Şampiy10
Magazin
Gündem

Noktalı virgül!

Obama döneminde Türkiye-ABD ilişkileri neredeyse çığırından çıkmıştı. Obama kadar ABD’nin derin devletine teslim olan ve kişisel olarak hiçbir inisiyatif kullanmayan başka bir lider olmamıştır. Bundan dolayıdır ki; kendi söylemleri ile derin devletin icraatları çok farklı olmuş, bunun sonucunda da güvenilmeyen lider konumuna düşmüştür.

Özellikle Suriye politikaları doğrultusunda, ne söylemişse ve ne karar almışsa; kendisine geri adım attırılmış, tükürdüklerini yalamak zorunda bırakılmıştır.

Bu durumdan dost ve müttefikleri olan ülkeler de nasibini almış; Türkiye ise, Suriye ile sınır komşusu olması dolayısıyla, bu denli tutarsızlıklardan en çok etkilenen ülke olmuştur. Diğer bir ifade ile ABD, Suriye konusunda hedef belirlemiş; dost ve müttefiklerini de yanına alarak yola çıkmış ama onları yarı yolda bırakmıştır.

Nasıl olsa akan kan Müslüman kanıdır, dolayısıyla insanca zayiat yoktur denilerek iş sürüncemeye terk edilmiş; arkalarına devletleri alan terör örgütlerinin cirit attığı Suriye’deki savaş habire körüklenmiştir.

Erdoğan-Trump görüşmesi böylesine netameli bir zamanda gerçekleşmiş; öncesinde de, bu görüşmenin nokta ya da virgül mesabesinde olacağı Türkiye tarafından vurgulanmıştı.

Tükürüğünü yalamakta mahir bir kısım kalemşorlarımız; alaylı, mütekebbir ve ders verir üsluplarıyla Erdoğan’ın ABD’ye gitmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Halbuki adına ahkam kestikleri Trump; ‘ Erdoğan’la görüşmek için sabırsızlandığını ve bu görüşmenin zor ve uzun olacağını...’ dillendiriyordu. Ayrıca; görüşülmeden, hangi mesele nasıl halledilebilir ki?

Obama’yı parmağında oynatan ABD derin devletinin etkileri Beyaz Saray’da hala hükmünü icra ediyordu. Nitekim Obama döneminde sürdürülen ABD-PYD dayanışması, devlette devamlılık prensibi gereği; Trump’a PYD’ye silah verilmesi kararını imzalatmıştır.

Trump’ın başkanlığa gelişiyle ABD’nin çalkantılı bir döneme girdiği malum... Medyanın büyük bir kısmı ve bürokrasi Trump’a kontra gidiyor. Daha dün, FBI’nin başkanını kapıya koydu.

Engellemelere ve geciktirmelere rağmen tarihi zirve gerçekleşti. İki liderin yüz yüze, aracısız görüşmesi çok önemliydi. Trump misafirini, büyük ve onurlu devlete yakışır şekilde karşılayıp uğurladı.

Heyetler arası görüşmede her iki ülkenin güvenlik ve ekonomideki ağır topları masadaydı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, F. Gülen ve mahut terör örgütünün ABD’deki mensupları için oradaydı.

Belli ki iki taraf da hazırlıklı idi; Erdoğan, özellikle Suriye ve Irak’taki yalın gerçekleri ve yapılması ve yapılmaması gerekenleri Trump’ın yüzüne söyledi. Hepsinden önemlisi; ‘...etnik ve mezhep temelli yapılacak yanlışların ileride daha vahim sonuçlar doğuracağını; devletlerin terör örgütleriyle iş tutmasının asla kabul edilemeyeceğini ve Türkiye’nin mahut terör örgütlerince zarar görmesi halinde, angajman kurallarının derhal uygulanacağını...’ vurguladı.

Elbette ki bütün işler neticeye göre değerlendirilir. Obama’ya da özellikle siyahi olmasından ötürü; ezilmişlerin sesi olacağı ümidiyle çok bel bağlanmıştı; neticesi fiyasko ile bitti.

Trump’ı da icraatlarıyla bekleyip göreceğiz.

İnsanlar şahsiyete ve karaktere meftundur. Sayın Erdoğan her zamanki vakarıyla; şahsının ve ülkesinin şahsiyetini ve karakterini sergiledi.

Artık noktalı virgülden sonrasına bakacağız...

Yazının devamı...

Tarlanın ayrık otu: FETÖ!

Başta ülkemiz olmak üzere; dünyanın 170 ülkesinde ahtapot misali teşkilatlanan ve buralardaki ışıltılı beyinleri devşirip mankurtlaştıran, tarihte emsali görülmemiş büyüklükte ve bir o kadar da gizlilikteki bir terör örgütü ile karşı karşıyayız.

Dünyadaki büyük güçlerin (başta ABD, İsrail ve AB) gizli servislerinin kurup geliştirdiği ve tüm dünyaya yaydığı bu tehlikeli örgüt kendini, en masum ve herkesin imrenerek bakıp değerlendireceği eğitim şemsiyesi altında gizledi.

Dindar gözüküp her türlü dinsizliği; dinin yasakladığı tüm fiilleri, müntesipleri için mubah gören ve tüm bu kepazelikleri, gizlenmeleri için araç kabul eden; melek görünümlü şeytanlar güruhu bir örgüt...

Dünyanın bu en tehlikeli örgütü Türkiye’yi merkez üs kabul edip; pergelin sivri ucunu buraya batırıp, tüm dünyayı çevreleyip kuşatıp kendi sarmalına aldı. Nasıl almasın ki; insanların vazgeçilmezleri, üçlü sacayağı ( din-eğitim-hoca!) olarak tespit edilmiş ve bunlar; zehirli oklar şeklinde kalplere saplanmıştır!

Açığa çıkmamaları için; yerleştikleri tüm kurum ve kuruluşların öncelikle, personel, denetim ve istihbarat bölümlerini ele geçirdiler. Böylece; seneler senesi kendileri çalıp oynadı ve kimselerin haberi olmadı, olamadı! Öyle ki; istihbarat örgütlerinin F.Gülen masalarının başına, FETÖ militanları yerleştirilmişti!

Hangi kurumlar diye sormayın; resmi ve sivil olsun bunların el atmadığı hiçbir kurum yoktur, ayrık otu misali tarlanın her tarafını kaplamışlar.

Güdümlerine almak istedikleri herkesi ve hatta kendi mensuplarını bile akla hayale gelmeyen tuzak ve kumpaslarla; dinleyip, kasetlere alıp fişlediler. Tüm bu alçaklıkları şantaj malzemesi olarak kullandılar ve insanları, kendi pis emellerine alet ettiler.

Hepsinden önemlisi; kendilerinden olmayanları ötekileştirip, insan hatta hayvan yerine bile koymadılar. Zira onlara enva-i çeşit ihaneti, iftirayı ve kumpası reva gördüler; hayatı zehir ettiler!

Devleti kılcallarına değin ele geçiren bu örgüt öylesine kuşatıcı ki, ya tam elde eder; ya da elde edemediğiyle maddi veya manevi ortaklık kurar. Bundan dolayı da; kimse başını kaldırıp bunlarla mücadeleye girişemiyordu, halen de girişemiyor!

İş, yalnızca Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a ve bir avuç yargı mensubuna ve MİT’e kalmış gibi!

Siyaset olduğu gibi duruyor, belediyelerde yaprak kımıldamıyor; bu ve başka yerlerdeki günah ortaklığının ömrü uzadıkça uzuyor!

Sayın Erdoğan’ın söylediği ‘acırsanız, acınacak duruma düşersiniz!’ sözü, bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyor!

Bu, bir gaflet değil, tek kelime ile ihanettir. Bu ihanet şebekesi, devlet ve millet hayatımıza kastetti; kardeşkanı döktü. Başarsalardı, ülkemiz paramparça, insanımız perişandı.

Örgüt, menfaatini gördüğü, diğer bir ifadeyle kullanabileceğini düşündüğü her şeyle ve herkesle ittifak kurar. Örgütün hiçbir mukaddesi yoktur; onlar için hedefe giden her yol mubahtır.

Örgüt bu bilinçle hareket ederken; muhataplarının derin bir aymazlık, gaflet ve hatta hıyanet içinde oldukları görülüyor. Türkiye’mizin son 50 senelik; siyasi, sosyal, kültürel ve ticari hayatına bakın; her taşın altında bunlar vardır.

Dün, iktidarla kol kola olan bu şeytani güruh, bugünse, dünün tam tersi olarak konumlanıp(bu kez muhalefetin yanında), kinlerini kusmaya devam ediyorlar!

Unutmayalım ki, dışarısının temizliği, kendi evimizin önünü süpürmekle başlar! Ülkeyi yönetmeye talip siyasi partilerin hali böyle olursa; vatandaş ne yapsın?!

Hele de; zenginlerin ve makam sahiplerinin sırra kadem bastığı, içeri girmemek için enva-i çeşit katakulliler yaptığı; içeridekilerin de aynı oyunlarla dışarı çıktığı görülünce vatandaş çileden çıkıyor!

Laf aramızda; iyi ki, Başkanlık Sistemine geçtik; aksi halde bu yapıyla mücadele (!) daha çok başbakan, bakan ve bürokrat eskitirdi!

Yazının devamı...

CHP’yi Kurultay kurtarır mı?

Cumhuriyet Halk Partisi, isminde halk kelimesi olmasına rağmen; kurulduğu günden beri halka ters düşmüş, devamlı halka rağmen iş görmüş; kendini seçkin addedip halka sürekli tepeden bakmış ve hepsinden önemlisi halkın dertleriyle dertlenmemiş ve halkın değerleriyle oynamış ve hatta onlarla alay ederek değiştirmeye kalkmıştır.

Eskilerin tabiriyle; ismiyle müsemma olamayarak, samimiyetten uzaklaşmış ve hüviyetiyle tezat teşkil etmiştir. Bu yüzden olsa gerektir ki, çok partili siyasi hayata geçtiğimiz günden beri, CHP tek başına iktidar yüzü görmemiştir, görememiştir.

Ve yine bundan dolayıdır ki, sandıkta iktidara gelemeyeceğini anlayan CHP, iktidarı sürekli başka yerlerde, sokakta ve siyasi kumpaslarda aramış; kesintilere uğrayan demokrasimizin güdük kalmasına sebep olmuştur.

CHP’nin mazideki hal-i pürmelalini başka yazılara bırakarak; bugününe, bugünkü fokurdamakta olan haline bir göz atalım.

Son genel başkan, adeta kaset mahsulü; bu yüzden olsa gerektir ki, parti A’dan Z’ye dar ve şahsi bir görüşe göre dizayn edildi. İçeride oluşturulan bu denli dar bir kadrolaşmanın dışarısıyla olabilecek irtibatı da o denli dar ve kısıtlı olabiliyor.

Böylece kitle partisi olamadı ve kitleleri gerektiği gibi kucaklayamadı.

Şu anki genel başkan 7 yıldır o koltukta; bu müddet zarfında 7 seçim yapıldı ve hepsini kaybetti ve hala o koltukta… Elbette bu da bir başarıdır; üst üste 7 seçimi kaybedip liderlik makamında kalmak kolay olmasa gerektir. Bu da gösteriyor ki; bizdeki siyasi partiler yasası son derece yetersiz ve anti demokratiktir.

Rakibi olan AK Parti’nin kurulduğu günden bu güne sergilediği siyasi yaşamı nasıl tarihi bir başarısı ise, CHP’nin aynı sürede sergilediği başarısızlıklar da tarihi bir hezimet dizisidir.

Halka dönük olmayan, halkın özlem ve beklentilerine karşılık vermeyen bir CHP’yi, Kongreler kurtaramaz. Kurtarsaydı; adı Kurultaylar partisine dönen CHP, şimdiye kadar çoktan kurtulurdu.

Yönetimi eleştirenlerin suçlanarak kapıya konulduğu bir siyasi oluşuma demokratik denilebilir mi? Az olsun senim olsun zihniyeti ile parti, daha mı küçültmek isteniyor?

Muharrem İnce ‘ Cumhurbaşkanlığı Kurultayı’ yapalım çağrısında bulunarak; ‘hayır’ oylarıyla elde edilen yüzde 48.6’ya vurgu yaptı. Bu oylar CHP’nin olmadığına göre; İnce, yeni söyleme ve yeni bir açılıma gidilmesi gerektiğinin altını çizdi.

CHP’nin tarihinde yeni söylem ve açılım sözüyle, partisini iktidara taşıyan tek lider Bülent Ecevit olmuştur. Partinin oylarını ilk defa yüzde 41’e çıkaran Bülent Ecevit de; CHP’ye yaranamamış ve ayrılıp DSP’yi kurmak zorunda kalmıştır.

Partinin kronik yapısı Ecevit’e adım attırmamış; yeni söylem ve vaatlerinin gerçekleştirmeye fırsat bulamayınca da kurtuluşu yeni parti kurmakta bulmuştu.

Kongreler gelir geçer; asıl olan, halkla barışmak bunun için de öncelikle; halktan özür dilemek ve bundan böyle; halkın tasasında ve sevincinde onunla, söylemden öte eylemde bütünleşmektir.

Zira halk, duyduklarından ziyade gördüklerine prim veriyor!

Yazının devamı...

Dünya ile farkımız -3-

Batı’nın emperyalist emelleri yalnızca, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kapsayan maddi değerler olmayıp; hedeflerine koydukları cemiyetlerin, milletlerin manalarını da törpüleyerek aşındırmak ve en sonunda da yok etmektir.

Dünyadaki tüm cemiyetleri bir arada ve ayakta tutan, onların sahip olduğu kültürel değerlerdir, bunların başında da dil ve din gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, emperyalistlerin, tahrip için öne aldıkları ve üzerlerinden adeta silindir gibi geçtikleri, milletlerin dilleri ve dinleri olmuştur.

Dünün, üzerinde güneş batmayan ülkesi olan İngiltere; güneşin ışığını yalnızca kendine yansıtmış, işgal ettiği tüm ülkelerde ise, güneşi gizleyerek onları zifiri karanlıkta bırakmıştır.

Büyük bir İslam bilgininin çok yerinde bir tespiti vardır: ‘… Batılı ülkelerin İslamiyet’e verdikleri zararlar çeşitlidir. İslamiyet’i bir fidana benzetecek olursak; mahut ülkeler bu fidanı, punduna getirdiğinde kesmek isterler; keserler de... Ne kadar kesilip budanırsa da, o fidanın yeniden filiz verme imkanı vardır. Ama İngiliz öyle değildir. İngilizler, bu İslam fidanına adeta gözü gibi bakar; dibini çapalar, sular, gübreler ve olabildiğince büyütür. Onu gören de; İngiliz’i, müthiş bir İslamiyet muhibbi, sevdalısı sanır. İngiliz, sinsice bekler, pundunu bulduğu an; fidanın köküne kezzap döker. Onu zehirle kurutur ve bir daha ebediyen o fidanın filiz verme imkanı kalmaz. Bütün bu yapılanlardan sonra İngiliz’in yaptığı ise, daha da trajikomiktir; vah vah deyip herkesten fazla timsah gözyaşı döker! İngiliz’in bu denli amansız düşmanlığından daha şiddetlisi ise; içimizden devşirdikleri yerli işbirlikçi sahte din adamlarıdır!..’

Bundan tam 70 sene öncesinin sözde din adamı; ‘Kur’an-ı kerimdeki Mekke’de inen ayetleri çıkaralım, yalnızca Medine’de inenlerle amel edelim!’ diyen ve kendini Tanrı yerine koymaya çalışan ‘çukur’ ile bu günkü F. Gülen denilen satılmışın ne farkı var? Bunlar var olduğu müddetçe, İngiliz kezzap harcar mı?

Hemen her toplumda vakıf malı olmayan çok çeşitli insan malzemesi vardır ve bunların pazarı bulunmaktadır. Pazarın simsarları, insan nefsinin hayır diyemeyeceği karşılıklarla (para, mal, mevki-makam, kadın ve her türlü şantaj malzemesi) bu kişileri satın alırlar. Onların marifetiyle kaleyi içten içe çökertirler.

Nefislere hoş gelen yeni şekilleriyle dil ve din, özellikle gençler arasında beklentiler doğrultusunda yaygınlaşır. Böylece dilini ve dinini kaybeden yeni nesillerin kalp ve dimağlarında iki büyük gedik açılmış olur. Buralardan giren yabancı baskın kültürler ise, içerisini kolayca talan edip kendi putlarını diker!

İçeridekiler, yalanı, yanlışı ve sahteyi öylesine benimserler ki; düzgün ve doğrular kendilerine yer bulamaz olurlar. Artık dışarısının empoze etmesine gerek kalmadan; içeridekiler, eroin krizine tutulurcasına talepte bulunurlar.

Şeytan(lar) boşa çıkmıştır!

Gerçek şeytanı; günah kovalamayı bırakıp boş oturmakta görenler şaşırıp sorarlar: Ayol! Sen uslandın mı yoksa; neden insanları günaha sokmak için gayret etmiyorsun? Şeytan büyük bir keyifle, yattığı yerden şöyle der: ‘ zamanımızın din adamları benim işimi; beni bile hayrette bırakacak şekilde öyle bir maharetle yerine getiriyorlar ki, bana iş kalmıyor!’

Batı’ın kurup geliştirdiği, destekleyip İslam ülkelerine saldığı; PKK, YPG, PYD, FETÖ, DEAŞ, TALİBAN, EL-KAİDE, DHKP-C, HİZBULLAH vb. terör örgütleri, şeytanın işini yapınca, şeytana seyretmek ve avuç oğuşturmak kalıyor!

Bizim, bütün bunlardan fakımıza gelince; biz hep birlikte, ‘hakikati ceket astarımızın içende unutmuş’ olarak; köşe-bucak her yanı didik didik ediyor ve kaybettiğimiz hakikati arıyoruz!

Bulabilene aşk olsun!

Yazının devamı...

Dünya ile farkımız -2-

Batı medeniyeti almak üzerine kurulmuş, hem de nasıl olursa olsun!.. Bizim medeniyetimiz ise, isminden de anlaşılacağı üzere; ‘ vakıf medeniyeti’ olduğu için, vermek üzerine kurulmuştur.

Anlaşılması ve anlatılması gerçekten zor; zorluğu, Cemil Meriç’in işaret ettiği gibi, 20.Yüzyıla arız olan ve ‘ idrakimize giydirilmiş olan deli gömlekleri izmler’ yüzünden!

Dünya üzerinde; bir gecede hafızası silinen yegane millet olarak, geçmişimizle bağlarımız koparıldığından kendimizi tanıyamıyoruz. Öyle ki, başkalarının ve hatta düşmanlarımızın anlattıkları kadar kendimizi bilebiliyoruz!

Hiç öyle uzaklara gitmeğe gerek yok; Batılı ülkelerin daha dün işgal ettikleri Cezayir, Tunus gibi ülkelerde yarım asır dolayında kalarak; kendi dillerini zorla dayattıkları tarihi vakıadır. Bu beldelerde hala Fransızca konuşulur ve aynı dille eğitim gördürülür.

Biz ise; aynı yerleri ve başkaca yerleri asırlar boyu hakimiyetimizde bulundurduk; hiç birisinin dili ile, dini ile, canı, malı, ırzı ile oynamadık. Herkes inancında ve dilinde serbest kaldı. Her toplum; kendi dinini, dilini, kültürünü geliştirerek yaşadı.

Doksanlı yılların başında; Türkleri ülkesinden kovan Bulgaristan devlet başkanı Jivkov: ‘ Tarihte Türklerin düştüğü hataya biz düşmeyeceğiz. Türkçeyi ve Türklüğün sahip olduğu bütün değerleri yasaklayacağız ki, bunlar zamanla tamamen unutulsun! Aksi halde, gün gelir; bunlar yine diş bilerler! Tıpkı dün, tüm değerlerimize sahip olarak; ayaklanıp bağımsızlığımızı kazandığımız gibi!..’

Biz, gittiğimiz yerleri değil sömürmek; oraları Anadolu’dan ziyade abad etmişiz. Bir aldığımız yere en az beş vermişiz. Tarih de bunun şahididir, coğrafya da...

Batılı Hıristiyan ülkeler, Musevileri insan saymayıp ateşe atarken; onlara elini uzatan ve gemilerle ülkesine davet eden ve getirdiklerini de İmparatorluğun en mümbit yerlerine yerleştiren bizim ecdadımız olmuştur. Musevilerin kendileri yazıp söylüyorlar: ‘... Binlerce yıllık tarihte Musevilerin en rahat yaşadıkları, huzurlu dönemleri Türklerin idaresinde olmuştur.’

Müslüman Türk’ün devlet felsefesi; Alemdeki tüm mazlumların (rengine, diline, dinine bakılmaksızın tüm insanların, her çeşit hayvanın ve hatta bitkilerin) koruyup, kollayanı ve gözetenidir. Bizim düşmanlığımız zalime karşıdır.

Bizim savaşlarımız; ‘ kuru bir Cihangirlik’ davası olmayıp, mazlumların imdadına yetişmek içindir.

Bizim dinimizde zorlama yoktur; herkes dinini seçmekte ve yaşamakta hürdür. Bu durum bir iane (yardım) değil, dini bir zorunluluktur. Kim ya da kimler bunun tersini yapmışsa, yapılanın İslamiyet’le bir ilgisi yoktur.

Bütün bunlardan dolayıdır ki; bizim inşa ettiğimiz medeniyetin adı ‘ Vakıf Medeniyeti’dir. Müslümanların bu günkü hallerine bakıp da; onların dinlerini ve inşa ettikleri medeniyetlerini değerlendiremeyiz.

Vakıf medeniyetinde gerçek Müslümanlar bulunur ve onlar, salt nefisleri için yaşamazlar. Bilakis kurtuluşlarını başkalarının dualarında bilirler ve bu yüzden herkes, adeta yekdiğeri için yaşar.

Vakıf Medeniyeti’nin insanları almaktan değil vermekten zevk alırlar. Sahip oldukları malların vakıf olması gibi, bizzat kendilerini de vakıf aracı görür ve bilirler. Tıpkı vakıf malları gibi onlar da alınıp satılamaz!

Cemiyetimizin bu günkü haline baktığımızda; yukarıda anlatmaya çalıştığımız ‘Vakıf Medeniyeti’ ile taban tabana zıt bir hayatın içinde olduğumuzu görürüz. Zira artık kimse; sen veya siz demez oldu; herkes ben illa ben diyor!

Bunun sonucunda da insani değerleri kaybediyor ve birbirinin ekmeğine musallat oluyoruz!

Huzur mu? Kaf Dağı’nın ardında!

Yazının devamı...

Dünya ile farkımız! -1-

İnsan ve insanların topluluğu olan cemiyetler, karakterlerini zengin olduklarında, güç ve kudreti ellerinde bulundurduklarında belli ederler. Nitekim zengin olup da bozulmayan insan ve toplum pek azdır. Zenginlik, insanın mayasının turnusol kağıdı gibidir; derhal foyasını ortaya çıkartır.

Biz de dünün, bu günkü Amerika’sıydık; güç ve kudreti asırlar boyu elimizde tuttuk.

İnsanı ve insan topluluklarını diğer varlıklardan ayıran özellik; Alemi medeniyetle inşa etmekle görevli kılınmalarıdır. Bunu da ancak zengin ve güçlü oldukları zaman yapabilirler. Zira aç insanın yegane yapabileceği şey karnını doyurmaktır.

Dün, bir kısım Avrupa ülkeleri de zengin ve güçlü idi; tıpkı bu günkü gibi...

Onlar, dün olduğu gibi bugün de; güçlerini ve zenginliklerini, güçsüzleri ezmekte ve onları sömürüp, sözde kendi medeniyetlerini inşada kullandılar ve kullanıyorlar. Dolayısıyla Batı medeniyeti, kan ve gözyaşının, yani zulmün üzerine kurulmuştur.

İngiliz siyasetçi Margaret Thatcher’in işaret ettiği gibi: ‘... İnşa ettiğimiz medeniyetimiz incecik bir sırla kaplıdır; asla çizilmeye gelmez. En ufak bir çizikte altından çıkacak olan serapa vahşettir ve bu durum hepimizi utandırır!’

Batı’da ve Batı’nın elindeki dünyanın her yerinde yükselen gökdelenlerin temellerinde, mazlum milletlerin kanları, canları, malları ve kan terleyen iskeletleri vardır.

Batı, dün olduğu gibi bugün de; elinde bulundurduğu güç ve zenginliği, güçsüzleri iliklerine kadar sömürmekte kullanmış ve onlara, sahip oldukları maddi ve manevi servetlerden zırnık koklatmamıştır.

Batı’nın bugün eriştiği yaldızla kaplı medeniyete; o medeniyetin ürünü olan insan hak ve hürriyetlerine bakıp aldanmayın! Onlardan değilseniz, insan bile değilsiniz; yalnızca insan tipinde birer sömürü vasıtasısınız!

Batı medeniyetinin lugatında yalnızca almak kelimesi vardır; vermek diye bir şey yoktur! Her hal ve şartta yalnızca almak... Tek kollu kumar makinesi gibi; hep yutmaya kurgulanmış...

Güç ve kudreti ellerinde bulunduran; günümüz medeni (!) ülkelerinin Afganistan’da, Bosna’da Irak’ta, Suriye’de... sergiledikleri ve sergilemekte oldukları medeni (!) tavırları gözler önündedir.

Bunların amaçları, asla terör örgütlerini bitirmek değildir; bilakis onları diri tutup, hedef tahtasına koyduklarına saldırtmaktır. ABD’nin tavrına bakın; dün gizliyordu, bugün aleni olarak terör örgütleriyle birlikte hareket ediyor. Sağ-sol fark etmez; yeter ki kendi emellerine hizmet etsin ve hedefindeki ülkelere zarar versin!

Kendine olunca (11 Eyül İkiz Kulelerin vurulması) NATO ülkesi olarak; İttifakın 5. Maddesini (savaş ilanı) eyleme geçiriyor; NATO üyesi, müttefiki Türkiye olunca; ilgili maddeyi işletmek veya Türkiye’nin yanında yer almak şöyle dursun, savaş halinde olduğumuz, üstelik bir terör örgütü ile ittifak ediyor!

Modern dünyanın medeniyet algısını görüyor musunuz? Gözümüzün içine baka baka bu denli densizlikleri yapıyorlar, üstüne üstlük Türkiye’ye dönüp; olağan üstü hali bitir, terörle mücadele etme diyorlar!

Enva-i çeşit vahşetin sergilendiği kavanoz dipli dünyanın çivisi çoktan çıktı; belli ki, dünya da dünya üzerinde yaşayan bizler de uzatmaları oynuyoruz!

Yazının devamı...

Kongrelere doğru

Demokrasimiz, şekilcilikten ve kağıt üzerindeki yanıltıcı doğruculuktan çıkıp asli ve gerçek hüviyetine nihayet kavuşuyor. İhtilal ve enva-i çeşit darbeler döneminin sözde tarafsız cumhurbaşkanlığından kurtulduk.

1961 anayasası ile başlatılan tarafsız cumhurbaşkanlığı döneminin; askeri ve sivil kökenli cumhurbaşkanlarından hangisi tarafsızdı? Erdoğan mı, Gül mü, Demirel mi, Sezer mi, Özal mı?

Elbette hiç birisi tarafsız değildi ama kağıt üzerinde hepsi tarafsızdı; daha ne kadar kendimizi kandıracaktık? Zaman tünelinde kalıp; hala parlamenter sistemi savunduğunu ve bunun bir işe yarayacağını zanneden gafiller; partili cumhurbaşkanının meşruiyetini yitireceğini ve yalnızca kendi partililerinin cumhurbaşkanı olabileceğini ileri sürüyorlar.

Halbuki savundukları parlamenter sistemin başbakanları da partili olmalarına karşın tüm ülkenin ve ülkenin tüm insanlarının başbakanıdır. Onun meşruiyeti oluyor da; aynı şekilde olan cumhurbaşkanının neden olmuyor? Anlamak mümkün değildir.

Sayın Erdoğan 979 gün sonra; ‘ yuvam, sevdam ve aşkım’ dediği partisine geri döndü. Daha açık ifadesiyle; kendi elleriyle kurduğu partisindeki suni ayrılışın hasreti, böylece sona ermiş oldu.

21 Mayıs’ta gerçekleştirilecek Olağanüstü Kongre ile de, AK Parti genel başkanlığına resmen geri dönmüş olacak.

2001 yılındaki kuruluşundan itibaren AK Parti’ye ve onun kurucu Genel Başkanı sayın Erdoğan’ın; geçen bu on altı senelik sürece baktığımızda; siyaset literatüründe yer alacak ve hemen herkesin gıpta ile edeceği büyük bir başarı tirendi görürüz.

Girdiği her seçimi kazanmak ve üstelik oylarını arttırarak; adeta yalnızca kendisiyle yarışan müthiş bir başarı öyküsü… Halbuki iktidar partileri doğal olarak yıpranırlar ve yorulurlar; AK Parti ise, sürekli kendisini yenileyerek ve daha da bilenerek yoluna devam ediyor.

Siyasi partilerde alışılagelinenin aksine AK Parti’de lider değişimleri gürültüsüzce ve suhuletle oluyor. Gül ile Erdoğan’ın yer değiştirmeleri, Erdoğan’ın Gül’e cumhurbaşkanlığını sunması, Davutoğlu’nun genel başkanlığı ve başbakanlığı bırakması; hele de Binali Yıldırım Bey’in başbakanlığı emanetçi gibi yapıp, başbakanlıktan vaz geçmesi; bunlardan hiç birisi normal siyasetin raconuna sığan işler değildir.

Belli ki burada bir dava ve dava adamlığı söz konusudur.

AK Parti’nin siyaset tarihine geçecek diğer bir önemli özelliği de; bu büyüklükteki bir yapının bölünmeden yoluna devam etmesidir. AK Parti treninden inenler oluyor; ancak onlar yalnızca kendilerine heder ediyorlar; partiye en ufak bir zarar veremiyorlar.

AK Parti için denilenlerin tam tersi CHP’de cereyan ediyor; her seçimden yenilgi ile çıkıyor; her yenilgiden sonra Kurultay yapılıyor; her seferinde parti eski tas eski hamam yoluna devam ediyor. Hiçbir yenilgi istifa getirmiyor; her kafadan sesler çıkıp ortalık velveleye veriliyor ama lider değişikliği için tek çıkar yol kasetin yayınlanması görülüyor!

Referandum sonrası başlayan tartışmada Kılıçdaroğlu; ‘ Kavga edenleri kapının önüne koyarım!’ sözüne karşı Muharrem İnce Twitter’den yaptığı açıklamada; ‘Önemli olan farklı düşüneni, muhalefet edeni kapının önüne koymak değil, seçim akşamları kapının önünü bayram yeri haline getirebilmektir’ açıklamasında bulundu.

Onca çatlak seslere rağmen; delegeyi elinde bulunduran Kılıçdaroğlu’nun ve ekibinin alaşağı edilmesi şimdilik imkansız gibi ama CHP kazanı fokurdamaya devam eder.

Yazının devamı...

Sandığın dili -6-

MHP Türk siyasetinin olmazsa olmaz partilerindendir. Büyük bir düşünürün tasnifiyle insanlar üç sınıftır: Birincisi gıda gibi olanlar, her daim herkese lazımdırlar; ikincisi ilaç gibi olanlar, gerektiğinde gerekenlere lazım olanlar; üçüncüsü ise, hiç lazım olmadıkları halde çokça bulunup, bulunmalarının sebebi diğer iki kesime musallat olmak ve onlara zarar vermek içindir! Adeta zararlı mikroplar gibidirler!

İnsan böyle ise, insandan teşekkül eden kurum ve kuruluşlar da ve de bu cümleden olarak siyasi teşekküller de böyledir. MHP, bunların içerisinde ilaç gibi olan kategoriye girmektedir. Nasıl mı?

Ülkede işlerin çok kötüye gittiği MHP-DSP-ANAP koalisyonunu hatırlayın; bankaların çoğu batmış, gecelik faizler yüzde 7 binleri bulmuştu. İflas ettirilen ülkenin başbakanı olan Ecevit, maaş dağıtabilmek için birçok ülkeyi kapı kapı dolaşır da kimseden bulamayınca İstanbul’un bir mahallesi kadar küçücük Lüksemburg’dan 700 milyoncuk dilenmek zorunda kalmıştır!

Devlet adamlığı kumaşına sahip sayın Bahçeli’nin, özverili tavrına bakın ki; söz konusu vatan ve millet olunca gerisi teferruattır deyip; başbakanlık kendi hakkı iken (en çok oyu alan siyasi partinin lideri idi), olmayıp, Ecevit’in Başbakanlığına razı olmuştu.

Ülkenin idaresi duvara toslayınca da; seçimlere iki sene kalmasına rağmen, koltukta kalmayı istememiş ve koalisyonu bozarak erken seçim kararı aldırmıştı. Ülkesi için kendisini ve partisini tehlikeye atmaktan çekinmemişti. Zira demokrasilerde çarenin sandık olduğunu biliyordu.

Nitekim seçimlere katılan koalisyon partilerinin hepsi de seçim barajının altında kalmış ve bunların hiç birisi parlamentoya girememişti.

Bu sayede; 2002 seçimleriyle AK Parti, yüzde 34’lük oyla Mecliste yüzde 65’lik çoğunluk sağlamıştı. AK Parti iktidarlarının önünü açan sayın Bahçeli; bundan böyle de AK Parti her sıkıştığında Hızır gibi imdada yetişmiştir.

367 garabeti MHP ile aşılabilmiştir. Önceki ve sonraki tüm anayasa değişikleri MHP sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Son sistem değişikliği ise, tamamen MHP’nin eseridir dense yeridir. Hele 15 Temmuz’daki kahpe ayaklanmasına karşı sergilediği kahramanca tavrı Türk milletinin belleğinden silinmeyecektir.

Dost kara günde belli olur; dedik ya ilaç gibi; lüzumu halinde imdada yetişiyor!

Devlet ve millet hayatımızın maruz kaldığı tehlikeler, en ince teferruatına kadar, tüm siyasi parti liderlerine anlatıldı. Bu durumu gereği şekliyle anlayabilen ve gereğini yerine getiren yegane muhalefet lideri sayın Devlet Bahçeli’dir.

Devlete Devlet gerek diye boşuna dememişler!

Sayın Bahçeli’nin bu denli dik ve kararlı duruşu, kendisini ve partisini düşmanın boy hedefi haline getirmiştir. MHP içeriden ve dışarıdan kuşatılmak istenmektedir. Sayın Bahçeli bu vartayı şimdilik atlattı ancak; düşmanın eli hala partinin üzerindedir ve fırsat kollamaktadır!

Referandum sandıkları bu durumu haykırıyor; sayın bahçeli ve partinin kurmayları gerekli tedbirleri tez elden almalı ve Türklüğün şiarı olan MHP’nin ufkunun karartılmasına asla müsaade etmemelidirler.

Dedik ya; ilaç gibi olan MHP, Türk demokrasisinin olmazsa olmazıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.