Şampiy10
Magazin
Gündem

“Cumhuriyet” davası ve yargı!

Cuma gecesi Cumhuriyet gazetesi davasında Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu ve yazar Ahmet Şık’a tahliye kararı çıktı.

İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay ile “tweet”leri nedeniyle yargılanan Ahmet Kemal Aydoğdu’nun ise tutuklulukları devam ediyor.

Cumhuriyet Gazetesi davasında, yönetici, yazar, çizer, muhabir, avukat, muhasebeci 11 kişi tutuklanmış, Akın Atalay yurt dışından gelerek ifade vermiş, buna rağmen “kaçma tehlikesi var” denerek o da tutuklanmıştı.

Üye değil ama…

Tutuklanma nedenleri “Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek” iddiasıydı.

Bu iddia nedeniyle Ahmet Şık 434 gün, Murat Sabuncu 495 gün, 1.5 yıla yakın bir zaman tutuklu kaldılar, Sabuncu ile birlikte tutuklanan Atalay halen cezaevinde.

Şimdi tahliye edildiklerine göre, demek ki yukardaki iddia gerçek değil.

Gerçek olmadığını doğrusu Mahkeme Başkanı’nın “Şık ve Sabuncu ile ailelerinin hayatından 1.5 yıl çalındıktan sonra” yaptığı esprilerden anlamak da mümkün.

Hayret ederek okunan konuşmasında şöyle diyor: “Murat Sabuncu Boğaz’ı görmek istiyormuş, gitsin görsün. Soner Yalçın’ın dediğine göre Ahmet Şık’ın annesi ‘ermiş’miş, onu da üzmeyelim”.

İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay için ise “Kaptanlar gemiyi en son terk eder” diyerek duruşmasını mütalaa açıklaması için ertelemiş.

Medyada yer alacak bu esprileri çok düşünmüş olmalı.

Hukuk mu, keyfi mi?

Bu konuşmalar, toplumun, dünya basın kuruluşlarının, Batı ülkelerinin “Türkiye’de medyaya baskı var, tutukluluk tehdit olarak kullanılıyor” tepkilerini haklı çıkarıyor.

“Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işledikleri” iddiasıyla tutuklanmışlar.

Tutuklamak için gereken tüm deliller toplandıktan sonra bu işlem yapılsaydı, bir buçuk yıl hapis yatmamış olacaklardı, bir kere burada aynen Balyoz-Ergenekon döneminde olduğu gibi ciddi “hukuk yanlışı” var. İnsan haklarına aykırı tutuklamalar yapıldığını ortaya koyuyor.

İkincisi “tutuklama nedeni olan iddia” doğru çıkmamışsa, Mahkeme Başkanı’nın bunu “hukuka göre değil de” sanki kendisi keyfi olarak, “Boğaz’ı görsün” veya “Annesi üzülmesin” diye tahliye ediyor havasına sokması olacak iş midir?

Gerçek bir hukuk devletinde buna rastlanabilir mi?

Bir hakim “Kaptanlar gemiyi en son terk eder” diyerek, “nasılsa tahliye edileceğini” bildiğini ima ederek tutukluluk uzatabilir mi?

Murat Sabuncu, duruşmada bu davanın “gazetecilere gözdağı vermek için açıldığını” söylemişti, Mahkeme Başkanı tahliye sırasındaki konuşmalarını “bu sözle birlikte” gözden geçirmelidir.

Bağımsız, tarafsız, hukuku doğru uygulayan bir yargısı olmayan ülkelerde hukuk devletinin varlığını da, demokrasinin var olduğunu da kimse iddia edemez!

Yazının devamı...

ABD’ye nasıl inanacağız?

Türkiye ile ABD arasında “Suriye sorununu çözmek için” Washington’da ortak toplantı yapıldı.

Washington’dan yapılan ilk açıklamalara bakınca ABD’nin bugüne kadar PKK-PYD konusunda yaptığı çelişkili, güven uyandırmayan ifadelerin değişmediği görülüyor.

Afrin’de TSK’yı yalnız bırakan ABD “Bu görüşmelerden iki ülkenin sorunları çözerek anlaşması” sonucunun çıkacağını ümit ettiklerini bildirdi. ABD Dışişleri Sözcüsü Heather Nauert, Türk askerleri terör mücadelesinde şehit olurken, her zaman yaptıkları gibi “Afrindeki gelişmelerin dikkati DEAŞ’la mücadeleden dağıttığını” söyledikten sonra “PKK’nın bir diğer adı olan SDG”nin DEAŞ’la mücadelede muazzam bir güç ve değerli bir ortak olduğunu tekrarlıyor.

Deaş’ı kullanarak…

Suriye sınırımız boyunca PKK’ya verdikleri destekle alınmasını sağladıkları topraklarda “özerk PKK kantonları” kuruldu. Bu bölgeyi kendi aralarında “Rojova-Suriye Kürdistanı” olarak tanımladılar. PKK-PYD petrol bölgeleri olan Fırat’ın doğusunu da, batısını da işgal ederken ABD ve birçok ülkenin askerleri bu terör örgütlerinin içindeydi.

Hâlâ da içindeler. Ellerinde son teknoloji ABD’nin ağır silahları, altlarında zırhlı araçlarıyla “bir devlete ait ordu gibi” güçlenmiş vaziyette meydan okuyorlar.

Bugün Türkiye ile hâlâ toplantılar yapan Washington, “DEAŞ’a karşı savaş” bahanesiyle PKK’ya verdiği destekle sınır boyunda oluşturulan koridor sonunda bu noktaya gelineceğini baştan biliyordu. Sınırımızdaki terör koridoru ABD’nin bilgisi dışında oluşmadı.

Desteğini çekmedi

ABD Dışişleri Sözcüsü Nauert, Perşembe günü yaptığı açıklamada “PKK’nın Suriye kolu PYD-YPG’nin (DEAŞ ile savaştan çekilerek) Afrin’e güç kaydırmasının ABD’de endişe yarattığını, Türkiye ile bunun da görüşüleceğini” söyledi. Oysa ABD daha önce PKK-PYD’ye “Suriye’nin diğer bölgelerinden Afrin’e güç kaydırırlarsa desteklerini onlardan çekeceklerini” bildirmiş, bunu da dünyaya açıklamıştı.

PKK-PYD-SDG açık açık, altlarında ABD araçları ve silahlarıyla Kobani’den Afrin’e yüzlerce militan transfer etti.

Bırakın desteklerini çekmeyi, Nauert ile hâlâ “SDG bizim için çok değerli, DEAŞ’la mücadelede muazzam bir güç” açıklaması yapıyorlar.

Bunun neresinde anlaşma sağlanacak? ABD’nin endişesi nerede?

Deaş-Pkk ortaklığı

PKK ile DEAŞ’ın arasında bir savaş olmadığı, küresel planın piyonları olarak aynı amaca hizmet ettikleri birçok kez görüldü. Afrin’de DEAŞ ve PKK, Türk askerine birlikte saldırmaktadır. TSK, Afrin kent merkezine girdiğinde de karşısında iki örgütü beraber bulacaktır.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “12 Mayıs’tan sonra Irak’a sınır ötesi operasyon yapılacağını” açıkladı. Irak’ta da peşmerge ile PKK’yı TSK’ya karşı yan yana görebileceğimizi hesaplamak gerekiyor, askerimizin güvenliği de düşünülmelidir.

ABD ile görüşmeler yaparken, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde (ABD’nin “sınırlar değişecek” planına uygun olarak) Türkiye’ye karşı ortak operasyonlar yürütülmesi ihtimalini dile getirmeyi unutmayalım.

Yazının devamı...

Türkiye’de kadın ayırımcılığı!

Bugün Dünya Kadınlar Günü… Daha doğru ifadesiyle “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”.

Öncelikle tüm kadınların “Kadınlar Günü” nü kutluyor, geçen yılların onlara daha eşit, daha güvenli ve mutlu şartlar getirmesini diliyorum.

İfadedeki “emekçi” sözcüğünün korunması, özellikle Türkiye gibi ülkelerde kadınların “emeğinin karşılığını alamayan emekçiler” olması nedeniyle önemlidir.

Dünya Kadınlar Günü’ de ABD’de 8 Mart 1857 yılında “emeğinin karşılığını alamayan ve daha iyi çalışma şartlarına kavuşmak isteyen” kadınların bir tekstil fabrikasındaki grevi ve çıkan yangında çok sayıda kadın işçinin hayatını kaybetmesiyle başlamış, daha sonra tüm dünyada kutlanması kabul edilmiştir.

NewYork’ta 1857 yılındaki kadın emekçilerin şartları bugün 2018 yılında hala geri kalmış ülkelerde ve maalesef Türkiye’de de devam etmektedir.

Ayırımcılık sürüyor

Kadın-erkek cinsiyet ayırımcılığı, geçen yıllar içinde ülkemizde azalmamış, tam aksine artmıştır.

Hemen tüm çalışma alanlarında erkeklere öncelik verilmesi ve yönetim kademelerinin erkeklerden oluşması, kız çocukların eğitimde erkeklerden geri bırakılması ve aile yaşamında da “cinsiyete dayalı işbölümü” yapılması kadınların karşılaştığı haksızlıkların sadece bazılarının nedenidir.

Nüfusunun yarısı kadın olan ülkemizde “okuma-yazma bilmeyen kadın oranı erkeklerden 5 kat fazla”dır.

Birçok bölgemizde kız çocuklar okula gitmek yerine çocuk yaşta evlendiriliyor ve devlet “hamile kız çocuğu” skandallarına rağmen henüz bu büyük soruna bir çare bulmuş, önlem almış değil.

Çocuk ve kadınlara tecavüzlerin artması üzerine kurulan komisyon, bu konuya “çocuk gelin” adı altındaki çocuk tecavüzlerini de dahil etmeli, medyada-sosyal medyada verilen yanlış mesajlar önlenmelidir.

Bugün hala okullarda “kız ve erkekler arasında iş bölümü” kitaplarda bile “kızların çocuk doğurma ve bakması, yemek pişirmesi, bulaşık-ütü gibi ev işlerini yapması”, erkeklerin ise dışarda çalışması olarak anlatılıyor.

Bakanlarımız bile konuşmalarında “kadının görevinin çok çocuk doğurmak ve annelik” olduğu görüşünü empoze ediyor. Oysa araştırmalar, çocuk sayısı arttıkça kadınların çalışma oranının düştüğünü gösteriyor.

AB Ülkeleri ve Biz

Türkiye’de kadın istihdamı oranı erkeklerin oranının yarısından daha az.

Erkeklerde yüzde 65 olan oran, kadınlarda yüzde 27.5. (Bir başka araştırmada erkekler yüzde 71.6, kadınlar yüzde 31.5)

AB ülkelerinde ise kadın çalışan oranı ortalama yüzde 59. İsveç’te yüzde 74.

Türkiye’deki araştırmalarda eğitim seviyesi yükseldikçe işgücüne katılımın arttığı da görülüyor.

Yalnızca “Kadınlar Günü”nde kadınlara övgüler dizmek yetmiyor, önce kız çocukların eğitimini arttırmak, sonra “doğru” eğitim vermek ve kadınlara karşı her tür ayırımcılıktan vazgeçmek gerekiyor.

Gelecek yıl, bu anlamlı günü çok daha olumlu ve ümit veren şartlarda kutlamamızı ümit ediyorum.

Yazının devamı...

İlkeler etrafında ittifak!

Türkiye son günlerde iki konuya kilitlenmiş durumda.

Birincisi doğal olarak Afrin operasyonu, ikincisi ise “henüz zamanı değilmiş gibi” görünen ama dillerden düşmeyen seçim.

Aynı zamanda, TBMM gündemine getirilen ittifak yasa teklifi… Bu teklifteki 26 maddenin birçoğu, başta “sandık kurulu mührü olmayan oyların geçerli sayılması, ittifak yapacak partilerin avantaj kazanması, sandık güvenliğiyle ilgili olanlar” tartışılıyor, bazıları tepkiyle karşılanıyor.

Ak Parti, MHP ve BBP’nin seçim ittifakı yapmaları, bu ittifakta Saadet Partisi’nin de bulunmasını istemeleri SP’nin seçimdeki önemini yükseltti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Cumhur ittifakını MHP ile kendi aralarında fiili olarak uygulamaya başladıklarını, Saadet Partisi ile görüşmeler yaptıklarını ancak geri dönüş alamadıklarını” söylediği konuşmada “Yasal olarak kapanmayana dek bizim kapımız kapanmış değil. Biz bütünleşelim istiyoruz” sözleriyle Saadet Partisi’ne ısrarlı bir çağrıda bulunmuştu.

Saadet katılmıyor

SP bu çağrıya olumlu yanıt vermediğini yaptığı açıklamalarla göstermeye devam ediyor.

Genel Başkanı Karamollaoğlu “Bu hükümetin politikaları sil baştan değişmediği sürece Türkiye’nin düzlüğe çıkması mümkün değil” dedi.

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın CNNTürk’te Tarafsız Bölge programındaki konuşmasında şunları söyledi:

“TBMM’deki 26 madde AKP-MHP’nin kazanması için düzenlendi… Biz milletvekili pazarlığı yapmıyoruz, biz diyoruz ki 16 Nisan referandumundan önce parlamento güçlüydü. Orada 15-20 milletvekili ile etkili olabilirdiniz. Cumhurbaşkanlığı sisteminde ise yüzde 40-50 varlığın yoksa etkili olamıyorsun”.

Baraj meselesi

7 Haziran seçiminden sonra “hiçbir partiyle koalisyona yanaşmayarak” 1 Kasım seçimlerinin yolunu açan, Erdoğan’ın başkanlık sistemini istemesine konuşmalarında şiddetle karşı çıkan, 16 Nisan referandum sürecini başlatan Bahçeli, çelişkili tutumuyla MHP’nin milletvekili sayısının yarısına düşmesine sebep olmuştu.

İYİ Parti’nin kurulmasıyla baraj altında kalma ihtimali ortaya çıkan MHP’nin Ak Parti ile kuracağı ittifaktan karlı çıkacağı şüphesizdir.

Bu arada CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve DP’nin “demokrasiyi güçlendirme, parlamenter sisteme dönüş, yargı bağımsızlığı” gibi ortak temel ilkeler platformunda bir ittifakla bir araya gelmesi güçlü bir ihtimal olarak görülüyor.

Saadet Partisi, Abdullah Gül’ü aday çıkarmayacaksa bu partilerin “kazanma ihtimali en yüksek” cumhurbaşkanı adayı üzerinde birleşmeleri, ilk tura güçlü girmeleri açısından şanslarını arttıracaktır.

HDP ise “16 Nisan’daki ‘Hayır’ kanadı bir demokrasi cephesi oluştursun” açıklamalarına rağmen hala PKK ile ilişkili bir parti olarak görüldüğü için, özellikle askerimizin sınır içi ve dışında PKK ile ciddi bir mücadele sürdürdüğü süreçte “diğer partilerin ittifaka yanaşmayacağı” parti olmakla karşı karşıya… Erken seçim ihtimali devam ederken değişiklikler olabilir ama şu anda görünen tablo budur.

Yazının devamı...

Türkiye’nin çıkarları ve öneriler!

Türkiye’nin Washington eski Büyükelçisi Faruk Loğoğlu ve Moskova eski Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin, Türkiye’nin Suriye politikasını “Amerika’nın Sesi”ne değerlendirmişler.

Loğoğlu “Türkiye’nin çıkarları Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, sınırlarının güvenliği, terörle mücadelede öncü bir rol almaktır…ABD müttefikimiz, İran komşumuz, Rusya çok yönlü bağlarımız olan bir ülkedir. Hangi konuda hangisi ‘çıkarlarına uygun hareket ediyorsa’ Türkiye o ülkeyle iş birliği yapar” diyor.

“Türkiye’nin terörle mücadele ve Suriye’nin parçalanmasını önleme hedeflerine yönelik askeri operasyonlarının zamanlıca sona erdirilmesi ve Cenevre sürecine yoğunlaşılması gerektiğini” söylüyor.

Loğoğlu’nun “Türkiye’nin çıkarları” konusunda söyledikleri doğru ancak komşu bile olsalar, çok yönlü bağlarımız bile olsa Suriye konusunda her ülkenin de kendi çıkarları doğrultusunda tavır aldığını ve Suriye, Irak gibi Ortadoğu ülkelerindeki küresel politikaların bu tür ilişkiler hiç hesaba katılmadan sürdürüldüğünü unutmamak lazım.

Suriye’nin özellikle kuzeyinde, sınır bölgemizde olanlarda, bu söz konusu ülkelerin samimi davranmamaları, gerçek eylemlerini ve taraflarını gizleyerek Türkiye’yi oyalamalarının da etkisi var.

Ciddi güvenlik sorunları

Türkiye’nin eski Moskova ve Roma Büyükelçisi Aydın Adnan Sezgin “Arap Baharı’nın ilk döneminden itibaren yanlış politikalar izlendiğini, başka ülkelerin takip edeceği politikaları öngörememiş olmanın da bu yanlışlar arasında olduğunu” açıklamış.

Türkiye’nin “geçmişteki hatalarını onarma ve kendini savunma” durumunda olduğunu belirten Sezgin, şu anda Suriye ve Irak’tan kaynaklanan ciddi güvenlik sorunları olduğunu, bu nedenle Türkiye’nin bölgede müdahil pozisyonda olmasının zorunluluk olduğunu söylüyor. Sezgin, Amerika’nın Sesi’ne Türkiye’nin (iddia edildiği gibi) nüfuz alanı oluşturmaya çalışmaktan çok güvenlik kaygısıyla hareket ettiğini açıkladıktan sonra: ABD’nin “PKK’nın uzantısı olduğu bilinen terörist bir yapılanmayla yoğun iş birliğine girmesini” eleştiriyor. Bu yapılanmanın Türkiye için olduğu gibi Suriye açısından da tehdit olduğunu, Menbiç ve Fırat’ın doğusunda kalan bölge için diplomatik ilişkilerin kullanılması gerektiğini vurguluyor.

ÖSO ve Türkiye

İki büyükelçinin açıklamalarına baktığımızda “Suriye’nin toprak bütünlüğünün önemi ve diplomatik ilişkiler” öne geçiyor. “Toprak bütünlüğü” için mücadele, Esad’la anlaşmadığımız takdirde sadece Türkiye’nin omuzlarında bir yük olarak kalacak ve yine en çok zarar gören ülke biz olacağız.

O nedenle, bu anlaşma ihtimali üzerinde düşünmek gerekir. ÖSO ile TSK’nın birlikte Raco kent merkezini ele geçirmesinden sonra ÖSO mensupları Suriye bayrağını indirerek ayakları altına aldılar. Esad muhalifi örgütün yaptığı ve yapacağı bu tür aşırı gösteriler Türkiye’nin “gerekirse Esad’la (arada Rusya olmadan) görüşme” olasılığını ortadan kaldırmaktadır.

Türkiye kendi çıkarı için her detaya dikkat etmek zorundadır.

Yazının devamı...

Akar’ın açıklaması ve baraj!

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Kuvvet Komutanları ile sınırdaki komuta merkezinde bir araya gelerek Afrin harekatı hakkında bilgi almış.

Akar, yaptığı açıklamada “En son terörist etkisiz hale getirilene kadar operasyonun devam edeceğini”, harekatın temel maksatlarından birinin “Suriyeli kardeşlerimizin güven içinde topraklarına dönmelerini sağlamak” olduğunu…

“Teröristlerden temizlenen yerlere mültecilerin dönmeye başladığını” söylemiş.

Açıklamanın bu kadarı bile birçok soru içeriyor. “En son terörist kalıncaya kadar” sözü acaba sadece Afrin için mi söylendi, yoksa “Önce Fırat’ın batısı, sonra doğusu teröristlerden temizleninceye kadar” mı kastedildi?

Biz Suriye topraklarını tekrar Suriyelilere kazandırmak için çalışırken Esad ve onu destekleyen Rusya neden Suriye’nin toprak bütünlüğü için kılını kıpırdatmıyor?

Acaba tek sebep Esad-Erdoğan arasındaki husumet midir, başka nedenler de mi var?

Neden savaşmıyorlar?

Esad, bırakın Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak, Afrin’i geri almak için PKK-PYD’ye karşı olmayı, tam aksine onlara yardım ediyor.

Başta ABD, Kanada, Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin PKK-PYD içinde (DEAŞ mazeretiyle) askerleri var. Operasyon Irak sınırına kadar sürecekse bütün bunlar dikkatle hesaplanıyor mu?

Suriyeli mültecilerin arasında; güven içinde dönecekleri ve dönmeye başladıkları topraklar için savaşabilecek durumda kaç genç var ve bunlar aylar öncesinden eğitilmeye başlansa şu anda savaşamazlar mıydı?

Bizim kahraman komutanımız F-16’lara “Bizi de vurun, teröristler de temizlensin” diyecek yürekliliği gösterirken onlar da kendi toprakları için ön saflarda olmak istemezler miydi?

İnsanın aklına bir soru daha geliyor; Afrin sınırının ötesinde geniş bir alan PKK’dan temizlendiğine ve mülteciler dönmeye başladığına göre Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da Afrin’deki askerlerimize moral için, birkaç günlüğüne harekatı oradan yönetemezler mi?

Seçim barajı

İttifak Komisyonu’nda MHP’li heyetin Başkanı Mustafa Kalaycı “Yüzde 10 barajı düşmeli, ittifakın barajı diğerlerine (tek başına seçime giren partilere) göre daha yüksek olmalı” dedi.

Doğrudur, düzenleme bu haliyle yürürlüğe girecek olursa ittifak yapmayan partiler açısından çok haksız bir durum ortaya çıkacak ve bunu Komisyon Başkanı bile söylüyor.

Kalaycı’nın önerisi Komisyon tarafından mutlaka dikkate alınmalıdır. Diğer tarafta Kalaycı “AKP-MHP ittifakında MHP’nin BBP’yi istemediğini, ittifakın 2 parti arasında olması gerektiğini, 5-6 partili ittifakın olamayacağını” da söyledi.

Tam bunun üzerine dün 4 parti (DYP-Anavatan-Adalet- Hak ve Adalet) seçim ittifakı yapacaklarını açıkladılar.

İttifak topluca barajı geçince içindeki her parti Meclis’e girebiliyorsa, neden denemesinler?

Yasalar ve düzenlemeler şahıslara veya partilere göre yapılırsa sonuç karmaşa olur. Şu anda olan da budur.

Yazının devamı...

Afrin şehitleri ve seçim!

Zeytindalı harekatının 41’inci gününde asker ve polislerimizden 8 şehit ve 13 yaralı haberiyle sarsıldık.

Hatay’ın Hassa ilçesi karşısındaki Keltepe bölgesinde PKK-PYD terör örgütü tarafından tünellerde saklanarak kurulan pusuda 23-28 yaş arasında, hayatının baharında şehit olan asker ve polislerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve milletimize dayanma gücü diliyorum.

PKK bu tünellerden “ellerinde ağır makinalı tüfeklerle” güvenlik güçlerimize saldırdı. PKK’nın eline bu silahları, uçaksavarları, roket ve füzeleri veren, “DEAŞ önemli” diyerek tek bir terör örgütünü diline dolayan ABD’nin ise sesi çıkmıyor.

Yalnız bırakıldı

Suriye’de ateş kes olsun, masum insanlar ölmesin diyerek, Türkiye’yle birlikte Astana ve Soçi zirvelerini yapan Rusya’nın, İran’ın “Türkiye’ye kurulan terör tuzakları, ABD’nin teröristlere verdiği binlerce TIR silah” karşısında sesi çıkmıyor. “ABD ile DEAŞ’a karşı koalisyon yaptık” diyen ülkelerin, DEAŞ’ın Afrin’de PKK ile birlikte Türk askerine saldırması karşısında hiç sesi çıkmıyor.

Türkiye, sınır boyunu işgal etmiş olan PKK-PYD terör örgütü karşısında ÖSO ile yalnız bırakılmıştır.

Bu durumda, kurulan tünelli tuzaklar ve ellerindeki son teknoloji ağır silahlarla PKK’nın, Afrin şehir merkezine girecek olan TSK’ya ağır zayiat verdirmesi mümkündür. Hükümet, diğer ülkelerle gerginlikleri bir yana bırakarak uluslararası girişimlerle, Esad ve Rusya ile, ABD ile, BM ile kesin sonuç verecek diyaloglarla Suriye’de terör örgütlerine karşı mücadele veren askerlerimizi koruyacak çözümler üretmelidir.

İttifak önerileri

Afrin harekatı devam ederken Türkiye’de bir erken seçim havası da sürmektedir. Yapılacak seçimde Ak Parti ile MHP’nin ittifak yapacağı ortaya çıktıktan sonra diğer partileri içeren ittifak önerileri MHP yöneticileri ve bazı akademisyenler tarafından tekrarlanıyor.

Örneğin bir TV programında, hiç söz konusu değilken CHP veya İyi Parti ile HDP’yi yanyana getiren ittifak sözleri duyulabiliyor.

Bu süreçte, partilerin kendisi bu yönde bir açıklama yapmadan onları “ittifak içindeymiş” gibi göstermek veya MHP’nin artık alışkanlık halinde yaptığı gibi “kızdığı lideri FETÖ ile yan yana göstermek” siyasi etiğe hiç uymadığı gibi seçmeni yanıltacak yanlış bir eylemdir.

Bugünlerde, Ak Parti-MHP tarafından gündeme getirilen “ittifaklar ve mühürsüz oyların seçimde geçerli sayılmasını içeren düzenleme” de medya ve vatandaşlar tarafından devamlı tartışılıyor.

Mühürsüz oylar

Ana Muhalefet Partisi’nin tepkilerinden sonra İYİ Parti Isparta Milletvekili Nuri Okutan da 28 Şubat’ta Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada; 16 Nisan referandumunda YSK’nın yasalara aykırı şekilde “mühürsüz oyları geçerli sayması”ndan başlayarak bundan sonraki seçimde aynı hukuksuzluğu meşru hale getirecek olan düzenlemeyi eleştirdi. Mühürsüz oyların geçerli sayılması ve ittifaklar konusunda halkın da endişesi olduğu gözetilerek bu konu Meclis’te tartışılmalıdır.

Yazının devamı...

İstismar ve ittifak!

Çocuk taciz ve tecavüzleri şu anda ülkenin en önemli sorunu halinde.

Çağdaş bir ülke olma yolunda ilerleyen Türkiye’yi çağdışı bir ülkeye çevirmek isteyenlerin toplumdan uzaklaştırılması öncelikli meselemizdir.

Dün Fatih’te bir lisede kız öğrencisini “reklam filmi çekilecek” diye evine çağıran, bekar olduğunu söyleyerek taciz eden öğretmen öfkeli bir veliler topluluğu tarafından dövüldü.

Devlet, bu olayları acilen önleyecek çözümleri üretmediği takdirde halkın öfkesi ve cezayı kendilerinin vermesi yönündeki tepkileri artarak sürecektir.

Ölümden farksız…

Dün, Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ “Ensest ve zina için de düzenlemeler yapılacağını, çocuk istismarı konusundaki tasarının 10 gün içinde biteceğini” açıkladı.

Daha önce de belirttiğim gibi “zina” konusu ile “çocuk tecavüzü” konularını birleştirmek çocuklara saldırıların durdurulması için alınacak önlemleri geciktirmeye ve bu konunun zamana yayılmasına neden olur.

Akdağ “İşin içine öldürme girmişse, çocuğun öldürülmesi de söz konusu ise cezalar daha ağır olacak” diyor.

Bu da oldukça şaşırtıcı bir açıklama çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan “tecavüzün öldürmekten farksız bir eylem olduğunu” bir hafta kadar önce söylemişti ki doğrudur ve bu suça en ağır ceza verilmelidir.

Koalisyon var mı, yok mu?

16 Nisan “başkanlık sistemi” referandumundan önce (Avrupa ülkelerinde başarıyla uygulanan) koalisyon adeta bir korkulu rüya gibi anlatıldı. İktidar partisi “Koalisyonlar döneminin biteceğini, başkanlık sisteminde koalisyon olmayacağını” söyledi ki başkanlık sisteminde koalisyonun mümkün olabileceği siyaset bilimciler tarafından o süreçte açıklanmıştır.

Şimdi muhalefet partileri, koalisyonlara bu kadar karşı çıkan Ak Parti ile MHP’nin koalisyondan farksız bir ittifak kurmuş olmalarını sık sık eleştiriyor.

Ana Muhalefet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek TV’de “Son Anayasa değişikliğinden önce parlamenter sistemde hükümetlerin TBMM içinden çıktığını, şimdi ise hükümetin dışardan kurulacağını ve güven oyu da gerekmeyeceğini, Avrupa’da başkanlık sistemi olmadığını, hükümetlerin Meclis içinden çıktığını” hatırlattı. Hükümet Meclis içinden çıkmayacaksa yüzde 10 barajının neden korunduğunu sordu.

İttifak lehine…

Seçim ittifakı yapan partinin yüzde 1 bile alsa Meclis’e girme hakkı kazanacağını…

Tek başına seçime katılan partinin ise yüzde 9.8 bile alsa giremeyeceğini, yüzde 10 barajının duvar gibi karşısına dikileceğini vurguladı (referandum sürecinde Ak Parti’nin “barajın kalkacağını” söylediğini hatırlattı) ve bu haksızlıkla mücadele edeceklerini söyledi ki bu tepkilerinde haksız olmadıkları düşünülmelidir.

Bu arada, bir akademisyen konuşmacının “başkanlık seçimleri öncesinde koalisyonlar oluşur, bu doğaldır” demesi de yanıltıcıydı, başkanlık sisteminin tek başarılı örneği olan ABD’de böyle bir durum yoktur.

Televizyonlarda yanıltıcı açıklamaları düzeltmek, halkın yanlış bilgilendirilmesini de önlemek gerekiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.