Şampiy10
Magazin
Gündem

Balyoz, FETÖ ve yargı!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM, Türkiye’ye “basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı” ile ilgili uyarılar yaptı. Örneğin; “Hükümetleri eleştirmek ve ülke liderlerinin ulusal güvenliğe aykırı gördüğü bilgileri yayınlamak ‘ceza davası açılmasını’ gerektirmez” dedi.

“Alt mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaması kabul edilemez” dedi. Yargı konusuna bakalım; Anayasa Mahkemeleri ülkelerde “demokrasiyi, hukuku, adaleti koruyacak en yüksek yargı mercii” olarak kurulmuşlardır.

Alt mahkemelerin AYM kararlarına uymaması hiçbir demokratik ülkede düşünülemez.

Yargıda kaos

Ancak Türkiye’de yargı sorunu bu kadarla da bitmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce şunları söyledi:

“15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ’nün en çok hedef aldığı kurumların başında adalet teşkilatı geliyordu… Yargıda FETÖ’nün bittiğine inanmıyorum. Kimbilir daha nerelerde neler çıkacak”.

Cumhurbaşkanı’nın kendisi “Yargıda FETÖ’nün hala faaliyette olduğunu” kabul ediyorsa, bu yargıya Türk vatandaşları da güvenemez, AİHM de…

Balyoz-Ergenekon süreçlerinde, özellikle 2010 referandumu sonrasında yargıda “FETÖ kumpasını” net şekilde yaşamış olan, 15 Temmuz FETÖ darbe girişimini atlatmış olan bir ülkede yargıda devam eden FETÖ etkisi nasıl kabullenilebilir?

Taraflı yargı sakıncası

Diğer tarafta, Adalet Bakanlığı tarafından hakim ve savcılığa kabul edilen 236 avukat arasında 113’ünün iktidar partisinde il ve ilçe başkanlığı veya başka görevler yapmış isimler olduğu ana muhalefet partisi tarafından “isim ve partideki görev listesi” halinde açıklandı.

Yapılan sınavda 90 üstü alanların elendiği, 70’in altında alanların kazandığı bildirildi. Bundan önce “bir cemaat mensuplarının girdiği yargı”nın büyük sakıncasını yaşamış olan Türkiye’de bunun “bir parti mensubu yargı mensuplarıyla” devamı çok yanlıştır. Hakim ve Savcılar Kurulu Başkanı Mehmet Yılmaz, tepkiler üzerine dün “Hiçbir avukatın geçmişlerine, siyasi düşüncesine bakılmamıştır. Her anlayıştan, görüşten, bölgeden kişi var” dedi.

Eğer hakim ve savcı olarak atanan 236 kişinin yarısına yakını aynı partide görev yapmış ise muhakkak ki “görev yapmış oldukları partiye ve siyasi görüşlerine” bakılması gerekiyordu.

Bağımsız bir yargının “demokrasinin ve insan haklarının, adaletin korunması” için önemini yaşayarak gören bir ülkede bu konu geçiştirilecek bir konu değildir, HSK Başkanı bunu düşünmelidir.

Tabii, önce Elazığ hakimliğine atanan Danıştay Başkanı’nın kızının “bir günde Yargıtay’a terfi ettirilmesini” de…

Güçler ayrılığı

Eğer demokrasi varsa, demokrasiyle yönetilen bir devlette “güçler ayrılığı” gözetilmek zorundadır. “Yasama ile yürütmenin” ve bu iki kurumla da “yargı”nın birbirinden bağımsız olması, birbirinin üzerinde baskı kuracak imkana sahip olmaması hayati önem taşır. “Dördüncü güç” denilen medyanın bağımsızlığı da aynı derecede önemlidir. AİHM’nin uyarılarına kulak vermeliyiz.

Yazının devamı...

ABD’nin müttefiki ve ‘ortağı’…

ABD Dışişleri, her zaman yaptıkları gibi “NATO müttefiki Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını dikkate aldıklarını ancak DEAŞ karşıtı kampanyaya ve ‘ortakları DSG’ye’ de bağlı olduklarını” açıkladı. Aynı sıralarda AB Bakanı Ömer Çelik “PYD-YPG’nin PKK olduğunu, onlara ‘Kürt savaşçılar’ diyenlerin terör örgütünü masumlaştırdığını” bildiren bir konuşma yapmaktaydı.

Burada Suriye’deki PKK’ya verilen “PYD-YPG-DSG” gibi farklı isimler altında terör örgütünün ABD ve diğer Batı ülkeleri tarafından korunduğu zaten görülüyor ve bu uzun süredir biliniyor.

Buna rağmen, Batı ülkeleriyle -hatta Rusya ve Esad ile- yıllardır iyi ilişkiler içinde olan, çoğunda büroları bulunan PKK terör örgütüne bu ülkelerin siyasetçileri ve medyaları “Kürt savaşçılar” demeyi sürdürmüştür.

Neden Afrin’de yoktu?

“DEAŞ’a karşı mücadele”den söz etmekten vazgeçmeyen Koalisyon ülkeleri, PKK’nın Türkiye içinde ve sınırlarında yaptığı katliamları bugüne kadar görmezden geldiler.

DEAŞ ile PKK’nın işbirliği yaptıkları, birçok kentin PYD-PKK’ya savaşmadan terkedildiği, Afrin’de bile IŞİD militanlarının PKK’ya yardım ettiği verilen haberlerden anlaşılsa da ABD ve diğer ülkeler bu konuyu geçiştiriyorlar.

Burada ABD’nin bir başka çelişkisi de göze çarpıyor. Madem ki ortakları DSG’ye (PKK) bağlılar, neden önce “Biz Afrin’de yokuz, karışmıyoruz” dediler ve TSK’nın operasyonu sonrasında iki ülke ilişkilerini tekrar gererek “PKK ortaklığını” açıkladılar? Cumhurbaşkanı Erdoğan “Operasyonların Menbiç, Tel Abyad ve Kobani’de devam edeceğini, PKK koridoru temizlenene kadar bitmeyeceğini” söylüyor.

Irak Hükümeti’ni “Kuzey Irak’taki PKK kampları, özellikle Sincar konusunda” uyarıyor, onlar yapmazsa Türkiye’nin Afrin gibi Sincar’ı da temizleyeceğini bildiriyor.

(Keşke şimdi gösterdiğimiz kararlılığı, PKK “ABD desteğiyle” sınır boyumuzdaki kentleri alıp kanton ilan ederken gösterseydik, çok daha kolay halledilebilirdi.)

Menbiç’te kalacak

Kısa süre önce Irak yönetimi “Teröre karşı Türkiye ile işbirliğine hazır olduklarını” açıklamıştı. Bunu yapacaklarsa neden şimdiye kadar Kandil’e ve sonra Sincar’a izin verdiler, Türk Hükümeti’nin iyi ilişkiler içinde olduğu IKBY neden izin verdi, bunlar merak konusudur.

Ortada “ABD’nin içinde olduğu, bilinen bir Ortadoğu planı” var.

Pentagon Sözcüsü Albay Manning hala “ABD’nin kendi güçlerini Menbiç’ten çekmeyeceğini” söylüyor. Bu durumda, ABD ile nasıl bir anlaşma yapılacak ki Menbiç’ten Irak’a kadar (Cezire kantonu ve kuzey Irak dahil) PKK temizlenebilsin?

Diğer tarafta Güneydoğu’da PKK saldırılarıyla şehitler vermeye devam ediyoruz. Güneydoğu’da PKK varlığı da Suriye-Irak sınırındaki kadar önemlidir.

Güneydoğu’daki PKK, Kandil ve Sincar’la ilişkisi kadar, o bölgemizdeki genellikle işsiz, yoksul, güçsüz ailelerin çocuklarını zorla örgüte katarak büyüyor ve bölge halkı yıllardır bu şikayeti dile getiriyor.

Türkiye, terör örgütünden kurtulmak için tüm detayları birlikte gözetmesi gereken bir sürecin içindedir.

Yazının devamı...

Afrin’in ele geçmesi, Rusya ve ABD!

Zeytindalı harekatının 58’inci gününde TSK ve ÖSO “PKK’nın Suriye Kürdistanı olarakAfrin’in’in kent merkezine girdi ve kontrolü ele geçirdi.

Uzmanlar, TSK’nın Afrin kentine girişinde PKK-YPG ile “yoğun mahalle çatışmaları yaşanacağını” belirtiyorlardı, bu gerçekleşmedi.

Operasyonun tam olarak kontrol altına alınmasının en az 2 ay süreceği söyleniyor ki dün Afrin ilçe merkezinde 4 katlı binada bir patlamanın olması ve 7 sivil ile 4 ÖSO mensubunun ölmesi, PKK’nın ilçeyi tamamen terk etmediğini veya giderken belli yerlere patlayıcılar yerleştirdiğini gösteriyor.

Afrin’de TSK için tehlike henüz bitmiş sayılmaz.

Esad ve Rusya

Rusya’nın izni olmadan Afrin’de operasyon yapmamızın imkansız olacağı biliniyordu.

Başlangıçta Fırat Kalkanı operasyonu sonunda TSK’nın Afrin’e yönelmesine engel olan Rusya’nın fikir değiştirmesi, muhakkak ki “Türkiye ile yapılan birtakım anlaşmalar” çerçevesinde olmuştur.

Bu anlaşmaların neler içerdiğini bilmiyoruz ancak Türkiye’ye yarar sağladığı muhakkaktır. Yalnız Zeytindalı operasyonu sırasında Rusya-Esad ilişkisinde bir çelişki göze çarptı.

Rusya harekata karşı çıkmazken (PKK ile yakın görünen) Esad “Türkiye ile ABD’nin Suriye topraklarında ‘işgalci’ durumunda olduklarını ve Suriye’yi terk etmeleri gerektiğini” birkaç kez açıkladı.

Afrin’i ele geçirmiş olan Türkiye’ye bundan sonra nasıl bir tutum takınacağı da merak konusudur.

Terörle mücadele…

TSK’nın Afrin’i PKK’dan temizlemesi tüm ülkede mutluluk ve heyecan yaratmıştır. Ancak bazı noktaları dikkatten kaçırmamak da şarttır.

Türk askerinin Afrin kent merkezine Türk bayrağını çekerken “Şehitlerimize armağan olsun” sözlerinin bizler için milli duygularımızı yükselten bir görüntü olmakla birlikte Esad ve diğer ülkeler açısından “Afrin’i Türk topraklarına katıyormuşuz” görüntüsü verdiğini de düşünmek gerekiyor. Türk Hükümeti “kimsenin torağında gözümüz olmadığını, bu bölgelere ‘asıl sahiplerinin yerleşeceğini’ açıkladığına göre” bunu tekrar ortaya koymakta yarar vardır.

“PKK ile sınır ötesi mücadele” kapsamındaki Zeytindalı harekatının (daha önce Fırat Kalkanı’nda yapılmamışken) emperyalist ülkelerle büyük ve mucizevi savaşlar olan Kurtuluş Savaşı veya Çanakkale Savaşı ile kıyaslanması da pek doğru değildir.

ABD ve Tillerson

Şimdi TSK’nın Afrin’den sonra Menbiç’e yönelmesi bekleniyor. Sınır boyumuza yerleşen PKK-PYD’nin buralardan da temizlenmesi sınır güvenliğimiz ve Güneydoğu’daki PKK terörü açısından önemlidir.

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Türkiye’deki görüşmeler sırasında “Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlı oldukları ve kuzey Suriye’de bir özerk bölge istemedikleri” konusunda görüş bildirdiği…

“Türkiye’nin Menbiç de dahil olmak üzere kuzey bölgesindeki endişelerini anladıklarını, Menbiç’in güvenliğini YPG(PKK) sağlayacak diye bir şart olmadığını” belirttiği bir ABD’li yetkili tarafından açıklanmıştı.

Şimdi sıra Menbiç ve Fırat’ın doğusuna gelmiştir. ABD ile netleştirilmesi gereken meselemiz şu anda budur.

Yazının devamı...

Şiddeti polis yaparsa…

Ülkemizde sözel ve fiziksel şiddetin her çeşidi o kadar arttı ki bu konuyu konuşmak bile insana acı verir hale geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da onlara kulak verilmemesini söyleyerek belirttiği gibi bir de “din maskesi altında, din adamı gibi” ortaya çıkıp şiddeti körükleyecek mesajlar verenler var.

Toplumu kötülüğe yönlendiren ve bir kesimde başarılı olan bu şahısların çoğu yargıda da ceza almadıkları için daha da cesaret kazanıyorlar.

İfade özgürlüğü mü?

Mesela, “6 yaşındaki kızla evlenilir, dinimiz evlilik için yaş sınırlaması koymamıştır” diyen kişi ifade özgürlüğü kapsamında görülürken buna karşı çıkan gazeteciler mahkemelere taşınıyor, para cezası ödüyorlar.

Durum böyle olunca halk “Asansörde halvet olunur”dan, “Tek kadınla yetinen erkek değildir”e varan çağdışı mesajlar zincirine ve bunların acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Acaba medeni bir ülkede hangi hakim “6 yaşında çocukla evlenilir” mesajını ifade özgürlüğü kabul eder ve buna karşı çıkanları cezalandırır, örneği var mı bunun?

Dün Gaziantep’te bir üniversite öğrencisi bir trafik polisinin komşu esnafla sert şekilde tartıştığını görerek motosikletinin plakasını almaya kalkmış. Bunun üzerine trafik polisi 24 yaşındaki öğrenciyi gözaltına almak istemiş.

Bıçakla tehdit, saldırı

Babasının dükkanına giren öğrenciyi takip ederek ve tezgahın üstündeki bıçağı alarak öğrenciyi tehdit etmiş ve bıçağın sapıyla kafasına vurmuş.

Daha sonra karakola götürülen genç burada da darp edilip başından darbe alarak “beyin kanaması şüphesiyle” geceyi hastanede geçirmiş.

Buradaki vaka sadece “o polisle ilgili münferit bir olay” da sayılamaz. Emniyet kurumunu toptan ilgilendiren, vatandaşın polise güvenini sarsacak ciddiyette saldırılar söz konusudur.

Bu gibi polisle ilgili durumlarda, ifade veren polislerin birbirini tuttuğu ve vatandaşı haksız çıkardığı göz önüne alınarak Emniyet ve yargı görevini yapmalıdır.

Aksi takdirde, polisin şiddet hatta “bıçaklı şiddet” kullandığı, masum bir vatandaşı “beyin kanaması şüphesiyle hastaneye yatmak zorunda bıraktığı bir ülkede hiç kimse topluma yayılan şiddetin önüne geçemez ki bu olayın benzerleri daha önce Türkiye’de yaşanmış, birçok gencimizin de hayatına mal olmuştur.

Polis, adı üstünde “Emniyet” görevlisidir, vatandaşın güvenlik içinde, emniyet içinde yaşamasından sorumludur. Görevini doğru yapmak zorundadır.

Hakkını savunabilmek

Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu “Geçmişte darbe dönemlerini yaşadık, bizi hapse de attılar ama hukuka güven vardı. İnsanlar mahkemeye gittiklerinde haklarını savunabilecekleri inanıyorlardı. Şimdi o kayboldu” demiş.

Türkiye’nin, birbirine hırs duyan kitlelere dönüşmek yerine vatandaşlarının birbirine, güvenlik güçlerinin ve diğer kurumların vatandaşlara saygı gösterdiği şartlara sahip olması şarttır. Bunun için parti ayırımı yapmadan siyasetçiler de, yargı da, herkes de üzerine düşeni yapmalıdır.

Yazının devamı...

Yargı, eğitim ve seçim sistemi!

2017’de “Eğitimde tarikatların etkisini” araştıran Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı (Sözcü’ye) bir yıl süren araştırmanın sonunda “1 milyon öğrencinin tarikatların elinde” olduğu sonucunun çıktığını açıklamış. Ailelerin “yoksulluk ve sahipsizlikten çocuklarını tarikatlara teslim ettiğini” açıklamış.

Türkiye, tarikat ve cemaatlerin sahiplendiği, askeri okullara ve diğerlerine “sınav soruları ellerine verilerek” girmesi sağlanan öğrencilerin sonra bir gün devlet için nasıl bir büyük sorun yarattıklarını 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminde yaşadı.

Devletin sorumluluğu

Bugün hala, bunlar yaşanmamış gibi ailelerin “yoksulluk ve sahipsizlikten” çocuklarını tarikat ve cemaatlere teslim ediyor olması, 1 milyon çocuğun tarikatların elinde olması Milli Eğitim Bakanlığı’nın, devletin sorumluluğu değil midir?

Türkiye ekonomisinde cari açığın giderek arttığı, Ocak 2018’de geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 163 artışla 7.1 milyar dolara ulaştığı, bu nedenle dolar ve avroda sert yükseliş olduğu uzmanlar tarafından açıklanmıştı.

Mülteciler için yapılan ve geçen yıl 30 milyar dolar olarak açıklanan harcamalar şu anda çok daha yüksek rakamlara ulaşmış olmalı. Diğer tarafta öğrenciler “kendileri sıkıntıda iken sığınmacı olarak gelen kişilere, öğrencilere her türlü imkanın sağlanmasına” tepki gösteriyorlar.

İhya hareketi

Şu anda hala sınırın iki tarafında kalıcı konutlara yapılan harcamaların yanında öğrencilere parasız eğitim, mültecilere maaş ve bedava sağlık hizmetleri, Suriye’de teröristlerden temizlenen bölgelere yine Türkiye’nin tek başına “ihya hareketi” başlatmayı vaat etmesi gibi büyük miktarlar oluşturan harcamalar devam ediyor. Bunlar yapılırken kendi ailelerimizin “yoksulluk ve sahipsizlik” nedeniyle tarikat eğitimine-yurtlarına mecbur olması üzücü ve ilerde ülkede yeni sorunlara yol açacak değil midir?

Batı ülkelerinin de mültecilerin göçüne ve sıkıntılarına ortak olması için AB ile, ABD ile, Birleşmiş Milletler ile bu konuda acil görüşme yapılması gerekmez mi?

Yasama ve yargı

Meclis’te “hiçbir muhalefet partisi bulunmadan” gelecek seçimler için Genel Kurul’dan geçirilen seçim yasası, 16 Nisan referandumundaki “son dakika YSK kararı”nın da etkisindeki vatandaşlarda gelecek seçimlerin güvensiz olacağına dair endişeyi yükseltmiştir, bunu konuştuğunuz her vatandaşın ifadelerinde görmek mümkün.

Cumhuriyet gazetesi yazarlarının büyük bölümü tahliye edildi. Ahmet Şık ve Murat Sabuncu’nun tahliyesinde Mahkeme Başkanı’nın esprilerini duyduk.

Birkaç gün sonra dün, savcının Ahmet Şık, Murat Sabuncu ve diğer tahliye edilenlerin de aralarında bulunduğu 13 gazeteci için 7.5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası talep ettiği açıklandı.

Yerel mahkemelerin AYM kararlarına bile uymadığı böyle bir dönemde Türk yargısındaki bu “yap-boz”, “bırak-tekrar tutukla” dalgalanmaları yargıya olan güveni de sarsmaktadır.

Türkiye, eğitimden hukuka ciddi bir reform ve “güven” ihtiyacı içindedir.

Yazının devamı...

ABD Esad’ın gitmesini istemiyor!

Bizim Suriye iç savaşına müdahalemiz büyük ölçüde ABD’nin Türkiye’yi öne itmesinin etkisiyle olmuştu ve aslında bunun yaratacağı tehlikeyi o günlerde de anlamak mümkündü.

O dönemde ABD, Esad muhaliflerinin yanında yer almış gibi görünerek “Türkiye ile birlikte ÖSO’ya eğit-donat projesi yapmak üzere” ortaya çıkmıştı. Sonra ne oldu?

ÖSO’nun kurucu komutanı Albay Riyad Esad şöyle anlatmış: “Proje Suriyeli muhalifler içinmiş gibi gösterilerek arka planda PYD (PKK) için uygulandı. Kobani, Haseke ve Afrin’de ABD’li eğitmenler tarafından 8 binden fazla PKK’lı eğitildi”.

Bugün Afrin’de yokuz diyen ABD’nin yürüttüğü bu projelerle TSK şu anda o “eğitilmiş, donatılmış binlerce PKK’lı” ile (ve yanındaki DEAŞ’la) Türkiye’nin sınır güvenliği için mücadele ediyor.

Suriye’nin bölünmesi

Hatay ve Kilis sınırımızda PKK kontrolündeki Afrin’den Türkiye’ye roketler atıldığında bile ABD “PYD bizim müttefikimiz” demekteydi, bugün Afrin ve Güneydoğu’da art arda şehitler veriyoruz hala diyor.

13 Mart Salı günü ABD Senatosu’ndaki oturumda senatörler ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel’ı Suriye konulu sorularıyla sıkıştırdılar.

ABD, İngiltere gibi ülkelerde Meclis üyeleri devlet başkanlarını, bakanları, komutanları en sert şekilde eleştirip sorgulayabiliyorlar. Onlar da tüm soruları cevaplamak zorunda.

Mesela Senatör Jack Reed, Votel’a şu soruyu sormuş: “Suriye’de birlikte savaştığımız Kürtler şu anda Afrin’e yönelmiş durumda. Bir Suriye stratejimiz olduğunu düşünmüyorum. SDG ile birlikte fiilen ülkenin bölünmesine göz mü yumacağız?”.

Bu soru, Senatör’ün gerçekten “ABD’nin Ortadoğu politikasını anlamadığını” gösteriyor.

Ortakları PKK

Joseph Votel’in cevabı; “Biliyorsunuz biz Afrin’de yokuz. Ortağımız SDG (PKK) bizim oraya müdahil olmadığımızı anlıyor”…

Kuzey Suriye’de PKK-PYD tüm kentleri alırken ABD yanındaydı ve onlara binlerce TIR silah gönderdi de Afrin’de neden yok?

Eğer gerçekten yok ise “PKK’ya karşı” NATO müttefiki Türkiye’nin yanında neden olmadığını, DEAŞ’ı “terör örgütü” sayarken Türkiye’ye her tür terör eylemini yapan PKK’yı neden saymadığını açıklayabiliyor mu?

PKK’ya verdikleri silahlar nerede kullanılıyor (kontrol edecekti) bunu cevaplayabilir mi?

Bir başka senatörün “Bizim ABD olarak politikamız Esad’ın gitmesi gerektiği yönünde mi” sorusuna ise Votel “Şu anda politikamızın bu olup olmadığını bilmiyorum. Bizim görevimiz DEAŞ’la mücadele” cevabını vermiş.

Votel, iki senatörün sorularının cevabını da iyi biliyor.

Suriye stratejileri “bölünmüş bir Suriye” ki halihazırda böyle zaten.

Esad meselesi ise, önceleri “Esad gidecek” diyen ABD’nin, şu anda Rusya ve İran tarafından daha da güçlü desteklenen Esad’a karışamayacağını bilerek bu istekten vazgeçtiği...

En güçlü ülkeler çıkarlarına göre kolayca politika değiştirirken, Esad’la anlaşsak çok daha kolaylaşacak operasyonlar için biz neden değiştiremiyoruz, anlamak zor!

Yazının devamı...

NATO’nun tartışılma zamanı!

Daha önceki yazılarımda da NATO’nun Afrin konusundaki sessizliğine ve eylemsizliğine değinmiş, bu konunun NATO ile açıkça tartışılması gerektiğini belirtmiştim.

Milli Savunma ve Adalet eski Bakanı Prof. Dr Hikmet Sami Türk’ten bu konuda bir açıklama aldım. Mektubun önemli bir kısmını sizinle paylaşacağım:

“Afrin’de yürütülen sınır ötesi askeri harekat Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesine göre ‘silahlı saldırıya uğrayan bir üye devlet olarak kullandığı bireysel meşru savunma hakkı’ çerçevesinde başlatılmıştır.

NATO adına ve müttefikimiz ABD tarafından yapılan açıklamalarda Türkiye’nin terör saldırılarına karşı meşru savunma hakkı kabul edilmekle birlikte, ölçülü davranma çağrısına yer verilmiş, müttefikimiz Almanya ise, konunun NATO’da tartışılmasını istemiştir”.

Yardımcı olmayı kabul…

“1949’da imzalanan NATO Antlaşması’nın 5. Maddesi, Antlaşma taraflarının, içlerinden biri veya birkaçının silahlı bir saldırıya uğraması durumunda Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesi çerçevesinde bireysel veya birlikte meşru savunma hakkını kullanmak suretiyle, silahlı kuvvet kullanılması dahil, gerekli bütün önlemleri alarak, saldırıya uğrayan Tarafa veya Taraflara yardımcı olmayı kabul ettiklerini belirtir. 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılmasından sonra Antlaşma’nın kapsamı, 5. Maddede yapılan değişiklikle ‘Türkiye topraklarını da içine alacak şekilde genişletilmiştir.

Dolayısıyla NATO müttefiklerimizin Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51’inci, NATO Antlaşması’nın 5. Maddesi çerçevesinde bir meşru savunma harekatı olan ‘Zeytin Dalı’ hakkında eleştiri içeren çağrılar yapmak veya bu harekatı tartışmaya açmak yerine, Türkiye’ye yardımcı olmaları, Türkiye’nin karşısında değil yanında yer almaları gerekir.

Bu onların NATO Antlaşmasından doğan yükümlülükleridir”.

Girişimde bulunduk mu?

Deneyimli siyasetçi Hikmet Sami Türk burada “Türkiye, silahlı saldırıya uğrayan Taraf olarak NATO Antlaşması’nın 5.maddesi kapsamında müttefikleriyle “birlikte meşru savunma” hakkının kullanılması amacıyla NATO Konseyi ve Askeri Komitesi’nin gerekli kararları almak üzere toplanması için herhangi bir girişimde bulunmuş mudur” diye soruyor. Eğer böyle bir başvuru yapıldığı halde olumlu bir sonuç alınamamışsa bu, NATO müttefiklerimizin “birlikte meşru savunma” yükümlülüklerini yerine getirmemesi demektir. Böyle bir durumda “NATO’nun Türkiye için yararı tartışmaya açıktır” diyor.

AB ile ilişkilerimizin bozulması ve AB’ye girme imkanımızın büyük ölçüde zayıflaması sonunda Batı ile tek sağlam bağımızın NATO olarak kaldığı doğrudur. Ancak… Biz NATO’nun her çağrısına uyarak Afganistan dahil birçok ülkeye askerimizi göndermişsek ve NATO bizim çağrımıza olumsuz cevap veriyorsa Prof. Hikmet Sami Türk’ün “NATO’nun Türkiye için yararı tartışılır” sözlerini düşünmenin, en azından açıkça karşılıklı tartışmanın zamanı gelmiştir. Hükümet bu bilgileri ve uyarıyı dikkatle değerlendirmelidir.

Yazının devamı...

Terör ve seçim güvenliği!

Pazartesi günü Afrin’de 1 şehidimiz, 1 yaralı askerimiz, Salı günü Güneydoğu’da 2 şehidimiz ve 2’si ağır 5 yaralı askerimiz var.

Cumhurbaşkanı Erdoğan NATO’ya “Bu kadar mücadele veriyoruz, biz NATO üyesi değil miyiz, neden Suriye’de yoksunuz” çağrısı yaptı ve NATO’dan anlamsız bir cevap geldi. NATO “Türkiye’nin güvenliğini desteklediğini, Türk yetkililerle görüştüklerini ancak Suriye’de varlık göstermediklerini” belirtiyor ve “Bu yönde bir çağrı olmadığını ancak Irak’ta uluslararası koalisyonu DEAŞ’a karşı desteklediklerini” söylüyor.

NATO, ABD ve diğer ülkeler sanki ortada terör örgütü olarak sadece DEAŞ varmış, PKK’nın saldırıları terör sayılmazmış gibi bir iki yüzlülükle devamlı aynı söyleme sarılmış durumdalar.

Bu durumda çağrı yerine “NATO ile ilişkileri derhal birlikte gözden geçirmek”, ABD ve diğer ülkelerin PKK’ya desteklerini tartışmak gerekmektedir. Suriye’nin kendisi ve her eylemde yanında olan Rusya bile karışmazken Türkiye’nin Afrin ve Suriye’nin diğer bölgelerinde tek başına zarar görmesi kabul edilemez bir durumdur.

Gece yarısı Meclis’te…

Cumhurbaşkanı Erdoğan 28 Ekim 2017’de konuşmasında “Güçlü bir ana muhalefet partisinin demokrasi için öneminden” söz etmişti.

Bu gerçekten doğrudur, ana muhalefet partisi “güçlü bulunsa da, bulunmasa da” demokrasi açısından önemlidir, eğer demokrasi varsa ülkenin ciddi meselelerinde sorumluluğu paylaşmalı, bilgilendirilmeli, yasalar oylanırken Meclis’te olmalıdır.

Oysa Ak Parti İle MHP 12 Mart gecesi TBMM’de canlı yayın yapılmadığı sırada, halkın da göremeyeceği şekilde seçim yasasını oylamıştır. Yine sadece iki partinin hazırladığı ve seçim güvenliğini çok yakından ilgilendiren “seçim ittifakı teklifi”nin geneli bu oylama sonunda yasalaşmıştır. Bu kadar hayati önem taşıyan bir yasanın gece yarısı, ana muhalefet partisi bile yokken Meclis’ten geçirilmesi çok yanlış görünüyor. Seçim 2019’da olacağına göre aceleye gerek yoktur, “seçimin meşruiyeti” açısından bu yasanın tekrar Meclis’e getirilip halkın ve onun seçtiği milletvekillerinin önünde tartışılarak kabulü gerekir.

Mühürsüz oylar

Pazartesi akşamı Ak Parti İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu TV’de; sandık kurulu mühürsüz oy pusulası ve zarfların geçerli sayılmasını “Sandık kurulunun ihmali nedeniyle vatandaşın oyunun heba olmaması” için yapılan değişiklik olarak açıkladı.

İYİ Parti’nin seçim uzmanları arayarak; “Bu değişikliğin Anayasa’ya aykırı şekilde yapılması yerine, ‘sandık kurullarının eğitilip işlerini doğru yapmalarının’ sağlanabileceğini” anlattılar.

Her seçimde sandık kurullarının uyması gereken ve ilçe seçim kurulları tarafından verilen bir “checklist-gerekli işlemler listesi” olduğunu, bu işlemler tamamlanmadan seçim başlamadığı takdirde sandık kurulu ihmali olmayacağını, sandık mührünün büyük önem taşıdığını söylüyorlar. Muhalefet partilerinin öneri ve tepkilerinin dikkate alındığı bir seçim, seçmenin de endişelere kapılmadan oy kullanmasını sağlayacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.