Şampiy10
Magazin
Gündem

Yönetimde istikrar

Gelişmiş demokrasilerde; temsilde adalet ile yönetimde istikrar, at başı birlikte gider. Bizim gibi; demokrasisi sürekli kesintiye uğratılmış ve adeta kuşa çevrilmiş bir sistemle; gerçek demokrasiye kavuşmamız için daha kırk fırın ekmek yememiz lazım!

Bizdeki esas bozukluk; kendini ‘seçkin’ gören bir kısım zevatın zihniyetinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; bu halk ne ki; seçtikleri ne olsun?! Dolayısıyla bu zümrenin zihninde; seçilmişlere karşı müthiş bir güvensizlik vardır. Demokrasimizin gelişmesinin önündeki en büyük engel, işte bu zihniyetin ta kendisidir.

Vaktiyle ekranlarda devamlı arz-ı endam eden bir orgeneral emeklisi vardı; seçilmişlere ateş kusardı ve şöyle derdi: ‘ ..bakan ya da başbakanlar ülkeyi satarlarsa ne olacak?!’ Bu halin bir cibilliyet meselesi olduğunu bile anlayamıyor; seçilmişler bu haltı işleyebilirlerse, atanmışlar neden işleyemez? Hem, satmaya yeltenen kim olursa olsun; bu halkın veya kanun adamlarının elleri armut mu topluyor?

Mahut zümrenin seçilmişlere karşı olan bu güvensizliği, gerçekte milletin ta kendisinedir; bunu dillendiremedikleri için, onun seçtiklerini öne sürüyorlar.

En olgun manasıyla demokrasi, katılımcı ve yerinden yönetim şeklidir. Sittin seneyi aşkın bir süredir demokrasiyle idare edilmemize rağmen; sistemin darbelerle kesintiye uğratılması ve onların sonucu yapılan vesayet anayasaları yüzünden, bir türlü gerçek demokrasiye geçemedik.

Kısmi olarak yapılabilen anayasa değişikliklerine dikkat edin; mutlaka bir kaza veya sistemin tıkanıklığı sonucudur! Mesela; 367 garabeti olmasaydı; cumhurbaşkanını halka doğrudan seçtirebilmek mümkün olmayacaktı.

O gün, atanmışlar, seçilmişleri tehditle Meclis’e sokmadılar; amaçları, istemedikleri seçilmişlere cumhurbaşkanını seçtirmemekti. Böylesine bir hukuk cinayetini yüksek mahkemeye bile işlettiler. En sonunda düğümü, işin asıl sahibi yani milletin kendisi çözdü.

Daha önceye gidelim; 28 Şubat istikrarsızlığı döneminde 22 banka batıp, faizler bir gecede binlere, bin beş yüzlere fırlamadı mı? Ekonominin dibe vurduğu bir ülkede hangi adaletten ve temsilden dem vurulabilir?

Yerlisi ve yabancısıyla kim, böyle bir ülkede yatırım yapar da, istihdam ve kalkınmaya öncülük eder?

Demokrasiye bunca müdahalelerden sonra, hangi istikrardan bahsedebiliriz? Yönetiminde istikranın olmadığı bir ülkenin adaletinin (hukukunun) nasıl çalışabildiğini; en yüksek mahkemesi olarak yukarıda görmüştük!

Şu halde; gerçekte at başı birlikte gitmesi gereken; yönetimde istikrar ve temsilde adaletten birini öncelememiz gerekirse, bunun yönetimde istikrar olması lazım gelmez mi? Zira kaotik ortamda, temsilde adaletin temini imkansız gibidir.

Dünyanın bütün kalkınmış ülkeleri, yönetimlerinde istikrarı sağlayarak bu durumu gerçekleştirmiştir.

Bunca düşüp kalktıktan sonra, edindiğimiz deneyimlerin ışığında; yönetimde istikrarı sağlayabileceğimiz sistemi bulduk: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi.. Bununla ilgili gerekli anayasal değişiklikler yapılıp milletin önüne getirildi.

Evet demek de, hayır demek de halkın en doğal hakkı..

İşin gerçek sahibine soruluyor; bundan gocunulması neden?

Yazının devamı...

Milletvekilinin görevi

Millet, vekilini yasama görevlisi olarak seçip parlamentoya gönderiyor. Yani halk, kendisi için gerekli kanunları çıkarsın diye vekil seçiyor. Oysa ki, bizdeki sistemde; seçilen vekil gerektiğinde bakan oluyor (yürütme-hükümet üyesi).

Kabine üyesi bu kişi, kendi ilinden ne kadar bağımsız ve bağlantısız iş yapabilir? Yönettiği bakanlığa bağlı kurumların bölge müdürlüklerini kendi illerine taşıtan az mı bakan gördük?

Veya devletin imkanlarını; kendi illerine peşkeş çeken ve daha fazla ihtiyaç sahibi varken kendi illerindekileri önceleyen nice bakanlar görmedik mi?

06.11.1984’te 18587 sayılı yasayı çıkarmışız. Bu yasanın 3. Maddesinde: ‘ TBMM üyeleri ayrıca; 2. Maddede belirtilen kurum ve kuruluşlarda ücret karşılığı iş takipçiliği, komisyonculuk, müşavirlik yapamazlar…’ denmesine rağmen; bizim sistemimizde milletvekilliği dendiği zaman; iş ve ihale takip eden, bürokrat ataması yaptıran anlaşılmıyor mu?

Bunun başlıca sebebi ise, yürütme (hükümet) ile yasamanın (Meclis) iç içe girmesidir. Ayrılıkları kağıt üzerinde ve yalnızca şeklendir. Zira bakan olan kişi, aynı zamanda, illerden seçilip gelen yasama üyesi, parlamenterdir.

Bakınız; lobiciliğin ana vatanı olan ABD’de ki, burada bakanlar Kongre’nin(parlamentonun) dışından atanır- yasalar ne diyor: (Bill Clinton) dönemi düzenlemeleri: 1-Beyaz Saray’da görev yapan kişiler, buradan ayrıldıkları tarihten itibaren 5 yıl süreyle lobicilik yapamaz, lobicilik yapan şirketlerde çalışamazlar. 2-Üst düzey yönetici konumundaki bakanlar, ömürleri boyu yabancı hükümetler için lobi faaliyeti yapamazlar. 3-Üst düzey ticaret temsilcileri de, görevlerinin bitmesinden sonra, yaşamları boyunca çok uluslu şirketleri ve yabancı hükümetleri temsil edemezler..

Bizdeki çorba olan sistemimizde ise, koskoca MİT müsteşarını, emekli olduktan sonra falan şirketin yönetim kurulu üyesi olarak görmedik mi? Eski bakanların hangi işlerle iştigal ettiklerine bir bakın; bu durum ne kadar etik?

Milletvekillerinin iş takipçiliği sistemi kokuşturuyor ve o görkemli görevlileri halkın gözünden düşürüyor! Bundan da vahimi ise, yaşla kuru bir arada değerlendirilip; koskoca siyaset dünyası tu-kaka ediliyor.

Bu hususu, bizim bir kısım meslektaşlarımız da bilerek veya bilmeyerek maalesef körüklüyorlar. Örneğin: Anlı şanlı gazetecilerimiz(!), 2 yıl milletvekilliği yapanların emekli hakkı olduğunu söyleyip yazdılar ve halkın büyük çoğunluğunu bu yalana inandırdılar.

Halbuki milletvekillerinin emekli olmada, diğer çalışanlardan (memur-işçi) hiçbir farkı yoktur. Aynı sürede çalışmak ve prim ödeme zorunluluğu vardır.

Getirilmek istenen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, vekil, vekilliğini bilecek; onun saygınlığını koruyarak yasa çıkaracak ve denetim yapacak. İş takipçiliğinden ve kötü algılanmaktan kurtulacak.

Anayasa değişikliğine hayır diyen muhalefet, yetkinin tek elde toplanacağından şikayetçi. Bu cümleden olarak şunu dillendiriyor: ‘ Anayasa Mahkemesi üyelerinin yarısını Cumhurbaşkanı, diğer yarısını Parlamento belirliyor.. Parlamentodaki çoğunluk, zaten iktidar partisinin elinde olduğuna göre; onları da Cumhurbaşkanı belirlemiş oluyor!’

Bu durum demokrasinin doğasının gereği değil midir? Parlamentonun çoğunluğunu sen elinde bulunduramıyorsan; bunun kabahatini neden cumhurbaşkanında arıyorsun? Atamalar, Parlamento tarafından yapılır deniyor; şu parti, bu parti tarafından denmiyor ki!

Parlamentoda çoğunluğu sizler temin edin, atamaları da sizler yapın; demezler mi adama?

Yoksa; eskiden olduğu gibi; güdümlü üç-beş vasi mi yapsın bu atamaları?!

Demokrasiden ne anladığınızı açıklayın artık; seçilmişlerin mi dediği olacak; atanmışların mı?!

Yazının devamı...

Pösteki saymak!

Birbirimizi kandırmanın alemi yok; eğri oturalım ama doğru konuşalım!

Bugün sahip olduğumuz parlamenter sistemi, iki kelime ile özetleyecek olursak; söyleyebileceğimiz tek şey; pösteki saymak veya saydırmaktan ibarettir. Yasama yılının 23. döneminde (2007-2011) İstanbul milletvekili olarak görev yaptım.

Dört yıl süreyle parlamentonun işleyişini, gazeteci dikkatiyle gözlemledim. Yukarıdaki hüküm cümlesini, bundan dolayı rahatlıkla söyleyebiliyorum. İnanın orada parlamenterlik yapılmıyor; parlamentercilik oyunu oynanıyor!

Parlamentonun görevi yasa yapmak ve yürütmeyi (hükümet) denetlemek değil mi? Bakalım öyle mi? Yasa tekliflerini kim verecek? Milletvekilleri (yasa teklifi) ya da bakanlar kurulu (yasa tasarısı).. Muhalefet partilerinden olan milletvekillerinin vereceklerini yasa tekliflerinin yasalaşma imkanı var mı? Elbette ki yok. Dolayısıyla muhalefetçe verilen tüm yasa teklifleri ile boşa kürek çekiliyor. Zaman öldürmekten başka bir mana ifade etmiyor.

Bakanlar kurulundan (hükümet) gelen yasa tasarıları öncelikle ele alınıp yasalaşıyor. Nasıl yasalaşmasın ki; hükümeti oluşturan siyasi partinin milletvekilleri Meclis’te çoğunluğu oluşturuyor.

Görüldüğü üzere; hükümet, Meclis’in emrinde ve denetiminde olması lazım gelirken, Meclis, hükümetin emrinde iş görmek durumunda! Demem o ki, Demokrasinin erkleri olan yasama, yürütme ve yargı; bizdeki parlamenter sistemde, birbirinden ayrı, bağımsız ve bağlantısız değiller.

Yürütme (hükümet) ile yasama (Meclis) iç içe girmiş ve yürütme ne derse o oluyor!

Gelelim Meclis’in denetim fonksiyonlarına: Güvenoyu-gensoru ve Meclis soruşturması.. Asıl denetim mekanizmaları bunlar.. Hükümeti millet sandıkta kuruyor; kurulan hükümete de, zaten güvenoyunu sandıkta veriyor. Ayrıca neyin güvenoyu gerekir? İşin asıl sahibi (halk) güvenoyunu sandıkta vermiş..

Gensoru ise, tamamen bir kandırmacadan ve havanda su dövüp Meclis’in kıymetli zamanını öldürmekten ibaret. Gensoruyu (bakan veya birkaç bakan veya tüm bakanlar kurulunun düşürülmesi talebi) muhalefet veriyor; iktidar partisinin çoğunluk oyları ile reddediliyor. Yani sonuç almada, pratikte hiçbir değeri olmayan bir şey.

Sinirler o kadar geriliyor, birbirlerine ağza alınmayan laflar ediliyor; sabahlara kadar Meclis meşgul ediliyor; netice sıfır! Bu mu denetim?! Yüce Meclis’in bu denli şovlara ihtiyacı olmasa gerekir.

Ayrıca; bunca zamandır Mecliste ‘araştırma’ ve ‘soruşturma’ komisyonları kuruldu ve kurulmaya devam ediyor; hangisinden dişe dokunur bir sonuç alınabildi?

Demokrasilerde asıl denetim millet tarafından yapılır; Meclis’in duvarında ne yazıyor: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. O halde; işi asıl sahibine vermekten niye korkuluyor?

Deli gömleğini giydirip, pösteki saydırmakla; birileri keyif sürebilir ama bu aziz milletin kıymetli zamanını kimsenin heder etme hakkı yoktur ve haddi de olmamalıdır.

Yazının devamı...

Şehadete giden genç!

Türkiye’miz tarihinin en netameli günlerinden geçiyor. Zira Türkiye’miz, tarihinde hiç olmadığı kadar büyük tehlikelere maruz bırakıldı; üstelik bu denli tehlikeler, henüz geçmiş değil.

Evet; Birinci Cihan Savaşı’nda yedi düvele karşı savaştık ve koskoca İmparatorluğumuzu kaybettik lakin; bu günkü tehlike ondan da büyüktür. O zamanki düşmanların hepsi dışımızda idi; yıkılmamıza rağmen, içerideki birliğimiz sayesinde Kurtuluş savaşı verip, yeni devleti kurabildik.

Şimdi ise; aynı düşmanlar, daha fazlasıyla el ele vererek dışarıdan saldırırken, içimizdeki işbirlikçiler de onlara destek vermektedir. Bu işbirlikçiler ise, öyle üç-beş aymaz olmayıp; ülkemizin yetiştirdiği en ışıltılı beyinler olup; yarım asırlık bir yapılanma ile ülkemizin hemen tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçirmişlerdi!

Onca temizlenmelerine rağmen; kazdıkça, her kurum ve kuruluştan adeta fışkırıyorlar!

15 Temmuz, 2. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihidir. Birincisinde olduğu gibi, bunda da savaşı halkın kendisi; üstelik, silahlı güçlerin karşısına silahsız olarak dikilerek ve canını ortaya koyarak başlatmıştır. Milletin azim ve kararlılığı, halk düşmanlarının kalkışma hamlelerini önlemiş ama iş bununla bitmemiştir.

İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın dediği gibi; ‘ bu halk, yenile yenile yenmesini öğrendi!’. Eskiden darbeler, radyo ve Televizyonlardan duyurulur, halkın sokağa çıkması yasaklanırdı; milletçe bu emre uyulurdu.

Şimdi ise; ‘sağına-soluna bakmadan meydan yerine koşan’ bir gençlik var ve bu gençlik 15 Temmuz günü; ‘ben şehadete gidiyorum!’ diyerek vatan savunmasına koşmuştur. Evlendirip yuva kurdurduğumuz, yeri geldiğinde müebbet hapisle yargıladığımız (dün ise, yaşını 18’e çıkartıp astığımız), imzaladığı tüm mali mükellefiyetleri ile sorumlu tuttuğumuz bu gencin seçme ve seçilmesini çok görüyoruz.

Daha dün, gençlere seçme imkanı tanındı; bu anayasa değişikliği ile de seçilme imkanı tanınacak. Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’ın işaret ettiği gibi; ‘seçme, seçilmeden zordur’. Parlamentoda gençliğin dinamizmi ile yaşlıların bilgeliği bir araya gelecek ve arzu edilen sonuçlara daha kolay erişilebilecektir.

Ayrıca toplum olarak gençliğimize güvenmek zorundayız. Gençlerimize güvenmesek yarınlarımız olabilir mi?

Muhalefetin, anayasa değişikliği için; ‘neden şimdi?’ diye itirazı var. Bir şey gerekli ise ki, bu gereklilik, cumhuriyet tarihinin en büyük reformudur- o halde; şimdi değilse ne zaman?!..

2011 yılında da, kısmi anayasa değişikliği yapılmıştı; o zaman açılan parantez, 16 Nisan halk oylaması ile kapatılmak istenmektedir.

15 senedir, bir siyasi parti tek başına iktidardadır; buna rağmen mevcut sistemle (parlamenter sistem) ancak, iki ileri bir geri yapabildik. Oysa ki, dünyanın geldiği noktaya baktığımızda, sıçramak zorundayız. Artık daha fazla zaman kaybına tahammülümüz kalmamıştır.

Bunca tecrübe ile, sistemin aksayan yönlerini gördük; bunların giderilmesi için Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir model olarak milletin önüne kondu.

Endişeye mahal yok; zira iş, asıl sahibinin yani halkın elinde..

Halk, dün cumhurbaşkanını bizzat seçti, bugün de sistemini bizzat belirleyecek..

Yazının devamı...

Ters piramit!

Avrupa’ya kıyasla geç de olsa, demokrasiyle tanışalı epeyce zaman oldu. Üzülerek ifade etmeliyiz ki; halkın kendini idaresi demek olan bu sistemde idare, bizde hiçbir zaman halka verilmedi.

Bunun yegane sebebi ise, kendini seçkin gören idareci zümrenin, halkı aşağı görmesi ve ona tepeden bakmasıdır. Onlara göre halk, çok cahil ve rüştünü ispat etmekten çok uzakta olan yığınlar mesabesindedir. Dolayısıyla böyle bir halk neyi ve kimi seçeceğini bilemez. Onun seçeceklerini bizlerin (seçkinlerin) belirlememiz lazım.

Demokrasiye geçiş sürecinde yapılan anayasalara dikkat edin; bunların vesayet anayasaları olduğunu görürsünüz. Bunun da manası; davul, halkın seçtiklerinin boyunlarında asılı olacak, tokmak ise, vasilerin elinde bulunacak!

Bu vasiler mi, kim? Elbette atanmış askeri ve sivil bürokratlar..

Bizdeki bürokrat kendini, sürekli olarak hancı görmüş, seçilmişleri ise, hana konaklamaya gelen misafirler olarak değerlendirmiştir. Aynı anayasalara göre oluşturdukları vesayetçi-parlamenter sistemi sittin seneyi aşkın bir zamandır deniyoruz.

Bir de ne görelim? Kurulan ve işletilebilen hükümetlerin ortalama ömrü 16 aydan ibaret. Tam da bürokratın istediği şekilde.. Seçilen kişi daha makamını, işini ve mesai arkadaşlarını tanıma fırsatı bulamadan; geldiği gibi gidiyor!

Hasbelkader, her hangi bir iktidar, bir çivi çakmış olsa bile; diğeri gelip onu da iptal ediyor.

Böyle bir istikrarsızlığın kol gezdiği bir ülkede, hangi kalkınmadan ve başarıdan söz edilebilir?

Malum; hukukta vasi, çocuğa-bunağa-akli melekesi sağlam olmayan, yani deliye atanır. Bizim halkımıza vesayet sistemi reva görüldüğüne göre; acaba hangi kategoride değerlendirilmiştir?!

Doğrusu insan merak ediyor.

Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan açıkladı: Bu sistemde başbakanlar bile birlikte çalışacağı kabine arkadaşlarını (bakanları) belirleyemiyor. Madem ki seçilmişlere bu kadar güvenmeyecektiniz; neden seçim yapıyorsunuz?

Normal demokrasilerde piramidin en üstünde halk vardır, halkın emrinde Meclis, Meclis’in emrinde hükümet ve hükümetin emrinde de (elbette ki yasalar çerçevesinde) bürokrasi vardır.

Kendimize benzettiğimiz bizim demokrasimizin piramidi ters duruyor! Şöyle ki; en üstte atanmışlar, yani bürokrasi, onun emrinde hükümet, hükümetin emrinde Meclis ve bunların hepsinin umurunda bile olmayan zavallı halk, yani millet!

İşte şimdi yapılmak istenen; bu piramidin doğru olarak oturtulmasıdır. Adına Cumhurbaşkanlığı sistemi dinilen yönetim biçimi ile halkın dediği olacak. Halkın dediğinin olmasıyla siyasi kavgalar sona erecek; hükümetlerin kurulması için aylarca münazara ve mücadele edilmeyecek.

Meclis, asli işine, yani kanun yapmaya ve gerçek denetime yönelecek. Şimdiki gibi; iktidardaki bir bakanı, bakanları veya tüm bakanlar kurulunu (hükümeti) düşüremeyeceğini bile bile gensorular vererek, Meclis günlerce meşgul edilemeyecek.

Ve yine şimdiki gibi; sade suya tirit kabilinden denetim mekanizmaları ile Meclisin havanda su dövmesine imkan verilmeyecek.

Öyle ya; şimdiye kadar, hangi sözlü veya yazılı soru önergesinden veya hangi Meclis araştırmasından ne gibi bir sonuç alındı?

Zaman bu kadar ucuz mu; yazık değil mi bu millete?

Yazının devamı...

İyi polis kötü polis!

Dünyamız hızla yeni bir ‘Cihan’ savaşına doğru sürükleniyor. Öncekilerin olduğu gibi, bu savaşın müsebbipleri de; doymak bilmeyen sömürgeci güçler...

Bu uğursuz günün işaretlerini; demokrasinin öncüleri gözüken ülkelerde baş gösteren ulusalcılık ve hatta daha ilerisi otoriter yönelimlerde görmekteyiz. Artık dünün demokratik başkanları, yerlerini süratle ‘diktatör’ başkanlara devretmenin hazırlığında...

Düne kadar Çin ile Rusya, bu denli eğilimin öncüsü iken; başta ABD olmak üzere, bir kısım AB ülkeleri de; aynı yarışta yerlerini aldılar. Avrupa’da bu eğilimin başını; AB’yi çatırdatan İngiltere çekmekte ve onu da Fransa takip etmektedir.

Dünkü iki kutuplu dünyada Çin, için için oluşan gizli bir devdi; bundan dolayıdır ki, ABD o gün için, Rusya’ya karşı Çin’in yanında yer almıştı. Bunu da Yahudi kökenli ABD’li diplomat, dışişleri bakanı Henry Kissinger sağlamıştı.

O gün-bugün Çin, oluşumunu tamamladı; devleşip, ABD için yegane tehdit unsuru oldu.

ABD nereye el atsa, hemen her taşın altından Çin ve Çin’li firmalar çıkıyor. Öyle ki, bu firmalar, diğer ülkelerin firmalarından çok farklı.. Her birisi devlet destekli ve akıl almaz meblağlara ulaşan sermayeleri ile ortalığı kasıp kavuruyorlar!

İsrail eksenli politikaları ile öne çıkan ABD yönetimleri; demokratlarla cumhuriyetçiler arasında iyi polis-kötü polis rolünü oynayarak, dünyanın gözünü boyamaya çalışırlar. Çoğu zaman da bunu başarırlar. Çünkü; algı operasyonlarını sağlayan medya ve sinema gücü bunların elindedir ve bunları biteviye çalıştırırlar.

ABD’de kötünün de kötüleri olan Bush’lar ve Obama dönemlerinden sonra; beyanatlarıyla dünyayı şaşırtan Donald Trump’ın yapacakları merakla beklenmektedir.

Trump’ın Putin yanlısı danışmanının görevine son verilmesine rağmen; dünün aksine; Çin’e karşı ABD-Rusya yakınlaşması hiç te şaşırtıcı olmayacaktır. ABD’nin bu denli açmazını bilen Putin, bundan dolayıdır ki, pervasızca oynamaktadır.

Dünyanın gözleri önünde Kırım’ı ilhak ettiğiyle yetinmeyip, Ukrayna ile didişmekte ve hepsinden önemlisi; asırların hayalini gerçekleştirerek Suriye’ye yerleşip Akdeniz’e (sıcak denizlere) postu sermektedir!

ABD’nin iyi polis-kötü polis rolünden şüphesiz ziyadesiyle etkilenen bölge Orta-Doğu’dur. Sudan bahanelerle Irak’ı işgal etti; bölgede uyguladığı kardeşi kardeşe kırdıran politikalarla insanları kardeş kanında boğdu. Halen de boğmaya devam ediyor.

Dün iyi dediği İran’ı bugün tu-kaka ilan ediyor ve adeta bir İsrail-İran savaşının fitilini ateşliyor!

Bölgemizde atılan her yanlış adımdan en ziyade olumsuz etkilenen şüphesiz ki Türkiye’mizdir. Türkiye, oynanmak istenen oyunu önceden fark ederek, Fırat Kalkanı Harekatı’nı başlattı ve güney sınırımızda kurulması hayal edilen PKK/PYD Kürt Devleti’nin önüne geçmiş oldu.

Oyununun bozulduğunu gören ABD ise, bir yandan PYD’ye ağır silahlar verirken, diğer yandan da Türkiye ile iş birliği yapacağını açıklıyor.

Yani tavşana kaç, tazıya tut demeye devam ediyor; lakin tavşan kim, tazı kim; bunu bir türlü açıklamıyor! Daha açıkçası, dünya alemin bildiğini bilmezden geliyor.

Yazının devamı...

Merhaba!..

Duyguları kalıplara döküp, onlara engin manalar kazandıran şairlerdir. Şairlerdir ki, insanlara dipsiz kuyulardan sular içirir ve yepyeni dünyalar kazandırır. Onlardan bir tanesi ne güzel söylemiş: ‘ Yılları sevgilimle geçirdim; ne kadar şen ve huzurluydum! Yıllar gün gibi akıp gidiyordu..

Sonra; sıkıntılı günler geldi, öyle ki; günler seneler gibi geçmek bilmiyordu!

Daha sonra ise, hem seneler gibi olan günler ve günler gibi olan senelerin hepsi geçti; hepsi hayal oldu..

Diğer bir ifade ile eskiler; dünya hayatı iki günden ibarettir derler. Biri sevinç günü, diğeri hüzün günüdür. Ne sevinç, ne de hüzün kalıcı olmayıp geçicidir.

İşte bu geçiciliğe ve gerçekliğe işaretle, Yunus’umuz; ‘Ne varlığa sevinmeli, ne yokluğa yerinmeli’ der.

Malum; Bab-ı alinin yokuşu diktir; zor çıkılır ama kolay inilir!

Otuz sene önce, bendeniz Türkiye Gazetesi yazı işleri müdürü iken, Okay Gönensin Cumhuriyet’in yazı işleri müdürü idi; ömrümüzün bitimine bir mızrak boyu kalmışken; kader, bizi Vatan Gazetesi’nde sütun komşusu olarak buluşturdu.

Türkiye’den ayrılırken yazdığım veda yazım epeyce ilgi topladı; medyada ve sosyal medyada yankılandı. Peşinen şunu söylemeliyim; üniversitede dersini vermeme rağmen; benim kişisel olarak sosyal medya dünyam yoktur. Arkadaşların aktarması ile biliyorum.

Zahmet edip, değerlendirmelerde bulunan tüm meslektaşlarıma teşekkür ediyorum. Yeri gelmişken şu hususa işaret etmeliyim: Gazetecilerin ve okuyucuların bir kısmı, kastetmediğim değişik teviller yaptılar. Şairin ‘uğursuz yapı’ diye tanımladığı ‘dünya’yı bile başka türlü anlayanlar var ki; bendeniz onlardan ırağım.

Ne diyelim; her kap içindekini sızdırıyor!

Sadede gelecek olursak; yine malumdur ki; asaletin ayarı iki şeyle ölçülür: Birincisi makam ve şöhret, ikincisi ise para, yani zenginliktir. Bu iki şeyin değiştirmeyeceği ve çığırından çıkarmayacağı insan az bulunur. Değiştirmedikleri ise, 24 ayar altın gibidir.

Bir de; fakir ve hatta borçlu olduğu halde, kibirlenen ve yanına yaklaşılamayanlar var ki, onların hiçbir kitapta yeri yoktur. Aslandan kaçar gibi onlardan kaçmalıdır!

Zenginliğin ve şöhretin değiştirmediği merhum Enver Ören’den Demirören’lere geldim. Kaderin cilvesi… Ailenin çınarı hüviyetindeki sayın Erdoğan Bey’e, dostum sayın Yıldırım Bey’e ve nezaket abidesi sayın Meltem Hanım’a kalbi şükranlarımı sunuyorum.

Ören’i Demirören’le perçinleyen sevgili Mehmet Soysal’a gelince…

Anadolu’muzun, bu yiğit ve altın kalpli evladı ile kırk yıllık dostuz ve bu dostluğumuz iki cihana şamildir. Ören’de de, Demirören’de de neler yaptığının ve yapmakta olduğunun dünya ahiret şahidiyim!

Haftanın üç günü (Pazartesi, Çarşamba, Cuma) siz, Vatan’ın saygıdeğer okuyucularıyla buluşmak dileğimle saygılarımı sunuyor ve esenlikler diliyorum.

Tekrar merhaba!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.