Şampiy10
Magazin
Gündem

Soyunma kabinleri...

Gerçekten de insana, “soyunma” derler. Soyunma yanarsın!

Bildiğiniz mağazalardaki kabinlerden bahsediyorum.

İddia ediyorum; 21 yaş üstü hiç kimsenin o kabinlerdeki aynalarda kendisini güzel görmesi mümkün değildir.

Hayatının hiçbir döneminde, hiçbir yerde görmediğin boğumlarınla karşılaşırsın. En beğendiğin yerinde bile bir falso çıkar.

Işığından mıdır, kendini çok yakından gördüğünden midir nedir...

Yok canım kesin ışıktan...

Hadi şimdi iyi de, önümüz yaz, mayo bikini denerken falan, insanı kendinden nefret ettirir bu soyunma kabinlerindeki aynalar...

Dün tasarımlardan bahsediyorduk ya, e bu da bir tasarım hatası...

Tasarım ve pazarlama hatası...

Ne var?

Tasarım ille de 32 şekle giren sehpa ya da sandalye mi demek?

Bu mağazalar aynalarını düzeltseler şuraya yazıyorum, satışları yüzde 25 artmazsa neyim...

Tek bildikleri ayna numarası ince-uzun gösteren ki artık onlar bile vazgeçtiler!

Şimdi aranızdan, “Sen eğri büğrüysen aynalar ne yapsın?” diyenleriniz var biliyorum. Özellikle de erkekler.

Ama kızlar benim ne demek istediğimi anlamıştır.

Hani şu kadın-erkek farkını anlatan karikatürdeki gibi:

Normal kilodaki kadın aynada kendini çok şişman görüyor da, topluca adam aynada kendini vücutçu gibi görüyor...

Onun için fazla konuşmayın!

Yani, sanki siz çok güzelsiniz.

Peki bu aynaların hiç mi faydası yok?

Var tabii...

Mecburen spora başlarsın...

Bunca yıldır kaplumbağa felsefesiyle yaşamış biri olarak ben bile...

Ne kadar az hareket, o kadar uzun yaşam...

Buna da karşı çıkarlar ya...

“Ama o yerde yaşıyor, oysa kelebekler havada...” diye...

Ne biliyorsun havada mutlu olup olmadıklarını?

“E ama kaplumbağanın da sırtında ömür boyu taşıdığı yük var!”

Sanki bizim yok!

Kendisini herhangi bir mağazanın soyunma kabininin aynasında gören bir kadın için hiçbir felsefenin anlamı kalmaz.

Spora gitmesi gerekmektedir.

Atacak kendini Renewa’ya...

Tasarımı düzeltmeye...

Üstelik bir de kraliçe muamelesi görmeye...

Hem de selülitsiz kraliçe...

Başka çare yok!

Bu aynaların düzeleceği de yok.

Niye?

Çünkü hep diyorum ya, erkekler tasarlıyor.

Oysa bu tasarım ve pazarlama işini kadınlara bırakmak lazım....

Ama öyle her kadın olmaz.

Premenopoz olması lazım.

Artı 40 olacak...

Hatta artı 43...

Ev kadını da olmayacak.

Maddi durumu iyi, mümkünse boşanmış, meraklı bir metropol kadını...

Heh heh hee...

Korku filmi gibi...

Siniri tepesinde, itiraza alışkın, dalacak, tutturacak yer arayan bir kadın olması lazım; o bakımdan...

Olsun, ortaya danaların tasarımından daha iyi bir şeyler çıkacağı kesin!


Yazının devamı...

Tasarım tasası...

Tasası sana mı kaldı? denir ya,

evet bana kaldı.

Ne zamandır yazmak

istiyordum zaten...

Dün Milliyet’te tasarımcı Karim Rashid yeniliklerden bahsederken demiş ki, “ceketteki göğüs cebi iPhone cebine dönüşmeli!”

İşte bu sözler beni tetikledi.

“Hıh!” dedim.

Çölde su bulmuş gibi sarıldım ona...

“Ohooo... Sen bir de şunları

bilsen” diye...

Dolmuşum meğer...

Neleri mi?

Mesela:

Önce küçük

ev aletlerinden

başlayalım...

Hayır beee...

Saçmalamayın!

O değil!

Küçük ev aletleri

dediysek...

Ayrıca o olsa, yani aklınıza gelen şey, tasarımcı ne yapsın? Yeniden tasarlayacak hali yok ya!

Sahi öyle bir şey olsa, nasıl olurdu ki?

Yeniden tasarlansa...

Modern hayatın yeni koşullarına göre...

Portatif mesela...

Hani akşam içkili bir yere giderken yanına almayacak, rezil olmasın diye...

Ya da düğmeli, pardon digital olur

herhalde...

Amaaan... Beni de şaşırtınız!

Konuya dönüyorum.

Ben gayet akıllı uslu bir konudan

bahsediyordum...

Gerçekten!

Hemen hemen hiçbir gerçek küçük ev aletinin neredeyse keşiflerinden beri şeklini değiştirmediler. Mutfak robotları, mixer, blender, elektrik süpürgesi vb...

Bütün robotlar ıslak elde

kayar mesela...

Elekrik süpürgesinin iriliğine ve kordon sıkıntısına çare düşünemediler...

Geçelim...

Çanta mesela...

Bildiğin kadın çantası...

İçini görebilmek için özel fener bile icat

ettiler de, astarını açık renk yapmayı

düşünemiyorlar.

Spor çantaları da öyle...

Ne ayakkabını ne duş malzemelerini ne kirlilerini koyabileceğin bölümü vardır. Bölüm yaparlar da, anlamsız! Daha doğrusu erkeklere göre tasarlanmıştır. Onlar her şeylerini çantanın içine tıktıkları için!

Ha, bir de lacivert meselesi var.

Evet, lacivert.

Bu dünyadaki insanların, yani

alışveriş edenlerin yüzde 90’ı jean alıp

giydiğine göre...

Doğru değil mi?

Yüzde hesabım yani...

Ve bu jean’ler lacivert ya da mavi

olduğuna göre...

Neden lacivert ayakkabı ve kazak üretimi yüzde 1’lerdedir?

Neden?

Fanila var bir de...

Bu fanilaları ya nineler için ya da genç kızlar için tasarlarlar.

Yani ya boğazına kadar kapalıdır ya da sırtı ve önü açıktır. Dekolte engelleme amaçlı...

Oysa ideal bir fanilanın sırtı kapalı ön dekoltesi derin olmalıdır.

Ama nerdeee?

Kim bunları düşünecek de, yapacak?

Niye biliyor musunuz?

Çünkü bunları erkekler tasarlıyor. En fazlasından bir-iki kadın denek kullanıyorlar ki onlar da kesin yanlış seçim, olmuyor tabii...

Bitmedi...

Asıl bir de soyunma kabini

meselesi var ki...


Yazının devamı...

“Hayır” demeyi bilmek

Aşkın ne demek olduğunu sormuşlar. Ne demek olduğunu derken, onun için ne anlama geldiğini...

Kim için?

Farklı ülkelerden kadın ve erkekler için...

Fıkra gibi...

Hani, “Bir Fransız, bir İngiliz, bir İtalyan...” diye başlayan fıkralar vardır ya, yemin ederim onlara benziyor...

Şimdi önce İtalyanlara sormuşlar, “Aşk sizin için ne anlama geliyor?” diye, “mantıksızlık” cevabını almışlar...

Olabilir değil mi? Yani âşık olunca mantık gidiyor falan...

Sonra İngilizlere sormuşlar, onlar da, “karmaşa” diye ifade etmişler...

E bu da olabilir...

İngiliz bilim adamları da sürekli bu konuda araştırma yaptıklarına göre demek ki onlarınki sahiden karışık.

Portekizliler de, “ayakların yerden kesilmesi” demişler.

Tabii... Ne de olsa Akdeniz iklimi...

Veee...

Sıra geldi Türklere...

Onlar ne demiş?

“Hayır diyememek.”

Evet. Aynen bu cevabı vermişler...

Ne demek olabilir bu?

Ya da, “hayır diyememek” derken?

CHP’nin çarşaf açılımı kadar saçma!

Ama yine de, ne için böyle demiş olabileceğimizi anlamaya çalışalım...

Artık ilişkiler öyle kötü bir hale geldi ki,

yaşananlar anketteki hiçbir cevaba uymadığı için bu şıkkı seçmişlerdir...

Böyle iyimser bir tahmin yapabiliriz. Ama doğrusu benim aklıma başka bir şey daha

geliyor...

“Acaba” diyorum; bizimkiler aşkla seksi mi karıştırdılar?

Yoksa insan “hayır” diyemediği için âşık mı olur?

“Hayır” diyemediği için bir insan ne

yapar?

Borç verir, kefil olur, bir de yatar.

Hepsinde temel duygu aynıdır; karşındakiyle öyle bir yakınlaşmış, öyle bir noktaya gelmişsindir ki...

Yani yakın arkadaşındır e, tabii senden borç ister, kefil olmanı ister, hayır diyemediğin için verirsin...

Bir de onunla öyle bir noktaya gelmişsindir ki...

Mesela kadından çok da hoşlanmamışsındır ama gözünün içine bakıyordur, e o akşam yapacak daha iyi bir işin yoksa, “hayır” diyemezsin...

Mesela adamla uzun süre cilveleşmişsindir, oynamışsındır epey, bir “şarap-makarna” gecesinde “Hayır” diyemezsin.

Ayıp olur!

Sebep-sonuç ilişkisine ters düşeceğini hatta aptal gibi algılanacağını sanırsın.

Ama bu işler ömür boyu böyle gitmez tabii...

Ver, ver, ver; nereye kadar?

Yeterince kazık yediğin zaman...

Yeterince korktuğun zaman artık kolay kolay borç vermemeye, kefil olmamaya başlarsın.

Öteki işte de...

Birileri sana öğüt verir:

“Hayır demeyi bileceksin!”

Oysa, “hayır” demek bilinmez, öğrenilir...

Öğrendiğin zaman da, artık âşık olmak için çok geçtir.

Ya adam/kadın bulamazsın...

Ya da sen, “hayır” deyince o da buna inanır...

Yazının devamı...

Recep İvedik kıstası...

Ne zamandır düşünüyorum...

“Recep İvedik’e gülmek seviyesizlik mi?” diye...

Veya bir başka deyişle:

“Recep İvedik’e gülenler seviyesiz mi?”

Çünkü toplum olarak neredeyse ikiye bölündük.

Kıstas ne?

Recep İvedik kıstası...

Ona gülenler ve gülmeyenler diye...

Gülenler ve gülünmemesi gerektiğini savunanlar...

Hani bir zamanlar, “Ben National Geographic izliyorum”cular vardı ya, onlar gibi...

Genelde laf, “Recep İvedik’e gülen bir millete ne anlatabilirsin?” kıvamında...

Oysa buna ne gerek var ki!

Yani sanki Recep İvedik’e giden ne bileyim, Nixon’a veya Sadakat’a gitmiyor...

Sanki Cem Yılmaz’a gülen, Recep İvedik’e gülmüyor...

Ve hatta sanki gecekondudan, “Haydi... Sizin filminiz başladııı...” diye otobüs kaldırıyorlar...

Yok böyle bir şey...

O halde ne var?

Recep İvedik’i aşağılayanları rahatsız eden nedir?

Ne olabilir?

Recep İvedik’in “kıro” olması...

Ve bu “kıroluk”ların prim yapması dolayısıyla toplumu aşağıya çekmesi...

Savları bu değil mi?

Tıpkı benim de dün yazdığım “Damat Beğendi” türü programlardan rahatsız olmam gibi...

Ama işte yanlış da burada zaten.

Biri komedi filmi, diğeri ise gerçek.

Birinde gülüyorsun, diğerinde yanlış yönlendiriliyorsun ve üstelik bundan dolayı ödüllendiriliyorsun.

Yani birinde iyi yemek ve yalakalık yapan bir genç kız yarışmayı kazanıyor. Gerçek hayatı da etkileniyor.

Onu seyredenlerin hayatı da...

Ama Recep İvedik’ten ne bir ders çıkarırsın ne de yönlenirsin.

Bir komedi...

Sadece gülersin...

Ha, ille de ders çıkaracağım dersen, en bayağısından toplum içinde gaz çıkarılmayacağını öğrenirsin.

Yani herhalde kimse “Gaz çıkarılınca gülünüyormuş, dur ben de yapayım” demez!

Düşünsenize yıllarca nelere güldüğümüzü...

Levent Kırca’nın sarhoş tiplemesi, Zeki Alasya’nın saf, Metin Akpınar’ın hanım evladı tiplemeleri, yenilerden: Yılmaz Erdoğan’ın tatlı serserisi, Cem Yılmaz’ın şark kurnazı...

Eğer komedilerde çok da etik davranacaksak; sonuçta bunlar ne?

Biri sarhoş, biri salak, biri serseri, biri de dolandırıcı...

Etkilenmeye bu kadar niyetlendiyseniz, Cem Yılmaz’ın filminden çıkarken maymun bilmem ne yaparsınız o zaman...

Hadi bakalım, onlar da mı toplumu aşağıya çekiyor?

Yahu, insanlar neye güler ki?

Ortada salak bir durum olacak ki

güleceksin.

Siz bir edebiyat sohbeti yaparken kahkahalarla gülüyorsanız, o ayrı!

Gülümsemekle kahkahalarla gülmek arasında da fark vardır ayrıca...

Yani bir fikre gülümsersin ama kahkaha

atmazsın.

Bu da bir durum komedisi...

O halde neden?

Neden Recep İvedik bazılarını rahatsız ediyor?

Benim aklıma doğrusu hiç de iyi düşünceler gelmiyor...

Diyorum ki:

Acaba kendilerini gördükleri için mi?

Yazının devamı...

Yok artık! Bu kadarı fazla...

Programın adı, “Damat

Beğendi”.

Yeni başlıyor ya da başladı.

Ben fragmanlarını seyrettim.

Seyrettim ve midem bulandı.

“Yok artık!” dedim.

İlk aklıma gelen cümle buydu...

Sonra, “Nereye gidiyoruz biz”, “bunlara bir dur diyen çıkmayacak mı” demeye başladım.

Ondan sonrakiler ise bu kadar masum değildi.

Önce bilmeyenlere programı anlatayım

Üç genç kız, yemekleriyle kendilerini bir damat adayına ve onun annesine beğendirmeye çalışıyor.

“Yemekteyiz” ile “Gelinim Olur musun?”un birleşimi...

İki beterden ortaya bir besbeter çıkmış yani...

Akıl şu:

İki reytingi yüksek formatı karıştır, çok seyredilsin.

Fikri gelmiş!

Fikri gelmesine gelmiş de, yahu hiç mi önünü arkasını düşünmezsiniz?

Bu millete ne seyrettirdiğinizin hiç mi bilincinde olmazsınız?

Ne vermeye çalıştığınızın hiç mi farkında olmazsınız?

Ben biraz anlatmaya çalışayım o zaman:

Genç kızları formatladıkları yere bakın: Yemek pişirerek, kayınvalideye yalakalık yaparak kendilerini beğendirecekler.

Beğendirirlerse, evlenecekler!

Kızların kendilerini beğendirme kıstasına bak!

Her şey çok fena!

Üç genç kız kendilerini bir erkeğe beğendirmek için yarışacaklar.

Üstelik yemek pişirerek...

İçi acıyor insanın...

Niye biliyor musunuz?

Bunlar yüzünden, kadınları aşağılayanlar aklanıyor.

Haklı çıkıyorlar.

Bunlar yüzünden, kızlar okumaktan vazgeçebiliyor. Çünkü evde oturup yemek pişirmeyi zevkli veya olağan bir şeymiş gibi algılıyorlar. Ta ki, başlarına gelene kadar...

Bunlar yüzünden 20 yaşındaki genç kadın, kucağında çocuğuyla, gözünün içine baka baka, “ne okuyacam, gerek yok” diyebiliyor. En ufak bir pişmanlık dahi duymadan...

İnanamıyorum.

Onlara okumaları, kendi ekonomik özgürlüklerini kazanmaları gerektiği bilincini verecek, buna özendirecek yayınlar yerine, ellerini hangi taşın altına koyuyorlar?

Niye?

Reyting alıyor diye...

Yazık!

Hadi onlar yapıyor, peki bu RTÜK ne işe yarar?

Hayatta sigara görüntülerinden daha fena bir şey yok mudur?

Sigara ve sevişme sahneleri ahlaksız ve zararlı da, bu programlar çok mu ahlaklı ve yararlı?

Sigarayı mozaikle, erotikleri geç vakte al, bunu çoluk çocuk herkesin görebileceği saatte herkese seyrettir.

Sonra da, “toplumu koruyoruz” de.

Yok artık!

Söylenmeye böyle başlamıştım ya, sonra da şöyle devam ettim:

Ben...

Bu formatı akıl edenin.

Bunu kabul edenin.

Yayına sokanın.

Katılan kızların.

Katılan erkeklerin.

Katılan annelerin.

Ve bunu seyredenlerin.

İsmini saymayı unuttuğum ilgili herkesin.

Taaa...

Vicdanlarına şaşarım!

Yazının devamı...

Onlar daha mı çabuk unutur?

Sanki öyle değil mi?

Erkekler yani...

Bir kadını unutmaları daha kolaymış gibi...

Kadınlara kıyasla yani...

Şimdi bunu dedim ya, başlarlar; “biz duygusuz muyuz,” “herkes aynı değil!” diye...

Ne hemen ayaklanıyorsunuz ki?

Kötü bir şey mi dedik?

Daha mı çabuk unutuyorsunuz dedik, o kadar...

Ayrıca daha çabuk unutmak kötü bir şey mi?

Şimdi bakın, bir kadına bu soruyu sorduğunuz zaman yani “bir adamı unutmak ama tamamen unutmak kolay mıdır? Unutulur mu?” diye...

Hemen cevap verir. Hiç düşünmeden...

Ya, “Unutulur, unutulur... Hem de nasıl unutulur!” türünden intikam kokulu bir cevap verir veya, “üfff... Zor ama sonunda unutuluyor” der ya da ne bileyim, “başlarda hep unutamayacağını sanırsın ama...” gibi bir şeyler der.

Ya şu “hem de nasıl unutulur!” cevabı var ya, ne güzel değil mi? Yazarken çok hoşuma gitti. Adam kimbilir nasılsa!!

Yani unutulandan sonraki...

Heh heh hee...

Hemen aklınız başka yere gitmesin! Hiç öyle bir şey düşünmemiştim. O da iyi olsun da, ben ilişki anlamında kimbilir ne kadar iyi demek istedim.

Zaten hiçbir kadın diğeriyle daha iyi seks yaptım diye ötekini unutmaz.

Evet acısı hafifleyebilir ama ötekini silmeye yetmez.

Gelelim bizim danalara... Şimdi, aynı soruyu bir erkeğe sorduğunuzda...

Hiçbiri hemen bir cevap vermez.

Önce kısa bir süre düşünür sonra da, “nasıl yani?” diye sorar.

Bunlar nedense duygusal soruları anlamazlar.

Sözlüye kalkmış gibidirler...

Daha doğrusu o tür sorularda “dana” gibi algılanmamak için sanırım, bir dururlar.

Yani cevap hem bir dananınki gibi olmayacak hem de samimi olacak. Böyle bir cevabın peşine düşerler.

Çünkü o diğer erkekler gibi değildir!

Bunlar öyle değil mi? Hiçbiri kendini dana sanmıyor.

Sorun mesela birine, bu unutmakla ilgili soruyu...

Ben söyleyeyim, size 5 soruyla geri dönerler...

“O mu ayrıldı?”, “Ben mi ayrıldım?”, “Aldatarak mı ayrılındı?”, “Az mı seviyordum, çok mu?”, “Uzun ilişkiden mi, kısasından mı?” zart zurt...

Yahu, iki gün yatıp kalktığını mı soracağım sana?

Soru, “Sevmişsin, ayrılmışsın mesela...”, “Sevişmişsin ayrılmışsın” değil. Böyle azarlayınca toparlanır.

Kaşlarını kaldırıp, gözlerini de açıp düşünür. “Ne yapıyordum ben?” diye...

İçinden gelen, “Ya, ne bileyim, üzülürüm tabii... Üzülmüşümdür o zaman” gibi bir cevaptır. Ama böyle söylerse duyarsızlıkla suçlanabileceği varsayımıyla onu söylemez.

Sonra..

Akıllısı şöyle bir cevap verir:

“Kısa ama yoğundur.”

Genelde bu kelimelerden sakınırlar ama öyle olsun...

Kısa ama yoğun...

Yazının devamı...

Gerçekten onu unuttun mu?

Bir filmdeydi sanırım; unutmanın formülünü söylüyordu: “İlişkinin süresi bölü 2.”

Kısa süreli ilişkiler için iyi de, uzunlar için moral bozucu bir formül değil mi?

Yani 6 ay birlikte olduysanız onu unutmanız 3 ayınızı çalacak ama...

Atıyorum, ona 5 yılınızı verdiyseniz,

2,5 yıl da unutmak için harcayacaksınız demektir ki, bu da hiç hoş değil.

O zaman ilişkiyi 7,5 yıl olarak hesaplaman lazım.

Daha uzunlara Allah kolaylık versin.

Öyle tabii...

Unutmak dediğin öyle kolay bir iş değil.

“Dur bi unutayım” demekle olmuyor.

Ha diyeceksiniz ki, öyle biri vardır ki bir gün birlikte olursun ama ömür boyu unutmazsın!!!

Ne yaptıysa artık!

Tamam olabilir ama onu başka bir yazı başlığında ele alalım; mesela, fantezileri işlerken falan...

Bugün bahsettiğimiz, bir ilişkiden sonraki unutmaca...

Hatta biraz acılı olanlarınki...

O kadar yoğundur ki, manyak gibisindir. Aklından hiç çıkmıyordur falan.

Sonra hani bir gün öğleye doğru veya bir akşamüstü birdenbire fark edersin ki o sabah onu düşünerek uyanmamışsın.

Dur bir dakika, hatta dün de...

Şöyle bir düşünürsün kaç gün olmuş diye...

Kaç sabahtır özgür uyandığını...

Onsuz...

“Oh be!” dersin.

“Nihayet!”

Derin bir nefes alırsın. Gülümsersin...

“Bitti bu iş. Yırttım” diye...

Keyfin yerine gelir.

Sonra bir gün biri sana sorar:

“Onu unutabilecek miyim?” diye...

Gülersin.

Cevabın hazırdır:

“Unutursun. Hem de öyle bir unutursun ki, unuttuğunu da unutursun.”

İşte süreç böyle başlar.

Yani onu düşünmeden uyanmayla...

Sonra yavaş yavaş diğerleri de silinmeye başlar.

Veeee...

Bir gün gelir, tamamen unutursunuz.

Geçenlerde, “Onu unuttuğunuzdan ne zaman emin olursunuz?” diye bir yazı okudum.

Madde madde çıkarmışlar.

Bakalım mı?

Ama ben de biraz karışacağım, ona göre...

İlk madde şu:

“Arkadaşınız ondan bahsediyor ama siz, ‘Hangi Kerim?’ diyorsunuz.”

Şu, fena olanı!

Nedir yani? Unut dediysek hafıza kaybına uğra demedik!

“İkinizin şarkısı çaldığında ağlamıyorsanız.”

Ki zaten o ikinizin değil, sadece sizin şarkınızdır. Bir de, şarkının sadece bir cümlesi sizi anlatır gerisi alakasızdır. Bu madde aslında, “Şarkılardan fal tutmuyorsanız” olmalıydı...

“Başkasıyla beraber olduğunu duyduğunuzda kıskanmıyorsanız.”

Hatta kendinizle kıyaslamıyorsanız...

“Onunla sevişmeyi artık hiç istemiyor ve hatta sevişmelerinizi hatırlamıyorsanız.”

İşte! Şimdi bitmiştir bu iş!

“Ona rastlayabileceğiniz bir yere giderken özel makyaj yapıp, hazırlanmıyorsanız.”

Yok artık!

Burada biraz duralım.

Hiçbir kadın, hiçbir bir erkeği bu kadar da unutmaz.


Yazının devamı...

Sen, arkadaşın ve eşin...

Ben bu arkadaş meselesini kapatmıştım ama...

“Erkekten erkeğe, erkekten kadına arkadaş olmaz” diyerekten...

Ben kapattım ama kapıyı aralık bırakanlar var aramızda...

“E peki kim kiminle arkadaş olacak

o zaman?” diye...

Siz onu bırakın da, daha önemli bir mesele var önümüzde...

Asıl onu konuşalım....

Ne biliyor musunuz?

Yine arkadaş meselesi de, bu biraz farklı...

Şöyle anlatayım; en yakın arkadaşını sevgilin veya eşin sevmiyor...

Ki genellikle sevmez...

Mesele bu arkadaşlar.

İkisinin arasında kalır, debelenip durursun.

Annenle- eşin arasında kalmak gibi bir durumdur bu.

İkisinden de vazgeçmek istemezsin, vazgeçmek bir tarafa ikisi birbirini sevsin istersin hatta ilk zamanlar bunun için çok çaba da gösterirsin.

Onların arasında gelişen en ufak bir sıcak gelişme seni öyle sevindirir ki...

Eşin onun için iyi bir laf etti mesela değil mi, gözlerin parlar.

“Nasıl yani? Siniri geçiyor ve

kabullenmeye mi başladı acaba?” diye umutlanırsın.

O duyguyu kaybetmek istemezsin.

Ya da mesela, atıyorum, “Sevgili arkadaşını da çağır, akşam mantı yapacağım” dedi...

Veya erkek tarafıysa;

“Hadi sinemaya gidelim, istersen sevgili arkadaşını da çağır” dedi...

Sen o sırada neye benziyorsundur

biliyor musun?

Sahibinin elinde tasmasını gören

köpeğe...

Heyecandan kuyruk yerinde duramaz, bir sevinç bir sevinç hali vardır ya,

aynen öyle...

Farkında değilsindir ama dışarıdan görünüşün böyledir.

Oysa bu gelişme öyle sandığın gibi bir uzlaşının başlangıcı falan değildir.

Sadece ve sadece arkadaşın konusunda ne kadar haklı olduğunun sağlaması

yapılmıştır!

Hatta, eşin/sevgilin ne kadar özverili davranmıştır!

Dedim ya çok uğraşırsın çoook, ama...

Ama bir gün görürsün ki...

Anlarsın ki...

Senin artık yapabileceğin bir şey kalmamıştır. Ya da artık bir ona bir buna yalakalık yapmaktan yorgun düşmüşsündür.

İşte o zaman vazgeçersin.

Ya arkadaşından ya da bunun için üzülmekten.

Arkadaşından vazgeçersen bunun acısını her fırsatta çıkarmaya çalışırsın. Bilinçaltından ya da üstünden, fark etmez. Ama asla hıncını alamazsın.

Yok, üzülmekten vazgeçtiysen...

Ki o da şu demektir:

Arkadaşınla yüzleşmek!

Yani eşinin ya da sevgilinin, arkadaşından hoşlanmadığının ayyuka çıkması...

Herkesin bunu bilmesi ve

kabullenmesi...

Sen, arkadaşın ve eşin...

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.

Buraya kadar tamam değil mi?

Peki bundan sonra?

Bundan sonrası ikiye ayrılır.

Kadınlarda ve erkeklerde olaylar

farklı gelişir.

Onu da anlatayım mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.