Şampiy10
Magazin
Gündem

Satrançta bir taş: Vezir

Geçenlerde bir vesileyle Osmanlı tarihinin 18. yüzyılına dair bir şeyler okurken dikkatimi bir ayrıntı çekti: 3. Ahmed’den 3. Selim’e kadar toplam 6 padişah hüküm sürüyor 18. yüzyıl boyunca. Zaten bütün Osmanlı tarihinde toplam 36 kişi tahta çıkmış olduğuna göre ortalama her yüz yıla 6 padişah düşüyor.

Ortalama 15-20 yıl civarında bir süre devlet başkanlığı görevi için az da sayılmaz, çok fazla da sayılmaz herhalde. Ama benim dikkatimi çeken ayrıntı bu değil. Söz konusu yüzyılda hüküm süren 6 padişaha mukabil 63 sadrazamın görev yapmış olması çekti dikkatimi. Yani devlet başkanı adına bütün askeri ve sivil bürokrasiyi yöneten, bugünkü başbakanın muadili durumundaki büyük vezirlerin ortalama görev süreleri iki yıldan bile daha az.

Bu tablo, cumhuriyet devrindeki 1970’li veya 1990’lı yılların zayıf hükümetlerini ve siyasi krizlerini hatırlatıyor insana. Belki bugünkü siyasi tablonun devamı halinde bizi bekleyen kriz durumunu da haber veriyor…

Tahmin edebileceğimiz gibi, 18. yüzyıldaki bu dikkat çekici durumu görünce bir mukayese yapabilmek için diğer yüzyıllardaki duruma da baktım... O zaman gördüm ki sadrazam tayinlerinin (yani bir anlamda kurulan hükümetlerin) sayısında Osmanlı tarihinin başından sonuna doğru giderek büyüyen çok belirgin bir artış var.

Devletin kuruluş dönemi olan 14. yüzyıla ilişkin kayıtlar yetersiz ve sağlıksız olduğu için net bir sayı vermek kolay olmasa da bu ilk yüzyıl boyunca sadrazamlık veya büyük vezirlik muadili bir makamda oturmuş sayılabilecek taş çatlasın 10-15 kadar devlet adamının adı zikrediliyor muhtelif kaynaklarda. Bilemediniz, yirmi olsun.

Nitekim “Devlet-i Aliyye”nin merkezileşme/genişleme dönemi kabul edilen 15. yüzyılda kendilerine “mühr-i hümayun” teslim edilmiş olan kişilerin sayısı da yaklaşık yirmi civarında.

Yükseliş devam ederken sistemik problemlerin başladığı dönem olarak görülen 16. yüzyılda 42; gerilemenin artık “resmen” başladığı 17. yüzyılda ise 63 baş vezir saydım...

Çöküşün iyice belirginleştiği 18. yüzyıldaki hükümet başkanı sayısı ise 70’e yakın... 19. yüzyılda bu rekor da kırılmış; tam 80 kere sadrazam ataması yapılmış...

Bir defadan fazla bu görevi yapanlar olsa da son yüzyıllardaki sayılar ve bu sayıların istikrarlı bir grafik dâhilinde sürekli yükseliş göstermesi pek normallik alameti olmasa gerek. Aksine, bir problemin işareti bu herhalde...

Öyle anlaşılıyor ki işlerin yolunda gittiği dönemlerde devleti yöneten kadrolarda devamlılık oluyor. Buna mukabil işler bozulduğunda işin başındaki kişilere kesiliyor fatura. Olumsuz gidişi engellemenin daha esaslı veya yapısal çözümleri bulunamadığı için boyuna sadrazamlar, seraskerler, şeyhülislamlar vs. değiştirilip duruyor. Ama bu “yöntem” idarede istikrarsızlık oluşturmaktan başka bir işe yaramadığından bir kısır döngü oluşuyor. İmparatorluğun yıkıldığı güne kadar bu böyle devam edip gidiyor.

Demek ki meseleyi kişilerde değil, öncelikle zihniyette ve yapısal şartlarda aramak gerekiyor ki kötüye gidişe bir çare bulunabilsin. Yoksa veziri de değiştirseniz hükümdarı da değiştirseniz akıbeti değiştiremiyorsunuz.

Yazının devamı...

PKK’nın yerinde siz olsaydınız

Devlet güneydoğuda “askeri amaçlı” yol ve barajlar inşa etmekten vaz geçmediği için PKK’nın ateşkesi bitirdiğini açıklayıp “öz yönetim”, “serhildan” ve “devrimci halk savaşı” çağrıları yaparak terör eylemlerine yeniden başlamış olması hiç mantıklı değil. Çünkü bir kere Çözüm Süreci’nin kazançlı tarafıydı PKK. Devlet kurumlarının ve siyasi kadroların “aman süreç zarar görmesin” hassasiyetini kazanca çevirmiş; doğu ve güneydoğudaki birçok şehirde adeta paralel bir devlet otoritesi oluşturmuştu. O günlerde bunları ayrıntılı yazmıştık; onun için şimdi örnekleri yeniden sıralamaya lüzum yok. Gerçi son zamanlarda durumun vahametini gören Davutoğlu Hükümeti kamu düzenini “kırmızıçizgi” olarak ilan edip bazı yerleşim alanlarında kimi tedbirler almaya girişti ama atı alanın Üsküdar’ı geçmiş olduğunu bugün daha iyi görüyoruz.

Dolayısıyla PKK’nın kendisi açısından bunca elverişli biçimde işleyen bu düzeni bozmak istemesini sadece hükümetin bölgede devlet otoritesini yeniden tesis etmeye yönelik niyet ve girişimlerine bağlamak yeterince izah edici görünmüyor.

Örgütün legal siyasi kanadının 7 Haziran’da oldukça yüksek bir oy alarak bu başarı sayesinde taban üzerindeki popülaritesini ve etkinliğini artırmasından silahlı kanadın duyduğu endişe de muhakkak bugünkü sürecin dinamikleri arasında ciddiye alınmalı ama bu da sorumuzu cevaplamaya tek başına yetmiyor.

Sorumuz neydi peki? PKK milletin evlâtlarını öldürerek devlete taleplerini kabul ettiremeyeceğini bildiğine göre niçin ve ne uğruna bu işe girişti? Bu süreçte kazanacağı hiçbir şey yok ama kaybedeceği çok şey var. Kendisi hem kazanmıyor hem de kaybediyor ama sadece karşı tarafın kaybetmesi için bu tuhaf alışverişi göze alıyor. PKK’nın yerinde siz olsaydınız bunu yapar mıydınız? Görünen şartlar altında her halde yapmazdınız ama muhtemelen bizim göremediğimiz başka şartlar söz konusu ki bize mantıkdışı gelen bu iş gerçekleşebiliyor.

Lafı uzatmayalım. Benim ta en başından beri, yani daha 7 Haziran seçimleri ufukta bile yokken savunduğum görüş Kuzey Suriye’de oluşan yeni konjonktürün Çözüm Süreci hakkında geçerli olan bütün eski şartları geçersiz hale getirdiğiydi. Yani yıllardır rüyası görülen bir Kürt devleti uğruna her şeyden vaz geçmeye hazır bir örgüt vardı karşımızda. Ama bu bile tek başına örgütün Türkiye’ye savaş açmasını anlamlandırmaya yetmiyor. Çünkü hem Rojava’da hem Türkiye’de kendi lehine bir süreci yürütmesi mümkündü PKK’nın. Suriye’nin kuzeyinde “Türkiye’ye dost” bir oluşumun söz konusu olduğuna ikna edilmiş olsa Ankara’nın yardım ve desteği de alınabilirdi bu hususta. Türkiye’nin yine de mesela Kobani’nin IŞİD’den kurtarılmasında dolaylı yardımı oldu. Ama PKK bir yandan Çözüm Süreci dolayısıyla müzakere masasında paydaşı olduğu diğer yandan ne olursa olsun iyi geçinilmesi gereken bir bölge gücü olan ülkeye savaş ilan etti.

Keza siyasi kanadın tavrı da silahlı kanatla paralel. Ülkedeki siyasi aktörler arasında hasım olarak kendileriyle “çözüm ortağı” sayıldıkları yapıyı hedef almalarından başlıyor oradaki tuhaflık da. Sürecin istedikleri doğrultuda yürümesi ve belirli taleplerinin gerçekleşmesi karşılığında Tayyip Erdoğan’ın başkan seçilmesine destek verebilecekleri bile düşünülürken tam aksine çok sert bir “Seni Başkan Yaptırmayacağız” kampanyasına yönelmeleri de anlaşılır gibi değil. Bilahare mecliste AK Parti’ye karşı CHP ve MHP ile işbirliği yapmak konusundaki isteklilikleri de öyle.

Ancak yine de bütün bu tabloya bakınca “bu işte bir yanlışlık var” demek yanlış olur. Yanlışlık yok, başka bir şey var. Devam edeceğiz...

Yazının devamı...

Peki, PKK neyi amaçlıyor?

Yeterince ciddiyetle ele alınıp sorulmayan ve galiba cevabı da pek merak edilmeyen bir soru var: PKK şu anda yaptıklarıyla neyi amaçlıyor olabilir? Pusu kurup, mayın patlatıp milletin evlâtlarını öldürdükçe devlete birtakım taleplerini kabul ettireceğini düşünüyor olabilir mi? Mesela Kürtler’in yoğun bulunduğu illerde özerk yönetimler kurulmasına bu yolla izin verileceğini mi bekliyor? Yoksa devlet okullarında Kürtçenin zorunlu ders olmasını sağlamak için mi bütün milletin öfkesini üzerine çeken kanlı eylemler yapıyor?

Terörle, kanla, cinayetle bunların hiçbirinin söz konusu olamayacağını; devletin silahlı eylemlere doğal olarak aynen veya misliyle cevap vereceğini devlet reflekslerini bizden iyi bildiklerine şüphe bulunmayan- PKK’yı yöneten kadronun tahmin etmemesi mümkün değil. Diğer yandan Kürtlerle ilgili siyasi ve kültürel hak taleplerinin ise artık kamuoyunda daha evvel Çözüm Süreci esnasında olduğu kadar olumlu karşılık görmeyeceğini de çok iyi biliyor olmalılar.

Peki, öyleyse amaç ne? Ne uğruna bu işe kalkıştılar? Bunun cevabını Türkiye’den bakarak verebilmek zor görünüyor. Galiba biraz dışarıdan Türkiye’ye ve Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyaya biraz daha dikkatle bakmak lazım...

Öncelikle PKK’nın yerel bir örgüt olmadığını teslim edelim. Kurulduğu dönemde yerel bir örgüttü. Hatta bölgesel siyasete yönelme istidadı olan etnik otonomilerin Türkiye içindeki Kürt hareketini etkilemesine engel olmak amacıyla derin devlet tarafından kurdurulduğu bile söylenir yıllardan beri. Bu türden komplo teorileri bir tarafa, PKK’nın artık yerel özelliğini çoktan geride bırakıp bölgesel aktörlerden biri konumuna yükseldiği bir hakikat...

Diğer yandan, bahsettiğimiz bölgede bugünlerde epeyce büyük ölçekli olacağı düşünülen bir değişimin ayak sesleri duyuluyor. Arap Baharı sürecinde kısmen yıkılan, kısmen de taşıyıcı kolonları zarar gören bölgesel mimarinin yeniden tanzimi söz konusu. ABD-İran yakınlaşması bu düzenlemenin yönü konusunda ipucu veren bir hadise. Tesadüf bu ya, tam da 7 Haziran seçimlerinden sonra yeniden başlayan PKK terörünün adı geçen bu iki ülkeden destek ve yardım gördüğüne ilişkin iddialar devletin en tepelerinden bile üstü kapalı biçimde de olsa ifade edilir durumda bugünlerde.

Bana kalırsa yine de ABD ile İran’ı aynı kefeye koymak yanlış olur. Somut bir bilgiye sahip değilim ama gerek Beyaz Saray gerekse Pentagon kaynaklarına dayandığı anlaşılan muhtelif bazı yayınlardan çıkardığım kadarıyla ABD yönetimi her ne kadar Türkiye’ye karşı PKK’yı desteklemeyi mantıklı bir politika olarak görmüyorsa da Ankara’nın Suriye meselesinin ve bu meselenin doğurduğu diğer meselelerin çözümü konusunda farklı bir adım atmasını bekliyor.

Türkiye’de ise iç politika hassasiyetleri ile dış politika hassasiyetleri epeydir iç içe geçmiş olduğu için farklı bir adım atmak kolay değil. Dolayısıyla Amerikan yönetimi yeni bölgesel müttefiki İran’ın sahneye koyduğu söylenen oyuna bu şartlar altında ses çıkarmakta isteksiz. Ancak ABD’nin rolü belirsiz olsa da Türkiye’nin karşısında bir terör örgütü değil, bölgesel bir konsorsiyum var. Bu bölgesel konsorsiyumun çıkarlarını tehdit ettiği başka bölgesel güçler de var gerçi ama bunlar ya çeşitli sebepler yüzünden hareket edemez durumdalar ya da Türkiye’nin bunlarla ilişkileri önceki dönemde bozulduğu için işbirliği yapmanın imkânı yok. Almanya ve Fransa demek olan Avrupa ile de ilişkilerimiz malum durumda olduğundan bölgedeki yeni yapılanmaya müdahil olmak istemelerine rağmen onların da bize bir faydası yok. Yine lafı bitiremedik. Yarın devam edelim...

Yazının devamı...

Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın

PKK’nın Çözüm Süreci boyunca ara verdiği cinayetlerine yeniden başlamasının gerçek sebebini bilmeksizin ne söylesek boş. Her ne kadar son iki ay içinde verdiğimiz şehitler bazılarımızca kendi siyasi inançlarını kuvvetlendirme enstrümanı olarak görülüyor olsa da yaşananlar sadece mevcut siyasi iktidarın zarar görmesiyle sonuçlanacak hijyenik bir operasyon değil. Ülkemizin geleceğini tehdit eder noktada büyük bir saldırı altındayız. Ülkenin siyasî anlamda bölünmesini hiçbir zaman mümkün görmeyenlerdenim ama toplumun hissiyat temelinde iki kutba bölünmesi tehlikesi var karşımızda bugün. Üstelik bu bölünmenin etnik temelde değil, siyasi hissiyat temelinde gerçekleşmesi söz konusu.

Tarihçi Henri Pirenne’in aktardığı bir anektod geliyor aklıma... 12-13. yüzyıllarda İslam ülkeleri kendilerinde bulunmayan kereste ve demiri Venedikli tacirlerden temin ediyorlardı. Bu kerestelerle yapılacak gemilerin ve demirlerden dökülecek silahların Hıristiyanlara ve hatta Venedikli denizcilere karşı kullanılacağında kuşku yoktu, diyor Pirenne, ama tacir kısa vadeli çıkarından ötesini göremiyordu.

Bugün varını yoğunu AK Parti iktidarını ortadan kaldırma ülküsüne adamış olan liberal-sol aydınlarımız da bu uğurda şiddet” diye kutsadıkları- PKK cinayetlerine bile destek vermekten çekinmiyorlar ama bunun bir sonraki aşamasını göremiyorlar. Gündelik kazançlar peşindeler. Küçük öfkeleri için büyük kıymetleri kolayca harcayabiliyorlar... Tıpkı bundan bir asır önce, Balkan Harbi sırasında “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın” diyebilmiş büyükbabaları gibi.

Çözüm Süreci başladığında silah bırakacağını açıklayan PKK’ya “silah sizin güvenceniz, sakın silah bırakmayın” diye öğüt veren aydınlarımız var bizim. Üstelik bunlar başka ülkelerdeki gibi birtakım marjinal yayın organlarında değil, “merkez medya”da görüşlerini toplumla paylaşıyorlar.

Bunlara “siz böyle ne yapıyorsunuz Allah aşkına” diye tepki gösterilince diyorlar ki “AKP ülkeyi uçuruma sürüklüyor. Bunlara ses çıkarmadan oturalım mı?” Elbette, izlenen politikaları eleştirmek veya ülkedeki siyasi iktidara karşı olmak en doğal hakkınız... Meşru yollarla iktidarı değiştirmek için çalışmak da ananızdan emdiğiniz süt kadar helal... Ama sırf mevcut iktidardan kurtulmak için ülkeyi ateşe atmak nedir? Sırf iktidardan kurtulmak uğruna bölücü terör örgütünün işlediği cinayetleri meşrulaştırmaya çalışmak nedir? Sırf iktidardan kurtulmak uğruna birlikte barış içinde yaşanacak bir ülke bırakmamayı göze almak nedir?

Avrupalılar bu psikolojiyi “leğendeki kirli suyla beraber içindeki bebeği de sokağa atmak” diye tarif ediyorlar. Ama bu tarif de karşımızdaki marazi çılgınlığın izahı için fazlaca masum kalabilir bence.

Aslında, “PKK’nın cinayetlerine yeniden başlamasının gerçek sebebini” konuşacaktık, yer kalmadı. Eğer bir mani çıkmazsa önümüzdeki yazıda...

Yazının devamı...

Felsefesiz ilahiyat: Kafalar ne rahat!

İki yıl önce bir girişimde bulunmuşlardı, ilahiyat fakültelerinden felsefe, mantık vb dersleri kaldırmak üzere... Kamuoyundan yükselen tepkiler üzerine o gün o girişimden vaz geçildi. Ne var ki, yeniden başlayan tartışmalardan anlaşıldığına göre, bu arzularını yerine getirmek üzere yeniden harekete geçmişler. Ama bu defa başka bir kılıf altında yapıyorlar bunu. Bir yandan başka derslerin saatlerini arttırarak felsefe, kelam, tasavvuf, mezhepler tarihi gibi derslerin saatlerini azaltıyorlar... Diğer yandan da bu gruptaki derslerin öğretim üyesi kontenjanlarını sınırlayarak ilahiyat fakültelerini söz konusu dersleri okutacak hocalardan mahrum etmeyi planlıyorlar.

Amaç ne? Hem iki yıl önce akim kalan girişimi başlatan hem de bugün ders saatleri üzerinde oynamalarla aynı amacı gerçekleştirmeye çalışan kişilerin kendi beyanlarına göre amaç, ilahiyat fakültelerinde “temel İslami bilimlere” daha fazla yer açılması. İlk bakışta masum bir istek gibi görünüyor bu. Ancak temel İslami bilimlerin yeterli oranda okutulmadığı için ortaya çıktığı söylenen sorunlardan söz edildiğinde, amaçlanan şeyin “kafası felsefe-kelam problemleriyle karışmamış” ilahiyat mezunları üretmek olduğunu anlıyorsunuz. İlahiyat öğrencilerinin standart tv hafızları seviyesinde Kuran tilavetini ve mevlit okumayı bilmeleri, ilaveten “sakız çiğnemek orucu bozar mı” türünden sorulara verilecek cevapları ezberlemiş olarak mezun olmaları arzu ediliyor.

Görüldüğü gibi istenen eğitim modeli eski medrese sisteminin bozulmuş örneklerine çok benziyor. Bozulmuş örnek diyorum çünkü medrese İslam medeniyetinin geliştirdiği ve zamanına göre çok ileri bir eğitim kurumu. Avrupa medreseleri diyebileceğimiz kilise okullarında skolastiğin hüküm sürdüğü devirde Buhara’dan Bağdat’a, Endülüs’e kadar uzanan bir coğrafyada felsefe, matematik, mantık, tıp, astronomi eğitimi veriliyordu. Osmanlı’nın ilk döneminde de aynı eğitim vizyonu geçerliydi ama 16. yüzyılın sonlarından itibaren bir bölümünden felsefe derslerinin diğer bölümünden matematik, astronomi gibi derslerin kaldırıldığı bir medrese tablosu karşımıza çıkıyor. Düşünmenin, araştırmanın, gerçeği aramanın yerine taklidin ve ezberin konulduğu bir sistem egemen oluyor eğitimde. Üstüne üstlük “liyakat” de ortadan kalkıyor; bir kürsü sahibi olmak için gereken başarının ve bilimsel yeterliğin yerini başka ilişkiler alıyor, hatta medrese hocalığı babadan oğula geçmeye başlıyor. “Beşik uleması” diye bir sınıfla tanışıyor Osmanlı medreseleri.

Peki, neden? Neden düşünmeye ve araştırmaya kötü gözle bakılan, taklidin ve ezberin yüceltildiği -yani taşların bağlanıp köpeklerin ortalığa salındığı- böylesine ucube bir eğitim modeli revaç bulabildi? Bu sorunun cevabını Toynbee’nin bir kavramlaştırmasında buluyoruz: Yenilen bir medeniyetin mensupları, diyor ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, galip medeniyet karşısında iki tür tavır gösterirler: Ya “Zealot” tavrı ya da “Herod” tavrı... Bu çerçevede, Batı medeniyetinin birçok alanda tezahür eden üstünlüğü karşısında içine kapanarak dünyadaki gelişmelere gözlerini kapatan ve arkaik usullere sarılarak gösterilen tepki “Zealot tavrı” oluyor. Diğer yanda ise galip tarafın kurumlarını ve hatta değerlerini benimseyerek ayakta kalmaya çabalayan “Herodian” tutum yer alıyor.

İlahiyat fakültesi öğrencilerini “kafası felsefeyle karışmadan” mezun etmeyi tasarlayan anlayış, başını kuma gömerek gerçekleri görmezden gelmeyi tercih eden Zealot tavrının bir örneği... Felsefeyi bilmezsem felsefenin sorduğu sorulara cevap vermem de gerekmez... Oh ne rahat!

Yazının devamı...

Siyasete ‘illallah’ dedirten siyasetçi

Siyaset kurumunun amacının, işlevinin veya varlık sebebinin ne olduğuna dair sayısız görüş var. İsteyen kendi anlayışına göre bunlardan birini tercih edebiliyor. Ama işin teorik boyutundaki anlayış farkları veya nihai beklentiler ne olursa olsun, bütün toplumsal kurumlar gibi, siyasetin de görevi sorun çözmek. Her kurum gibi, siyaset kurumu da sorun çözmek yerine sorun üretir hale gelmiş görünüyorsa bazı şeyler için alarm zilleri çalıyor demektir.

Bu durumda toplum siyasetten ümidini kesebilir. Sadece siyaset kurumunun mevcut aktörlerine değil, siyasetin yürütülme tarzına da illallah diyebilir. Sorunun bu en tehlikeli aşamaya ulaşmasını engellemenin yegâne yolu siyasi aktörlerin kendilerini yenileme iradesini gösterebilmeleridir. 2002 öncesinin Türk siyasetini hatırlayın. 28 Şubat düzeninin ayakta tutulması uğruna üç benzemez yapının kendi varlık amaçlarını da gözden çıkarmak pahasına bir araya gelerek kurdukları koalisyon hükümeti, aslında 1989’da Özal’ın Çankaya’ya çıkması sonucunda geçici statükonun yıkılmasından beri yaşanan düzensizliğin son halkası olmuştu. Aynı toplumsal tabanın sözcüsü gibi görünen iki partinin ve liderlerinin iktidar çekişmeleri Özal-Demirel rekabetinin ardından Yılmaz-Çiller didişmesi boyutuna geldiğinde ise siyasette ciddi anlamda itibar erozyonuna ve kan kaybına yol açmıştı.

Mesele sadece partilerin çekişip durması veya bir türlü uyumlu bir koalisyon hükümetinin kurulamaması değildi aslında; siyaset kurumunun bu haliyle sorun çözme yeteneğine sahip olmadığının görülmüş olmasıydı. O yılları şöyle bir hatırlayalım: Ekonomideki sorunlar bir yanda bölücü terör öbür yandaydı… Derken 1999 Körfez Depremi geldi ki böyle bir doğal afet karşısında devletin çaresizliği yıllar boyunca oluşan gerilim birikmesinin neticesinde toplumdaki fay hatlarını da harekete geçirdi ve siyasetteki deprem yaşandı. 2002 seçiminde siyasetin aktörleri değişti; o gün bulunan taze kan toplumun siyasete karşı tepkisinin daha ileri bir aşamaya ulaşmasına engel oldu.

Şimdi bütün bunlar durup dururken nereden aklına geldi diye soracak olursanız, hemen cevap vereyim: Önceki gün TBMM’de geçici seçim hükümetinde yer alan bakanların yemin ritüelinde yaşananları görünce aklıma geldi. Malum, 7 Haziran’da seçilen bu meclis bir hükümet çıkarmayı başaramadı. Bundan dolayı her parti bir diğerine suçu atsa da ortaya çıkan tablo siyaset kurumun ortak karnesine yazılıyor. Bunu bilmek lazım… Koalisyon kurulamadığı gibi, partilerden birinin ülkeyi seçime götürmek üzere bir azınlık hükümeti kurmasına da izin verilmedi. Bilhassa sistem partileri açısından HDP’nin de içinde yar alacağı bir kabinenin oluşturulmasına yol açmak ayrı bir fiyasko anlamına geliyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Türk milletine karşı savaş açmış bir bölücü organizasyonun siyasi kanadını tam da bu dönemde anayasa gereği kurulmuş da olsa bir hükümete ortak etmek hesabı kolay verilir bir iş değil.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, seçim kabinesinde yer alan bakanların yeminini engelleme girişimi ve bu sırada oluşan arbede görüntüsü çok tehlikeli. Ne yasal ve anayasal bir anlamı ve meşruiyeti var bu oyun bozucu tavrın ne de pratikte bir karşılığı ve faydası… Zaten seçim kabinesi aslında siyasetin ürettiği sorunu çözmek üzere anayasanın sunduğu geçici bir çözüm demek. Buna karşılık, özellikle bu son dönemde oluşan tabloda siyaset kurumu çözüm üretmek şöyle dursun, sorun üreten bir yapı görüntüsü arz ediyor. Tehlikenin farkında mısınız?

Yazının devamı...

Suriye hamaseti

Gerçeklere dokunmayıp etrafından dolaşmanın en kolay yolu hamaset... Önceki gün minik bir cesedin fotoğrafı görüntülenme rekoru kırdı. Sosyal medyada herkes Suriyeli çocuğun sahile vuran cesedinin fotoğrafını paylaşıp altına kendi yorumunu yazdı. Ne de olsa insanız... Peki, “insanım” diyen hiç kimsenin bigâne kalamayacağı o fotoğraf bunca şok edici etkisiyle insanlık âlemini harekete geçirip Suriye meselesinin çözülmesi yolunda bir ümit ışığı olabilir mi? Zor. Çünkü hemen herkes bu konuda kendi benimsediği görüşün veya siyasi pozisyonun haklılığını çıkardı o fotoğraftan. Yani o fotoğraf bizi rahatsız etmedi, aksine her birimizi ayrı ayrı rahatlattı. Çünkü “haklıymışız” dedirtti.

Oysa Suriye’de yaşanan büyük facia artık taraflardan hangisinin haklı olduğu tartışmasını bile çoktan önemsizleştiren bir boyutta bugün. Bununla birlikte bu boyutta bir hadisede şu ya da bu şekilde rol almış olan aktörlerin hiç birinin bütünüyle haklı veya bütünüyle haksız olması da söz konusu olamaz.

Ne dediğimi açıklamak için bir hatırlatma yapayım: dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye krizinin daha ilk günlerinde Ortadoğu’da mezhep ayrımına dayalı bir yeni soğuk savaş düzeni oluşturulmak istendiğine dikkat çekerek “buna izin vermeyiz, bunun parçası olmayız” demişti. Benzer ifadeleri o günkü başbakanın, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından da işitmiştik. Keza Erdoğan daha Suriye krizinin ilk günlerinde Dışişleri Bakanını Esed’e göndermiş, ancak Bakan Davutoğlu saatler süren görüşme sonunda Suriye liderini siyasi reformlara girişerek ülkedeki karışıklığı önleme yolunda adım atmaya ikna edememişti. Bunun yerine silahlı çözümü tercih etmişti Esed. Akılsızlığından bu tercihi yapmış değildi muhtemelen; diğer seçeneğin artık çare olmayacağını gördüğü için bu yola girmişti. Çünkü Suriye istihbaratı Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenen silahlı selefi grupların faaliyete geçtiğini haber almıştı. Libya modeli işliyordu.

Oysa halkın büyük çoğunluğu Libya modelini değil, Tunus ve Mısır’da başarıya ulaşan Arap Baharı modelinde bir değişimi arzu ediyordu. Hatta siyasi reformlar devam etse buna da gerek kalmayabilecekti. Ancak Körfez ülkelerinin amacı Ortadoğu’nun demokratikleşmesi olmadığından Suriye’de siyasi reformların yapılması onları tatmin etmeyecekti. Neticede Esed rejimi masum göstericilerin üstüne ateş yağdırarak iç savaşı resmen başlattı. Türkiye önce işin dışında kalmaya çabaladı. Ama dışarıdan gelen tazyikler o dereceye ulaştı ki Esed rejimine karışı adı konmamış da olsa bir savaşın içinde buldu kendini.

Bu güçlü tazyiklerin başarıya ulaşmasını sağlayan iki iç faktör vardı: İlki Libya sendromu. Yani işin dışında kalındığı takdirde daha sonra kurulacak masada oturma şansının kaybolacağı korkusu. En uzun sınırımızı paylaştığımız bir ülke için bunu göze almak zordu. İkincisi, Suriye’deki sosyal ve siyasal yapıyı yeterince analiz edemeyen bazı devlet kurumlarının yaptığı hayali kurgular... Suriye’deki Kürt nüfusunun varlığından bile habersiz kadroların yaptığı siyasi planlamalar... Suriye rejiminin küçük bir dinî azınlığa dayandığı için bir halk ayaklanması karşısında kolayca devrilebileceğini düşünen o analistlerimiz haklı çıksaydılar bu savaş bu kadar uzamayacaktı. Ama “pis bir gerçek güzelim teoriyi mahvetti”...

Sonuç olarak Türkiye yanı başındaki yangına isteyerek değil, mecbur kaldığı için karıştı. Şimdi bu gerçeği gizleyerek meseleyi hamaset konusu yapmaya devam edersek bu badireden bir çıkış yolu bulamayız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.