‘İnsan denen meçhul!’
.
Alexis Carrel insanı tanımlamaya çalışırken, onun tanımlanamayacağını; ‘ insan denen meçhul!’ vurgusuyla ifade eder.
Evreni kendi emrinde görüp, onu, adeta bir kanaviçe gibi işleyen insan; kendinin kim ve neye memur olduğunun idrakinden maalesef yoksundur!
Bizzat kendine bu denli kör olan insan, başıboş bırakıldığını mı sanıyor? Oysa; her nereye ve neye baksa, hepsinin bir sebep için ve hepsinin birer sebeple var edildiğini görüp değerlendiriyor.
Hepsinin üstünde ve amir konumundaki insanın da, sebepsiz yere var edilmeyeceği açık değil mi?
İnsan, nereden gelip nereye gittiğine ve bu hayat (canlılık) denilen süreçte rolünün ne olduğuna bakıp düşünmeli ve muhasebe yapmalı. Hiçbir dahlinin olmadığı bu geliş ve gidişte ve bu ikisi arasında kalan yaşam sürecinde, iradesi ne idi; ne oldu?
Büyük bir Velinin yerinde bir tespitiyle: ‘...’ Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman, eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı halde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Fakat böyle mecbur olduğun zamanlarda bile, iradene malik olduğun halde, seni aciz bırakan harici kuvvetler karşısında kendini mecbur, esir, hasılı bir hiç bilirsin.
Yahu! İşin yolunda, başarı ve zafer yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin zorlaması altında oyuncak bir (Hiç) diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
... Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz... Her halde ikisi arası bir şeysiniz... İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin (Allah’a ortak koşmanın), imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez!..’
Kendini bilmeyen ve tanıyamayan insanın, başkaları tarafından bilinip tanınması imkansızdır. Bunu da en güzel şekilde Hz. Mevlana dile getirir: ‘ ...Bir ömür boyu, insanlar arasında inleyip durdum (ah çektim). İyilerle de, kötülerle de birlikte oldum. Hepsine karşı tatlı dilli, güler yüzlü oldum; ben insanlığımı yaptım ve böylece onların her birisi beni, kendi dostu sandı. Hemen hepsi, dış görünüşüme baktı. Hiç birisi benim kalbime, gönlümün derinliklerine bakıp, oradaki esrarı bilip öğrenmedi, öğrenemedi.
... Aynı dili konuşmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan, yabancılarla birlikte kalırsa mahpusa benzer. Nice Hintli ve nice Türk vardır ki, dildeştirler (aynı dili konuşurlar). Nice iki Türk vardır ki, birbirine yabancı gibidirler. Şu halde; ‘mahremlik-yakınlık dili’ bambaşka bir dildir. Gönül birliği (gönüldaşlık) dil birliğinden daha iyi ve daha üstündür. Zira gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhur eder.’
Bugün insanlığın geldiği noktada ise; değil sözsüz, işaretsiz ve yazısız anlaşabilme; sözlü, yazılı ve işaretle bile anlaşılamıyor ve böylece; kendinin ve başkalarının meçhulü oluyor.
Oysa; insanı insan yapan ve en yüce yaratılan kılan şey bilmektir. Nereye kadar bilmek? Nasıl bilmek? Niçin bilmek?
Tüm bu ifritten suallere cevabı, Yunus’umuz ne güzel veriyor: ‘ İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin; Ya nice okumaktır. Okumaktan murat ne? Kişi Hak’kı bilmektir!..’