Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Sattı’ sözü antipatik hisse ihraç ediyorum

Sadece 2017 yılında yabancı gruplara 1.2 milyar dolarlık hisse devri gerçekleştiren Akfen Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın, “Ben hisse satışı yapmıyorum, ‘hisse ihracı’ yapıyorum. ‘Hisse satışı’ denilince buna alınıyorum. Jargon değişmeli” dedi

Yabancıya gayrimenkul satışının döviz kazandırıcı ihracat işlemi olup olmadığı ile ilgili tartışma devam ederken, Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın yeni bir tartışmanın kıvılcımını çaktı.

Son 7 yıl içinde her yıl ortalama 400 milyon dolarlık hisse devri gerçekleştirerek Türkiye’ye çok önemli yabancı kaynak girişi sağlayan Hamdi Akın, bunun en kıymetli ihracat kalemlerinden biri olduğunu belirtti.

Son olarak Mersin Limanı’ndaki yüzde 40’lık hissesini Avustralyalı altyapı fonu IFM Investors’a devrederek dikkatleri üzerine çeken Hamdi Akın, “Sadece 2017 yılında yabancıya yaptığımız hisse ihracının toplamı 1.2 milyar doları geçti. Bunların tamamını yurt dışı şirketlere yaptık. Aslında ihraç yoluyla hisse satışı yaptık” dedi.

“Hissesini sattı gitti” şeklinde çıkan haberlere ve yorumlara üzüldüğünü belirten Hamdi Akın, aslında kendisinin en önemli ihracatçılardan biri olduğunu, kağıt ihraç ettiğini belirtti. Önceki gün Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ile Ankara’da buluştuğunu ve bu terminoloji değişikliğini bakana da ilettiğini kaydeden Akın, şöyle konuştu:

“Şirket satma sözünü antipatik buluyorum. Biz şirket satmıyoruz, hisse senedi ihracı gerçekleştiriyoruz. Akfen Holding olarak son 7 yılda da 2.8 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdim. Ancak bu bizim lügatımıza girmediği için bunu bir türlü böyle anlatamadık. Ben kendi şirketimde ‘hisse satışı’ ifadesini yasakladım. Biz artık ‘hisse ihracı’ diyoruz. Bunun Türkiye’de böyle anlaşılması lazım. Otomotiv satışı olduğunda, Amerika’ya televizyon gittiğinde ‘İhraç ettik’ diyoruz. Bu daha sempatik oluyor. Oysa ben yabancıya hisse sattığımda hiç ‘Hisse ihraç etti’ denmiyor. Ben buna alınıyorum. Bu ihracatın da çok kıymetli olduğunu anlamamız lazım.”

Yabancıya satışı teşvik de eder

Yazının devamı...

Otopark mı? mecburi mi? Hadi inşallah

İstanbul’da, yollarda çekilen trafik eziyetinin baş sorumlularından birinin sağa sola rastgele, sorumsuzca parkedilmiş araçlar olduğu gerçeğini herkes kabul eder sanırım. Günde ortalama 1.100 aracın trafiğe çıktığı İstanbul gibi büyük bir metropolde otopark bulmak büyük çile.

İmar Kanunu’na göre her binanın bir otoparkının olması gerekiyor ama yok.

Mevcut düzenleme, bu konuda belediyelere bir açık kapı bırakmış ve belediyeler de sağolsun bu kıyağı atlamayıp bir rant kapısına çevirmiş durumda.

Düzenleme, imar parsellerinin otopark yapımına hangi hallerde imkan vermeyeceğini net bir şekilde tarif ettiği halde, inşaat yapanlar Belediye’ye belli bir bedel ödeyerek her istedikleri yerde otoparksız bina dikebildiler...

Öyle ya...

Şimdi kim uğraşacak otoparkla. Orayı bodrum daire yap, dükkan yap, sat ki daha çok kazanasın.

Veriyorsun belediyeye kazandığın daire dükkan bedelinden çok daha küçük bir bedel, otopark zorunluluğundan sıyrılıyorsun.

Peki belediye o parayı niye alıyor?

Kanun diyor ki “İmar planları hazırlanırken parselinde otopark tesisi mümkün olmayan yerlerde otopark ihtiyacının karşılanması amacıyla bölge ve genel otopark yerleri belirlenir ve belediye tarafından yapılır”

Belediye otoparksız bina iznini verdi. Otopark bedelini aldı.

Peki otoparkı yaptı mı?

Tabii ki hayır.

Onun yerine ne yaptı?

Aldı eline bir fırça ve sarı boya...

Her yeri İspark ilan etti.

Hem otoparkın yapılmamasına göz yumup bedelini alıyorsun. Otoparkı da yapmıyorsun. Yaptığın otoparkları ücretlendiriyorsun. Hatta her caddeyi sokağı otopark haline getiriyorsun.

Katmerli kazanç.

Anladığım kadarıyla yeni düzenlemede belediyeler artık eskisi gibi keyfi davranamayacak. Mevzuatın tarif etmediği binaların sahipleri, “Parasıyla değil mi?” diyerek otopark mecburiyetinden kaçamayacaklar.

Umarım bu kez düzenleme sağından solundan esnetilmez.

Zararın neresinden dönülse kârdır. Kentsel dönüşüm projelerinin daha da hız kazanacağını düşünürsek, eğer kararlı bir şekilde mevzuatın arkasında durulursa, her evin bir otoparkı olur, caddeler de biraz nefes alır.

Yazının devamı...

Arı Bisküvi’nin suçu ne?

İstanbul Sanayi Odası geleneksel olarak yıllardır İSO 500 listesi yayınlar. Türkiye sanayi sektörünün gelişimini görmek ve okumak açısından en kapsamlı veri setidir.

Bu listenin açıklanmasından yaklaşık 1 ay sonra da ikinci 500 listesi açıklanır.

Yılların ekonomi gazetecisi olarak bu ikinci 500 ile ilgili yapılan haberlerde “Listenin şampiyonu X şirketi oldu. En büyük X şirketi” gibi ifadeler beni hep gülümsetmiştir. Ve de hep düşündürmüştür.

“İlk 500 listesinde yer alan 500’üncü şirketin günahı ne” dedirtmiştir.

Gazetelerde sayfaların yer durumuna göre ilk 50, bazen ilk 100’e giren şirketlerin listesi yayınlanır. Bazı gazeteler ilk 25’i vermekle yetinir.

Yani diyeceğim o ki kimse listenin sonuna yani 498’inci hangi şirketmiş, 499’uncu neredenmiş diye bakmaz. En talihsizi de bana göre ilk 500 listesinin son sırasında yani 500’üncü sırada olan şirkettir.

Düşünsenize 500’üncü değil de 501’inci olsa ikinci 500 listesinin şampiyonu olacakken, ilk listede yer almanın ezikliği ile son sırada görünüyor.

Bu seneki ilk 500 listesini elime aldım. 498’inci sırada Torunlar Gıda, 499’uncu sırada Sıddık Kardeşler Haddehanecilik ve 500’üncü yani en dipte de Karamanlı Arı Bisküvi var.

Kimse Arı Bisküvi’nin adını duydu mu?

Duymadı.

Ancak bugün tüm gazetelerde Modavizyon Tekstil’in adını okuyacağız.

Çünkü bu şirket 501’inci olarak ikinci 500 listesinin başköşesine kuruldu.

İnternet sitelerine düşen haberlerde de ifadeler öyle zaten.

“Modavizyon şampiyonluk ipini göğüsledi” deniyordu. Oysa 1.000 listesi yapılsa 501’inci...

Okuyunca sizlere saçma gelebilir ancak ben yıllardır bu duruma kafayı takmış durumdayım.

Dolayısıyla da İSO’nun ikinci 500 listesini biraz talihsiz ve haksız buluyorum. İkinci 500 listesi de zaten ilk 500 ile birlikte hazır oluyor. Kimbilir belki de gelenek değişmeli ve ikinci 500 de ilk 500 ile birlikte açıklanmalı. Böylece 500’üncü sırada yer alan şirkete de ayıp etmemiş olalım.

En nihayetinde 500, 501’den önce geliyor ve yarattığı ekonomi daha büyük.

Yazının devamı...

Sular çok ısınacak

Enerji Bakanı Albayrak, “Barbaros Hayreddin Paşa’nın yeni rotası Güzelyurt” dedikten sonra gözler Kıbrıs’a çevrildi. Güzelyurt gaz arama sahası, Rum Kesimi’nin kontrolündeki adanın güneydoğu açıklarında yer alıyor. Buradaki sismik çalışmalara Türk donanması eşlik edecek

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ile önceki gün bir kahvaltıda bir araya gelmiş, 22. Petrol Kongresi değerlendirmesi yapacakken, haliyle güncel konulara da girmiştik.

Bakan Albayrak, “Rum tarafı İsviçre’de oldukça uzlaşmaz bir tutum sergiledi. İsrail bulduğu gazı Avrupa’ya taşımak için en fizıbl yol olarak Türkiye’yi görüp, anlaşma zemini ararken, Rumlar’ın bu katı tutumunu neye bağlıyorsunuz” diye sorduğumda verdiği cevaptan dün bütün gazetelerin ekonomi sayfalarının manşetlerini süsleyen başlık çıkmıştı.

Bakan Berat Albayrak, Barbaros Hayreddin Paşa sismik arama gemisinin yeni rotasının Magosa’dan sonra Güzelyurt olacağını söylemişti. Daha sonra gazeteye gelince Kıbrıs haritasını açtım ve Güzelyurt’u buldum. Doğal olarak da arama yapılacak sahanın Güzelyurt Körfezi’ne yakın bir yer olduğunu düşündüm. Yani Türk tarafının kontrolündeki kuzeybatı açıkları.

Ancak dün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın danışmanı ilginç bir harita paylaştı. Güzelyurt arama sahasının, Güzelyurt yerleşim bölgesi ile pek de alakası yok.

Burunlarının dibinde

Öyle görünüyor ki Barbaros Hayreddin Paşa gemisi Kıbrıslı Rumlar’ın burnunun dibine girecek belli ki. Bu durumun Rumlar’ı bir hayli rahatsız edeceği ve kızdıracağı açık.

Ancak hak ettiler mi, kesinlikle hak ettiler. Nedenlerini açalım.

Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas, tek yanlı ilan ettikleri “Münhasır Ekonomik Bölge’’ içinde buldukları gaz rezervlerinin sadece kendilerine ait olduğunu açıklamıştı.

Bilindiği üzere Amerikan Noble Energy şirketi doğalgaz araştırma sondajları sonucunda 5 bin metre derinde ilk etapta 300 milyar metreküpün üzerinde gaz bulmuştu.

Hristofyas, “Doğalgaz perspektifinin, ‘Kıbrıs ve halkını’ güçlendireceğini, gerek jeolojik düzeyde gerek ekonomik düzeyde belirleyici değişikliklere yol açacağını ve doğalgaz araştırmalarının Kıbrıs halkı için büyük perspektifler yarattığını’’ belirtmişti. Ancak Kıbrıs halkından anladığı sadece Kıbrıslı Rumlar oldu.

Oysa Kıbrıslı Türkler, adanın tüm doğal zenginliğinin tüm adaya ve ada vatandaşlarına ait olduğunu savunuyor. Türkiye de bu tezi destekliyor. Zaten olması gereken de bu. Rumlar’ın işlerine geldiği zaman “Tüm adayı temsil ediyoruz” işlerine gelmediği zaman “Bulduğumuz kaynaklar sadece bizimdir” demeleri doğrusu anlaşılır gibi değil.

Uluslararası kamuoyunun bu komediye sessiz kalması da anlaşılır bir şey değil. 2004’ten bu yana Kıbrıs’ta iki kesimi de tatmin edecek bir barış anlaşması için çaba sarfeden BM, Türkler’in bu konudaki pozitif niyetini defalarca test edip gördüğü halde hâlâ Kıbrıslı Rumlar’a tavizkar tutumunu anlamak da mümkün değil.

Yazının devamı...

Aracıların üzerine niye gidilemez?

Gıda Komitesi kurulduğunda hepimiz umutlanmıştık. Hatta bazı bakanların açıklamaları umudumuzu daha da artırmıştı. “Sorunun kaynağını biliyoruz. Sorun tarladan markete gelene kadarki süreçte. Aradaki zincirlerde...” demişti bir bakanımız.

Öyle ya tarladan markete bir ürünün fiyatında 7-8 katlık fiyat farkı dünyanın neresinde görülmüş?

Mesela Nisan ayı rakamlarına bakalım. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yaptığı bir çalışmadan çıkan rakamlara.

Kuru soğanda tarladan markete tam 7.5 katlık fiyat farkı var. Bu elmada 5.8 katı, kuru kayısıda 4.6 katı, lahanada 4.4 katı, patlıcanda 3.4 katı, maydonozda bile 3 katı buluyor.

Tarlada soğan 15 kuruş. Gel gör ki markette 1 lira 15 kuruşa satılıyor. Yine tarlada 25 kuruş olan maydonoz 1 hatta 1.5 liradan aşağı bulunamıyor.

Peki sorunun temelinde aracılar varken, biz niye ithalat sopası ile geçici çözümler arıyoruz?

Bilmemeleri imkansız

Gıda Komitesi’nde eminim fotoğraf net olarak masaya konuyordur. Cümle alemin bildiğini komitedekilerin bilmemesi imkansız. Biliyorlar ancak ne yazık ki görmezden geliyorlar.

Çünkü aracıların üzerine gidecek siyasi iradeyi gösteremiyorlar.

Yakınları, eşleri dostları bu işin içinde olduğu için değil. Aracıların üzerine gittiğiniz takdirde de bir sürü yan etki var da ondan.

Pek çok kişinin saadet zincirine çomak sokmuş oluyorsunuz. Bu saadet zincirindeki kişilerin de yarattığı bir ekonomi var. O aradaki zincirde de istihdam var. Yani aslında iki el değiştirerek nihai hedefine ulaşacak bir ürünü 5-6 elden geçirerek olayın içine pek çok kişiyi daha katıyorsunuz. Sektörü büyütmüş, işsiz kalacaklara iş yaratmış oluyorsunuz. Ancak gelin görün ki herkes sağından solundan tırtıklayınca kendi kârını koyunca 15 kuruşluk soğan oluyor sana 1.15 lira. Onu da nihai tüketici düşünsün.

Bir babayiğit çıkar mı?

Peki gümrük vergilerini indirerek ortaya konmaya çalışılan çözüm başarılı olabilir mi? Mümkün değil.

Evet geçici bir süre fiyatları kontrol altında tutabilirsiniz, hesapsız kitapsız keyfi zam yapılmasının önüne geçebilirsiniz ancak orta ve uzun vadede daha büyük sorunlara zemin hazırlarsınız. Bizim çiftçimizin refleksi belli. Bir sezon para etmeyen ürünü gelecek yıl tarlasına ekmez. Halbuki sürü psikolojisinden bir çıksa yani komşusunun yaptığını yapmayıp o yıl para etmeyen ürünü gelecek yıl için ekse, para kazanacak. Arz taleple ilgili en ufak bir fikri olmadığı için ekmez.

Hatta bu iş öldü der, tarlasını satar.

Bakalım sorunun damarına ne zaman inilecek?

Neşteri doğru yere vuracak bir babayiğit çıkabilecek mi?

Yazının devamı...

Cool ol, yerli telefonla istihdama da katkı ver

Fransa’da Wiko, Çin’de Oppo markalı yerli telefonlar, Apple ve Samsung’un aklını başından aldı. Biz ise son model ithal telefonlara her yıl 5 milyar dolar ödeyip sözde statü sahibi olmaya çalışıyoruz. Oysa ne Fransa’dan ne de Çin’den daha zengin değiliz, çok savurganız

Milliyetçilik, gerçek vatan aşkı ‘Canımı veririm, can alırım’ ile olmuyor. Lafa gelince herkes ülkesini çok seviyor. Sormak istiyorum. Acaba biz bir Fransız’dan bir Çinli’den daha mı zenginiz de ithal cep telefonlarına her yıl milyarlarca dolar veriyoruz. İstihdam için seferberlik başlatan siyasi liderler başta olmak üzere yerli telefon kullanarak yeni bir akım başlatabiliriz. Yerli telefonlarımızı göğsümüzü gere gere ortaya koyabiliriz. Fransızlar, Çinliler bunu başardı. Üstelik cari açık problemleri olmadığı halde başardı. Biz 100 milyon dolarlık yabancı sermaye gelecek diye kılıç kalkan ekibini Kapıkule’de hazır tutarken, teşvik üstüne teşvik verirken, enerji başta olmak üzere pek çok alanda dışa bağımlıyken neden bunu aklımıza getirmeyiz bilmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde 2016 cep telefonu satış sonuçları açıklandı. 12.5 milyon adetin üzerinde akıllı telefona 18.7 milyar Türk Lirası para ödemişiz. Bunun büyük bir bölümü ithal telefonlar. Yani kendi ülkemizin istihdamına değil, başka ülkelerin istihdamına katkı yapmışız. 5 milyar dolara yakın parayı ithal cep telefonlarına gömmüşüz.

Dünyada neler oluyor?

Bu yazıyı okuyup lütfen “Türkiye’nin en büyük cep telefonu üreticisi Vestel’in reklamını yapıyor” diye düşünmeyin. Vestel ya da bir başkası... Üretici önemli değil. Önemli olan Türkiye’de diğer telefonların tamamının yapabildiklerini yapabilen yerli telefonlar üretiliyor olması. Bunu Vestel başardıysa sadece tebrik etmek düşer bize.

Peki bu yazı nereden çıktı?

Dünyada cep telefonu satış trendlerini ve markaların pazar paylarını takip ederseniz inanılmaz bir değişim görüyorsunuz. Bazı ülkelerde yaşananlar gerçekten hayret uyandırıcı.

İlk örnek Fransa. Fransa akıllı telefon pazarında yerli üretim olan Wiko ve Archos aldı başını gidiyor. Samsung ve Apple’ı fena korkutmuş vaziyetteler. Özellikle Fransız gençler arasında yerli telefon kullanımı çığ gibi büyüyor. Fransız genç bir Wiko ya da Archos kullanıyorsa ‘Cool’ görünmüş oluyor. Fransızlar’ın ne kadar milliyetçi olduğunu izah etmeye gerek bile yok. İngilizce bildikleri halde sizinle ısrarla kendi dillerinde konuşmaya çalışan ülkenin vatandaşlarından söz ediyorum. Gençler kendi ülkelerinde üretilen bu telefonları kullanarak vatanlarına olan aşklarını da ortaya koymuş oluyorlar.

Gelelim Çin pazarına...

Çin akıllı telefon pazarında Çinli markaların başarısı her geçen gün artıyor. 2016 yılı sonu itibarıyla Çin’de üretilen Oppo, Çin’in en çok satan akıllı telefonu oldu. Oppo’dan sonra ilk üçte yine Çinli markalar Huawei ve Vivo Oppo’yu takip etti. Çin’de üretilen markaların Çin telefon pazarındaki payları yüzde 88.9 gibi inanılmaz bir oranda gerçekleşti. Samsung ilk 5’e giremedi. Apple ilk beşte yer aldı ancak pazar payı 2016’da kan kaybetmeye devam etti ve yüzde 9.6’ya geriledi. Apple’ın pazar payı Çin’de 2015 yılında yüzde 13.6’ydı. Samsung yüzde 7’lik pazar payı ile ancak 8’inci olabildi. Sadece bu iki ülkedeki duruma bakınca bile insan üzülüyor.

“Aman FED faiz artırırsa, bilanço küçültürse benim Türk Liram daha da değersizleşir mi, Türk Hazinesi daha yüksek faiz ödemek zorunda kalır mı, ülke insanı enflasyon üzerinden biraz daha fakirleşir mi?” diye topluca dertlenip duruyorken, 5 milyar dolar gibi muazzam bir parayı yurtdışına gönderecek lüksümüz var mı bilemiyorum...

Türkiye’de durum ne?

Gazetede çay servisi yapan Ahmet yanıma geldi. ‘Abi’ dedi; ‘Telefonum suya düştü. Sizin tanıdıklar vardır. Şunu tamir ettirebilir miyiz?’ diye ağlıyor. Baktım son model bir ithal cep telefonu. ‘Kaç lira ödedin buna’ diye sordum. 4 bin 400 lira vermiş. Maaşının neredeyse 4 katı. İnanılır gibi değil. O telefonu cebine koyunca sınıf atladığını, statü sahibi olduğunu sanıyor. ‘Köyde hasta anam var’ diyor ancak maaşının yarısına yakınını telefon taksidine yatırmaya da razı. Oysa biz o kadar zengin değiliz. Sadece Ahmet değil, hiçbirimiz o kadar zengin değiliz. Bakın yanda bir tablo var. Ülkelerde satılan akıllı telefonların ortalama fiyatı, o ülkenin milli geliri ve ortalama akıllı telefon fiyatının milli gelire oranını gösteriyor. Türk insanı yıllık ortalama kazancının yüzde 6.8’ini bir cep telefonuna ödemek için yanıp tutuşuyor. Üstelik ithal bir ürüne. Bu oran batıda yüzde 1’ler civarında. Çin’de yüzde 3.1. Ancak yukarıda da sözünü ettiğim gibi en azından Çinliler kendi ülkelerinde üretilen telefonu satın alıyorlar. Apple ve Samsung’un toplam pazar payının bu denli yüksek olduğu Türkiye gibi bir başka ülke yok. Bu iki markanın toplam pazar payı yüzde 50’nin üzerinde.

Casper CEO’su Charlotte Lamprecht’ın tespitleri bizdeki durumu net olarak ortaya koyuyor:

“Dünyada 1.000 TL’nin altındaki telefonlar tercih edilirken sadece Türkiye’de 1.000 TL üzeri ürünlerin payı artıyor. 1.000-1.500 TL’lik ürünlerin payı yüzde 30 bile değil. Başka pazarlarda yüksek fiyatlı ürünlerde artış yok. Türkiye benzersiz. Türkiye’de cepte fiyata odaklanırsanız kendinizi kandırırsınız. 1.000 lira altında satış rakamıyla kendi sonunuzu hazırlarsınız.”

Acı acı gülümseten ifadeler değil mi? Ayranımız yok içmeye ama işte biz bu kadar zengin bir ülkeyiz.

10 bin kişiye iş imkanı

Türkiye’de yerli telefon var. Hem de gayet iyiler. Vestel bu işe en ciddi yatırımı yapan şirket. Manisa’daki fabrikasında 1.000’e yakın işçi çalışıyor. General Mobile, Casper, Başarı Elektronik’in markası Kaan da üretime soyunan diğer cesur yerliler. İstihdam seferberliği başlatılan bugünlerde yerli telefon kullanımı, hem dövizin içeride kalmasına hem de istihdama büyük katkı sağlayacak. Yerli telefon satışının 500 binlere çıkması halinde istihdam

3 katına çıkıyor. Milyon adetler yakalandığında istihdam da 10 bini buluyor. Üstelik yerli sanayi güçleniyor palazlanıyor.

Bakın yine Fransa’dan örnek vereceğim. Wiko, sadece Fransa’da değil, Avrupa’da da başarılı oldu. Avrupa’nın en hızlı büyüyen markası haline geldi. İspanya, Portekiz, İtalya, Almanya, İsviçre, Belçika, İngiltere gibi ülkelerde satılıyor. Sadece Avrupa’da da değil Cezayir, Fas, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde açtığı ofislerle buralarda da pazarın lideri olma iddiasını ortaya koydu. Yani yerli ürün kullanarak bir taşla en az 3 kuş vurmuş oluyoruz. Öncelikle döviz cebimizde kalıyor, istihdama katkı sağlanıyor. Ve Türkiye’den çıkacak bir marka diğer pazarlara da hakim olma gücüne kavuşuyor. Türkiye’den dünya çapında bir marka çıkmamasında biz tüketicilerin de büyük payı var aslında.

Yazının devamı...

Borç-alacakta işletme güveni yükselişe geçti

Piyasada ticari borçların ödenip ödenmediğini, bankalardan bile önce en hızlı, alacak sigortası yapan şirketler görebiliyor. Piyasanın en büyüğü Coface Türkiye’nin Genel Müdürü Emre Özer, “Ticarette bir sıkıntı vardı aşıldı, işletme güveni tekrar yükselişe geçti” dedi

Alacak sigortası Türkiye’de henüz pek bilinmeyen bir kavram. Aslında geçmişi oldukça eski ama ‘Hedge’ opsiyonu gibi pek tercih edilmiyor. Ya da edilecek ama şirketlerin şeffaflık kriterleri bu sistemin yaygınlaşmasına çok uygun değil.

Ancak bu sistemi kullanan firmalar oldukça rahat ediyor. Ticari alacaklarının ödenmemesi durumunda sigorta şirketinden tahsilatı yapabiliyorlar.

Piyasada durum ne?

120 güne kadar alacaklar, ödenmediği takdirde sigorta şirketine bildiriliyor. Sonrasında risk artık sigorta şirketinin oluyor. Bu yapısıyla piyasadaki gidişatı, hangi sektörlerin sıkıntıda olup olmadığını bir alacak sigortası yapan şirketten daha iyi görebilecek, analiz edebilecek bir yapı yok. Coface’ın Türkiye Genel Müdürü Emre Özer, piyasanın durumunu bankalardan bile daha önce görebildiklerini belirtti ve 2017 yılının başında ortaya çıkan kriz tehditinin büyük ölçüde bertaraf edildiğini söyledi. Emre Özer “120 gün içinde ödenmeyen alacaklar bize geliyor. Yani piyasanın nabzını biz bankalardan bile daha önce tutarız. Banka bir işletmenin kredi geri dönüşüne kadar durumu farkedemeyebilir. Bizim piyasayı koklama, işlerin yolunda gidip gitmediğini daha hızlı anlayabilme özelliğimiz var. Şu an rahatlıkla söyleyebilirim ki, işletme güveni tekrar yükselişe geçti. Öyle tahmin ediyoruz ki yılın son çeyreği, ekstra büyük bir sürpriz gelişme olmazsa çok daha iyi geçecek” şeklinde konuştu.

Poliçeyle hem garanti hem kolay finansman

Coface Türkiye ana iş kolu olan ticari alacak sigortasının yanı sıra, (sigorta poliçesinden bağımsız olarak) firmalara alıcıları hakkında ödeme alışkanlıklarını gösteren finansal bilgi, ticari rapor ve ihracatçılara yurt dışında tahsil edemedikleri alacakları için tahsilar hizmeti sunuyor. Son olarak Garanti Factoring ile yapılan anlaşma çerçevesinde Coface’tan ticari alacak sigortası poliçesi yaptıran firmalar Garanti Factoring’den uygun şartlarda finansman sağlama olanağına kavuştu. Böylece firmalar yurtiçi ve yurtdışı ihracattan doğan alacaklarını haciz, iflas, temerrüt risklerine karşı sigorta garantisi altına alırken, aynı zamanda finansman olanaklarından da tek paketle yararlanabilecekler.

Şirketi net görürsek sigorta yaygınlaşır

Coface, Türkiye’ye 1997 yılında Garanti Bankası işbirliği ile adım atmıştı. 2007’de Coface Sigorta, Türkiye’de kurulan ilk ticari alacak sigortası şirketi oldu. 4.8 milyar euroluk bir riski üstlenmiş vaziyette. 2008’den bu yana da Türk firmalarına 238 milyon liradan fazla hasar ödemesi yaptı. Alacak sigortası Türkiye’de çok yaygın değil. Ancak yaygınlaştırılması için kamunun da teşviki ile bazı çalışmalar yapılıyor. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek de bu çalışmaları destekliyor. Coface gibi Hermes gibi bu işin büyükleri açısından en büyük problem, şirketler hakkında yeterli bir veri tabanının olmayışı.

Şirketlerin risk primini belirleyebilecekleri bir data havuzuna ihtiyaç duyuyorlar. Bu havuz yaygınlaştığı ölçüde Türkiye’de alacak sigortası anlayışının da gelişebileceğini söyleyen Özer, “Bu konuda Ankara’da bürokrasi bizden de bilgi istedi. Biz de ihtiyacımız olan veri seti konusunda bazı önerilerimizi ilettik. Bazen bir şirket ile ilgili en küçük bir ödeme dekontuna bile ihtiyaç duyuyoruz. Dünyada 80 milyondan fazla şirketin veri tabanına sahibiz, ancak Türkiye’de biraz daha netliğe ihtiyaç var. Bir kaç fatura ile analiz yapıp risk alıyoruz. Bu konuda yakın gelecekte yapılacak düzenlemelerle alacak sigortası pazarının büyümesini bekliyoruz” diye konuştu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.