Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayramı ne kadar hak ediyoruz?

Bütün Alemi, manto gibi rahmetle bürüyen mübarek Ramazan ayı, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçti. Onu gerektiği şekilde idrak eden ve onun feyiz ve bereketlerinden istifade edenler; kısaca, günahlarını yakıp dökenler ve tertemiz bir şekilde arınmış olanlar elbette bayramı hak ediyor.

Ama İslam Alemi’nin hal-i pür melaline baktığımızda; fert bazında bayramı hak etmiş olsak bile; sevincimiz kursağımızda kalıyor. Zira sevinçler, ortak günlerdir ve onlar paylaşıldıkça çoğalırlar.

Oysa ki, günümüzdeki gibi, birilerinin, aksırıncaya-tıksırıncaya kadar yiyip, diğerlerinin baktığı yerde kıyamet kopsa gerektir.

Kopuyor da zaten...

Vaktiyle bir büyük veliye; ‘Efendim! Ne olur dua edin de Müslümanlar kurtulsun!’ dendiğinde; ‘Siz bana Müslümanları gösterin; onların behemahal (kesinlikle-mutlaka) kurtulmuş olduklarını size müjdeliyeyim!’ buyurmuş.

Aynı büyük veli, günümüz Müslümanlarının sahip oldukları imanı şöyle açıklamış ve demiş ki; ‘ günümüzdeki insanları işaretleyerek, onlarda iman yoktur denemez. ( Bu, hem çok zor ve çok tehlikeli bir iştir. Zira imansız denilen kişi iman sahibi ise, Allah saklasın söyleyenin imanı gider!). Lakin günümüz imanları, insanların burunlarına konan sinek misalidir; en ufak bir hareketle uçup kaybolurlar. Zoru veya menfaati gördüğünde yok olmaya mahkum bir iman!’

İman temenni etmek değildir; kalpte karar kılmasıyla vücut bulur.

Kalp ise oynaktır ve her an halden hale girer; kalbin, bu denli bir kararda kalmama halinden Peygamberler bile korkmuş ve sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) şöyle dua etmiştir: ‘Ey! Kalpleri halden hale çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!’

Dinimizden ne kadar uzaklaştığımızın resmi; merkezden çevreye doğru dalgalanması gereken nuru, merkeze hapsedip şahsileştirmiş olmamızdır. Müslümanlık birbirleri için yaşayanların dinidir; bu hal dalga dalga genişleyerek tüm toplumu ve İslam toplumlarını kuşatır.

Halbuki günümüz Müslümanlarını, fert ve cemiyet bazında değil birbirleri için yaşamak ve yaşatmak; birbirlerinin kemiklerine musallat olan ve bu uğurda birbirlerini boğazlayanlar olarak görüyoruz.

İşin vahametine bakın ki; yapılmakta olan tüm bu canilikler ve vahşetler, sözde İslamiyet adına yapılıyor ve bir Müslüman diğer bir Müslümanı ‘Allahü ekber’ diyerek öldürüyor!

Tevhid (Birlik) sancağını tuttuğunu iddia eden; enva-i çeşit terör örgütleri şeytan sürüleri halinde İslam beldelerinde terör estirmekte; masum ve mağdurların ahı Arş’ı titretmektedir.

İslamiyet, sözden ziyade yaşamak dinidir; sen dinini öylesine içten ve samimi yaşayacaksın ki, sana ölü gelenler dirilecek! Senin yaşantına bakıldığında; imrenilecek halde değilsen; imanını gözden geçirmen gerekir.

Birbirlerinin kanlarında boğulan günümüz Müslümanları, kötü örnekte emsalsiz olup; tebliğ yerine, insanları Müslümanlıktan soğutma ve ondan nefret ettirmek için yarışıyorlar.

Sahi, biz Müslümanlar bayramı ne kadar hak ediyoruz?!

***

Sevgili Vatan gazetesi okuyucuları; dört ayı aşkın bir zaman diliminde sizlerle birlikte oldum. Bundan böyle; aynı gruba ait, kardeş gazete Milliyet’te yazılarıma devam edeceğim. Sürçü lisan ettiysek af ola diyerek, sağlıcakla kalmanızı diliyorum.

Ayrıca; Demirören ailesine gösterdikleri yakın ilgi ve tensiplerinden dolayı; İcra Kurulu Başkanı sevgili kardeşim Mehmet Soysal’a ve Vatan gazetesi çalışanlarına (Genel Yayın Yönetmeninden matbaadaki işçi kardeşime kadar) en kalbi şükranlarımı sunuyorum.

Allah’a ısmarladık!

Yazının devamı...

Medyanın gücü

Medya, demokrasilerde dördüncü erk (güç) olarak bilinir; bizde ise, bizzat medyayı kurup yönetenlerin de belirttiği gibi birinci ve en önemli güçtür. Bu iddia sahiplerine göre; diğer erkleri de yönlendiren güç, medyadır.

Böyle olunca da, medya; başta siyaset kurumları olmak üzere, diğer tüm erklerin korkulu rüyası haline geliveriyor. Halkın moralinin yüksek tutulması veya bozulması, esin kaynağı olan medyanın elindedir. Bundan dolayıdır ki, medya, psikolojik savaşların birinci aracıdır.

Bu denli mühim bir olgunun, sorumluluğunun da aynı ölçüde büyük olması gerekir.

Gazetecilik mesleğinin her kademesinde yıllarını vermiş birsi olarak; bendeniz medyayı, mermisi namluya sürülmüş silah gibi görürüm. İnsanı katil de yapar kahraman da...

Pazar günü, Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Huber Köşkü’nde iftardaydık. Medyamızın seçkin simaları da oradaydı.

Cumhurbaşkanı yaptığı konuşmada bazı tespitler yaptı; belli ki, her iktidar gibi o da medyadan yana dertli idi. Nasıl olmasın ki; Başbakan Süleyman Demirel’i hırsız, hanımefendisini ayakkabıcısıyla fahişelik yaptıran bu medya değil miydi? Ülkenin başbakanı Özal’a sürmanşetten hakaretler yağdırıp, tehdit eden ve; sen yolcusun biz hancıyız diyen bu medya değil miydi?

Bütün sağ iktidarları (Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Erdoğan) dincilikle (ne demekse) suçlayıp; olmayan ipliklerini pazarlarda teşhire yeltenen ve bu şekilde pazarlayan bu medya değil midir? Bu medyanın yazıp çizdikleriyle partiler kapatıldı, hükümetler düşürüldü, bakan ve başbakanlar darağaçlarına gönderildi.

Cumhurbaşkanı, konuşmasında şunların altını çizdi: ‘...Haber peşine koşmakla ihanetin peşinde koşmak farklıdır. Terör örgütü ile paralel hareket edip hukuku çiğneyerek devlet sırlarını ele geçirmek ve bunları eğip bükerek ifşa etmek kimsenin haddine değildir...

... 15 temmuz hainleri ile daha çok mücadelemiz var; virüs bütün bünyeyi sarmış durumda!

Bizim de yanlışımız, eksiğimiz olabilir; ama fark eder etmez üzerlerine üzerlerine gidiyoruz!

... Senelerce haber yerine dezenformasyonla karşı karşıya kaldık. Medya, halk adına bir kuvvet olmaktan ziyade, kendisini yargının, siyasetin yerine koymuştur!

Medya kendi ideolojisini dayatmıştır!

... Çoğulcu medyaya sahibiz. Hiç kimse milli iradeyi yok sayamaz! Nasıl ki siyasetçiler hukukun içinde hareket etmek zorunda iseler, medya da aynı şekilde...

Özgürlük sınırsız değildir. Hapisteki gazetecileri dillerine doluyorlar. Mesleğini gazeteci olarak yapan, içerideki 177 kişiden yalnızca ikisi sarı basın kartı sahibidir. Bunlardan birisi cinayetten, diğeri terör örgütü mensubu olmaktan tutukludur...’

Bizler medya mensupları olarak; iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım! Hepsinden önemlisi insaflı olalım. Zira ülkemizin hangi badirelerden geçmekte olduğunu, etrafımızdaki ateş çemberini ve ülkemize oynanmak istenen oyunları en iyi biz biliyor ve görüyoruz. Zira Cumhurbaşkanı; ‘virüs (FETÖ) BÜTÜN BÜNYEYİ SARMIŞ DURUMDA!’ derken; biraz durup düşünelim ve buna göre davranalım.

Bu mesele Sayın Erdoğan’ın yanında veya karşısında olmak meselesi değildir; ülkenin ve milletin yanında veya karşısında olmak meselesidir. Sayın Erdoğan bugün var, yarın yok.

Ama bu vatan ve bu millet hep var olacak; olmak zorunda!

Unutmayalım ki; vatanın ve milletin kaderi bizim de kaderimizdir!

Yazının devamı...

Kadir Gecesi

Sevgili okuyucularımın mübarek Kadir Gecelerini tebrik ediyor ve bağışlanmamız için vesile olmasını diliyorum.

Aşağıdaki değerlendirmeler evliyanın kutuplarından İbn-i Arabi hazretlerinin Fütuhat-ı Mekkiyye eserinin 5. Cildinden alınmıştır:

‘...Bilmelisin ki, insan, Kadir Gecesi’ne tesadüf ederse, bu, Allahü tealanın kendisine ihsanda bulunduğu bin aydan daha hayırlıdır.

... Allahü teala Kadir Gecesi’nin bin aya bedel olabileceğini söylememiş, her hangi bir vakit belirtmeksizin bin aydan daha üstün saymıştır. Bu geceye ulaşan kul, bin seneden fazla (ama) belirsiz bir sürede ihlaslı bir halde Rabbine itaat etmiş gibidir. Başka bir örnek ise, doğal ömrü aşarak, ölümü zorunlu olsa bile bilinmeyen bir ömre ulaşan kimseye benzer. Fakat bu ölümün doğal ömrü aştıktan sonra tek bir nefesle mi, ya da binlerce yıl sonra mı gerçekleşeceği bilinemez. Sınırlı sayılmadığından Kadir Gecesi’nin durumu da böyledir.

... Peygamber (aliyhisselam) bize ‘Kadir Gecesi’ni arayın’ diye emretti. Bunun amacı, yolculuktan gelen kişi gibi Kadir Gecesi’ni beklememizdir. Yolcu yolculuktan dönerken hali vakti yerindeyse- kendisini karşılayan ailesine hediye getirmelidir. İnsanlar onu karşılayıp bir araya geldiklerinde, onlar için hazırladığı hediyeleri verir, çünkü bunlar, onların hakkındaki kaderlerdir. Bu sebeple onlar sevinir. Bir kısmının hediyesi Rabbine kavuşmak, bir kısmının hediyesi ilahi yardım ve korunmadır. Herkes, takdir edenin vermeyi ve ihsan etmeyi dilediği şeye göre hediyesini alır.

... Allahü teala Peygamberine şöyle hitap eder: ‘Senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetsin diye...’ Müslim ve Nesai, Ebu Hureyre’den Peygamberin (aleyhisselam) şöyle dediğini aktarır: ‘Kim Kadir Gecesi’ni ayakta geçirirse...’ (Geceyi ayakta geçirmek, namaz kılmak demektir. Dini terminolojide geceyi ayakta geçirmenin bilinen anlamı budur.) Müslim’de şu ifade vardır: ‘İman ederek ve Allahü tealadan umarak kim o geceye ulaşırsa..’ ‘Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.’ Şöyle der: ‘Onun günahı, mahcup olmayacak şekilde örtülür.

...Güvenilir bir rivayette: ‘Kul bir günah işleyip bu günahı bağışlayacak ve onu cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildiğinde, Allahü teala üçüncüde şöyle der: ‘Dilediğini yap, seni bağışladım.’

...Sevgili peygamberimiz (aleyhisselam) şöyle buyurur: ‘Onun iyiliğinden mahrum olan kişi, mahrum kalmıştır.’ Engellemenin kalkmasından daha büyük hayır olabilir mi? İşte bu, dünyadaki Cennettir.

...Kul, her ne vakit kulluğuyla özdeşleşmek isterse, kendi değeri küçülür ve en sonunda kendisini aslı olan yokluğa katar. Bundan daha değersiz bir şey de yoktur. O halde, yaratılmışın nefsinden değersiz bir şey yoktur.

Bu gece, aynı zamanda ‘Kadir Gecesi’ diye isimlendirildi. Bunun amacı, huzur sahiplerinin o gecede kendi değerlerini, başka bir ifadeyle değersizliklerini öğrenmelerini sağlamaktır. Varlıkların en yoksulu, bir muhtaca muhtaç olan kimsedir. Öyleyse insandan yoksulu yoktur, çünkü Allahü tealayı ondan daha iyi bilen yoktur(yoksunluk ve izzet çelişkisi). Bu bilginin nedeni ise insanın toplayıcılığı, aklı ve kendini bilmesidir.’

Kendini bilen de Rabbini bilip, mutluluğa ermiştir. Ne mutlu onlara!

Yazının devamı...

CHP’nin derdi!

Alt mahkeme CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nu 25 yıl hapis cezasına çarptırınca, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’lilerde şafak attı! Halbuki daha hukuk yolları tükenmedi; yani ortada kesinleşmiş bir karar yok.

Kılıçdaroğlu’nun bu denli acullüğü ve partili yandaşlarıyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a yürüyüş başlatmasının arkasında başka sebepler olsa gerektir!

Ve maalesef bizim arkadaşımız ve meslektaşımız olan Enis Berberoğlu, bizzat kendi partisi CHP tarafından ketenpereye getirildi. Seneler senesi Türkiye’de milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılmamasını gerektiğini yazıp çiziyoruz. Ama bir kısım aklı evvel CHP’liler ise; milletvekilleri dönem sonunda yargılanmayacakmış gibi bir hava estirerek; dokunulmazlıkların kaldırılmasını adeta dillerine pelesenk ettiler.

Kendilerini sütten çıkmış ak kaşık addedip; on parmaklarında on kara, muhataplarını devamlı suçlayıp mahkemelere göndermek istediler.

Gönderdiniz ne oldu?

Daha durum bakalım; sırada, mahkemelerde 30 dosyası olan Kılıçdaroğlu var! Ayrıca, Berberoğlu’na bu kaseti kimin verdiği konusu var! Öyle ya; gökten gelmedi ki bu kaset!..

Her zaman söylüyoruz; Türkiye’nin asıl eksiği muhalefettir; adam gibi muhalefet olmayışıdır. Anamuhalefet olacak partinin şaşkınlığına bakın ki, aldığı kararlarla kendi ayaklarına sıkıyor.

Bir taraftan ülkede hukuk yok diyeceksin; hukukun siyasallaştığından dem vuracaksın; öbür taraftan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına evet deyip; kendini ve arkadaşlarını, beğenmediğin, yerden yere vurduğun hukuka teslim edeceksin!

Bizzat kendi arkadaşların bile bu işin tehlikesini o kadar söylemelerine rağmen, laf anlatamadılar. CHP’li 20 milletvekili mahut değişikliğe evet demeseydi bu hal başınıza gelmeyecekti!

Yanlış anlaşılmasın; biz suçlu olan kimsenin yargılanmamasını gerektiğini söylemiyoruz. Kanun gayet açık; Ağır Ceza Mahkemesinin görevine giren suçlarda suçüstü hali dokunulmazlık kapsamı dışındadır. Diğer suçlarda ise yargılama dönem sonunda olmaktadır.

Kılıçdaroğlu ve yandaşlarının bu yürüyüşü bile, dokunulmazlıkların kaldırılması teklifine evet demelerine aykırıdır. O gün evet demişsen; bugünkü sonuçlarına katlanacaksın ve suçu başkasında değil kendinde arayacaksın!

Ne demişler; kendi düşen ağlamaz!

Enis’i ve eşi Oya hanımefendiyi tanıyoruz; FETÖ’cü değiller. Birçok gazeteci gibi o da Pensilvanya’ya gitti ve mahut şeytanla fotoğrafları var ama bu, meslektaş zorlaması ile gerçekleşen ve o gün için revaçta olan bir halin yansımasıdır.

Zaten o günlerde Pensilvanya’ya götürülemeyen üst düzey gazeteci sayısı, bir elin parmaklarını geçmez! Herkes gibi bize de teklif edildi; biz gitmediğimiz gibi; böyle bir teklife muhatap olan Mehmet Soysal arkadaşımız onları azarladı ve kendileri ile kavga etti.

Ama şeytanın taifesi boş durmadı ve gözlerine kestirdiklerini bir şekilde şeytanla irtibatlı kıldılar. Örneğin Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Pensilvanya’daki şeytanın yanından telefonla sizi arıyor ve, ‘hocaefendiler rahatsız malum aliniz, bir geçmiş olsun demek ister misiniz’ diyerek telefonu şeytanın eline tutuşturuyor. Ne yapabilirsiniz; insansanız, geçmiş olsun dileklerinizi iletmeyecek misiniz?

Bu, sonradan ne oluyor biliyor musunuz? Falan gazeteci F. Gülen’i arayarak geçmiş olsun dileklerini ve bağlılıklarını bildirdi! oluyor! Böylesi onlarca gazeteci ve iş adamı var.

Görülmekte olan ceza davasının değerlendirilmesini ayrı tutarak; belli ki, Enis Berberoğlu da, bizzat kendi partisi tarafından tuzağa düşürülmüş onlarca gazeteciden birisidir. Kendisine ve Oya hanımefendiye geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

Ne diyelim; Allah (c.c.) kurtarsın!

Yazının devamı...

Hükmü galip olan belirler

Dünya kuruldu kurulalı değişmeyen ve kıyamete kadar da değişmeyecek bir kaide vardır; hükmü galip olan belirler. Savaşların sonlarında yapılan antlaşmalara bakın; galip gelen taraf kurallarını dayatır ve kabul ettirir.

Vaktiyle gazeteler Bab-ı ali’de iken; biz gazetecilerin dillerimize pelesenk ettiğimiz (etmek zorunda olduğumuz) bir deyişimiz vardı ve bu, patron ile çalışanların hak ve yükümlülüklerini içeriyordu. Birinci madde: Patron her zaman haklıdır. Diğer maddelerden birsi ise şöyleydi; Patronun en haksız olduğu yerde birinci madde geçerlidir!

Dünya da böyledir; onun da bir veya birkaç patronu vardır ve böylece dünya 5’ten büyük olmaz, olamaz!

Ta ki, o patronu veya patronları sigaya çekecek bir Molla Kasım gelinceye kadar... Molla Kasım olup hesaba çekebilmenin de olmazsa olmazı; Molla Kasım’ın bir gücün veya güçlünün tezahürü olmasıdır. Yani iş, dönüp dolaşıp; her hal ve şartta güce, güçlü olmaya dayanıyor.

Hele bu netameli coğrafyada güçlü değilseniz; onun-bunun oyuncağı olursunuz ve ülkeniz, önüne gelenin yolgeçen hanı olur!

Dünyanın süper gücü olan şu ABD’nin haline bakın; hiçbir zaman suçlu ve haksız olduğunu gördünüz mü?! El- Kaide’yi kurarken de haklı; tu-kaka edip terör örgütü ilan ederken de... Halbuki kuruluşunda ‘mücahit’ addedilmişti.

Aynı ABD, Obama döneminde İran’ı parlatıp; Şii yayılmacılığının önünü açarken iyiydi; hemen akabindeki Trump döneminde ise, İran bir anda terör devleti oluverdi!

Tıpkı bir gecede Katar’ın terör destekçisi devlet ilan edilmesi gibi...

Yine aynı ABD, dün Suudi Arabistan’ı terörü destekleyen ülke olarak suçlayıp tazminatlara boğarken; bugün, süttün çıkmış ak kaşık olarak teröre karşı ülkeler(!) birlikteliğine dahil edebiliyor.

İsrail ,orada seneler senesi çocukları ve sivilleri katlederek devlet terörü işliyor; görmezlikten geliniyor. İsrail aleyhinde alınan onca BM kararı ya VETO ediliyor veya sümen altı ediliyor. İsrail’in arkasında ABD olduğundan; zenginin hırsızlığı, şaka ya da en ağırından yaramazlık olarak görülürken, simit çalan fakirin eli kesiliyor!

15 Temmuz aşağılık darbesini, milyarlarca dolar vererek destekleyen Birleşik Arap Emirlikleri; yalnızca ABD’nin güdümünde olduğundan, değil teröre destek veren ülke, bilakis terörün karşısında (!) kümelenen ülkeler arasında yer alabiliyor.

Dikkat edilirse süper güçlerin karşısında ülkelerin hiçbirisi avara kasnak konumunda değildir; hepsi kullanılmaya elverişlidir ve nerede ve nasıl kullanılacaklarına karar veren merci, onların renklerini belirler! Dün ak dediği bugün karadır; yarın bunun tam tersidir; hiç önemli değildir. Çünkü; Süleyman Demirel’in tabiriyle: kimse onları, ‘dünün çamaşırlarını bu günün güneşiyle kurutmaya’ zorlayamaz! Yani yaptıkları, hep yanlarında kar olarak kalmıştır. Dedik ya, patronun en haksız olduğu yerde birinci kural geçerlidir!

Bütün mesele algıdır; onu da, eksik olmasınlar bizim meslektaşlarımız, tereyağından kıl çeker gibi yerine getiriyorlar! Biraz masraflı oluyor ama olacak o kadar!

Kaz gelecek yerden, tavuk niye esirgesin ki?!

Yazının devamı...

Vekalet savaşları

Köroğlu’na mal edilen; ‘delikli demir çıktı, mertlik bozuldu!’ sözü geçerliliğini her geçen gün arttırıyor.

Bu denli sakil halin daniskasını; Sayın Cumhurbaşkanımızın her daim işaret ettiği; ‘dünya 5’ten büyüktür!’ şeklindeki dosdoğru tespitinin karşılık bulmamasında görmekteyiz.

Nasıl karşılık bulsun ki; yaşamakta olduğumuz dünyada, alan da veren de razı durumda! Alanın emperyal güçler olduğunu ve aldıklarının keyfini sürdüğünü anlıyoruz da; verene ne oluyor derseniz?..

Verenler de emperyalistlerin genel valileri konumunda olduğu ve efendileri tarafından o makamlara, kör nefislerini tatmin uğruna oturtulduğu için; alma-verme işlemi emme-basma tulumba gibi çalıştırılıyor. Ülkeler, koltuk sevdalısı bir avuç insanın keyfi için peşkeş çekiliyor; buralardaki despot yönetimler ve insan hakları ihlalleri kimseyi rahatsız etmiyor!

Bir İngiliz’in mahut genel valilere söylediği gibi: ‘halklarınız sizin elinizde esir ama siz de bizim elimizde esirlersiniz; unutmayın!’

Haini bol, dünyanın bu en eski coğrafyasında; ne Afganistan’daki Topal Molla’lar, ne Irak’taki Kestizani Mollaları ve DEAŞ’ın Bağdadileri, ne Türkiye’deki F.Gülen ve Abdullah Öcalan hainleri ve daha niceleri biter.

Orta-Doğu coğrafyasını, Osmanlı’dan sonra; her köşede bir çıbanbaşı bırakmak ve günü geldiğinde fitne çıkarmak için İngilizler dizayn etti.

İki ana hedeften bir tanesi, İsrail’in güvenliğini sağlamak; onun için tehdit unsuru olabilecekleri önlemek ve bölgenin kaynaklarına ulaşmak…

İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra, bölgeye ABD dadandı. ABD bunu İngilizler gibi sinsice yapmadı; Amerikanvari yani, yankimetotlarıyla yaptı; üstelik İngiltere’yi de yedeğine aldı.

Böylece İsrail, çelikten şemsiyeye kavuştu; o da bu denli güvenle; Arz-ı mev’ud’a (Fırat’tan Nil arası) yelken açmanın hesaplarına girişti.

Arap Baharı olarak başlatılan sözde demokrasi arayışları fiyasko ile bitti. Hedef, taşları yerinden oynatmak ve bölge ülkelerini hem içeriden ve hem de dışarıdan savaşlara sokmaktı.

Bunun için de; tarih boyu geçer akçe olan din (mezhep) ve etnisite (ırkçılık) maden gibi işletildi. Onlar da biliyor ki; bu iki maden ocağının her daim müşterisi vardır ve mebzul (bol) miktardadır.

Vaktiyle cetvelle sınırlarını çizdikleri sun’i devletçikleri, bu denli iç ve dış savaşlarla parçalamak ve küçük dilemler halinde İsrail’in önüne sürmek istiyorlar. Böylece bir taşla kaç kuş vurmuş oluyorlar?

Belli ki şeytan, bu emperyalist güçlerin eline su dökemez. Zira öylesine kirli savaşlar icra ediliyor ki; karşılıklı olarak milyarlarca dolarlık silah satarak Müslümanı Müslümana kırdırdıkları yetmiyor; üstüne üstlük bir de savaş tazminatı adı altında kendileri haraca bağlanıyor!

Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

‘Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa;

Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!..’ (N.Fazıl)

Yazının devamı...

Tarih tekerrürden ibaret!

Eskilerin tabiri ile şuurlu insan ve cemiyet vardı; yeni tabirle bilinçli birey ve toplum... Bu, öyle kolay elde edilen bir şey değildir; emek ister, eğitim ister, zaman ister.

Cereyan eden olay ve hadiselerin ibretlik yansımaları ancak eğitilmiş toplumlarda görülebilir. Bilinçsiz toplumu, yılan, aynı delikten yüz kere de ısırır, bin kere de!..

Avrupa mezhep savaşlarını, en son 17. Yüzyılda; otuz yıl boyunca (Otuz Yıl Savaşları) yaptı ve akıtılan onca kan ve gözyaşının, sönen onca ocakların, yakılıp yıkılan onca şehirlerin sonunda; bu yüzden savaşmamayı öğrendi.

Kimse mezhebinden vazgeçmedi; karşısındakine düşmanlığı varsa bile, onu içinde sakladı ve dışa vurup eyleme dökmedi. Yakmayla, yıkmayla, öldürmeyle mezheplerinin dayatılamayacağını gördüler ve ibret aldılar.

Bilinçsiz toplumlarda ise, aynı durum (çatışma-yıkım, kan ve gözyaşı), düşmanlıkların biteviye sürmesine sebep oldu ve olmaya devam ediyor. Yani hiçbir zaman ibret alınmıyor.

Yüz yıl öncesinin oyunları aynen sahneleniyor; dekor aynı, sahne aynı, senaryo aynı; yalnız oyuncular farklı.

Daha dün, sahnelenen Irak’ın yerine bugün İran konuluyor. Efendim; İran, Irak’a benzemez; tarihin derinliklerinden gelen bir devlet gelenekleri var; aynı coğrafyayı yüz yıllar boyu sahiplenip korudular. Osmanlı bile en güçlü zamanında onlarla baş edememiş…

İbret alamadıktan ve hepsinden önemlisi kullanışlı olduktan sonra; bütün bunların hiçbir değeri yoktur. Böylesi bir durum, yani güçlü ve tecrübeli olmak; daha fazla kan ve bir o kadar da yıkım demek! Nitekim Irak’la sekiz yıl boyunca nasıl manasız bir savaşı yaptığını gördük.

ABD dün Irak’ı kullandı; silahlandırdı ve komşularına saldırttı. Sonunda gelip Irak’ı işgal etti. Irak, ne kendisinin savaştırıldığı ve sekiz yıl süren İran-Irak savaşından ve ne de Afganistan işgallerinden ibret aldı. Kendisine verilen role bodoslamasına daldı ve ülkeleri bu günkü gibi tanınamaz hale geldi.

Paramparça edilmekte olan ülkenin kaynakları, başta ABD olma üzere Batılı devletlere akıyor!

Obama döneminde ABD, aynı oyunu bu kez İran’a oynadı; onun Şii yayılmacılığına göz yumdu; o da aklı sıra Şii hilalini gerçekleştirmek hayaline kapıldı. Aynı hayalle Körfez boyunca yayılmayla yetinmeyip, Yemen’deki mezhep savaşını körükledi.

ABD’nin yeni yönetimi ise, her zamanki gibi; tavşana kaç tazıya tut diyerek, Suud’un yanında durdu ve İran’ı hedef aldı. O Suud ki, daha dün kendisine biçilen İkiz Kulelerin faturasını unutarak, ABD ile aynı büyücü küresinin etrafında buluştu. Kral ve avaneleri el ele tutuşarak, Trump’la kılıç dansı yaptı!

Yanlarına Mısır’ın kullanışlı liderini de alarak, sözde Sunni bir blokla karşıt cephe oluşturdular.

Yalnızca Müslüman kanı akıtmaya ve İslam beldelerini yakıp yıkmaya yönelik envanteri çıkarıp; yüz milyarları bulan silah anlaşmalarını imzaladılar!

Katar, tasarlanan mezhep savaşlarının yalnızca çerezinden ve bir çıbanbaşından ibaret.

Ah! İslam Alemi! Vah İslam Alemi! Sen ne büyük günah işedin ve işlemeye devam ediyorsun ki; bedel ödedikçe faturan kabarıyor?!

Yazının devamı...

Yangını ABD körüklüyor

Dünya, Obama’nın gidişini dört gözle beklerken; yerine gelen Trump’ın da ona paralel ve hatta ondan çok daha hızlı bir şekilde yangını körüklediğini görmenin şokunu yaşıyor. Evet; bütün nizamların altüst olduğu Birinci Dünya savaşını, ikincisi de bitiremedi. Çünkü pasta büyüktü ama kapanın elinde kalmıştı! Sahiplenmenin yegane ölçüsü aslan payı olduğu müddetçe; güç dengeleri değiştikçe mahut kapma, daha açık ifadesiyle aşırma yarışının süreceği aşikardır.

Cetvelle ve suni olarak çizilen Orta-Doğu haritaları, raflardan indirilmiş olup; onlara son şeklini vermenin kahpece oyunları oynanıyor.

Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde, yanlarına Mısır’ı da alarak; tasarlanan yeni Orta-Doğu haritaları için düğmeye basıldı. Büyücü küresinin başında İsrail fiilen yoktu ama ruhen oradaydı; zira alınan her karar, İsrail’in güvenliği ve yayılmacılığına matftu.

Bölgenin yumuşak karnı olan mezhepçilik (Sunni-Şii), seneler senesi maden gibi işletilip kıvama getirilmişti. Bu denli tehlikeli gidişin de başını İran ile Suudi Arabistan ve bunların destekçileri olan bir kısım yandaş ülkelerle, bölgede cirit attırılan terör örgütleri çekmekteydi.

Hemen hepsinin ellerinde ABD menşeli silahlar vardı; ABD bir yandan mahut silahlarını Müslümanlar üzerinde denerken, bir yandan da milyar dolarları tahsil etmenin keyfini sürüyordu.

Dünün Saddam’ın Irak’ı yerine bugün Katar öne sürülüp tu-kaka edildi.

Hemen akabinde İran’ın sinir uçlarıyla oynandı; canlı bombaların hedef aldığı İran Meclisi ve Humeyni’nin mezarına saldırı düzenlendi. Eylemleri gerçekleştiren saldırganlar peş peşe intihar etti.

Mezhep temelli bu savaşın kazanı ve kaybedeni daha başından bellidir. Konuya muhatap İslam ülkeleri akıllarını başlarına devşirmez ve bu fitili ateşlerlerse, tüm bölgenin yangın yerine çevrilmesi an meselesidir.

Bunca acı tecrübelerden sonra da ibret alınmayıp bu oyuna gelinirse; yerlerinden oynayan taşların nerede duracağı belli olmaz.

Suriye ve Irak savaşlarıyla zaten istikrarsız olan bölgenin, şuursuz bir hareketle, bir anda alev topuna dönmesi işten bile değildir.

Akıl, şuur ve İz’an gibi değerlerin çoktan yırtıcı hayvanların inlerine çekildiği bölge, terör örgütlerinin cirit attığı bir alan olup; her an ve her türlü tehdide ve tehlikeye açıktır.

Üst akıl ve yandaşları yangına körükle giderken; yine iş, bölgenin en büyük ve en istikrarlı ülkesi olan Türkiye’ye düşüyor. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan; Katar’la ilgili açıklamanın ardından, bir kısım ülke liderleriyle telefon görüşmeleri yaptı ve itidal çağrısında bulundu.

Ama hemen akabinde İran’ı karıştırmak ve oyuna çekebilmek için bir dizi terör eylemine giriştiler. Belli ki, hedefe alınan İran’da terör eylemleri devam edecek.

İran, tarihi geçmişi olan ve devlet geleneği bulunan büyük bir ülkedir. Kendisinden, bu büyüklüğüne göre hareket etmesi ve provokasyonlara kapılmadan, teenni ile hareket etmesi beklenir. Şuursuzca hareket edip, 80’li yıllardaki aymazlığa düşerse; parçalanması mukadder olan Suriye ve Irak’ın yanında yer alır.İran’ın Suudi Arabistan’ı tefe koyup intikamı dillendirmesi, tehlike çanlarının ilk yankılarıdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.