Şampiy10
Magazin
Gündem

Sahibinin sesi!

15 Temmuz askeri darbe kalkışmasına; toplumumuzun bütün kesimlerinde bulunan kahraman insanımızla karşı koyduk ve bu kalleşçe ve kahpece yapılmak istenen kanlı girişimi önledik.

O karanlık gecede, kimsenin aklına; şu veya bu kökenden geldiği, şu veya bu partili olduğu, şu veya bu düşüncede olduğu gelmediği gibi; aziz milletimiz kendine yakışanı yaptı; tek vücut, tek kalp olarak tek hedefe kilitlendi.

Milletimiz, milli birlik ve bütünlüğünü; iktidar ve muhalefetiyle bir araya gelip, mahşeri bir görüntü veren Yenikapı Mitingi ile de tüm dünyaya gösterdi.

Dünyanın hayret ve gıpta ile izlediği bu hal, ne yazık ki uzun sürmedi.

Her darbede olduğu gibi, bu darbede de taşeron kullanıldı. Taşeron bu kez; uğruna, yarım asırdır emek verilen ve yetiştirdikleri ile ülkemizdeki tüm kurum ve kuruluşların kılcallarına kadar nüfuz ettirilen, içimizden devşirdikleri, sahibinin sesi FETÖ idi.

F. Gülen yapılmak istenen inşaatın kalfası idi; mimar ve başmühendis ile şantiye şefi, her zaman olduğu gibi arka plandaydı. ABD ve Almanya’nın öncülüğünde ve birçok Batılı devletin de desteğiyle gerçekleştiren bu kanlı eylemin hedefi, Türkiye’yi iç savaşa sokmak, bölüp parçalamak ve bu koca ülkeyi; içimizdeki beyinsizlerin yularını ellerinde tutan ülkelere peşkeş çekmekti.

Bunun için de önce sayın Cumhurbaşkanı’nı infaz edeceklerdi. Tarihimizde böylesine sinsi, alçakça ve soysuz bir kalkışma görülmedi; zira, canımıza kast eden düşman içimizde idi üstelik bizden görünüyorlardı. Öyle ki, aynı evin içinde; anasını, babasını, kardeşini infaz edecek tipte canavar ruhlu, kudurmuş; bir o kadar da sinsi, satılmışlar vardı!

Taşeron kalfa daha o gün ‘senaryo’ diyerek, cibilliyetinin gereğini yapmış ve algı oluşturmaya başlamıştı. Onun kulağına üfleyen ağa-babaları olan mahut devletler; darbe karşısında üç-dört gün sessiz kaldılar. Daha sonra da kınar gibi yaptılar, üstelik kerhen...

Sayın Erdoğan’nın, topyekun milleti arkasına aldığını, böylece; daha da güçlendiğini görünce çılgına döndüler. Bu kez koro halinde, aynı büyük yalanı dillendirmeye başladılar. İçerde de; onların sahipliğine amade ve aportta bekleyen birileri; başta Kılıçdaroğlu olmak üzere hep birden FETÖ’nün kuyruklu yalanının peşine takıldılar.

...Ve; ‘konrollu darbe!’ diyerek bu milletin aklıyla alay etmek istiyorlar. 171 general tutuklu (ordudaki mevcudun yarısı); 5 bine yakın hakim ve savcı açığa alındı; çoğu yargılanıyor. On binlerce asker ve sivil memur işten el çektirildi; hala çektiriliyor.

Hepsinden önemlisi; dile kolay iki yüz kırk sekiz şehit verdik. Hangi tiyatroda canlar veriliyor a Kılıçdaroğlu?! Hazırlanan ve hazırlanmakta olan ve her satırı insanın kanını donduran bunca iddianameler şaka öyle mi?!

‘Kontrollü kaçışla’ saklandığın evde, televizyon da mı izlemedin? Meslektaşlarımız canları pahasına sabaha dek canlı yayın sürdürdü. Sen hariç herkes görevinin başında kahramanca görev yaptı; sokaklara dökülüp, gövdelerini tanklara siper eden aziz milletimiz destan yazdı.

Beyninde tek kıvrımı olan yaratık bile, böylesine aşağılık ve iğrenç yalana prim vermez; Batının ve hempalarının bu yalanını da görmüş olduk: Darbe başarılı olunca, ‘ Bizim çocuklar iyi iş başarmış!’ ve lakin başarısız olunca, ‘ Senaryo’, ‘Kontrollü darbe’ öyle mi?

Ah Kılıçdaroğlu! Vah Kılıçdaroğlu! Bir türlü sahiplenemediğin hemşehrin Seyit Rıza’nın darağacına giderken dillendirdiği gibi; ‘...ayıptır, günahtır, cinayettir!’ Millete karşı saygısızlığınızı kanıksadık ama canlarını vatan için feda eden aziz şehitlerimizi inciteceğiniz, onları mezarlarında bile rahat bırakmayacağınız doğrusu aklımıza gelmezdi. Pes doğrusu!

İnsan, ya Allah’tan (c.c.) korkup kuldan utanmalı... En azından, bu duygulardan birine sahip olmalı... İkisinden de yoksun insana ise, tek kelime ile acımalı ve eski liderinizin sözüyle: ‘ Hadi oradan!’ denmeli.

Yazının devamı...

Mazlumun kanı!

Kimse medeniyetten, insanlıktan, insan hak ve hürriyetlerinden dem vurmasın!

Eski çağlardaki vahşetin, bugün daniskası yapılmakta; tüm bu vahşetler karşısında sergilenmesi gereken insani duyarlılık, bugün, eskisinden çok daha körelmiş durumdadır.

Bunun en büyük sebebi; şüphesiz ki, ipin ucunun p..tun elinde olmasıdır! Dünyaya nizamat veren süper güçler; adalet yerine kan ve gözyaşı dağıtıyorlar. İmkanları paylaşacakları yerde, daha çok almanın ve bunu zorbaca yapmanın derdindeler.

Evrensel hukukun, insan hak ve hürriyetlerinin geldiği noktayı; kağıt üzerinde yazılanlara ve hukuk fakültelerinde ezberletilen maddelere bakıp anlayamayız. Oralarda ne yazarsa yazsın; mühim olan uygulamadır, icraattır.

Önceki gün; Afganistan ve Bosna, dün Irak, bugün ise Suriye’de insanlık trajedisi yaşanmakta; altı yıldır oluk oluk kan akmakta ve mazlumların feryadı Arş’a ulaşmaktadır.

Çoğu masum çocuk ve sivil olmak üzere 600 bin insan hunharca katledildi. On bir milyon insan ülkesini terk etti; bunlardan 4 milyonunu Türkiye’miz bağrına basıp bakmakta...

Ülkenin belli başlı şehirleri yerle bir edilmiş olup; izbe sokaklarında korku ve ölüm kol gezmekte...

Ölüm koridoru haline gelen Akdeniz’in suları insan yutmakta, sahilleri ise, insan cesetleri dolup taşmakta...

Ülkesinin bu hale gelmesinin baş sorumlusu katil Esad, dipdiri durmakta ve başta Rusya olmak üzere İran ve Irak gibi avaneleri de, bu zalime desteklerini arttırarak sürdürmekteler.

Obama döneminde de, Suriye’de kimyasal silah kullanıldı; Esad’ın safında savaşan Rus uçakları, sivil yerleşim yerlerine misket bombaları yağdırdı. Obama, sürekli ikili oynadı; kimden yana tavır aldığını belli etmedi. Daha doğrusu; Kürtlerden (PKK-PYD v.b.) yana tavır alıp; idare-i maslahatçılıkla işi oluruna bıraktı.

ABD’de başkan değişmiş lakin Suriye’de katliam durmamıştı. Bir taraftan Rus, bir taraftan ABD uçaklarıyla kasıp kavrulan Suriye’de Esad, karambolden istifade ederek, bir kez daha cibiliyetinin gereğini yaptı ve sivillerin üzerine kimyasal bomba yağdırdı.

Kan-revan içindeki çocukların yürek burkan fotoğrafları televizyonlarda gösterildi; bir iki cılız ses dışında, dünya yine sessiz kaldı. Vahşet, adeta kanıksanır olmuştu.

Çok ama çok geç de olsa ( tıpkı Bosna’da olduğu gibi) ABD harekete geçer gibi yaptı ve Akdeniz’de bulunan uçak gemisinden ateşlenen tomahawk füzeleriyle, Suriye’nin kimyasal silah yüklü uçakları kaldırdığı askeri havaalanını vurdu.

ABD, altı senedir süren Suriye iç savaşı boyunca, kedi olalı bir fare yakaladığını bütün dünyaya ilan etti; bakalım devamı gelecek mi ve gelecekse nasıl gelecek?!

Ve yine bakalım, bu yeni dönemde, ABD aklını başına devşirebilecek mi? Zira ABD’nin, Kürtlerin tüm terör örgütlerini de sarmalayan Kürdistan (!) aşkı, aklını örtmüş gözüküyor! Aklı örtülü olmasa; çapulcu sürülerini, dost ve müttefiki (!) olan koca Türkiye’ye tercih eder miydi?!

Üzerine ölü toprağı serili İslam Alemi’nin ise, hiçbir şekilde uyanacağı yok! Belli ki, onlar uyanmak için Kıyamet’in Sur’unu beklemekteler!

Korkarım, ona da geç kalacakları!

Yazının devamı...

Kepazelik!

Siyaset zor zenaattir. Devlet adamı kumaşına sahip olmayı gerektirir. Bundan dolayıdır ki, siyaset arenasında; kimileri siyasetçilik oynar, kimileri ise, gerçek siyaset sergiler.

Para, makam, şöhret, insanoğlu için turnusol gibidir; insanın foyasını anında ortaya koyar.

Zavallı insan! Kendini, tulum gibi ne kadar şişirirse şişirsin; onu patlatıp söndürecek yalnızca bir toplu iğnedir! İnsanın diğer mahlukattan farkı; bu durumu bilmesine rağmen, şişinip caka atmasıdır!

Mahut tipler, ne oldum delisidir; öne çıkmak ve parmakla gösterilmek için adeta yarışırlar. Televizyon ekranı, arayıp da bulamadıkları şeydir; lakin ondaki tehlikeyi bilmezler! Ekran, insanı vezir ettiği gibi rezil ve rüsva da eder.

Asaletten nasibi olmayan insan, ekranda mal bulmuş Mağribi gibi sevinir ve fırsatını bulduğunu zannederek, içindeki ufunetini kusar!

CHP Konya milletvekili de, ekranı bulduğunda; merd-i kıpti misali, şecaatini arz ederken, sirkatini söyleyivermiş! Yani, sözde kahramanlıklarını anlatırken, hırsızlıklarını sergilemiş!

Referandumda ‘evet’ oyu verecekleri İzmir’den denize dökeceklerini yavelemiş! Hatta, bunun için de önce Samsun’a çıkacaklarını, Amasya’ya, Sivas’a, Ankara’ya gideceklerini; İnönü’yü Dumlupınar’ı yaparak, önlerine kattıklarını İzmir’den denize dökeceklermiş!

Yani CHP’li bu milletvekili aklınca (hani nerde?!) ‘evet’ oyu veren Türkiye’nin yarıdan fazlasını; Yunan gibi düşman belleyip denize dökecekmiş. Bu, deli saçması sözleri de alkışlandı iyi mi?!

Bölücülük yapmak, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçtur; bunu basın-yayın yoluyla yapmak iki misli cezayı gerektirir. Bütün bu kepazelikleri önlemek için kurulan RTÜK ne yapmaktadır?! Kin ve nefret kusan bu ekranlara, gerekeni neden yapmıyor?

Daha vahimi ise; bu kişinin ait olduğu partinin Genel Başkanı’nın sergilediği vurdumduymaz tavrıdır. Bu kepazeliği tevile kalkışmasıdır. Dedik ya; siyaset adamı için devlet adamlığı kumaşı elzemdir. Hangi partide olursa olsun; böyle hastalıklı bir beynin; kesin ihraç talebi ile derhal disipline sevk edilmesi gerekir.

Bizim de; dilimizde tüy bitercesine anlatmaya çalıştığımız ve bir türlü anlatamadığımız gerçek budur. CHP, alışılagelmiş bir siyasi parti değildir; zira, siyasi partiler rakiplerini ekarte etmeye çalışırlar. CHP’nin siyaseti ise, rakibini imhaya yöneliktir. Ya ben; ya hiç diye siyaset mi olurmuş?

Kendisine oy vermeyenleri Yunan gibi düşman bilmek ve onları denize dökmekle tehdit etmek, siyasetçinin yapacağı iş midir? Halkını düşman belleyen bir siyasetçi için iktidar, hayal ötesidir.

Girdikleri her seçimde sandığa gömüldüler. Bu durumun sebeplerini kendilerinde değil de halkta arayanların; ebedi muhalefet psikozu içerisinde saçtıkları bu denli hezeyanların halktaki karşılığını hala görememişlerse, ebediyen göremeyecekler demektir!

Millet, bu kafayı ve bu köhnemiş zihniyeti halk gayet iyi biliyor ve yakinen tanıyor. Vaktiyle eski genel başkanlarının; seçimleri kaybetmeleri üzerine sarf ettiği; ‘...Bu milleti cezalandırmalıyız!’ hezeyanından biliyor ve tanıyor.

Peki; size oy vermiyor diye cezalandırmak istediğiniz ve düşman belleyip denize dökmekle tehdit ettiğiniz bu milletten ne bekliyorsunuz?

Milletin, sizi iktidara taşımadığına değil; tımarhaneye hademe yapmadığına dua edin!

Yazının devamı...

Başa bağlı millet!

İnsan sosyal bir varlıktır; hemcinsleriyle birlikte yaşar. Dünyanın neresine giderseniz gidin; şu veya bu inançta olan insanların, dünü ve bugünü ile bir mabet etrafında kümelendiğini görürsünüz.

İnanç, insanın doğasında vardır. Maneviyattan haz duyan insan, kendini mutlu hisseder.

Bundan dolayıdır ki şair: ‘İmandır o cevher ki, İlahi ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!’ tespitini yapmıştır.

Türklerin, İslamiyet’ten önceki dinleri Göktanrı inancıydı; istihale ede ede (değişim geçirerek) birden Mutlak Bir’e kavuştular.

Tüm semavi din mensuplarının, yerleşik düzende oldukları gibi; Türkler de, semaya yükselen minare etrafında kümelenip yerleşmişlerdir.

Göklerden yeryüzüne inen ve Türk insanın bedeni ile ruhunu kuşatan inançları, onları birden Mutlak Bir’e yöneltmiş ve en eski zamanlardan beri başa bağlı bir millet yapmıştır.

Dikkat edilirse en son benimsedikleri din olan İslamiyet’in bir manası da gerçeğe, hakka iman ve ona teslimiyetle dünya ve ahiret esenliğine kavuşmaktır.

Türklerin genlerine işlemiş bu özelliklerinden dolayı; lider olgusu onlarda hayati öneme sahiptir.

Türk milletinin diğer bir adı da; ordu-millettir!

Yine dikkat edilirse; yazılan tüm tarih devirlerimiz, ister yükseliş, ister çöküş dönemleri olsun; hep liderlerinin isimleri ile anılmıştır. Bu millet, Fatih Sultan Mehmet gibi bir lideri bulduğunda şahikalar oluşturan, lideri ile beraber topyekun askeriyle de Sevgili Peygamberinin (aleyhisselam) övgüsüne mazhar, kutlu bir ünün sahibi olabiliyor.

Bugün geldiğimiz noktada, idare şekli olarak demokrasiyi benimsemişiz. Onca emeklemelerden, toslamalardan; düşüp kalkmalardan sonra, hiç de azımsanmayacak kadar demokrasi deneyimi kazandık. Zira, bizim başımıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!

Artık bunca tecrübelerden sonra, sıra, gerçek demokrasiye geçmemize ve onu taçlandırmaya geldi.

Biz de; Türk tipi hükümet sistemini bularak, halkımızın onayına sunuyoruz. Bu sistemle demokrasinin özüne dokunulmuyor; onca tecrübelerimizin ışığında, tıkanan damarlarını açarak beyne bol oksijen temini sağlanacak.

Mevcut sistemde ise, ülkemiz, aradığı liderini bulsa da; elleri-kolları ve hatta ayakları bağlı olduğundan; kalkınma için gerekli hamleleri yapamıyor. Siyasetçiye yolcu gözüyle bakılıyor, bürokrat ise, kendini hancı bilerek bürokratik oligarşiye yol açıyor.

Halk, seçtiği siyasetçiden hizmet bekliyor; hizmeti alamayınca da hesabını soruyor. Boynuna asılı davuluyla siyasetçiyi halkın yedi kere getirmesine karşın, birileri (vesayet) altı kere götürüyor!

Aynı vesayet odakları telefon emriyle parti liderlerini ve gruplarını Meclis’e sokmuyor!

Vesayet karşısında ‘şapkasını alıp gitmekle’ ünlü Süleyman Demirel, mahut sistemi; deli atın üzerinde durmaya (rodeo) benzetirdi ki durabilene aşk olsun!

16 Nisan Referandumu, vesayet sistemine son vermenin tarihi fırsatıdır.

Aman dikkat!

Yazının devamı...

Damdan düşene sor!

Yeri geldiğinde ‘Gazi Meclis’ deyip övünüyoruz; haklıyız; çünkü Kurtuluş Savaşı’nı bu Meclis’ten idare ettik. Bu çatı altında kanla yazılan tarihi kararlar alınırken, Polatlı’dan top sesleri duyuluyordu.

Demokrasimiz, vesayetle baskılanırken, üst üste yapılan askeri darbeler sonucunda tel örgülerle sarmalanmış ve topyekun siyaset dünyamız karartılmıştır. Güdük hale getirilen bu karanlık dünyada başbakan ve bakanlar asılmış; siyasi partiler peş peşe kapatılarak, liderleri ve üst düzey kadroları sürgüne gönderilerek bütün bir siyaset tu-kaka edilmiştir.

Eskilerin ‘ benim oğlum bina okur, döner döner yine okur!’ şeklinde bir deyişleri var ki, bizim siyasetimizi çok güzel özetliyor. Kapattığımız partilerin çokluğundan, demokrasimiz, partiler mezarlığı olarak anılır oldu. Her seferinde; ‘sil, baştan başla!’ demokrasi yolunda; bir ileri giderken iki geriye düştük!

En kahpe darbede bile; canilerin aklına Meclis’i bombalamak gelmedi; yalnızca kapatıp tatil etmeyle yetindiler. 15 Temmuz Kalkışması’nda ise, demokrasinin kalbi olan Meclis bombalandı. O Meclis’te her partiden vekiller olmasana karşın; işin vahametini kavrayanlar; yalnızca bir kısım Ak Partililer ile bir kısım MHP’li milletvekilleridir!

Diğer iki parti mensupları ki, biri Ana muhalefet partisidir- ya bilmeyerek bu vahametini kavrayamadılar, ya da bilerek terör örgütü FETÖ’nün borusunu öttürmekteler!

Bütün şer odaklarının gayesi, Meclis’i çalıştırmamak; şu veya bu iktidar partisinin, millet lehine çıkarmak istedikleri kanunları engellemektir.

Bendeniz, damdan düşen biri olarak bu durumu, bizzat yaşayarak gördüm. İçinde bulunduğumuz Parlamenter sistemde; halkın ihtiyacı olan kanunlar, ya milletvekillerinin teklifi ile veya bakanlar kurulunun (hükümet) tasarısı ile Meclis’e gelir.

Yasama (Meclis) ile Yürütme (hükümet) iç içe girdiğinden; daha doğrusu koca Meclis, hükümetin emrinde (!) iş gördüğünden, tasarılar geldiği gibi yasalaşır. Dikkat edilirse burada; ne Meclis ve ne de hükümet kendi işini yapıyor; hükümet emrediyor, Meclis onaylıyor!

Hiçbir milletvekilinin verdiği kanun teklifinin kanunlaşabilme şansı yoktur! Böyle bir milletvekili, Grup’tan habersiz iş yaptın diye azarlanır da! Hele hele muhalefet milletvekillerinin verdikleri teklifler ise, havanda su dövmekten öte bir mana ifade etmez!

Getirilmekte olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise, bakanlar, Meclis’in dışından olacak (milletvekili ise, vekillikten ayrılacak) ve Meclis’in çıkardığı ve çıkaracağı kanunlar paralelinde hükümet edecekler. Yani Meclis meclisliğini, hükümet hükümetliğini bilecek; kimse kimsenin işine karışmayacak.

Getirilmek istenen sistemde; Cumhurbaşkanını KHK çıkarma yetkisinin verilmesini ‘tek adam’lığa yoranlar var ki, bu, tamamen yanlıştır. Bir kere Cumhurbaşkanı’nın çıkaracağı Kararnameler, insan hak ve hürriyetleri ile ilgili olamayacağı gibi, Meclis’in çıkaracağı kanun konuları ile de ilgili olamaz.

Aklı örtülü bir kısım zevat, Cumhurbaşkanlığı makamı ile belediye zabıta müdürlüğünü karıştıranlar var! ‘Bundan böyle; Cumhurbaşkanı bakkal kapatacak!’ deyip, yalan söyleyenleri millet görüyor!

Mevcut sistemdeki kuvvetler ayrılığı, yalnızca lafta ve kitaplarda var; uygulamada böyle bir şey yok ve bu sistemde ne milletvekilinin ve ne de Meclis’in saygınlığı var!

Meclis’in duvarında; ‘ Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir!’ yazıyor. Millet, doğrudan Cumhurbaşkanını ve vekillerini seçecek. Vesayet odaklarına iş kalmaması, bazılarını korkutuyorsa; korkunun ecele faydası yoktur!

Yazının devamı...

Kendimize güveni yitirdik!

Geçen asrın başlarında sürdürdüğümüz ve maalesef yenilgiyle bitirdiğimiz uzun savaş yıllarından sonra; devletimizle beraber, kendimize güvenimizi de kaybettik. Özgüveni; zaferle sonuçlandırdığımız Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da kazanamadık.

Bunun sebebi; Tanzimat’la beraber yürürlüğe koyduğumuz eğitim sistemimizdir. O güne kadarki tüm okullarımızda; pozitif bilimlerle beraber dini ilimler de birlikte okutulmaktaydı. Böylece insanlar, hangi meslekte yetişmiş olurlarsa olsunlar; beraberinde dinlerini de ve hatta genel olarak diğer dinleri de öğrenerek yetişmiş oluyorlardı. Beden, dimağ ve ruh birlikte eğitilip geliştiriliyordu.

Tanzimat’la buna son verildi ve pozitif bilimleri okuyanlara din öğretilmedi; dini tahsil görenlere de pozitif bilimler gösterilmedi. Böylece her iki tarafta da yetişenler tek kanatlı olarak yetişti ve hiç birisi uçamadı; çift kanatlı olamadılar.

Hatta bu hal; İttihat ve Terakki ve dahi Cumhuriyet devrinde öyle bir şekil aldı ki; önceleri, öğretmenlikle imamlığı aynı kişinin yapmasından, ayrı kişilere verilip birbirine düşman edildi. Artık aynı köyün öğretmeni ile imamı; biri diğerini yobazlıkla, öbürü de dinsizlikle suçlayıp; öğretmenin yanındaki çocukla, imamın yanındaki aynı çocuğun babasını birbirine düşman ettiler.

Oğul babasına, moruk ve yobaz dedi; baba ise oğluna, hayırsız ve dinsiz-imansız gözüyle baktı.

Yüz seneden beri eğitim sistemimizi; gelip geçen hemen her bakanla birlikte bozup yeniden yapıyoruz ama temel olarak bir türlü ezbercilikten ve ruhsuzluktan kurtaramadık.

Ve hepsinden önemlisi; eğitimimizi, kendimize özgüvenimizi kazandıracak bir şekle sokamadık. Nesillerimizi müthiş bir aşağılık kompleksi ile yetiştiriyoruz. Bu da Batıyı körü körüne taklitten kaynaklanıyor.

Çilesini çekmeden sadece körü körüne taklit; bizi kendimizden kopardığı gibi, batılı da yapmadı. İki arada bir derede kalıp ‘bulamaç’ insan tipleri olduk.

Geçmişimizden koparak ve hatta geçmişimizi karalayarak, düşmanlık ederek ileri gidebileceğimizi vehmettik; bu kez, hüda-i nabit gibi, köksüz olarak orta yerde kalakaldık.

Bir Japonya, bir Çin ve bir Hindistan Doğulu kalarak Batılı olabildi; biz ise, ne Doğulu kalabildik ve ne de Batılı olabildik.

Böylece kendimize saygımızı yitirdik; kendisine saygısı olmayana başkalarının saygı duymayacağı aşikardır.

Bunca tahribattan sonra; kendimize ve birbirimize soruyoruz: Bu ayrışma, kapışma ve çatışma neden?!

‘Ötekileştirmek’ üzerine kurulmuş bir eğitim sisteminden başka ne beklenebilir ki?

Yüksek yüksek binaların, yolların, köprülerin inşasında yarıştık ama insanımızın yetişmesini sokağa, televizyona ve telefonların ekranlarına havale ettik! Oysa ki bütün bunların ipleri, yabancı ve bize düşman kültürlerin güdümündeydi.

Şahsiyet erozyonuna uğrattığımız nesillerimizi bozuk para gibi harcıyoruz; yarınlarımızdan nasıl emin olabileceğiz? Vakti, çoktan gelip geçen bu hayati meselemize neşter vurup bir yerden başlamak gerekmez mi?

Şimdi değilse, ne zaman?!

Yazının devamı...

Koalisyon bize göre değil!

Vaktiyle sanayi devriminin gerisine düştüğümüz; iki yüz seneden beri yapageldiğimiz onca reformlarla da ‘muasır medeniyeti’ yakalamaya çalıştığımız bir gerçektir. Aradaki açığı telafi edebilmemiz için durmamamız, çok çalışmamız ve hepsinden önemlisi, boş şeylerle uğraşıp patinaj yapmamamız gerekir.

Bunun için de her şeyden önce tıkır tıkır işleyen siyasi bir sisteme ihtiyacımız var. Denemiş olduğumuz parlamenter demokratik sistem; 70 yılda bize şunu gösterdi ki; koalisyonlar bize göre değil!

Avrupa’da koalisyonlarla idare edilen ve üstelik iyi idare edilen ülkeler yok değil; onların ya demokratik kültürleri yüksek veya birçoğunun nüfusu, bizim İstanbul ilimiz kadar bile değil.

Biz Türkiye olarak bir Akdeniz ülkesi olduğumuzu unutmayalım; Kuzey ülkeleri gibi olmayıp, sıcakkanlı insanlarız. Bu coğrafyada bize en çok benzeyen ülkelerden biri İtalya’dır; onların başı koalisyonlarla dertte idi. Seneler senesi; ülkelerinde bir türlü siyasi istikrarı sağlayamadılar. Çok partili koalisyonları denedikçe, olmadığını gördüler.

En sonunda kurtuluşu koalisyonu yasaklamakta buldular!

Üstelik İtalya, sanayi devrimini başarmış bir ülke olarak, bu kararı almak zorunluluğunu hissetti.

Bizim ise, çoktan almamız gerekirdi ancak; böylesine radikal kararları alabilecek, halkın büyük desteğine sahip siyasi lider yoksunluğumuz bu durumu engelledi.

Bizde koalisyon demek: IMF’ye avuç açmak demek; devlet bankalarını ortaklar arasında bölüşüp, yandaşlara peşkeş çekmek demek; Güneş Motel gibi siyaset panayırlarından milletvekili devşirmek demek; asgari müşterekte birleşmek demek; azamisi varken ve o gerekli iken neden asgaride (en azda) buluşalım? Asgari müşterek demek, iki insanda bir tek gözün olması demek! Kim, ne yapsın bunu?

Bizde kurulmuş olan koalisyon hükümetlerinin hiç birisi iyi niyetle kurulamadı; taraflar, birbirinin kalesine gol atabilmek için sürekli fırsat kolladı! Parsayı daha önce topladığını gören taraf, derhal hükümeti yıkmaya kalktı. (1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı oya tahvile yeltenen B. Ecevit, CHP-MSP hükümetini yıkarak erken seçime gitti.)

Kısacık ömürlü hükümetlerle istikrarı sağlayabilmenin ve kalkınmayı gerçekleştirebilmenin imkan ve ihtimali olmasa gerektir.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, bütün bu aksaklıkları gideriyor ve tek başına iktidar imkanı getiriyor; bunu ise, doğrudan milletin kendisi belirliyor. Bu sistemi istemeyenlerin asıl korkuları milletten lakin korkunun ecele faydası yok!

Bu sistemde Meclis’in yetkilerinin ortadan kaldırıldığı ve Cumhurbaşkanına Meclis’i feshetme yetkisi verildiği iddia ediliyor ki, bu, tamamen yanlıştır ve yalandır.

İyi incelenirse; iddia edilen durumun bugünkü Parlamenter (!) sistemde olduğu görülür. Çünkü bu günkü sistemde Cumhurbaşkanı, üstelik tek taraflı olarak Meclis’i feshedip seçime gidebiliyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra bunu yaşadık. Getirilecek sistemde ise, Cumhurbaşkanı böyle bir karar alırken kendisini feshedip seçime girmek zorunda. Ayrıca, Meclis’ten de bu yetki alınmış değil...

Bizdeki mevcut parlamenter sistemdeki Meclis’in yetkileri, yalnızca kağıt üzerinde ve şeklendir; yani pratikte hiçbir değerleri yoktur. Meclis’i çalıştırmamaya ve patinaj yaptırmaya yönelik ucube bir sistemdir. Bir an evvel kalkınıp, Batı ile arayı kapatmanın yolu; Türk tipi olarak geliştirdiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir.

Yazının devamı...

Yeni savaş konsepti

Son yüzyıl içinde insanlık, iki büyük dünya savaşı yaşadı. Bunların sonucunda milyonlarca insan ölüp, onlarca şehir yerle bir olmasına ve onca ülkenin ekonomileri sıfırlanmasına rağmen, insanlık, akıllanıp savaşsız yaşamayı öğrenemedi.

Aklımız sıra insanlığın medenileştiğini zannetmiştik! Medeniyetin ‘tek dişi kalmış canavar!’ olduğunu gördük ve bu gidişle daha çok görmeye devam edeceğiz. Zira en medeni olduğunu iddia eden ülkeler, belki kendi aralarında savaşmıyorlar ama tüm savaşların arkasında bunların olduğu apaçık bir gerçektir.

Bir kere şunu bilelim; bütün savaşların temelinde ekonomik çıkarlar yatmaktadır.

Dünyanın ekonomik paylaşımında, güçlüler, güçleri oranında pay istiyorlar; kurt taksimi yani... Kavga da buradan çıkıyor zaten.

Bu bitimsiz savaşların yeni konsepti; vesayet savaşları şeklinde cereyan etmesidir.

İnsan, dün ne idiyse bugün de aynıdır; dün, putunu kendi elleriyle yapıp ona tapınıyor, acıkınca da bir güzel yiyordu. Bugün de en medeni gözüken ülkeler; terör örgütlerini önceleri kurtarıcı olarak kurup geliştiriyorlar ve arzuları yönünde kullanıyorlar; işleri bitince de tu-kaka addedilip insanlığın başına bela ediliyorlar!

İnsan doğası gereği hayvandır ama düşünen hayvan... Kendisine bahşedilen manevi meziyetleri (ruh, nefs, akıl, kalp-gönül denilen latife) sayesinde yükselmiş ve hayvandan ayrılarak insan olmuştur. Bu şekliyle de; eşref-i mahluk, yani en şerefli-üstün yaratık konumuna ulaşmıştır.

Doğanın kuralı; büyük balığın küçüğünü yemesidir. Bu durumu hayvanlar aleminde görüp, kanıksıyoruz ve asla yadırgamıyoruz. Onlar hayvandır ve hayvanlıklarının gereğini yapıyorlar diyoruz. Aynı şeyi insan yaptığında ki, sürekli yapıyor- bunları, bin bir çeşit yalan ve hile ile kamufle ederek yapıyor.

Güçlü de olduğu için, yapanın yaptıkları yanında kar kalıyor! Böylece insan; sahip olduğu onca değerlerini, ayaklar altına alarak hayvandan daha aşağı bir yaratık oluyor!

Zira hayvanların atom bombası yahut kimyasal bomba kullanma güç ve imkanları yoktur. Şu halde; bu denli silahları kullanan insanlara hayvan demek, hayvanlara hakaret olmaz mı?

A’dan Z’ye bütün terör örgütlerine bakın; hemen hepsinin arkasında bu büyük medeni (!) güçler var.

Uzağa gitmeyelim ve bize musallat olan PKK, FETÖ ve DAEŞ terör örgütlerini kim kurdu? Kim finanse ediyor? Kim ve kimler silah ve lojistik desteği sağlıyor? Hangi ülkelerde ve kimler tarafından eğitilip üzerimize saldırılıyorlar?

Dost ve müttefik bildiğimiz en medeni ülkeler!..

Böyle dostlar düşman başına!

Dost ve düşman, asıl kara günde belli olur; NATO ülkesiyiz; en kritik günlerimizde NATO ülkelerinden yardım yerine ambargo ile karşılaşıyoruz.

Bu ne menem dostluk ve müttefiklik ki; ülkemizde yapılan bütün darbelerin arkasında ve hatta içinde ve tam ortasında bunlar ve bunların içimizdeki işbirlikçileri var!

Dost bilip, koynumuzda yaşattığımız bunca yılanla nereye kadar?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.