gün gerçekleştirilen dışişleri bakanı değişikliğinin ise bahsettiğimiz hesaplaşmayla doğrudan ilgisinin olmadığı düşünülebilir. Çünkü tam 40 yıldır ülkesinin Dışişleri Bakanlığı mevkiinde oturmakta olan Suud el Faysal’ın çok uzun zamandır görevini yerine getiremeyecek derecede hasta olduğu bilinen bir husus. Dışişlerini onun adına de facto başkalarının yönettiği de malum. Eski kral zamanında Bender bin Sultan ve ekibi, yeni dönemde ise Muhammed bin Nayef ile Muhammed bin Selman…

Ne var ki yeni kral ve ekibi bu statükonun devamı yerine eskisinden bir hayli farklı bir dış politika vizyonunu hayata geçirmek üzere bu mevkie yeni bir bakan atamayı tercih ettiler. Dışişleri’nin dışarıdan yönetilmesinin pek de sağlıklı olmayacağını görerek bu tercihte bulunduklarını düşünmek lazım. Ama tabii hanedan içindeki “Faysal klanı”nın devlet yönetimindeki etkisinin veya görünürlüğünün bundan sonra nasıl olacağı da bir merak konusu…

Başka vesilelerle daha önce de yazmıştım: Suudi Hanedanı içinde iki güçlü grup var. Sudayri ve Faysal klanları. Savunma, istihbarat, dışişleri ve içişleri gibi kilit pozisyonlar başta olmak üzere Washington Büyükelçiliği ve Riyad Valiliği benzeri stratejik koltuklar daima bu iki grubun elinde bulunur.

Kral Abdülaziz’in Vahhabiliğin merkezi olan Necid’in en güçlü ailelerinden birinin kızıyla yaptığı evlilikten dünyaya gelen yedi prens “Sudayri Klanı” diye anılıyor. Bunlardan Fahd 1982-2005 arasında tahtta oturdu. Sultan ve Nayef ise veliahtlık makamına kadar geldiler ancak krallık sırası kendilerine gelmeden vefat ettiler. Yeni kral Selman da Sudayriler’den.

Vaktiyle Sudayri klanıyla işbirliği yaparak tahta çıkan Kral Faysal’ın çocukları da ülke yönetiminde hep etkili olageldi. Suud tam 40 sene ülkesinin Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturdu; Türkî tam 22 yıl boyunca Suudi istihbaratının başında görev yaptı. En büyük oğlu Muhammed ise özellikle uluslararası finans sektöründe etkili bir işadamı. Kızları da siyasi ve sosyal hayatta etkin ve etkili kişiler. Lulva kadın hakları aktivisti, Sara insani yardım gönüllüsü kimlikleriyle tanınıyor. Suudilerin kudretli istihbarat şefi Bender bin Sultan’ın karısı olan Hayfe ise Amerikalıları bile kuşkulandıran karanlık ilişkileriyle gündeme gelen bir kadın.

Demem o ki böyle bir grubun Suudi siyasetinde giderek etkisizleştiğine ilişkin görüntü boş verilecek bir konu değil.

Yerimiz kalmadı, bu bağlamda Prens Suud’un babası Kral Faysal’ı ve “İslamcı” siyasetini yarın konuşalım…

Yazının devamı...

‘Yavru vatan’ın anlamı başka

Kuzey Kıbrıs’ın yeni seçilen cumhurbaşkanının “Biz artık yavru vatan olmak istemiyoruz” sözüne Cumhurbaşkanı Erdoğan neden o kadar sert tepki gösterdi? Yapılan yorumlara bakarsanız, Erdoğan’ın her zamanki hırçın tavrının bir yansıması bu. Oysa KKTC’nin yeni liderinin sözleri sanıldığı kadar masum değil. Durup dururken aklına gelmiş bir fikir de değil söyledikleri. Gerçi “taç giyen baş akıllanır” hükmü gereğince onun da tıpkı Talat gibi Kıbrıs’ın realitelerine uygun davranmak ve konuşmak zorunda kalacağı günler var önünde. Ama Erdoğan’ın şahsında Türkiye’nin şok edici tepkisi olmasaydı taç giyen başın akıllanması biraz daha fazla zaman alabilirdi belki...

Peki, Kıbrıs Türklerinin yeni liderleri olarak “federal çözüm”den yana birini seçmiş olmalarının yaratacağı bir farklılık söz konusu olmayacak mı hiç? Hayır olmayacak. Çünkü Kıbrıs’ın realiteleri ve içinde bulunduğu şartlar belli. Zaten -hiç değilse kâğıt üzerinde- federal çözüme karşı olan kimse yok. Ankara da dâhil... Hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs Türklerinin çoğunluğunun desteklediği Annan Planı federal bir çözüm getirmiyor muydu?

Demek ki Kuzey Kıbrıs’ın yeni cumhurbaşkanının ve arkadaşlarının savunduğu siyasetin farklılığını başka bir yerde aramak gerekiyor. “Artık yavru vatan olmak istemiyoruz” sözü bunun şifresi. Demek istediği şu: “Ankara’nın sıkı patronajını gevşetsek nasıl olur?” Bunun anlamı ise şu: “Bazı ilişkileri Ankara üzerinden değil, doğrudan kurabilir miyiz?”

Erdoğan’ın ağzından işte bunlara cevap verildi.

Diğer yandan, Avrupa basınında Kıbrıs Türklerinin yeni liderinin “çözüm için ümit ışığı” olduğuna ilişkin yorumlar çıkıyor. Batılılar çözüm derken Kıbrıs’ın ne olursa olsun “birleşmesini” kastediyorlar. Bizim liberal sol aydınlarımız da bunu istiyorlar. Yalnız, şöyle bir durum var: Dünyanın her tarafında “demokrasi” adına “ayrılıkçı” eğilimleri destekleyenlerin bir tek Kıbrıs’ta “birleşme” yanlısı olmaları biraz tuhaf kaçıyor.

Çekoslovakya’yı ikiye bölen, Yugoslavya’yı beş parçaya ayıran, Irak’ı fiilen üçe bölmüş olan; bu arada Doğu Timor’u Endonezya’dan, Güney Sudan’ı Sudan’dan ayıran güçler, nasıl oluyor da zaten fiilen bölünmüş olan ve bu bölünmeden 30 yıldır kimsenin zarar görmediği Kıbrıs’ta “birleşmeyi” talep ediyorlar?

Aynı şekilde Türkiye’de etnik kimliklerin ayrışmasına “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” diyerek sonuna kadar destek veren “liberal-demokrat sol” aydınlarımızın konu Kıbrıs olunca birden bire iflah olmaz derecede “birlik yanlısı” kesilmesi de ayrı bir tuhaflık...

Bu arada bizim liberal sol aydınlarımızın açıklığa kavuşturması gereken bir husus daha var:

Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği “adada çözüm bulunması” şartına bağlanmış olduğu halde ve Rumlar bu çözümün adresi olarak gösterilen Annan Planı’nı reddetmiş olmalarına rağmen, yapılan referandumun hemen ardından apar topar tam üye yapılmalarının sebebini hiç merak ettiniz mi?

Bu soruyu özel olarak liberal-sol aydınlarımıza soruyorum, çünkü bu arkadaşlar Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün yegâne müsebbibi olarak Türkiye’yi gösteriyorlar. Bunu yapmakla kalmıyorlar; “Bakın, Kıbrıslı Rumlar Avrupa Birliği’ne girdiler, hayatları kurtuldu. Bizimkiler de çözüme evet demiş olsalardı onlar da kurutulacaklardı” diye konuşuyorlar. Annan Planı’nın referandumunda olanlar herkesin malumu olduğu halde böyle konuşabilmelerinin belki bir sebebi vardır diye soruyorum...

Yazının devamı...

Tarihten bir yaprak

Zeki Velidi Togan adını duymuşsunuzdur. “Umumi Türk tarihi” sahasının en büyük otoritelerinden biridir Togan. Aynı zamanda İdil-Ural bölgesi başta olmak üzere Türkistan coğrafyasında iz bırakmış siyasi bir figür. 1917’den sonra sosyalizm kisvesine bürünmüş olan Rus emperyalizmine karşı Türkistan’da yürüttüğü mücadele başarısızlıkla sonuçlanınca akademik kariyerini sürdürmek üzere Avrupa üniversitelerinden teklifler almış, ancak Köprülü, Akçura gibi isimlerin ısrarları üzerine Türkiye’yi tercih etmişti .

Togan başlangıçta Türkiye’de el üstünde tutuldu. Çünkü yeni rejim Türk tarihinin Osmanlı ve Selçuklu asırlarını paranteze alarak Orta Asya dönemini öne çıkarmak istediği için bu sahanın en büyük uzmanlarından biri olan, üstelik Türkçülük fikriyatının önderlerinden sayılan Togan bulunmaz nimetti. Nitekim kısa zamanda akademik yetkinliğiyle yönetici elitin sevgi ve saygısını kazandı ünlü tarihçi. Atatürk’ün meşhur sofrasının müdavimlerinden oldu .

Ama bir gün aniden bu dostluk bozuluverdi. Atatürk’ün benimsediği “Türk Tarih Tezi” eski dostları birbirinden ayırmıştı. İşin aslı şu: Atatürk ve arkadaşları yeni kurulan laik ulus devletin kültürel temellerini atarken Türk tarihinin İslami dönemini görmezden gelerek Türk kimliğini Batı kültürüne bağlamak istiyorlardı. Bunun için Avrupa medeniyetinin göçler sonucu Orta Asya’dan gelen insanlar tarafından oluşturulduğu tezine dayanan bir tarih anlatısı üretildi. Buna göre Türkler medeniyetin merkezi olan Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılarak Mısır, Anadolu, Mezopotamya, İnka, Aztek ve nihayet Yunan ve Avrupa medeniyetlerini kurmuşlardı. Dolayısıyla Anadolu’daki Yunanî medeniyet bizim medeniyetimizdi aslında. Keza Etrüsklere dayanan Latin kültürü de yabancımız değildi. Böylece antik Yunan ve Latin kültürüne dönüşü öngören Aydınlanmacı-Hümanist felsefe “Türkleştirilmiş” oluyordu. (Bu arada Etiler ve Sümerler de bizim atalarımızdı. Etibank ve Sümerbank isimleri bu dönemin hatıralarıdır.)

Ne var ki Togan bilimsel gerçeklere uymayan bu anlatıyı kabul etmedi. Bunun üzerine derhal “hain” ilan edildi. Sadece hain değil, aynı zamanda “cahil” de ilan edildi. 1932’de toplanan Türk Tarih Kongresinde “Saray’ın tezi”ni ifade eden bir tebliğ sunan Tıbbiye kökenli bir milletvekili bu teze karşı çıkan Orta Asya Türk tarihinin en büyük uzmanının “cahil” olduğunu ilan etti. “Saray tarihçisi” Afet İnan da benzer şeyler söyledi. Çünkü Atatürk’ün kabul ettiği tarih tezinin bilimsel olmadığını söylemeye cüret etmişti bu adam!

Çok geçmeden basında da Togan aleyhine bir linç kampanyası başladı. Gazetelerde yazılar yazıldı, radyoda konuşmalar yapıldı; dünyanın en önemli Türkiyat bilginlerinden birinin aslında cahilin biri olduğu anlatıldı .

Nihayet ünlü tarihçi Türkiye’yi terketmeye mecbur kaldı.

Togan’ın uğradığı muameleyi protesto eden Atsız, Boratav gibi genç aydınlar da bu yaptıklarının bedelini ödediler. Sürgünle, işsizlikle ve gizli polis takibiyle tanıştılar. “Türk ve Tatar Tarihi” yazarını -üstelik Türk Tarih Kongresinde- cahil ilan eden tıp doktoru ise bu olaydan birkaç ay sonra milli eğitim bakanı oldu!

Bu hikayenin üzerinde durulması gereken tarafı bence Zeki Velidi Togan’ın her ne olursa olsun doğru bildiğini söyleme ve ilmin haysiyetine sahip çıkma tavrı değil. Bu zaten olması gereken şey. B ir devlet başkanına neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü kişilerin asli görevlerini ifa etmek yerine karşılarındaki insanın beşeri zaafından istifade etmek gayesiyle onun hoşuna gidecek şeyleri söyleyebilmeleri -ve kendisine devlet denen bir yapının buna müsaade etmesi- asıl üzerinde kafa yorulması icap eden nokta.

Yazının devamı...

24 Nisan’da ne oldu?

1915 olaylarıyla ilgili fikir belirtenlerin bir kısmında şartlanmışlık, bir kısmında kötü niyetle tarihi gerçekleri saptırma eğilimi var. Ama konuyla ilgili lehte veya aleyhte görüşü olanların büyük bölümünü yoldan çıkaran faktör cehalet. Düşünün ki uluslararası Ermeni hareketince “soykırım yıldönümü” kabul edilen 24 Nisan 1915 tarihinde hangi olayın yaşandığını bilmeden bu konularda kalem oynatanlar var. (Bir arkadaş “Talat Paşanın 24 Nisan günü çektiği telgraftan dolayı bugün soykırımın başlangıcı sayılıyor” diye yazdı mesela...)

Bilmeyenlere anlatalım: Birinci Dünya Savaşı başlayınca özellikle Doğu Anadolu’daki Ermeniler silahlı milis kuvvetleri oluşturup vatandaşı oldukları Osmanlı devletine karşı düşman ordusu safında savaşa girdiler.

Sevinçle karşıladıkları ve destekledikleri 1908 Devrimi’nden sonra silahlı mücadeleden ve terör eylemlerinden -çoğunlukla- vaz geçip iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi’yle iyi ilişkilerinin neticesi olarak kabinelere bakan bile veren Ermeni örgütleriydi bunu yapan...

Çünkü savaşı bir fırsat olarak görüyorlardı. 1913’ün başlarından itibaren bekledikleri ve hazırlandıkları gündü bu.

O günlerde Ermeni köylerini dolaşarak propaganda yapan bir köy papazı Ermeni köylülere şunları söylüyordu: “Osmanlı Hükümeti ilân-ı harp etti. Şimdiye kadar toplanan silahların kullanılması vakti geliyor. Az zaman sonra Türkler Ruslara mağlup olacaklar, Ruslar önden biz arkadan Osmanlı Ordusu’nu perişan edeceğiz. Vaktiyle silahları alırken çekingenlik gösterenler şimdi anlayacaklar ve Ermenistan’ın teşekkülünü görerek bu işlere çalışanları takdis edecekler.”

Batılı kaynaklara göre Ermeni Gönüllü Tugaylarında 200 bin Ermeni genci vardı. Bunlar son kertede Rus ordusuna bağlı olan ama fiilen müstakil faaliyet gösteren birliklerdi.

Ermenilerin yoğun olarak bulundukları savaş bölgesine yakın illerde organize edilen isyanlar aslında Rus ordusunun öncü birlikleri olan Ermeni Gönüllü Tugaylarının işgal ve katliam operasyonlarıydı. Söz gelimi Van’da gerçekleştirilen Ermeni isyanı neticesinde bu şehirde tek bir Müslüman bırakılmadı. Ne yaşlıların, ne kadınların ne de çocukların gözünün yaşına bakıldı. Yapılan temizliğin ardından ise şehir Rus ordusuna teslim edildi.

(AK Partili eski bakan Doç. Dr. Hüseyin Çelik, memleketi Van’da yaşananları o günleri gören yaşlıların tanıklığıyla “Görenlerin gözü ile Van’da Ermeni Mezalimi” isimli belgesel kitapta anlatır.

Yaşananlar o kadar yürek burkucu, o kadar vicdan kanatıcıdır ki insanlığından utanmak istemeyenlerin okumasını tavsiye etmem.) Osmanlı ordusu 7 cephede savaşırken, özellikle de Çanakkale’de İngilizlerle, Sarıkamış’ta Ruslarla ölüm kalım savaşı verirken (Sarıkamış’ta savaşan Rus ordusunda Ermeni Gönüllü Tugayları da yer

almıştır) cephe gerisinde kendi vatandaşlarının kanına girenlerin etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu.

Maraş Zeytun’da, Muş’ta, Bitlis’te, Diyarbakır’da, Sivas’ta, Van’da ve başka merkezlerde yaşanan katliamları planlayıp organize edenler ise İstanbul’daki ileri gelen Ermeni aydınları ve din adamlarıydı. Van isyanından hemen sonra 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbul’daki bu komitelere yönelik tutuklamalar gerçekleştirildi. Tehcir Kanunu ise bundan bir ay sonra, 27 Mayıs 1915’te çıkarıldı. Bu konuda konuşabilmek için bunları bilmek gerekiyor...

Ama bunları bilmek de yetmiyor. Çünkü mesele hangi tarafın kaç insanın canına kıydığı, kavgayı önce kimin başlattığı, hatta hangi tarafın haklı olduğu meselesi değil. Eğer tarihteki kavgayı bugüne taşımak niyetinde değilsek hayatını kaybeden, maddi ve manevi ıstıraplar yaşayan insanların hepsi adına gözyaşı dökmek zorundayız. Ama böyle olmuyor da sadece Türk tarafı ölen Ermeniler adına üzüntü ifade ediyorsa ve batı dünyası “ölen Müslümansa önemli değil” yaklaşımını sürdürüyorsa insani vasıflarını muhafaza eden tarafta olmak yeğdir.

Yazının devamı...

23 Nisan yazısı: İstanbul Kudüs olmadı

Bir ay kadar oluyor... Belki hatırlarsınız, o günlerde yazdığım bir yazıda Kudüs’te ve diğer Filistin şehirlerinde geçirdiğim birkaç günden bahsetmiştim. Türkiye’nin tarihi ve kültürel hinterlandında, yani atalarımızın izini taşıyan her yerde olduğu gibi İsrail işgali altındaki topraklarda da hepimiz adına kıymet biçilemeyecek işler yapan TİKA’nın bir faaliyeti dolayısıyla ilk defa görme fırsatı bulduğum bu coğrafyadan o günlerin hay huyu müsaade etmediğinden yeterince söz edemedim.

Belki fırsat doğdukça yine değinirim, başka vesilelerle izlenimlerimi paylaşırım diye düşündüm. Ama 23 Nisanın buna vesile olabileceği aklıma gelmemişti doğrusu:

Filistin’in bizim açımızdan en önemli ve en hassas yanı bir halkın binlerce yıldır üzerinde yaşadığı toprakların elinden alınıp vatansız bırakılması...

Biliyorsunuz, 1948’den itibaren topraklarını sürekli genişleten bir İsrail devleti var bir yanda. Diğer yanda kendi vatanlarında önce azınlık durumuna düşürülen, sonra vatanlarını da büsbütün kaybetme tehlikesiyle yüz yüze kalan Filistinliler...

İsrail 1967’deki -Araplar açısından- utanç verici savaştan sonra “geçici olarak” işgal ettiği Filistin topraklarını kalıcı olarak gasp etmenin yollarını aramaya başladı. Bu çerçevede yerleşimci adı verilen göçmen grupları Filistinlilerden ele geçirilen araziler üzerinde kurmaya -veya kurdurmaya- koyulduğu planlı yerleşim yerlerinde iskân etti.

İsrail’in 1967’de belirlenen sınırlarının dışında yer aldığı için uluslararası camianın meşru kabul etmediği ve derhal durdurulması için defalarca BM kararı çıkartılan bu yerleşim yerlerinin sayısı her geçen gün arttı. Yani İsrail’i yönetenler hiçbir zaman uluslararası camianın tepkisine kulak asmadı; Birleşmiş Milletler’in kararlarını dinlemedi.

Hâlâ da dinlemiyor.

Bu arada Kudüs’ü ebedi başkenti ilan etti Siyonist devlet. Bugün Ramallah, Halil, Nablus, Betlehem gibi Filistin şehirlerinde yaşayan Müslümanların ne Mescid-i Aksa’yı ziyaret için ne de yakınlarını görmek için Kudüs’e girmelerine izin veriliyor. Koskoca bir “Utanç Duvarı” Batı Şeria’yı Kudüs’ten ayırıyor. Gazze ise tamamen tecrit edilmiş bir coğrafya. Ne dışarıdan Gazze’ye girmenize izin var ne de Gazzelilerin dışarıya çıkmasına. Bir nevi açık hava hapishanesi...

“Bu anlattıklarının 23 Nisan’la alakası ne?” diyecek olursanız, şu:

Milli Mücadele başarıya ulaşamamış olsaydı bugün Türkiye’nin durumu da herhalde Filistin’in durumundan çok farklı olmazdı.

Özellikle -Sevres anlaşması gereği- Yunanlılara verilen Ege bölgesinde ve Trakya’da Türk nüfusun tamamen temizleneceği muhakkaktı. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da ve İtalyan- Fransız bölgeleri olarak ayrılan Akdeniz kıyısında ve Güneydoğu’da da nüfus yapısının bütünüyle değişmesi gündeme gelecekti. Zaten Sevres Anlaşması’nın içeriğine bakarsanız, Anadolu’da bir “T(Deturkizasyon) planının en azından zihinlerde mevcut olduğunu görürsünüz.

Ege’de nüfus yapısının Yunanlılar lehine değiştirilmesi yolunda yapılanlar malum. Bu operasyon başarılı olsaydı savaş sırasında tehcir edilen Ermeni nüfusun geri getirilmesi de düşünülebilirdi. Bu durumda Anadolu Müslümanlarının hali Filistinlilerin bugünkü halinden bile daha kötü olurdu herhalde. 23 Nisan’da Millet Meclisi’nin teşkiliyle başlatılan Milli Mücadele işte böylesi bir tablonun oluşması ihtimalini ortadan kaldırdı.

Yazının devamı...

CHP balık tutmayı öğretiyor!

Yıllardır yazıyorum, Türkiye’nin güçlü bir muhalefete ihtiyacı var diye... CHP’nin ve MHP’nin mutlaka toparlanması gerektiğini, iktidar alternatifi olarak kendilerini gösterebilmelerin şart olduğunu vs. yazıp duruyorum... Bu yüzden iktidar mensuplarından tepki gördüğüm de oldu. Ama aslında güçlü bir muhalefet en çok iktidarın işine yarayacağından onların da benim duama amin demeleri gerekirdi. Neyse...

Muhalefet partilerinin kendilerini iktidar alternatifi olarak kabul ettirebilmeleri için yeni bir fırsat daha geldi önlerine. Yaklaşık iki ay sonra milletvekili genel seçimi yapılacak. Ama ne yazık ki benim beklentilerimi karşılayacak bir performans yine göremedik muhalefet partilerinden.

MHP’den Ekmeleddin İhsanoğlu ile Durmuş Yılmaz’ın adaylıkları dışında bir harekete rastlamadık henüz. CHP ise adaylarını ağırlıklı olarak ön seçimle belirleyerek parti örgütünü motive etmiş ve diğer adayları da akıllıca bir stratejiyle belirlemiş, böylece seçim yarışına iyi girmişti. Ama şimdi o da kötü devam ediyor.

Öncelikle parti politikalarını her zeminde anlatıp halkı ikna etme görevi genel başkanın olduğu için, bu alanda bir sıkıntı yaşanıyor. Kılıçdaroğlu salon toplantılarında ve bir dereceye kadar meydan konuşmalarında bu görevi iyi kötü yerine getiriyor. Ama karşılık soru-cevap şeklinde gerçekleşen televizyon programlarında oturduğu koltuğun hakkını veren bir lider görüntüsü veremiyor. CHP’li okurlarımı kızdırmamak için daha fazlasını söylemiyorum. Belki seçimden sonra bu “daha fazlasını” konuşuruz.

CHP’nin ikinci problemi ise kendi kusurundan ziyade iktidar partisinin muhalefete hareket alanı bırakmayışından kaynaklanıyor. Çünkü mevcut iktidar yerine göre hem milliyetçi, hem sosyal demokrat hem muhafazakâr hem reformcu siyasetler izleyebiliyor. Bu durumda muhalefet partilerinin iktidarla yarışmak için doz artırmaları gerekiyor. Ancak aşırı dozda verilen milliyetçi veya sosyal demokrat, muhafazakâr veya reformcu siyasetler çekici olmaktan ziyade itici olabiliyor. Çünkü muhalefet bunları iktidarın yaptığı gibi “hepsi bir arada” şeklinde pazarlayamıyor. Ya birine ya öbürüne ağırlık veriyor.

CHP’nin seçim bildirgesine bakınca düşündüm bunları. İdari ve hukuki konularda dile getirdiği birçoğu doğru ve haklı ama hiçbiri orijinal ve heyecan verici olmayan tespit ve vaatler bir tarafa, CHP’nin seçim bildirgesi rakam dolu. Hemen her rakamın yanında da TL yazıyor. Yani vatandaşlara dağıtılacak paralar bunlar: Kira desteği, kreş desteği, askerlik desteği, emekliye ekstra ikramiye... vs. vs... Bildirgedeki vaatler arasında kredi kartı borçlarının yüzde sekseninin silinmesi bile var. Kulaklara yabancı gelmeyen “mazot 1,5 TL olacak” vaadi de kendine yer bulmuş bildirgede... Yoksullara elektriğin ve doğalgazın ücretsiz olacağı da...

Bunlara baktığınız zaman, topluma gerçekçilikten uzak hayaller vadeden tipik popülist bir siyaset görüyorsunuz. Ama ondan daha önemlisi, mevcut düzene temelde itirazı olmayan ve doğal olarak da kendisini topluma “alternatif” olarak sunamayan bir muhalefetle karşılaşıyorsunuz.

Hatırlayacak olursanız, CHP bugüne kadar iktidarın sosyal politikalarını “sadaka ekonomisi” diye eleştirdi. Yoksula balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek gerektiğinden dem vurdu. Gelgelelim şimdi söylediği şey “iktidarın beş verdiğine ben on vereceğim”den ibaret.

Ne inandırıcı ne de tutarlı...

Biz söyleyince dinlemiyorlar, CHP’yi çok seven arkadaşlarımız söylesinler: İktidar alternatifi böyle olunmaz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.