Şampiy10
Magazin
Gündem

Peygamberliğin önemi

Peygamberler, Yeryüzünde Allahütealanın elçileri olup, kurtuluş rehberleri olarak gönderilmişlerdir. Büyük bir velinin tespitiyle; bütün Peygamberler yaşadıkları devirde, kavimlerinin her bakımdan en üstün şahsiyetleridir. Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam ise, geçmiş ve gelecek, bütün zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan insanların her bakımdan en üstünüdür.

Sevgili Peygamberimiz bütün Alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Nitekim evliyanın büyüklerinden Muhammed Masum Hazretleri, Mektubat’nın 4. Cilt, 10. Mektubunda: ‘…Dünyada ve ahirette bütün saadetlere kavuşmak, ancak, dünya ve ahiretin en üstün insanına uymakla olur.

Cehennem ateşinden, ancak O’na uyanlar kurtulur. Cennet nimetlerine kavuşmak, seçilmişlerin, sevilenlerin en üstünü olan, O Peygambere uyanlara mahsustur. Allahütealanın sevgisine kavuşmak, O’na uyanlar içindir.

…Peygamberler, O’nun hayat çeşmesinden bir damla içmekle, o makamlara yükselmişler. Evliya, O’nun sonsuz deryasından bir yudum içmekle kemal bulmuşlardır. Melekler O’na uymakla şereflenmiş, gökler onun emirlerini yapmakla görevlendirilmişlerdir. Herşey O’nun için yaratılmış, bütün varlıkların reisi olmuştur.

Allahütealanın varlığı O’nunla belli olmuş, her şeyin yaratanı, O’nun rızasını istemiştir. Aklı olan, saadete kavuşmak isteyen herkes, bedeni ile, ruhu ile O’na uymaya çalışmalı, bu nimete mani olan şeylere inanmamalı, aldanmamalıdır…’ diyerek mühim ikazlarda bulunur.

Allahüteala, Kur’an-ı kerim’de şöyle buyurur: ‘Habibim Muhammed! Ümmetine de ki; Allah’ı seviyorsanız bana uyun.’ Dikkat edilirse, Allahüteala uymayı delil saydı. ‘ Allah da sizi sevsin.’ Yani Allahütealayı sevebilmek ve O’nun sevgisini kazanabilmek için, sevgili Peygamberimizi sevmek, O’na uymak ve O’na sevgili olmak gerekir.

Uyulması gereken Peygamberde (aleyhisselam) en üstün ahlakın ve örneğin olduğunu Allahüteala bildiriyor: ‘ Sizin için Allah’ın Peygamberinde en güzel örnek vardır.’

İbn-i Arabi Hazretlerinin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinde; yukarıdaki ayet-i kerimeyi açıklarken; ‘bu ise (yani güzel örnek olma), uymayı gerekli kılar. Başka bir ayet-i kerimede ise; ‘Ahdinizi (verdiğiniz sözü) yerine getirin’ ki kast edilen Allah’ı sevmek iddiasıdır- ‘Ben de size olan ahdimi yerine getireyim’. Bu ise Hakkı sevme iddianıza karşı, O’nun da sizi sevmesidir.

Allahüteala onların doğru sözlü olmalarının delilini, Allah’ın kendilerini sevmesi saymıştır.

Allahütealanın onları sevmesi ise, uymanın (Peygamber aleyhisselama) delilidir. Uymak ne kadar eksikse, sevgi de o kadar eksilir…

…İçimizden her birinin Hz. Peygamberden bir payı vardır. Bu ise insanın batınında bulunan surettir. Başka bir ifadeyle her insanın batınında Peygamberden (a.s.) bir parça vardır. Peygamber (aleyhisselam), her nefse o şahsın kendisi hakkındaki inancına göre bulunur. Bu sebeple herkes, Peygambere salavat getirerek (Allahümmesalli ve barikleri okuyarak) dua eder. Ondaki Muhammedi suret ise yapılan o duayla ve salavat ile dua edilen hali elde eder. Bu yönden Hz. Peygamber ancak her nefsin duasından sonra dostluğu elde edebilir.

Din büyükleri: ‘Sevgili Peygamberimize zerre kadar benzerlik, dünyanın bütün nimetlerinden ve ahiretin bütün zevklerinden daha kıymetlidir’ buyuruyor.

Yazının devamı...

Oruca dair

İbn-i Arabi Fütuhat-ı Mekkiyye’sinde orucu, örneği olmayan (misilsiz) bir ibadet olarak tanımlar ve şöyle der: ‘... Allahü teala kendisi hakkında şöyle buyurur: ‘O’nun bir benzeri yoktur.’ (eş-Şura 42. Ayet meali) Allahü teala kendisinin bir benzerinin olmasını reddetmiştir. Şu halde Allahü teala; dini ve akli kayıtlara göre benzeri olmayandır (misilsiz).

Nesai Ebu Ümame’den şöyle aktarır: ‘ Sevgili Peygamberimize (aleyhisselam) geldim ve bana yapacağım bir emir verir misin?’ dedim. Peygamber de ‘Oruç tutmalısın, çünkü oruç misilsizdir’ buyurdu. Böylelikle Hz. Peygamber, Allahü tealanın kullarına emrettiği ibadetler içinde orucun bir benzerinin olmadığını belirtti.

...Müslim’in es-Sahih’te Ebu Hureyre’den aktardığı bir (kudsi) hadiste Allahü teala şöyle buyurur: ‘Orucun dışındaki bütün amelleri kuluma aittir. Oruç ise bana aittir ve onun ödülünü ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Aranızdan birisi oruçlu olduğunda, kavga yapmasın ve kızmasın. Birisi kendisine sataşırsa veya kavgaya tutuşursa ben oruçlu bir insanım’ desin. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, oruçlunun ağız kokusu kıyamet günü Allahü teala nezdinde misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: Orucunu açtığında sevinir. İkincisi ise Rabbiyle karşılaştığında oruç tuttuğu için sevinmesidir.’

...Müslim, Sehl b. Sa’d’ın rivayet ettiği bir hadisi eserine almıştır. Peygamber aleyhisselam şöyle buyurur: ‘Cennette ‘reyyan’ denilen bir kapı vardır. Kıyamet günü oruçlular oradan girecektir ve onlarla birlikte başka kimse girmeyecektir. Şöyle duyurulur: ‘Oruçlular nerede?’ Bunun üzerine oruçlular o kapıdan girerler. Sonuncu kişi girdiğinde, kapı kapanır ve bir daha kimse o kapıdan içeri girmez.’ Orucun dışında, yasaklanan veya emredilen ibadetlerin hiç birisiyle ilgili böyle bir şey söylenmemiştir.

Hz. Peygamber (aleyhisselam) (hadisinde) ‘reyyan (kanmak, doymak)’ kelimesini kullanarak oruçluların, yaptıkları işle kemale erdiklerini açıklamıştı. Onlar, daha önce belirttiğimiz gibi misli olmayan bir şeyi yapmıştır. Misilsiz ise gerçekte kamil olandır. Kamil arifler, dünyadayken o kapıdan girerken orada ‘ahirette) bütün yaratıkların bileceği şekilde (açıkça) gireceklerdir...’

Her ibadette olduğu gibi, oruç da yalnız Allah (c.c.) için tutulur. Oruç arınmaktır; oruç tutan günahlarından arınıp (oruç onları yakıp kül eder) tertemiz olur.

Orucun farzı üçtür; niyet etmek, niyeti ilk ve son vakitleri içinde yapmak (niyet vakti akşam ezanından (iftar) ertesi günün öğlen ezanına bir saat kalıncaya kadar) ve orucu bozan şeylerden sakınmaktır.

İnsan kelimesi nisyan (unutmak) kelimesinin öznesidir. İnsan, yaratılışı gereği unutabilendir. Şu halde, unutmak dinde özür sayılmıştır ve unutmakla yapılan orucu bozmaya yönelik eylemler bağışlanmıştır.

Allahü teala insanları ve cinleri kendisini tanıyıp ibadet etsinler diye yarattı. İşte bu tanıma ve ibadet etmede dikkat edilecek husus; O’na ortak koşmamak ve ibadetleri, yalnızca O’nun emri olduğu için ve Allah için yapmaktır.

Allah için olmayan hiçbir ibadetin (ne denli meşakkat çekilirse çekilsin) kıymeti yoktur. Örneğin: Desinler diye, gösteriş ve riya ile tutulan oruç, akşama kadar boşuna aç ve susuz kalmaktan başka bir mana ifade etmez.

Zira İslamiyet’te ‘niçin’ önemlidir. Yarın kıyamet gününde; ‘niçin oruç tuttun?’ sorusunun cevabı ‘insanlar oruç tutuyor desin diye!’ söyleyenlere; dünyada iken ‘oruç tuttu’ dediler, o halde şimdi ne istiyorsun? Sen yaptığının karşılığını, yaptığın niyete göre almışsın!..’ denilecektir.

Yine Muhyiddin İbn Arabi’nin tespitine göre; bir de kalbin orucu vardır. Allahü teala kudsi hadiste ( manasını Allahü tealanın kalbine indirdiği, lafızlarını (kelimelerini) Hz. Peygamberin söylediği söz): ‘Beni kulumun kalbi sığdırdı!’ buyurur. Kalbin orucu, bu genişliği Yaratanından başkasının doldurmasına izin vermemektir. Yaratanından başka birisi kalbi doldurursa, Rabbinin rızası uğruna oruçlu olması gereken bir vakitte orucunu açmış demektir.

Sevgili okuyucularımın Ramazan-ı şeriflerini tebrik ederim.

Yazının devamı...

Metal yorgunluğu!

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, Türk siyasetine ilkleri yaşatıyor; Cumhurbaşkanı ve siyasi parti Genel başkanı sıfatıyla, Parti Grup Toplantısı’nda konuşuyor; yüzde 50 artı 1’i yakalamak gibi, işlerinin zor olacağını işaretle; partideki metal yorgunluğundan ve A’dan Z’ye parti kadrolarının yenilenmesi gerektiğini söylüyor.

AK Parti’nin siyaset tarihimizdeki rolüne baktığımızda, başka bir örneğinin olmadığı görülür. Üstelik bu örnek başarıdan başarıya koşuşun hikayesidir. Her seçimde, milletvekillerinin en az üçte birinin liste dışı bırakılmasına rağmen seçimlerdeki başarı tirendi yükselerek devam ettiği gibi; partide en ufak bir çatlamaya ve bölünmeye de meydan verilmedi.

Üstelik bunu; iktidarının ilk on yılı boyunca, FETÖ’yü cemaat zannedip onunla kol kola yürümesine rağmen başardı. O FETÖ ki; asker ve sivil, ülkedeki tüm kurum ve kuruluşlara nüfuz etmiş ve onları istediği gibi yönetmişken; daha açık konuşalım; AK Parti’ye de nüfuz etmişken onu yönetememiş ve bölememiştir.

Zira FETÖ’nün cemaat zannedildiği dönemde; Pensilvanya’ya gitmek ve mahut yapıdan gözükmek bir ayrıcalıktı ve hangi işte olursa olsun; yükselme ve zengin olma aracıydı. Bundan dolayı da; Pensilvanya’nın kapısını aşındırmayan siyasetçi, bürokrat, gazeteci, işadamı parmakla gösterilecek kadar azdı!

Yine bundan dolayıdır ki; hemen tüm kurum ve kuruluşların ikbal ve para olan birimlerinde; ya doğrudan ya da dolaylı olarak ama mutlaka FETÖ’cüler veya onlarla iltisaklı kişiler vardı ve maalesef olmaya da devam ediyor!

İşte iktidarların metal yorgunluğu bu denli kirli ve gayr-i ahlaki işlerden dolayıdır. Zaten her taraf kirlenmişken, siyaset kurumunun bu kirden nasibini almaması düşünülemezdi. Başta bakanlıklar ve belediyeler olmak üzere, siyasetin olduğu her yerde metal yorgunluğunun olması adeta kaçınılmazdır!

FETÖ’nün ne idüğü anlaşıldıktan sonra; bununla gerekli mücadelenin yapılması için; başta Sayın Cumhurbaşkanı ve yalnızca bir avuç insan yırtınırken, diğerlerinin sessiz ve hareketsiz kalmaları boşuna değildir!

Paranın ve ikbalin olduğu ve üstüne üstlük dinleme ve kaset gibi şantajların ortalığı kasıp kavurduğu bir ortamda mücadele edebilmek, zor hatta çok zor olsa gerektir!

İşte tüm bu olumsuzluklardan dolayıdır ki, Sayın Erdoğan bizzat partinin dümenine geçti. Bazıları hala anlayamıyor veya anlamak istemiyor ama; FETÖ diğer terör örgütlerine benzemiyor. Bu örgüt, iktidar-muhalefet ayırt etmeksizin evlerimizin içine kadar girmiş; yani hırsız evin içinde!

Senin evin, benim evim diyerek; gafletle birbirini suçlamak yerine; hep birlikte el ele vererek mücadele etmeliyiz. Onlar, hepimizin varlığına kast ettiler; şu partili bu partili diye ayırmadılar!

Artık ya devlet başa, ya kuzgun leşe!

Aymazlığın gereği yok; devlet ve millet hayatımızın ölüm-kalım savaşıdır bu.

Bunda da en büyük görev tabii ki iktidar partisine ve onun kadrolarına düşmektedir. Zira devletin idaresi onlardadır. Kirli el ya da ellerle hiçbir yeri temizleyemezsiniz; önce siz temiz olacaksınız.

Bir diğer önemli husus da; meşrebi bozuk olanlara iktidar olmanın verdiği kibirlilik halidir ki, bu hal, her türlü iyiliğe engeldir.

Sayın Erdoğan’ın işi zordur ve partinin dümenine geçmekten başka çaresi de yoktu.

İnsanın evladını seçebilme şansı ve lüksü yoktur ama kadrosunu kendisi belirler. Dolayısıyla; belirlenen o kadronun mesuliyeti de belirleyen kişinin omuzlarındadır!

Yazının devamı...

Batı’nın istekleri biter mi?

AB maceramızın kabak tadı verdiğini bilmeyenimiz yoktur. Yarım asrı aşkın giriş talebimiz, çeşitli bahanelerle sürekli yokuşa sürülüyor. Zaman zaman müzakereler kesiliyor ve şimdiye kadar açılması gereken fasıllar bir türlü açılmıyor.

Tüm iyi niyetimize ve onlarla ortaklaşa arzu ettiğimiz yasal ve anayasal değişiklikleri yapmamıza karşın; aynı iyi niyeti ve ülkemize karşı olumlu adımları göremiyoruz.

En son olarak bize dayattıkları konu ise, Terörle Mücadele Kanununu değiştirmemiz ve ülkemizde uygulanmakta olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması keyfiyetidir. Buradan da anlaşılacağı üzere AB, Türkiye’ye karşı tam bir çifte standart içindedir ve asla iyi niyetli değildir.

Zira kendi ülkelerinde en ufak bir terör eylemi olduğunda, derhal olağanüstü hal ilan ediyorlar; ayrıca, terör eylemlerine karşı kendi güvenlik güçlerince en sert şekilde mukabelede bulunuluyor.

Bırakınız teröristlere karşı acımasızca davranışlarını; kendilerinin istemediği en demokratik haklara bile izin verilmiyor. Misafir bakanın kendi Büyükelçiliğine gidişi engelleniyor; sokakta toplanan sivil halkın üzerine atlarla-köpeklerle gidilip, insanlar köpeklere ısırttırılıyor.

Bu meyanda; Türkiye’nin düşmanı, Türkiye ile savaş halindeki bütün terör örgütlerine ve onların mensuplarına kucak açılıyor ve kendi ülkelerini Türkiye’ye karşı adeta üs konumuna getiriyorlar.

Türkiye’de terör suçlusu olup AB ülkelerine sığınanların isimleri ve iade talepleri kendilerine iletiliyor; bir kulaklarından girip öbüründen çıkıyor!

Tüm bu hasmane tavırlar, aleni bir şekilde sergilenmeye devam ederken; kurulmak istenilen dostluğun realitesi olabilir mi?

Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın son yaptığı ziyarette; AB ile karşılıklı olarak bir senelik iyi niyet süreci işletilmesine karar verildi ki, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!

2005 yılında Türkiye’ye, Simon Anholt isimli bir İngiliz imaj uzmanı gelmişti ve verdiği konferansta aynen şöyle demişti: ‘... Ey Türkler! Sizler, dedeleriniz olan Osmanlı’yı tarif ederken; ‘ evet bir Osmanlı ışığı ve o ışığın bir yansıması var; ancak o ışığın kaynağı olan yıldızın ateşi milyonlarca yıl önce sönmüş ama ışığı daha yeni geliyor!’ tespitini yapıp, dünyayı buna inandırmalısınız!..’

Yani aslımızı inkar edip; dinimizden ve tüm kültürel değerlerimizden soyutlanacağız; kökümüzü kurutarak ve adeta hüdai nabitler olarak arz-ı endam edince, Batı’nın gözünde kıymetimiz olacak!

Anlaşılan o ki; Batı, karşısında şahsiyetini müdrik insan tipi istemiyor. Kendi aralarında isteseler de, biz Türklerden istemiyorlar. Bize köksüz ve şahsiyetsiz olarak gelin diyorlar.

Geçmişten bağınızı bütünüyle koparın diyorlar; medeniyetinizi ve kendinizi inkar edin; bize öyle gelin diyorlar.

Bir an için öyle olduğunu düşünsek bile; o zaman bizden eser kalmayacağına göre; sizler kimi kabul etmiş olacaksınız?

AB’nin kendi içinde de ne mene birlik olduğuna gelince; birileri girmek için zorlanırken, bir diğerinin çıkmak için zorlandığı ve sonucunun ne olacağını kendilerinin de bilmediği karakuşi bir örgüt!

Sonuç; ne varlığına sevinelim ve ne yokluğuna yerinelim!

Yazının devamı...

Nerede bu ülkenin insanları?!

İster milli deyin, ister ulusal; bizi biz yapan ve birlikte yaşatan değerlerimizi süratle yitiriyoruz!

Siyasetle ilgili olanlarımız (partili değil partici olanlar); kendi partisinin bütün söylem ve eylemlerini doğru, rakip partilerininkileri ise serapa yanlış görüyor. Bu durumdan daha kötü bir hastalık, bir ayırımcılık ve ötekileştirme olabilir mi? Bu denli önyargılarla kim, nereye gidebilir? Seneler senesi, siyasetten hep bunu anladık.

Bunların iktidar partisinde veya muhalefet partilerinde olmaları bir şey değiştirmiyor; hepsinin işi gücü, sabahtan akşama- akşamdan sabaha kadar hükümet kurup, hükümet yıkmak...

Siyasetle ilgisiz olanlar (özellikle gençler) , avare kasnaklar misali adeta boşta gezenin boş kalfası… Ne televizyonda haber izliyor, ne de gazete okuyorlar; her şeyden bihaberler. Dünya yıkılsa haberleri olmayacak.

Cemiyetimize arız olan en büyük hastalık; aydınımızın veya aydın geçinenimizin toplumdan kopmuş olmasıdır. Topluma tepeden bakması ve onu aşağılamasıdır. Ne hazindir ki, bunlar asgari müşterek de bile bir araya gelemiyor.

Her ülkenin dış politikasının milli olma özelliği vardır. Dolayısıyla dış politikada particilik yapılmaz. Hele ülkenin güvenliği söz konusu ise, bütün partiler tek ses, tek cihet, tek kalp olmak zorundadır. Millet ve devlet olmanın gereğidir bu.

Burada ayrı gayrılık, sen-ben davası olmaz, olmamalıdır.

Türkiye, tarihinde görülmedik tehdit, tedhiş ve kumpaslarla karşı karşıyadır. Hem sınırlarının içinde ve hem de dışında savaş halindedir. Dost bildiği ülkeler yüzüne gülüp, arkasından kuyusunu kazmaktadır. Düşman ise, düşmanlığını amansızca sergilemekte; aportta bekleyen çakallar ise, düşmanlıkta uşaklığını yaptığı ülkelere parmak ısırtmaktalar.

Ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları (hükümeti) çırpınıyor ve yırtınıyor; içerideki ve dışarıdaki düşmana karşı yalın kılıç meydan muharebesi yapıyorlar. Askeri, polisi, korucusu ile tüm güvenlik güçlerimiz canlarını dişlerine takarak tarih yazıyorlar.

Gencecik fidanların kanları, kara toprağı kızıla boyuyor; ay-yıldızlı şehit cenazeleri şehirlerimizde topyekun halka yumruk sıktırıp öfke kusturuyor!

Aymaz ve sorumsuz bir kısım insanımız ise, edepsizce, arsızca ve hayasızca düşmanın safında!

Nerede bu ülkenin aklı başında insanları; sivil toplum kuruluşları, vakıfları, dernekleri, Baroları, Üniversiteleri, mangalda kül bırakmayan prof.ları, sendikaları, işçi ve işveren kuruluşları, ticaret ve sanayi odaları?!...

Bütün bu kurum ve kuruluşlar bugün değilse ne zaman lazımlar? İçeride ve dışarıda hangi etkinliği yaptılar ve yapıyorlar? FETÖ dışarıda aleyhimize çalışıyor; ülkeleri ve kuruluşları bize karşı kışkırtıyor. Peki sizler ne yapıyorsunuz?

Sorumlu mevkilerde bulunduğunuzu zannediyor ve sürekli ahkam kesiyorsunuz; bunca sorunlar karşısında, neden sorumluluk almıyor ve ellerinizi taşın altına koymuyorsunuz?

Bu halinizle , halkın ne kadar gerisinde olduğunuzu görüp utanmıyor musunuz? 15 Temmuz’da hanginiz, örgütünüzü yönlendirip sokağa davet ettiniz? Davetsiz giden ve bedenlerini tanklara siper eden halka bile sahip çıkmıyor ve onu küçümsüyorsunuz! Bu ülke, yalnızca Sayın Erdoğan’ın ülkesi mi? Bu ülkenin sorunları, yalnızca Sayın Erdoğan’ın mı sorunu?

Örneğin dün, başörtüsü sorunu vardı; bunu Sayın Erdoğan’dan başkası dert edinmedi. Yalnızca onun mu hanımı, kızları başörtülü idi? Nerede idi, o mangalda kül bırakmayan ilahiyat prof.ları; hatta Diyanet İşleri Başkanlığı? Hepsi sus-pustu... Vaktin Diyanet İşleri Başkanı çıkıp da; Başörtüsü Allahü tealanın emridir, farzdır diyemedi!

Bugünse; ahtapot gibi kuşatıldığımız FETÖ ile hanginiz mücadele ediyorsunuz? Allah saklasın, bu ülkeye bir şey olursa; okkanın altına yalnızca Tayyip Bey’in kalacağını mı düşünüyorsunuz?!

Hırslar akılları örtmüş; tüm toplumun üzerine adeta ölü toprağı serpilmiş; meğer ölmüşüz de ağlayanımız yokmuş!..

Yazının devamı...

O kafa

‘İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizleri helak eder misin Allah’ım?!’ (A’raf Suresi 155. Ayet meali).

İçimizde öylesine düşüncesiz insanlar veya yalan ve yanlış girdabına sürüklenen öyle tipler var ki; bunlar, sahip oldukları değirmenlerini kaybettiklerinin farkında olmayıp; kayıp değirmenin gürültüsünün hayaliyle yanıp tutuşmakta olan zavallılardır!

Bu tipler; Kostantiniyye (İstanbul) surlarını dövmekte olan top seslerini duymak ve gerekli önlemleri almak yerine; Bizans Sarayı’nda ‘meleklerin cinsiyetini’ tartışıp duran, gafletten öte hıyanet içinde bulunan ve beyin yerine zift taşıyan bir kısım aymaz papazlara benziyor!

İçimizdeki ziftli kafalar 15 Temmuz Darbe girişimini hala anlayabilmiş değiller. ‘Kontrollü darbe!’ diyerek, milletin aklıyla alay ediyorlar. Şaka gibi değil mi? Bu kafayı tanıyoruz; maalesef böyle bir damar bu toprakların mayasında var!

Bu kafa vaktiyle; ‘Edirne’yi Enver (Paşa) alacağına, Bulgar alsın!’ diyen zihniyettir. Bu kafa; vaktiyle (Kurutuluş Savaşı öncesi), İngiliz yahut ABD mandalığını tasvip edip öneren zihniyettir.

Bu kafa din veya dini değerler dillendirildiğinde, cin çarpmışa dönen ve yine vaktiyle (Cumhuriyet’in ilk yıllarında); ‘bizi İslam geri bıraktı, illa bir din seçeceksek bari Hıristiyan olalım!’ diyen zihniyettir.

Bu kafanın en bariz özelliği, niyet okumak ve okuduğu bu uğursuz niyetlerine göre de; muhataplarına çamur atmak ve onları yaftalayıp suçlamaktır.

Ne Adnan Menderes, ne Süleyman Demirel, ne Turgut Özal, ne Necmettin Erbakan ve ne de Tayyip Erdoğan; mahut kafanın ‘Şeriatçı’ yaftalamasından kurtulamadı. Bu kafaya göre; CHP’nin karşısında güçlü kim varsa; hangi parti tek başına iktidara gelmişse, onun liderinin gizli gündemi vardır ve o gündem de Şeriat’tır!

Bu kafa; demokrasinin gereği olan, din ve vicdan hürriyeti için sağlanan imkanları; derhal ‘Şeriatçılık’lairtibatlatıp; rejim elden gidiyor yaygarasını basar! Nitekim sistem değişikliğini de rejim değişikliği olarak yaftalamadılar mı?

Hatta bazıları, Cumhuriyet’in kaldırılacağını yaveledi. Yahu! Cumhuriyet’le Türkiye’de sorunu olan mı var? Bunuaklı başında olan tek bir kişiden duydunuz mu? O halde; Cumhuriyet kadar taş düşsün başınıza!

Bu kafaya göre; devletle fert birbirine karıştırılır; laik devlet yapısından laik fert sonucunu çıkarır ve bu kişi özellikle devlette ise; şahsi hayatı ile de dine kayıtsız kalmalıdır! Dinsiz olmalıdır diyemiyorlar; bu şekilde ifade ediyorlar.

Bu kafa; dinsizlikle yetinse iyi; din düşmanlığı yapıp, onun kökünü kurutmakla görevlidir adeta..

Adnan Menderes 10 yıl, Süleyman Demirel bir o kadar, Turgut Özal iki dönem ve en nihayet Tayyip Erdoğan 15 yıldır tek başına iktidar… Bunlardan hangisi Şeriat’ı getirdi? Hangisi, her hangi bir kişinin özel hayatına karıştı?

Mahut kafanın yasakladığı bir kısım insan hak ve hürriyetlerini temin maksadıyla mücadele etmeleri ve bunu başarmaları demokrasinin gereği değil mi? Demokrasinin gerekleri ne zamandan beri suç oldu?

Yahu! Akıl hastanesindeki deliler bile, zaman zaman akıllı uslu laflar ediyor ve gerçeği söylüyorlar. Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyor. Bu kafada o da yok!

Dedik ya; din denilince cin çarpmışa dönüyorlar ve sürekli olarak öz ciğerlerindeki ufuneti kusuyorlar!

En ağır hastaları iyileştirebilen, hatta Allahütealanın verdiği güçle ölüleri dirilten Hz. İsa aleyhisselam, ahmağı görünce boşuna kaçıp gitmedi! Neden? İflah olmayacağını biliyordu da ondan..

Evet, ne desek diyelim; bu kafa iflah olmaz ve olmayacak!

Ama bu mübarek günler hürmetine, biz, yine onlar için dua edelim; zira kalpleri çeviren Allahütealadır ve O her şeye kadirdir.

Not: Sevgili okuyucularımın rahmet ayı olan Ramazan-ı şeriflerini tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim. F.B.

Yazının devamı...

AK Parti neye memur?

AK Parti daha kuruluşunda reformist bir hareket olacağını ilan etmişti. Halkımız alışageldiği bütün eski partileri sandığa gömerek AK Parti’ye tek başına iktidar teslim etti. Doğrusu AK Parti de sözünde durdu; özellikle AB ile yakınlaşma sürecine girdi ve üst üste reformlar gerçekleştirdi.

Fakat demokrasimize arız olan darbeler zinciri sökün edince; iktidar ister istemez duraksamaya girdi ve beklenilen reformları tam manasıyla gerçekleştiremedi. Bunda muhalefet partilerinin de günahı az değildir. Zira mutabık kalınan 60 maddelik anayasa değişikliğine bile imkan vermediler.

Tek başına kalan AK Parti’nin anayasayı Meclis’te değiştirebilecek çoğunluğu yoktu; MHP’nin desteği ile ancak 18 maddelik (bunların içinde çok önemli sistem değişikliği de var) bir değişiklik yapılabildi.

Darbe girişimi demek, iktidarın canıyla uğraşıp başka şeylere fırsat bulamaması demektir. Üst üste darbe girişimleri yetmezmiş gibi bir de ülkemiz, içeriden ve dışarıdan terör sarmalına alındı.

Bu denli terör sarmalından her kurum ve kuruluş gibi AK Parti de ( A’dan Z’ye tüm parti teşkilatları, hükümetler ve belediyeler..) nasibini fazlasıyla almıştı.

Olağanüstü Kongre’nin ve Sayın Erdoğan’ın yeniden Genel Başkan seçilmesinin birinci hedefi; bu terör (FETÖ) sarmalından kurtulup, onunla gerektiği gibi savaş yapmaktır.

İster kabul edin, ister etmeyin; ülkemiz yeniden bir Kurtuluş Savaşı vermektedir. Tarihin cilvesine bakın ki; o zaman da hem içeride ve hem dışarıda, üstelik yedi düvele karşı savaş veriliyordu; bugün de aynı... O gün de ülkemiz paramparça edilmek isteniyordu bugün de.

Halkımız, hem sandıkta ve hem de sokakta ( peş peşe yapılan ve en son 15 Temmuz’da girişilen darbeler boyunca) görevini fazlasıyla yaptı. Her seferinde liderinin etrafında kenetlendi ve en sonunda 250 şehit ve 3 bine yakın gazi ile tarih yazdı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne onay vererek; terörle savaşta yalnız kalan ve bir başına mücadele eden Sayın Erdoğan’ın elini güçlendirdi. Hem partide güçlendirdi ve hem de hükümette güçlendirdi.

Artık Sayın Erdoğan’ın önünde terörle mücadelede; ne ayak sürten başbakan veya bakanlar ve başta belediyeler olmak üzere bürokratlar direnemeyecekler!

Artık iktidarları vesayet odakları değil, milletin kendisi belirleyecek ve hesabı bizzat millet soracak. İktidarlar da artık, vesayet odaklarının değil, milletin kalkınması ve refahı için gayret gösterecek.

2019 seçimlerine iki sene var; hem mahalli, hem genel (milletvekilliği) ve hem de cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı yıl içinde yapılacak. Olağanüstü Hal de olduğuna göre, halkın ‘acil eylem planı’ şeklinde beklentisi olan; terörle mücadele ve ekonominin iyileştirmesinde hükümetin bir bahanesi kalmamıştır.

Halk canını da verdi oyunu da... Üstelik muhalefet partilerinden MHP de; yapılması gerekli ‘uyum yasaları’nda olsun, terörle mücadelede olsun, iktidarla müşterek hareket edeceğini söylüyor.

Bu fırsatın nasıl değerlendirileceği, aynıyla 2019 seçimlerine yansıyacaktır.

Yazının devamı...

Halk ihtilali!

Demokrasimizin başı her zaman ve her çeşit ihtilallerle dertte olmuştur. Bundan dolayı da bir türlü gelişip olması gereken olgunluğa erişemedi. Bunun da en büyük sebebi; 1940’lı yılların sonunda, tek parti diktatörlüğünden çıkıp, demokrasiye yelken açarken sergilediğimiz niyet bozukluğudur!

Kötü niyetle girişilen işlerin sonucunun iyi olması beklenemez.

Halkından korkan ve halkına rağmen iş gören bir sistem; halkını önceleyen, halkın özlem ve beklentilerine cevap veren ve hepsinden önemlisi; devlet-millet ilişkilerinde milleti efendi yapıp devleti onun emrine verir mi?

Ama gelin-görün ki, demokrasiye geçilme zorunluluğu vardı; bağlanmak zorunda kaldığımız Batı ittifakı bunu istiyordu. O halde, bu cahil halka (!) demokrasi yutturulmalıydı! Yutturuldu da; kurulan vesayet sistemi ile çok partili hayata geçilecek lakin iktidarlar asla muktedir yapılmayacaktı!

Bunun da formülünü vesayet anayasaları ile teminat altına aldılar.

Bu absürt hal Batı’nın da hoşuna gitti; zira içerideki vesayet odaklarının ipleri kendi ellerindeydi. Sisi’nin Mısır’ı gibiydik; milletin ensesinde boza pişiriliyor; alan da veren de razı olduğundan mahut hal şikayete konu olmuyordu.

Bu bozuk düzeni bir kısım siyasetçiler görüyor; düzeltmeye kalkışanların kendi düzenleri bozuluyordu! Onlar da; ‘ böyle gelmiş, böyle gider!’ diyerek, gününü gün etmeye bakıyor ve ülkede; hak ve hakikat, istikrar ve huzur namına yaprak kımıldamıyordu!

Saadet zinciri; AK Parti döneminde, 2003 yılındaki ‘ Tezkere’ oylamasında koptu. İlk defa ‘ordu, liderlik rolünü üstlenmedi’ ve hem içerideki ve hem de dışarıdaki vesayet odaklarının çanına ot tıkıldı! Türkiye’nin bilerek veya bilmeyerek yaptığı bu hareketle arı kovanına çomak sokulmuş oldu ve Pandora’nın kutusu açıldı!

Vesayetin ağa-babaları artık intikam peşindeydi; dur-durak bilmeksizin bu kinlerini kustular ve halen daha kusmaya devam ediyorlar. Önce; seneler senesi yetiştirdikleri ve ellerinin altında bulunan FETÖ’cü yargı mensupları marifetiyle; zaten sicilleri darbeyle bozuk olan askerler içeri tıkıldı ve sindirildi. FETÖ’cüler bununla yetinmedi; üst üste darbe girişimlerinde bulundular.

Önce askerin ve ardından FETÖ’nün darbe girişimlerine maruz kalan AK Parti iktidarları bunların hiç birisine pabuç bırakmadı. Bunu yaparken; bir vesayet odağı hırpalanırken diğerinin yanında yer almadı; yalnızca Hakk’ın ve halkın yanında durdu ve onların desteğini aldı.

Vesayet darbelerinden bıkmış halk; kendi oyunu koruyan ve dik duran iktidarına sahip çıktı ve yapılmak istenen tüm darbeler boyunca tarih üzerine tarih yazdı!

Halkın gerçekleştirdiği bu beyaz ihtilal, Sayın Erdoğan’ın sevgisiyle ve onun milletin önüne düşmesiyle vuku buldu. Böylece millet, demokrasiye de el koydu; daha doğrusu demokrasinin ne idüğünü ve ne olması gerektiğini gösterdi ve onunla birlikte kendi yolunu açtı.

Sistem değişikliği ile getirilen ‘Başkanlık’ modeli ve ona paralel olarak partili Cumhurbaşkanlığı; dün düzenlenen AK Parti’nin 3. Olağanüstü Kongre’si ile resmiyet kazandı. Böylece halk, hem demokrasisine ve hem de liderine sahip çıktı.

Farkında olanlarımız var, olmayanlarımız var ama Türkiye’miz hem içeriden ve hem de dışarıdan kuşatılırcasına terör örgütleriyle amansız bir mücadele vermektedir. Sayın Erdoğan’ın ismi sürekli dillendiriliyor ancak, asıl hedefte olan Türk milleti ve onun devletidir!

Not: Bir sonraki yazıda; Yönetimi yeniden şekillenen AK Parti neye memurdur?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.